“Andolsun, sizin için,
Allah’ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah’ın
Resûlü’nde ‘güzel bir örnek’ vardır” (Ahzâb
21).
Gelenek: “Öteden bêri yapıla-gelen şeyler,
alışkanlıklar. Geçmişle olan bağlantı” anlamlarındadır. Gelenek ya İslâm
geleneğidir yada beşerî geleneklerden bir gelenektir. Gelenek ya Allah’a yada
insana dayanır, üçüncü bir şık yoktur.
Allah tüm peygamberlere indirdiği vahiylerde, “İslâm’ı
yâni Allah’ın dînini hayâta egemen kılın” der. “Dîni dosdoğru ayakta tutmak”
onu hayâta hakim kılmakla olur. Allah dînin “hayâta” egemen kılınmasını ister,
yoksa sâdece zihinlere zapt-edilmesini değil. Yâni Allah, “Kur’ân’ı zihinlerinize
iyice belletin ve iyice ezberleyin” demiyor. Çünkü İslâm sâdece zihinlerin ve
iç-âlemin değil, dış-âlemin de İslâm ile belirlenmesini ve İslâm’ın
iç-âlemlerde olduğu gibi dış-âlemde de hâkim olmasını ister ve emreder (Şûrâ
13). İslâm’ın hayâta hâkim olması elbette İslâmî yaşayış tarzının ve davranışının
hayâta hâkim olması demektir ki bu yaşayış da elbette Peygamberimiz’in örnek
yaşayışına göre olacaktır. Çünkü o, tamamlanmış vahye göre olan yaşanmışlığın
ve davranmanın en ideâl ve güzel örnekliği ve pratiğidir.
Peygamberimiz’deki güzel örnek, en ideâl ve en güzel
örnekliktir. Çünkü vahye göre ortaya konmuş bir örnekliktir. Vahye göre
oluşturulmuş bir gelenektir. Sünnet denilen bu örneklik, “İslâm geleneği”dir.
Fakat şunu hemen söylemek gerekir ki İslâm geleneği, 1.400 yıl boyunca yaşanan
ve davranışlar sergilenen “müslümanların târihi” değildir. 1.400 yıl boyunca
elbette İslâm’a ve İslâm geleneğine uygun bir-çok yaşayışlar ve davranışlar
olmuştur. Fakat bir o kadar da yanlış ve çirkin yaşayışlar ve davranışlar da
gösterilmiştir. Bu nedenle İslâm geleneği, mezheplerin ve târikatların
zannettiği gibi, “müslümanların 1.400 yıllık târihinin tamâmı” olarak anlamak
ve kabûl etmek yanlıştır. İslâm geleneği vahye göre oluşmuş olduğu için, vahye
aykırı olan ve uygun olmayan hiçbir davranış İslâm geleneği değildir. Onlar
beşerî geleneklerden bir gelenektir sâdece. Açıkçası müslümanların 1.400 yıllık
târihi çok büyük oranda sorunlu bir târihtir ve büyük oranda İslâm geleneğine
yâni Sünnet’e yâni vahye uygun değildir ve aykırıdır. O-hâlde “İslâm geleneği”
ile “müslümanların geleneğini” ayırmak şarttır.
İslâm’ın Hz. Âdem ile yâni ilk peygamber ile başlayan
bir geleneği vardır ve kıssalar bu geleneklerin ete-kemiğe bürünmüş anlatımlarını
içerirler. Tüm peygamberler İslâm geleneği üzeredirler ve İslâm geleneğini
yaşatmışlardır yada bunun için çalışmışlardır. Her peygamber bozulan İslâm geleneğini
düzeltmiş yada düzeltmek için çabalamıştır. İslâm geleneği en nihâyet vahyin
tamamlanmasıyla Kur’ân’a dayanır hâle gelmiştir ve artık Kur’ân ile belirlenip ve
Peygamberimiz’in ve elbette o’na uyanların örnek yaşamı ile tezâhür etmiştir.
Tüm müşrik ve kâfirlerin İslâm’a karşı çıkmaları aslında
“İslâm’ın geleneğine karşı çıkmaları”dır. Yoksa fikir ve düşünce olarak vahye
karşı çıkmamışlardır. Zâten hanifler tevhide uygun söylemlerini yapıyorlardı ve
Mekke’liler bunları duyuyorlardı. Fakat hanifler işi amele-eyleme döküp de
tevhidi “gelenek” hâline getirmiyorlardı ve böylece Mekke’deki mevcut geleneğe
söylem anlamında karşı çıksalar da amel-eylem anlamında karşı çıkmamış
oluyorlardı. Günümüzde olduğu gibi “o da onun düşüncesi” deyip geçip gidiyorlardı.
Zâten İslâm ne zaman bir hayat-tarzı olarak ortaya çıkıp da konuşulmaya ve
amele-eyleme dökülmeye ve mevcudu eleştirip îtirâz etmeye başlamışsa ve de davranmışsa,
kâfir ve müşrikler de o zaman Peygamberimiz ile ve mü’minlerle mücâdele etmeye
başlamışlar, o’na o zaman düşman olmuşlardır. Çünkü İslâm bir gelenek
oluşturmak ister ve bu gelenek, Mekke’lilerin atalardan kalma mevcut geleneğine
aykırıdır ve hattâ o atalar geleneğini de yıkıp onu ortadan kaldırmak istediği
gibi, İslâm geleneğini hâkim kılmak da ister. İşte kâfir ve müşriklerin tüm zamanlarda
İslâm’a düşman olmalarının nedeni budur. Bu -bağlamda müşrikler hep şöyle demişlerdir:
“Dediler ki: Bizim için fark-etmez; öğüt versen de,
öğüt verenlerden olmasan da. Bu, geçmiştekilerin geleneksel tutumundan başkası
değildir” (Şuârâ 136-137).
“Onlara: ‘Allah'ın indirdiğine ve elçiye gelin’ denildiğinde,
‘Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter’ derler. (Peki,) ya ataları bir
şey bilmiyor ve hidâyete ermiyor idilerse?” (Mâide 104).
Şimdilerde İslâm’ı savunanlara yobaz, gerici, orta-çağ
karanlığında yaşayan, terörist, ilkel ve çağ-dışı gibi sözler söyleniyor ya,
işte bu âyetler, tüm zamanlarda söylene-gelen benzer sözlerin özetidir. Yâni
zımnen demek istiyorlar ki, bizim gelişmiş, modern ve ileri geleneğimiz varken
eskilerde kalmış geleneklerle mi hareket edeceğiz?. Meselâ şimdilerde şöyle
diyorlar: “1.400 yıl öncesinin köhnemiş uygulamalarını yâni geleneğini mi getireceksiniz?,
biz bunlara niçin uyalım?. Fakat aslında istemedikleri şey, nefislerinin İslâm
geleneği ile kısıtlanmasıdır. Çünkü onlar 1.400 yıl öncesi uygulamalara karşı
çıkarken 2.500 yıl öncesi uygulamaları baş-tâcı eden kişilerdir. Üzerinde uzun
zaman geçmiş uygulamaları ve gelenekleri istemiyorlarsa 2.500 yıl önceki
uygulama olan demokrasiyi neden bu kadar savunuyorlar ki o zaman?. Çünkü o daha
eski ama nefse aykırı değil ve çok uygun. Mesele o. Meselâ Türkiye’de günümüzde
Atatürk’ün ortaya koyduğu gelenek hâkimdir ve başka gelenekleri işe
karıştırmıyorlar hattâ buna katlanamıyorlar. Hele ki İslâm geleneğini hayâta karıştırılmasına
zinhar izin vermiyorlar. Fakat Atatürk de getirdiği geleneği batı’dan -sözde-
yendiği düşmanlardan almıştır. Yâni Türklere has bir gelenek yâni din değildir
inanılan ve yaşanan gelenek. Şamanizm geleneği olsa neyse..
Gelenek aslında “ahlâk” demektir ve İslâm geleneği
ahlâk-timsâli peygamberler ve ahlâkın kaynağı olan vahiy ile belirlenirken,
kötü ve çirkin gelenekler ise beşerî ve yanlış düşüncelerle açığa çıkar ki
bunları fısıldayan elbette -Allah olmadığı için- şeytan, nefs ve tâğutlardır. İnsanlık
târihi İslâm geleneği ile beşerî gelenekler yâni dinler arasındaki mücâdelenin
târihidir.
Kıssalarda ortaya konan peygamberlerin vahiy-merkezli
hayatları İslâm geleneğini ortaya koyar. Tabi onların ortaya koyduğu bu gelenek
vahye uymanın bir sonucudur. Vahye göre davranıldığında İslâm geleneği ortaya
çıkar ki buna ilk ortaya koyanlar peygamberler olduğu için onların bu örnek
davranışlarına Sünnet diyoruz. Peygamberlerin vahiy-merkezli ideâl ve örnek davranışları
“İslâm geleneği”dir. Tüm peygamberler kendilerinden önceki peygamberlerin
sünnetlerine yâni ortaya koymuş oldukları geleneklere uymakla emrolunmuşlardır.
İslâm geleneğinde çok az değişiklik olmuştur ki bu değişiklikler İslâm Dîni’nin
ve geleneğinin temel ilkelerine aykırı olan değişimler değildir.
İslâm geleneğine hep “esâtir”
yâni “eskilerin masalları ve uygulamaları” denilmesi, yeni geleneğe meftûn ve
râm olunmasından dolayıdır. Geleneğe düşmanlık en çok ve en bâriz bir biçimde Modernizm
sürecinde olmuştur. Zîrâ Modernizm hayâtiyetini genelde tüm eski olana, özelde
ise İslâm geleneğine karşı çıkmakla sağlar ve kendi geleneğini oluşturmak ve insanları
buna yönlendirebilmekle ayakta tutar ve devâm ettirir. Modernite, gelenek
düşmanıdır. Oysa kendisi de bir gelenek kurmuştur ve zâten kurmak zorundadır. Zîrâ
insanlar ancak geleneğe göre hareket ederler ve geleneği tâkip ederler. Çünkü
geleneğin etkisi çok güçlüdür, zîrâ gelenek yaşamın kendisidir. Bilmenin etkisi
“yapma”nın etkisine göre çok zayıftır. Öyle ki, bilinenler değişir yada
unutulur gider ama, yapılanlar âdet ve gelenek olarak -saçma bile olsa- çok
uzun yıllar boyunca sürer gider.
İslâm’ın kurucu unsuru Kur’ân’dır.
Fakat İslâm sâdece ilmî bir konu değildir ve Kur’ân da sâdece bir “ilim kitabı”
değildir ve ilmiyle âmil olmak bağlamında iç-âlemleri inşâ edip belli bir
seviyeye gelmiş olan kişileri dış-âleme yönlendirir ve dış-âlemin inşâsı için
görevlendirir. Buna göre bunu en ideâl olarak gerçekleştiren kişi, güzel
örnekliğimiz (Ahzâb 21) Peygamberimizdir ki literatürde onun o örnek davranışı
Sünnet olarak bilinir. Bu nedenle Kur’ân “kurucu bilgi ve bilinç” iken, Sünnet “kurucu
amel-eylem”dir. “Peygamberimiz’in bizzat ağzından çıkan hikmetli sözleri ve vahiy-merkezli
ve vahiy-çıkışlı yada vahiy-kaynaklı amel-eylemleri” demek olan Sünnet “kurucu
amel-eylem”dir. Bu, vahye bağlı ve vahye dayalı olan amel-eylem, İslâm’ın geleneği
olmuştur. “Sahih gelenek” budur. Vahyin oluşturduğu gelenek, Sünnet olarak yâni
“en güzel örneklik” olarak ortaya koyulmuş ve hâkim kılınmıştır. Artık
mü’minlerin görevi bu geleneği yeniden diriltmektir. Bunu yapabilecek olanlar
da elbette Kur’ân ile bilgilenip bilinçlenen ve Sünnet örnekliğini tâkip
edenler olacaktır.
Sünnet-hadis ayrımı yapmanın
bir anlamı yoktur, çünkü Peygamberimiz hem Kur’ân’ın açık emri ve uyarısıyla,
yapmadığı bir şeyi söylemeyeceğinden dolayı, hem de yaptıkları şeyler
ortadayken bir de ayrıca “ne dedi”yi araştırmak ve tam metni bulup ortaya
çıkarma çabaları çok önemli değildir. Zâten geleneği de bunlar belirlemez,
belirlememelidir. Peygamberimiz’in vahyin ışığında neyi nasıl yaptığı önemlidir.
Zâten Peygamberimiz’in çeşitli sıfatlarla da söyledikleri sözler yâni hadisler
vardır ki bunların hepsini vahye dayandırmak gerekmez. Fakat ne yaptığı önemlidir.
Çünkü bir peygamberin davranışlarını vahyin inşâ etmiş olması gerekir. Tabi
kendisine bir konu hakkında sorulduğunda buna söz ile cevap da vermiştir ki bu
sözler değersiz görülemez. İmam Âzam şöyle der:
“Allah’ın Elçisi Allah’ın kitabına
aykırı söz söylemez; Allah’ın kitabına aykırı söz söyleyen Allah’ın Elçisi
olmaz. Benim reddettiğim kişiler Kur’ân’a aykırı sözleri hadis diye rivâyet
etmekteler. Allah’ın Elçisi’nin duyduğumuz ve duymadığımız bütün sözleri
başımız-gözümüz üstündedir. Ama biz, Allah Elçisi’nin Allah’ın emrettiği bir
şeyi yasaklamadığına, yasakladığı bir şeyi de emretmeyeceğine inanmaktayız.
Allah’ın Elçisi, bir şeyi Allah’ın nitelendirmesinin dışında bir nitelemeye de
tâbi tutmaz. Onun, bütün işlerinde Allah’a uyma hâlinde olduğuna tanıklık
ederiz. O, ne dinde kendinden bir şey îcat eder ne de Allah’ın söylemediği bir
sözü Allah’a isnât eder. İşte bu böyle olduğu içindir ki Kur’ân, ‘Resûl’e itaat
eden, Allah’a itaat etmiş olur’ buyurmaktadır” (İmam-ı Âzam, el-Âlim ve’l-Müteâllim,
32-33).
“Kur’ân bilgi ve bilincin
kaynağı” iken “Sünnet ise amel ve eylemin kaynağı”dır. Kur’ân amele-eyleme
dökülmedikçe kuruculuğu eksik kalacağı için Sünnet Kur’ân’ın amel-eylem yönü
olmuştur. Böylece Kur’ân ve Sünnet, İslâm geleneğini oluşturur ve ortaya koyar.
Amaç, beşerin ortaya koyduğu geleneklere karşı Allah’ın vahiyleriyle İslâm
geleneğini oluşturmak ve hâkim kılmaktır.
Çeşitli nedenlerden dolayı
insanların büyük çoğunluğu Kur’ân’ı okumaz-okuyamaz, öğrenemez, üzerinde çalışamaz
ve ayrıntılı olarak bilip idrâk edemez. Zâten Allah da insanların tümünden bunu
beklemez ve herkesin din konusunda uzmanlaşmasını ve âlim olmasını emretmez.
Fakat gelenek ile dîni öğrenmeyi ve yaşamayı kolayca yapabilir. İşte bu nedenle
Sünnet ile yâni vahiy-merkezli en ideâl yaşanmışlık ile ortaya konan İslâm
geleneği ile insanların İslâm’ı öğrenmesi ve uygulaması çok daha kolay ve
mümkün olur. Zâten târih boyunca müslümanlar genelde dinlerini kitaptan değil, gelenekten
öğrenmiştir fakat sorun şudur ki gelenek vahiy-merkezli olduğunda sorun olmazken,
vahye aykırı düşüncelerle, kişilerle yada şeylerle belirlendiğinde fitne ortaya
çıkmakta ve toplum ayrışıp ifsâd olmaktadır. Artık ortada sâhih din ve gelenek
değil, birilerinin vahye aykırı düşünceleri ve görüşleri kalır. Bunlar kısa
zamanda gelenek hâline gelir ve kolayca yayılır gider.
Günümüzde ise modern gelenek
vardır ve tüm Dünyâ’ya hâkimdir. Dîni dışlayarak ortaya konan bir gelenektir bu.
İnsana, akla, eşyâya, doğaya yâni maddeye dayalı bir gelenektir. Hak ile
alâkasını kesmiş olduğu için bir türlü Hakkı ve hakîkati ortaya koyup da
yaygınlaştırmayan ve bunu yapması mümkün de olmayan bir gelenek.
“İslâm’ın hâkim olması” demek,
“İslâm geleneğinin hâkim olması” demektir. Vahiy ancak bu şekilde hayâta hâkim
olur, yoksa masa-başı çalışmalarına mahkûm oluruz ki günümüzde yapılan çoğunlukla
budur. Çünkü müslümanlar Kur’ân’ı okuyorlar ama modern geleneğe teslim olmuş
durumdadırlar. Üstelik modern geleneğe teslim oldukları için Kur’an’ı da modern
geleneğe uygun yorumlamak için çabalıyorlar. Tabi Kur’ân ile modernizmin
uyuşması mümkün olmadığı için (çünkü ikisi bambaşka gelenekler üretir)
yaptıkları şey “Kur’ân’ı modernizme uydurmak”tan başkası değildir.
Eski gelenekten kurtulma
isteği, “yeni geleneğe kolayca bağlanma ve adapte olmak”tan kaynaklanır. Bir
geleneğe karşı çıkmak mecbûren başka bir gelenek ile olabilir. O-hâlde yeni gelenek
-meselâ modern gelenek- de eski geleneğin tümüyle ortadan kalkmasını istemez.
Zîrâ ona sürekli olarak bir “düşman gelenek” lâzımdır.
Beşerî gelenek ve
görenekler, eski yada yeni dinlerin uygulamalarıdırlar. Bu ya İslâm geleneğidir
yada beşerî geleneklerden biridir. Romalılar, Roma Uygarlığı’nın köklü
geleneklerinden nasiplenmemiş olanları “barbar” sözcüğüyle tanımlanıyorlardı.
Bu tutum şu-anda da geçerlidir. Modernizm bir greko-romen gelenek ve uygarlıktır.
Bu uygarlığa ayak uydur(a)mayanlar barbar, yobaz, ilkel, gerici ve terörist
olarak kabûl ediliyor.
Türkler her dîne kolayca
girip-çıktılar. Sâdece İslâm’ı çok zor kabûl ettiler. Zâten onu da
Kitap-merkezli olarak değil, tasavvuf-bâtınî senkretik ve eklektik şekilde ve
kendi şaman geleneklerine uydurduktan sonra benimsediler. Bu -istisnâları
saymazsak- hâlen de büyük oranda böyledirler.
Bu-gün Modernizm adına bir-çok
müslümanın uygarlık olarak algıladığı/bildiği şey, İslâmî gelenekte câhiliye
diye bilinen değerlerin uyanışıdır. Modernizmin ağır kuşatması altında seküler
sistemlere îtirâza cesâret edemeyen müslümanlar, “gelenek eleştirisi”yle idâre
ediyor. Gelenek eleştirisi de olmasa müslümanlar işsiz kalırlardı. Fakat
bilsinler ki bu yaptıkları da “modernizm geleneğine göre davranmak”tır.
Bir insan, modern-bilim ve
teknolojiyi övüyorsa, sürekli olarak kadınları öne çıkaran şeyler söylüyorsa,
demokrasiye, lâikliğe ve moderniteye eleştirisi yoksa ve sürekli olarak İslâmî
geleneği eleştiriyorsa, o kişi İslâm’dan ziyâde, “modernite dîni ve geleneği”
üzeredir.
1.400 yıllık “müslüman
geleneği”nin (İslâm geleneği değil) eleştirilmeyi hattâ düşman olmayı
gerektirecek hak edecek bir-çok yönü vardır. Fakat şu da var ki, Dünyâ’da
batı’nın hâkim olduğu modern-seküler şirk geleneğinin içinde yaşamaktansa,
Dünyâ’ya müslümanların hâkim olduğu klâsik-geleneksel şirkin içinde yaşamayı
tercih ederim. Çünkü İslâm’ın bâtılı yâni “müslümanların 1.400 yıllık geleneği,
modernizm denilen şerefsizlikten daha iyidir.
Müslüman gelenekçiler, İslâm
geleneğinin yozlaştırılmış tarafına “mest” olurlarken; gelenek düşmanları olan
modernler ise, İslâmî geleneğin yozlaşmış-yozlaşmamış her tarafına “düşman”
oluyorlar. Çünkü onlar kendi geleneklerine şirk koşmazlar ve koşturmazlar.
İslâmî gelenek ile beşerî
gelenekler bâriz şekilde farklıdır. Geleneksel toplumda bilgelik
yaşlılardayken, modern toplumda gençler, modernitenin etkisiyle yaşlıları
“bunak” olarak görmektedirler.
Modern-bilim ve teknoloji
çağı Allahsız olduğu için Allah’ı hatırlatmaz. Oysa doğal-geleneksel İslâmî toplumda
doğayla iç-içe yaşandığı için Allah sürekli hatırdadır. Bir çiçek doğal olarak
insana Allah’ı hatırlatır, fakat bir entegre Allah’ı hatırlatmaz ve tam-aksine O’nu
unutturur. Bu nedenle de doğallıktan uzaklaşıldıkça Allahsızlaşma başlar.
Muhâfazakârlık, “İslâm
geleneği”ni değil, “geleneksel müslümanlık”ı savunmaktır.
Modern dünyâyı ve geleneğini
kucaklarken müslüman geleneğini yada İslâmî gelenek eleştirisi yapmak
samîmiyetsizliktir.
Gelenek ya ilâhî yada
şeytânî, nefsî ve tâğûtîdir. Üçüncü bir şık yoktur. İslâm geleneği vahiy-merkezli
ve vahye dayalı Sünnet’tir. (Ahzâb 21).
Klâsik yada modern anlamda
İslâm-*dışı geleneklerden kurtulmadıkça iyi bir dünyâ kurulamaz.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Ekim 2023
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder