“Eğer
seninle çekişip-tartışırlarsa, de ki: ‘Ben, bana uyanlarla birlikte, kendimi
Allah’a teslim ettim’. Ve kitap verilenlerle ümmilere de ki: ‘Siz de teslim
oldunuz mu?’. Eğer teslim oldularsa, gerçekten hidâyete ermişlerdir. Fakat yüz
çevirdilerse, artık sana düşen yalnızca tebliğ(etmek)dir. Allah, kulları
hakkıyla görendir” (Âl-i İmrân 20).
Teslîmiyet, İslâmiyetin
kişide ete-kemiğe bürünmesi hâlidir. T-eslîmiyet=İslâmiyettir. Müslüman olmak,
“teslim olmak” demektir. İslâm kelimesinin başına “t” harfi konduğunda
“teslimiyet” olur. Teslim=T-eslim olmadan İslâm olun(a)maz. İslâm olmak t-eslim
olmak demektir. Müslüman olduğunu söylediği hâlde bir türlü hakka teslim ol(a)mayanların
müslümanlık iddiâsı laftan öteye gidemez. Zîrâ müslüman olmak, daha doğrusu
müslim ve mü’min olmak teslim olmayı zorunlu kılar. Teslîmiyet olmadan
İslâmiyet olmaz. Îman; “Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere ve âhiret
gününe kayıtsız-şartsız teslim olmak ve hayatta da buna göre amelde-eylemde
bulunmak” demektir. Îman “gayba îman”dır. Gaybı ise sâdece Allah bilir. Gayb bu
nedenle sorgulanamaz. O-hâlde îman, “sorgusuz-suâlsiz olan bir teslîmiyet”tir;
sâdece Allah’a olan teslîmiyet.
Peki
teslîmiyet kime olacaktır?. Tabî ki de teslimiyet sâdece, âlemlerin rabbi olan
Allah’a yapılacaktır. Çünkü Yaratıcı kim ise, teslîmiyet yâni kulluk da ona
yapılmalıdır. Zâten kulluğun göstergesi olan teslîmiyeti hak eden tek varlık
Allah’tır. Allah’a kayıtsız-şartsız ve sorgusuz-suâlsiz teslîmiyet
göster(e)meyenlerin Allah’tan başka her-şeye teslîm olmaları kaçınılmazdır. Bu
yüzden Allah şöyle buyurur:
“Deyin
ki: Biz Allah’a; bize indirilene, İbrâhim, İsmâil, İshak, Yâkub ve torunlarına
indirilene, Mûsâ ve Îsâ’ya verilen ile peygamberlere Rabbinden verilene îman
ettik. Onlardan hiç-birini diğerinden ayırt etmeyiz ve biz O’na teslim
olmuşlarız” (Bakara 136).
Îman etme noktasında
teslîmiyet göstermek yerine akla ve mantığa başvurmak kişiyi yavaş-yavaş
îmandan soğutur ve başka mecrâlara sokar. Akıl ve mantık yürütme,
“teslîmiyet”in yâni “gayba îmân”ın önüne geçtiğinde tahrif ve inkâr süreci
başlar. Böyle olduğunda kişi artık İslâm’ın kazandırmış olduğu ferâseti de
kaybeder, çünkü aklını ve mantığını ruhtan, kâlpten ve İslâm’dan
bağımsızlaştırarak, şeytan, nefs ve tâğutların lehine kullanmaya başlar. Bu da
onu körleştirir. Zâten körleştiğinin farkına varamamasının nedeni de
körleşmedir. Ruhtan, kâlpten ve İslâm’dan bağımsız kullanılmaya kalkınca akıl
ona doğru yolu göstermediği gibi, onu yanlış yollara kaydırır. Yanlış yolda
olanlar çok basit çelişkileri bile fark edemezler de bâtılın peşinden koşup
dururlar. Artık çelişkiler içinde yaşamak onların kaderi olur.
Hakka teslim ol(a)mayanlar
gruplarda bir-kaç örnek olarak şu çelişkiler vardır..
1- Tasavvufta “benliği-egoyu
öldürmek” diye bir şey vardır. Tasavvufun en büyük iddiâsı (aslında sapkınlığı
demek daha doğru olur) olan -hâşâ- “varlığın tamâmı bizzat Allah’tır”
düşüncesidir. “Bunu ancak tasavvuf yolunda olanlar bilir” derler. Fakat
tasavvuf yolunda olanların da hepsi değil, ancak benliğini-egosunu öldürmüş ve
yok etmiş olanlar bunun farkına varabilirler. Bu-bağlamda; “sen çekil aradan,
kalsın Yaradan”, “benliğinden sıyrıl”, benlik-ene) davâsı gütme!” gibi benliği
(bencilliği değil) kötüleyen şeyler söylerler. Hallâc-ı
Mansûr, “benliğim aramızda perde olmaktadır, benliğinle benliğimi aradan kaldır”
der. Aynı-şekilde
Hallac-ı Mansur: “Seninle benim aramda, bir ‘ben’ var ve bize acı çektiriyor. Ah!;
Rahmetinle bu ‘ben’i aramızdan kaldır” der. Böylece “ben”i Allah’tan ayrı
tutar. Oysa bu, tasavvuftaki yanlış ve yamuk tevhid düşüncesine aykırıdır.
Şimdi;
vahdet-i vücût bağlamında hem “lâ mevcûde illallah” = “Allah’tan başka fâil
yâni yapan-eden yoktur”, “lâ mevcûde illallah” = “Allah’tan başka mevcut
yoktur”, “lâ mevcûde illa ene” gibi sapkınca laflar edeceksiniz, hem de benliği
ve “ene”yi kötüleyecek ve onu yok edip aradan kaldırılması gerektiğini
söyleyeceksiniz ki ortada yalnızca Allah kalsın ve -sözde- tevhid olsun. İyi
de; her-şey ama tüm her-şey Allah ise, benliği niye kötülüyorsunuz?. Vâr olan
her-şey Allah da, bir tek benlik mi Allah değil?. Bu nasıl bir çelişkidir?.
İster “ene”yi olsun, isterse “enâniyet”i olsun, vahdet-i vücûda göre
kötüleyemezsiniz ve onu tasavvufun sapık felsefesine ve vahdet-i vücut denilen
sapkınlığa göre yok sayamazsın ve öldürülmesini yada aradan kaldırılmasını
teklif edemezsiniz. Çünkü o zaman “Allah olmayan” bir şeyden bahsetmiş
olursunuz ki bu, tasavvufun en büyük çelişkisidir ve de vahdet-i vücut
felsefesinin temelinden sarsar ve yıkar.
2- Kur’ân: “Her-şeyden de
iki çift yarattık, olur ki inceden-inceye düşünürsünüz” (Zâriyat 49) der. Allah’tan gayrı, mikrodan-makroya tüm varlık, çifti-eşi
ile birlikte yaratılmıştır. Yaratılmış olan her-şeyin çifti vardır. Bir
fizikçi de şöyle der: “Fizik, doğadaki her temel parçacık için karşıt bir
parçacık olmasını gerektirir. Örneğin protonun karşıt parçacığı “karşıt
proton”dur. Çünkü bir şeyin çiftinin olmaması hem
kâinattaki hem de Dünyâ’daki dengeyi bozar. Bu insan için bile böyledir. İslâm’da
çifti ve eşi olmamak durumu olan bekâr kalmanın uygun olmaması biraz da bu nedenledir.
İslâm’da “nikâh altında ölmek” önemlidir. İslâm’a göre tek ve bir olan “yalnızca
Allah”tır. Bu, “yalnızlık (yâni çifti ve eşi olmama durumu) Allah’a mahsustur”
sözüyle ifâdesini bulur.
Ne ki “tek”tir, “yaratan”dır, ne ki “çift”tir, “yaratılan”dır.
Mahlûk olanın mutlakâ çifti ve eşi vardır. Bu durum atom-altı ve atom-üstü tüm
yapılarda da böyledir. Her-şeyin çift yaratılması, Allah’ın kâinâta koyduğu
temel yasalardan biridir ve bu yasaya uymayan şey ya sorunludur yada yanlıştır.
İşte Big-Bang Teorisi de Allah’ın yasasına ve gönderdiği âyetlere uymak
bakımından sorunlu yada daha doğrusu yanlış bir teoridir. Bu yanlış “her-şeyin
çift yaratılması” hakîkatinde de açığa çıkar
Teori’ye göre “büyük
patlama”dan kısa bir süre sonra madde ve anti-maddenin çarpışarak birbirlerini
imhâ etmeleri gerekeceğinden dolayı evrendeki tüm maddenin yok olması
gerekiyordu. Fakat böyle olmadı. Bunun nedeni olarak şöyle deniyor: “Big-Bang’den
sonra açığa çıkan protonlar ile anti-protonlar ve nötronlar ile anti-nötronlar
birbirini yok eder. Fakat varlığın ve canlılığın oluşabilmesi için proton
sayısının anti-protonlardan ve nötron sayısının anti-nötronlardan daha fazla
olması gerekiyordu ve öyle olmuştur”. “CP (Charge Parity) İhlâli” denilen
“doğanın maddeyi niçin anti-maddeye tercih etmesi” olayıyla birlikte
parçacıklar birbirlerini yok etmemiş ve süreç devâm etmiştir.
Evet; böyle olmadı ve
çiftler birbirini yok etmedi. Çünkü Big-Bang sürecinin belli bir zamânında bâzı
nedenler sonucunda meselâ pozitronlar ve anti-protonlar çiftlerinden sayıca
daha fazla hâle geldi. Yâni “çiftinin olmadığı-bulunmadığı parçacıklar” açığa
çıktı. Kâinât, yâni galaksiler, yıldızlar ve gezegenler işte “çifti olmayan” bu
parçacıklardan oluştu. Big-Bang sürecinde kabûl edilen işleyiş ve süreç budur.
Fakat bu durumda “çifti olmayan proton, nötron ve pozitronlar”dan bahsetmemiz
gerekecektir. Big-Bang sürecinin belli bir ânında bâzı parçacıkların çiftlerinin
olmadığı bir sürecin ve durumun yaşandığı söyleniyor. Anti-parçacığı olmayan
yâni çifti olamayan parçacıklar olmuş. Big-Bang süreci bunu söylüyor. Teori’nin,
ortaya çıkan bu çelişkiden kurtulması için, Allah’ın kâinâta koyduğu yasa ihlâl
edildiği gibi, Kur’ân’daki âyet de görmezden geliniyor. Çünkü Allah, bir
süreliğine de olsa, belli bir zamanda “çifti olmayan” bir parçacığı yaratmış
oluyor. Oysa Allah hiç-bir zaman çifti-eşi olmayan bir varlık yaratmamıştır. “Yok,
her zaman çiftleri vardı” deniyorsa, o zaman çiftleri olan parçacıklar zâten
ilk başta birbirlerini yok etmiş olmalı ve Big-Bang ile kâinâtın oluşması
o-anda sonlanmalıydı. Böylece yaratılışın Big-Bang Teorisi ile olmadığı
anlaşılmalıydı.
Big-Bang sürecinin bir
zamânında “çifti olmayan parçacıklar”ın varlığından bahsediliyor ki, bu,
Kur’ân’ı bilen bir müslüman için bu çok büyük bir çelişkidir. Bir müslüman için
bu çelişkiyi es geçmek olmaz. Fakat hakka değil de modern-bilime ve teknolojiye
meftûn ve râm olmuş ve de aslında teslîmiyeti İslâm’a değil de modern-bilim ve
teknolojiye olan, fakat buna rağmen kendini “Kur’ân âşığı ve uzmanı” sanan
birileri bu çelişkiyi ya görmüyorlar yada görüyorlar ama dile getirmiyorlar ve
es geçiyorlar. Çünkü bu, İslâm-Kur’ân ile modern-bilim arasında bir çelişkinin
olduğundan bahsetmek gibi çok büyük bir dangalaklık olur. Maazallah!, sonra
herkes ne der!. Herkes bu çelişkiden bahsedenleri gerici, yobaz, orta-çağ karanlıklarında
kalmış ve hattâ terörist olarak yaftalanırsınız da üstelik îtibârınız ve boş ve
kolay maaşlı mêmuriyetinizden olursunuz. Aman deyim, neme lâzım. Böylece apaçık
bir çelişkinin daha üstü örtülür de hakka teslîmiyet yerine “çelişkiler içinde
yaşamak” seçilir.
3- “Allah katında İsa’nın örneği, Allah'ın topraktan yarattıktan sonra
‘ol’ demesi ile olu-veren Âdem’in örneği gibidir” (Âl-i İmrân 59) apaçık
âyetine rağmen Hz. Âdem’den önce insanların yaşadığından bahsedilip duruyor.
Peki niçin?. Elbette modern-bilim ve Modernizm denen melânet ile ters düşmemek
ve Evrim Teorisi denen sapıklık benimsendiği için. Hakka teslîmiyet
gösterilmeyip de çelişkiler içinde yaşamanın bir konusu da budur. Kendilerini
Kur’ân’a adadıklarını sanan birileri, Kur’ân’ın apaçık âyetlerini ve
mesajlarını “hakka teslim olmadıkları ve çelişkiler içinde yaşadıkları için”
göremiyorlar.
Kur’ân’da Hz. Âdem’den önce
bir insanın yaşamadığı, hakka ve Kur’ân’a teslim olmuş olanlar çok açıktır. Bakara
Sûresi 30. âyetinde geçen “câilun” kelimesine farklı anlamlar vermek sûretiyle
Hz. Âdem’in ilk insan olmadığı yönünde bâzı görüşler mevcut. Buna göre “câilun”
kelimesinin “yaratacağım” anlamına değil de, “kılacağım/seçeceğim” anlamına
geldiğini iddia ediyorlar. Böyle olunca da “zâten var olan” bir insan-kitlesinin
içinden birini (Hz. Âdem) halife tâyin etmenin kastedildiğini söylüyorlar. Yâni
“câilun” kelimesini, “bu insan-grubunun içinden birine vahiy göndermeye
başlamak” olarak anlıyor ve anlatıyorlar. Hâlbuki Kur’ân’dan yola çıkarak bu
düşünceyi çürümek ve en yakın kanalizasyona atmak çok kolaydır. Şöyle ki..
“Onlara Âdem’in iki oğlunun gerçek olan haberini oku:
Onlar (Allah’a) yaklaştıracak birer kurban sunmuşlardı. Birininki kabûl
edilmiş, diğerininki kabûl edilmemişti. (Kurbanı kabûl edilmeyen) demişti ki:
‘Seni mutlaka öldüreceğim’ (öbürü de:) ‘Allah, ancak korkup-sakınanlardan kabûl
eder. Eğer beni öldürmek için elini bana uzatacak olursan, ben seni öldürmek
için elimi sana uzatacak değilim. Çünkü ben, âlemlerin Rabbi olan Allah'tan
korkarım. Şüphesiz kendi günahını ve benim günahımı yüklenmeni ve böylelikle
ateşin halkından olmanı isterim. Zulmedenlerin cezâsı budur’. Sonunda nefsi ona
kardeşini öldürmeyi kolaylaştırdı; böylece onu öldürdü, bu yüzden hüsrâna
uğrayanlardan oldu. Derken, Allah ona, yeri eşiyerek kardeşinin cesedini
nasıl gömeceğini gösteren bir karga gönderdi. ‘Bana yazıklar olsun’ dedi. ‘Şu
karga gibi kardeşimin cesedini gömmekten âciz miyim?’. Artık o, pişmân olmuştu” (Mâide Sûresi 27-31).
Bu âyetlere göre; Hâbil’i
öldüren Kâbil, onu öldürdükten sonra bir bocalama yaşamış ve kardeşini
öldürdükten sonra cesedi ne yapacağını bilemeyerek onu belli bir süre
orta-yerde öylece bırakmıştır. Fakat kardeşinin cesedinin orta-yerde öylece
durması onu vicdânen rahatsız etmektedir. Zâten işlenen suçun sonucunun görünür
olması insanı rahatsız eder. Cesedi ne yapacağını bilemez bir hâldeyken Allah
ne yapması gerektiğini göstermek için bir karga gönderiyor ve Kâbil bir çukur
kazarak ve kardeşinin cesedini bu çukura gömerek bu sıkıntıdan kurtulma yoluna
düşüyor. Fakat burada önemli olan kısım, Kâbil’in karga gelene kadar kardeşinin
cesedine ne yapacağını bilmiyor oluşudur. Yâni bir ölüye/cesede ne yapılacağını
bilmemektedir.
Şimdi; Eğer Hz. Âdem’den
önce binlerce yıldır yaşayan insanlar varsa ve bu insanlar öldüklerinde
ölülerini gömüyorlar/yakıyorlar ya da orta-yerde öylece bırakıp çürümeye terk
ediyorlarsa Kâbil ceset yüzünden niçin rahatsız olmuştur?. Eğer mevcut gelenek
cesetleri orta-yerde bırakıyorsa Kâbil de aynısını yapardı ve meseleyi dert
etmezdi. Fakat gömüyorlarsa neden karganın o hareketinden ilham alsın ki?.
Zâten gelenekte ölülerin gömüldüğünü bildiği için hemen kardeşini gömmeye
koyulurdu. Yâni Kâbil mevcut gelenekte ölülere/cesetlere ne yapılacağını
a-priori olarak bilir zâten. Bu olayı niçin kafaya taksın ve cesede ne
yapacağını neden dert edinsin ki?.
Fakat anlaşıldığına göre Kâbil,
ölen kardeşinin cesedinin orta-yerde öylece durmasından ve onu ne yapacağını
bilmediğinden dolayı rahatsız olmuş, bunu dert edinmiştir. Bu durum onun
ölülere ne yapılacağını bilmediğini gösterir. Çünkü kendisi ve âilesi yer-yüzünde
yaşayan ilk insanlardır. İlk-insan olan Hz. Âdem’in oğlu ya da torunudur ve
henüz daha önce hiç ölüm yaşanmamıştır. İnsan-ölümünü ve insan öldürmeyi de
sâdece teorik olarak biliyorlar.
Dolayısıyla Hâbil’in ölümü
ilk insan ölümüdür ve gömme olayı da ilk gömmedir. Eğer daha önceden uzun
zamandır insanlar yaşamış olsaydı ölülere ne yapıldığı tecrübesi sâbit olurdu
ve ölmüş olanlara ne yapılacağı ile ilgili ortada bir sorun olmazdı. Kâbil de
kardeşinin cesedini meselâ kazdığı bir çukura gömer ve olay kapanırdı. Fakat
Hz. Âdem ve Hz. Havva ilk insan ve Hâbil-Kâbil de onların ilk çocukları/torunları
olduğu için ve de böyle bir olayla ilk defâ karşılaştıkları için cesede ne
yapılacağı ile ilgili bir bilgi ve tecrübe yok. İşte bu akıl-yürütme çok açık
bir şekilde göstermektedir ki, Hz. Âdem-Havva’dan önce yada onlarla birlikte
insan toplulukları yaratılmadığı gibi yaşamamıştır da. Bu apaçık hakîkat
karşısında hakka teslim olmak yerine çelişkiler içinde yaşamak tercih ediliyor.
4- “Zinâya yaklaşmayın, gerçekten o, ‘çirkin bir hayâsızlık’ ve kötü bir
yoldur” (İsrâ 32) âyeti sâbit olduğu hâlde, genel evler hâlen yürürlüktedir
ve bu, hem müslümanlar hem de lâikler için apaçık bir çelişkiyi göstermektedir.
Tabulaştırıp taptıkları “kadın hakları”, çok daha önemli görülen ve Modernizmin
olmazsa-olmazı olan, “özgürlüğün göstergesi” olan “serbest cinsellik” nedeniyle
bu sapıklığa ve sapkınlığa göz yumularak “hakka teslim olmak”tansa “çelişkiler
içinde yaşamak” kabûl edilebiliyor.
Lâik-seküler
devlet kendini serbest cinselliğe alan açmak ve yol vermek zorunda hissediyor
ve bu nedenle de bir iğrençlik merkezleri olan kerhâneler açık tutulmaya devâm
ediyor ve büyük bir çelişki içinde kalınıyor. Genel evlerin olması, hem haram,
hem günah, hem ayıp ve aslında hem de suçtur. Çünkü buradaki kadınlar oralara
mecbur ve mahkûm edilmiş oluyor. Peki buna rağmen hem müslümanlar hem de kadın
hakları kurumları niçin büyük olaylar çıkartarak buraların kapatılmasına
çalışmıyorlar?. Buradaki kadınlar birilerinin anası-bacısı ve karısı-kızı değil
mi?. Nâmusunu-şerefini ve aklını yitirmiş olanlar dışında hangi erkek böyle bir
şeye râzı olabilir ki?. Öyleyse bu ne yaman çelişkidir?.
Bu
çelişkilerin sonu gelmez ve uzar gider. Zîrâ hakkın ve hakîkatin hâkim olmadığı
yerde çelişkilerden başkası yoktur.
Kur’ân’ın
olduğu gibi kabûl edilememesinin ve “târihsel” falan denmesinin nedeni, Kur’ân’a teslim olunmamasıdır.
Modern Kur’ân okumaları, “teslîmiyetsiz”
okumalardır. Böyle okumalar kişiyi Kur’ân’a yaklaştırmadığı gibi onu zamanla
Kur’ân’dan uzaklaştırmaktadır.
Allah’a ve İslâm’a “gönüllü
teslîmiyet” göster(e)meyenler, seküler sisteme “koşulsuz teslim” olmak zorunda
kalmaktadırlar. Çünkü Allah’a tam bir teslîmiyetle teslim olmadan, gerçek
anlamda özgür olamazsınız. Allah yerine seküler sisteme teslim olduğunuzda ise
tam bir esâret altında yaşamak zorunda kalırsınız ki bu esârete bir-zaman sonra
âşık olmaya başlarsınız da esir olduğunuzu da unutur gidersiniz. Üstelik Allah’a
teslim olana kadar “Allah’lık” iddiasından da kurtulamazsınız. Zîrâ dîne teslim
ol(a)mayanlar; dîni teslim almaya kalkarlar. Çünkü Allah’a-hakka teslim
ol(a)mayanlarda bir kibir ortaya çıkar ve kibir “kul”luğu kabûl edememekten
doğar. Allah’a teslim olamayan, nefsine (kendisine) teslim olarak kibre düşer.
Aşırı sorgulama, teslîmiyeti
bozar. Modern insana; “sorgulamaktan korkma!” diye-diye onu -Allah dâhil-
her-şeyi sorgular ve inkâr eder duruma getirdiler. Oysa İslâmîyet “teslîmiyet”
demektir. İslâm’da “sorma” vardır ama “sorgulama” yoktur.
Allah yolunda icâbında kelleyi
koltuğa al(a)mamışsanız, ya “İslâm’ı idrâk edememişsiniz” yada “tam teslim
ol(a)mamışsınız” demektir. Teslîmiyet olmadan temsîliyet olmaz.
“Hayır,
kim (güzel davranış ve) iyilikte bulunarak kendisini Allah’a teslim ederse,
artık onun Rabbi katında ecri vardır. Onlar için korku yoktur ve onlar mahzun
olmayacaklardır” (Bakara 112).
Bizim güzel
örnekliklerimiz peygamberlerin teslîmiyetleri çok güçlü olduğu için bize örnek
gösterilirler:
“Rabbi
ona: ‘Teslim ol’ dediğinde (İbrâhim)
‘Âlemlerin Rabbine teslim oldum’ demişti” (Bakara 131).
“Eğer
seninle çekişip-tartışırlarsa, de ki: ‘Ben, bana uyanlarla birlikte, kendimi
Allah’a teslim ettim’. Ve kitap verilenlerle ümmilere de ki: ‘Siz de teslim
oldunuz mu?’. Eğer teslim oldularsa, gerçekten hidâyete ermişlerdir. Fakat yüz
çevirdilerse, artık sana düşen yalnızca tebliğ(etmek)dir. Allah, kulları
hakkıyla görendir” (Âl-i İmrân 20).
Maddeye
teslîmiyet, insanı “maddenin kulu” yaparken; Allah’a teslîmiyet, kişiyi
“Allah’ın kulu” yapar. Gerçek hürriyet ancak Allah’a kul olmakla elde edilir.
Şu da var ki teslim oldukları madde bile Allah’a tam bir teslîmiyetle teslim
olmuş durumdadır:
“Peki
onlar, Allah’ın dîninden başka bir din mi arıyorlar?. Oysa göklerde ve yerde
her ne varsa -istese de, istemese de- O’na teslim olmuştur ve O’na
döndürülmektedirler” (Âl-i İmrân
83).
Kurtuluş sâdece Allah’a
teslim olmaktadır. Böylece hem Dünyâ’da hem de âhirette huzûra ve mutluluğa
kavuşursunuz. Allah bizi bu konuda şöyle uyarır:
“Hayır
öyle değil; Rabbine andolsun, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem kılıp
sonra senin verdiğin hükme, içlerinde hiç-bir sıkıntı duymaksızın, tam bir
teslîmiyetle teslim olmadıkça îman etmiş olmazlar” (Nîsâ 65).
“Kim ihsanda bulunan
(biri) olarak yüzünü (kendini) Allah’a teslim ederse, artık gerçekten o
kopmayan bir kulpa yapışmıştır. Bütün işlerin sonu Allah’a varır” (Lokman 22).
“Azap size gelip çatmadan
evvel, Rabbinize yönelip-dönün ve O’na teslim olun. Sonra size yardım edilmez” (Zümer 54).
“...Ve biz âlemlerin
Rabbine (kendimizi) teslim etmekle emrolunduk” (En’âm 71).
İki şık vardır; ya Allah’a tam
bir teslîmiyetle teslim olursunuz yada Allah’tan başka her-şey sizi teslim alır
da çelişkiler içinde yaşamaktan kurtulamazsınız.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Ekim 2023
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder