11 Ekim 2023 Çarşamba

Hakka Teslim Olmak Yada Çelişkiler İçinde Yaşamak


“Eğer seninle çekişip-tartışırlarsa, de ki: ‘Ben, bana uyanlarla birlikte, kendimi Allah’a teslim ettim’. Ve kitap verilenlerle ümmilere de ki: ‘Siz de teslim oldunuz mu?’. Eğer teslim oldularsa, gerçekten hidâyete ermişlerdir. Fakat yüz çevirdilerse, artık sana düşen yalnızca tebliğ(etmek)dir. Allah, kulları hakkıyla görendir” (Âl-i İmrân 20).

 

Teslîmiyet, İslâmiyetin kişide ete-kemiğe bürünmesi hâlidir. T-eslîmiyet=İslâmiyettir. Müslüman olmak, “teslim olmak” demektir. İslâm kelimesinin başına “t” harfi konduğunda “teslimiyet” olur. Teslim=T-eslim olmadan İslâm olun(a)maz. İslâm olmak t-eslim olmak demektir. Müslüman olduğunu söylediği hâlde bir türlü hakka teslim ol(a)mayanların müslümanlık iddiâsı laftan öteye gidemez. Zîrâ müslüman olmak, daha doğrusu müslim ve mü’min olmak teslim olmayı zorunlu kılar. Teslîmiyet olmadan İslâmiyet olmaz. Îman; “Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere ve âhiret gününe kayıtsız-şartsız teslim olmak ve hayatta da buna göre amelde-eylemde bulunmak” demektir. Îman “gayba îman”dır. Gaybı ise sâdece Allah bilir. Gayb bu nedenle sorgulanamaz. O-hâlde îman, “sorgusuz-suâlsiz olan bir teslîmiyet”tir; sâdece Allah’a olan teslîmiyet.

 

Peki teslîmiyet kime olacaktır?. Tabî ki de teslimiyet sâdece, âlemlerin rabbi olan Allah’a yapılacaktır. Çünkü Yaratıcı kim ise, teslîmiyet yâni kulluk da ona yapılmalıdır. Zâten kulluğun göstergesi olan teslîmiyeti hak eden tek varlık Allah’tır. Allah’a kayıtsız-şartsız ve sorgusuz-suâlsiz teslîmiyet göster(e)meyenlerin Allah’tan başka her-şeye teslîm olmaları kaçınılmazdır. Bu yüzden Allah şöyle buyurur:

 

“Deyin ki: Biz Allah’a; bize indirilene, İbrâhim, İsmâil, İshak, Yâkub ve torunlarına indirilene, Mûsâ ve Îsâ’ya verilen ile peygamberlere Rabbinden verilene îman ettik. Onlardan hiç-birini diğerinden ayırt etmeyiz ve biz O’na teslim olmuşlarız” (Bakara 136).

 

Îman etme noktasında teslîmiyet göstermek yerine akla ve mantığa başvurmak kişiyi yavaş-yavaş îmandan soğutur ve başka mecrâlara sokar. Akıl ve mantık yürütme, “teslîmiyet”in yâni “gayba îmân”ın önüne geçtiğinde tahrif ve inkâr süreci başlar. Böyle olduğunda kişi artık İslâm’ın kazandırmış olduğu ferâseti de kaybeder, çünkü aklını ve mantığını ruhtan, kâlpten ve İslâm’dan bağımsızlaştırarak, şeytan, nefs ve tâğutların lehine kullanmaya başlar. Bu da onu körleştirir. Zâten körleştiğinin farkına varamamasının nedeni de körleşmedir. Ruhtan, kâlpten ve İslâm’dan bağımsız kullanılmaya kalkınca akıl ona doğru yolu göstermediği gibi, onu yanlış yollara kaydırır. Yanlış yolda olanlar çok basit çelişkileri bile fark edemezler de bâtılın peşinden koşup dururlar. Artık çelişkiler içinde yaşamak onların kaderi olur.

 

Hakka teslim ol(a)mayanlar gruplarda bir-kaç örnek olarak şu çelişkiler vardır..

 

1- Tasavvufta “benliği-egoyu öldürmek” diye bir şey vardır. Tasavvufun en büyük iddiâsı (aslında sapkınlığı demek daha doğru olur) olan -hâşâ- “varlığın tamâmı bizzat Allah’tır” düşüncesidir. “Bunu ancak tasavvuf yolunda olanlar bilir” derler. Fakat tasavvuf yolunda olanların da hepsi değil, ancak benliğini-egosunu öldürmüş ve yok etmiş olanlar bunun farkına varabilirler. Bu-bağlamda; “sen çekil aradan, kalsın Yaradan”, “benliğinden sıyrıl”, benlik-ene) davâsı gütme!” gibi benliği (bencilliği değil) kötüleyen şeyler söylerler. Hallâc-ı Mansûr, “benliğim aramızda perde olmaktadır, benliğinle benliğimi aradan kaldır” der. Aynı-şekilde Hallac-ı Mansur: “Seninle benim aramda, bir ‘ben’ var ve bize acı çektiriyor. Ah!; Rahmetinle bu ‘ben’i aramızdan kaldır” der. Böylece “ben”i Allah’tan ayrı tutar. Oysa bu, tasavvuftaki yanlış ve yamuk tevhid düşüncesine aykırıdır.

 

Şimdi; vahdet-i vücût bağlamında hem “lâ mevcûde illallah” = “Allah’tan başka fâil yâni yapan-eden yoktur”, “lâ mevcûde illallah” = “Allah’tan başka mevcut yoktur”, “lâ mevcûde illa ene” gibi sapkınca laflar edeceksiniz, hem de benliği ve “ene”yi kötüleyecek ve onu yok edip aradan kaldırılması gerektiğini söyleyeceksiniz ki ortada yalnızca Allah kalsın ve -sözde- tevhid olsun. İyi de; her-şey ama tüm her-şey Allah ise, benliği niye kötülüyorsunuz?. Vâr olan her-şey Allah da, bir tek benlik mi Allah değil?. Bu nasıl bir çelişkidir?. İster “ene”yi olsun, isterse “enâniyet”i olsun, vahdet-i vücûda göre kötüleyemezsiniz ve onu tasavvufun sapık felsefesine ve vahdet-i vücut denilen sapkınlığa göre yok sayamazsın ve öldürülmesini yada aradan kaldırılmasını teklif edemezsiniz. Çünkü o zaman “Allah olmayan” bir şeyden bahsetmiş olursunuz ki bu, tasavvufun en büyük çelişkisidir ve de vahdet-i vücut felsefesinin temelinden sarsar ve yıkar.     

 

2- Kur’ân: “Her-şeyden de iki çift yarattık, olur ki inceden-inceye düşünürsünüz” (Zâriyat 49) der. Allah’tan gayrı, mikrodan-makroya tüm varlık, çifti-eşi ile birlikte yaratılmıştır. Yaratılmış olan her-şeyin çifti vardır. Bir fizikçi de şöyle der: “Fizik, doğadaki her temel parçacık için karşıt bir parçacık olmasını gerektirir. Örneğin protonun karşıt parçacığı “karşıt proton”dur. Çünkü bir şeyin çiftinin olmaması hem kâinattaki hem de Dünyâ’daki dengeyi bozar. Bu insan için bile böyledir. İslâm’da çifti ve eşi olmamak durumu olan bekâr kalmanın uygun olmaması biraz da bu nedenledir. İslâm’da “nikâh altında ölmek” önemlidir. İslâm’a göre tek ve bir olan “yalnızca Allah”tır. Bu, “yalnızlık (yâni çifti ve eşi olmama durumu) Allah’a mahsustur” sözüyle ifâdesini bulur.

 

Ne ki “tek”tir, “yaratan”dır, ne ki “çift”tir, “yaratılan”dır. Mahlûk olanın mutlakâ çifti ve eşi vardır. Bu durum atom-altı ve atom-üstü tüm yapılarda da böyledir. Her-şeyin çift yaratılması, Allah’ın kâinâta koyduğu temel yasalardan biridir ve bu yasaya uymayan şey ya sorunludur yada yanlıştır. İşte Big-Bang Teorisi de Allah’ın yasasına ve gönderdiği âyetlere uymak bakımından sorunlu yada daha doğrusu yanlış bir teoridir. Bu yanlış “her-şeyin çift yaratılması” hakîkatinde de açığa çıkar

 

Teori’ye göre “büyük patlama”dan kısa bir süre sonra madde ve anti-maddenin çarpışarak birbirlerini imhâ etmeleri gerekeceğinden dolayı evrendeki tüm maddenin yok olması gerekiyordu. Fakat böyle olmadı. Bunun nedeni olarak şöyle deniyor: “Big-Bang’den sonra açığa çıkan protonlar ile anti-protonlar ve nötronlar ile anti-nötronlar birbirini yok eder. Fakat varlığın ve canlılığın oluşabilmesi için proton sayısının anti-protonlardan ve nötron sayısının anti-nötronlardan daha fazla olması gerekiyordu ve öyle olmuştur”. “CP (Charge Parity) İhlâli” denilen “doğanın maddeyi niçin anti-maddeye tercih etmesi” olayıyla birlikte parçacıklar birbirlerini yok etmemiş ve süreç devâm etmiştir.

 

Evet; böyle olmadı ve çiftler birbirini yok etmedi. Çünkü Big-Bang sürecinin belli bir zamânında bâzı nedenler sonucunda meselâ pozitronlar ve anti-protonlar çiftlerinden sayıca daha fazla hâle geldi. Yâni “çiftinin olmadığı-bulunmadığı parçacıklar” açığa çıktı. Kâinât, yâni galaksiler, yıldızlar ve gezegenler işte “çifti olmayan” bu parçacıklardan oluştu. Big-Bang sürecinde kabûl edilen işleyiş ve süreç budur. Fakat bu durumda “çifti olmayan proton, nötron ve pozitronlar”dan bahsetmemiz gerekecektir. Big-Bang sürecinin belli bir ânında bâzı parçacıkların çiftlerinin olmadığı bir sürecin ve durumun yaşandığı söyleniyor. Anti-parçacığı olmayan yâni çifti olamayan parçacıklar olmuş. Big-Bang süreci bunu söylüyor. Teori’nin, ortaya çıkan bu çelişkiden kurtulması için, Allah’ın kâinâta koyduğu yasa ihlâl edildiği gibi, Kur’ân’daki âyet de görmezden geliniyor. Çünkü Allah, bir süreliğine de olsa, belli bir zamanda “çifti olmayan” bir parçacığı yaratmış oluyor. Oysa Allah hiç-bir zaman çifti-eşi olmayan bir varlık yaratmamıştır. “Yok, her zaman çiftleri vardı” deniyorsa, o zaman çiftleri olan parçacıklar zâten ilk başta birbirlerini yok etmiş olmalı ve Big-Bang ile kâinâtın oluşması o-anda sonlanmalıydı. Böylece yaratılışın Big-Bang Teorisi ile olmadığı anlaşılmalıydı.

 

Big-Bang sürecinin bir zamânında “çifti olmayan parçacıklar”ın varlığından bahsediliyor ki, bu, Kur’ân’ı bilen bir müslüman için bu çok büyük bir çelişkidir. Bir müslüman için bu çelişkiyi es geçmek olmaz. Fakat hakka değil de modern-bilime ve teknolojiye meftûn ve râm olmuş ve de aslında teslîmiyeti İslâm’a değil de modern-bilim ve teknolojiye olan, fakat buna rağmen kendini “Kur’ân âşığı ve uzmanı” sanan birileri bu çelişkiyi ya görmüyorlar yada görüyorlar ama dile getirmiyorlar ve es geçiyorlar. Çünkü bu, İslâm-Kur’ân ile modern-bilim arasında bir çelişkinin olduğundan bahsetmek gibi çok büyük bir dangalaklık olur. Maazallah!, sonra herkes ne der!. Herkes bu çelişkiden bahsedenleri gerici, yobaz, orta-çağ karanlıklarında kalmış ve hattâ terörist olarak yaftalanırsınız da üstelik îtibârınız ve boş ve kolay maaşlı mêmuriyetinizden olursunuz. Aman deyim, neme lâzım. Böylece apaçık bir çelişkinin daha üstü örtülür de hakka teslîmiyet yerine “çelişkiler içinde yaşamak” seçilir.

 

3- “Allah katında İsa’nın örneği, Allah'ın topraktan yarattıktan sonra ‘ol’ demesi ile olu-veren Âdem’in örneği gibidir” (Âl-i İmrân 59) apaçık âyetine rağmen Hz. Âdem’den önce insanların yaşadığından bahsedilip duruyor. Peki niçin?. Elbette modern-bilim ve Modernizm denen melânet ile ters düşmemek ve Evrim Teorisi denen sapıklık benimsendiği için. Hakka teslîmiyet gösterilmeyip de çelişkiler içinde yaşamanın bir konusu da budur. Kendilerini Kur’ân’a adadıklarını sanan birileri, Kur’ân’ın apaçık âyetlerini ve mesajlarını “hakka teslim olmadıkları ve çelişkiler içinde yaşadıkları için” göremiyorlar.

 

Kur’ân’da Hz. Âdem’den önce bir insanın yaşamadığı, hakka ve Kur’ân’a teslim olmuş olanlar çok açıktır. Bakara Sûresi 30. âyetinde geçen “câilun” kelimesine farklı anlamlar vermek sûretiyle Hz. Âdem’in ilk insan olmadığı yönünde bâzı görüşler mevcut. Buna göre “câilun” kelimesinin “yaratacağım” anlamına değil de, “kılacağım/seçeceğim” anlamına geldiğini iddia ediyorlar. Böyle olunca da “zâten var olan” bir insan-kitlesinin içinden birini (Hz. Âdem) halife tâyin etmenin kastedildiğini söylüyorlar. Yâni “câilun” kelimesini, “bu insan-grubunun içinden birine vahiy göndermeye başlamak” olarak anlıyor ve anlatıyorlar. Hâlbuki Kur’ân’dan yola çıkarak bu düşünceyi çürümek ve en yakın kanalizasyona atmak çok kolaydır. Şöyle ki..

 

“Onlara Âdem’in iki oğlunun gerçek olan haberini oku: Onlar (Allah’a) yaklaştıracak birer kurban sunmuşlardı. Birininki kabûl edilmiş, diğerininki kabûl edilmemişti. (Kurbanı kabûl edilmeyen) demişti ki: ‘Seni mutlaka öldüreceğim’ (öbürü de:) ‘Allah, ancak korkup-sakınanlardan kabûl eder. Eğer beni öldürmek için elini bana uzatacak olursan, ben seni öldürmek için elimi sana uzatacak değilim. Çünkü ben, âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım. Şüphesiz kendi günahını ve benim günahımı yüklenmeni ve böylelikle ateşin halkından olmanı isterim. Zulmedenlerin cezâsı budur’. Sonunda nefsi ona kardeşini öldürmeyi kolaylaştırdı; böylece onu öldürdü, bu yüzden hüsrâna uğrayanlardan oldu. Derken, Allah ona, yeri eşiyerek kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini gösteren bir karga gönderdi. ‘Bana yazıklar olsun’ dedi. ‘Şu karga gibi kardeşimin cesedini gömmekten âciz miyim?’. Artık o, pişmân olmuştu” (Mâide Sûresi 27-31).

 

Bu âyetlere göre; Hâbil’i öldüren Kâbil, onu öldürdükten sonra bir bocalama yaşamış ve kardeşini öldürdükten sonra cesedi ne yapacağını bilemeyerek onu belli bir süre orta-yerde öylece bırakmıştır. Fakat kardeşinin cesedinin orta-yerde öylece durması onu vicdânen rahatsız etmektedir. Zâten işlenen suçun sonucunun görünür olması insanı rahatsız eder. Cesedi ne yapacağını bilemez bir hâldeyken Allah ne yapması gerektiğini göstermek için bir karga gönderiyor ve Kâbil bir çukur kazarak ve kardeşinin cesedini bu çukura gömerek bu sıkıntıdan kurtulma yoluna düşüyor. Fakat burada önemli olan kısım, Kâbil’in karga gelene kadar kardeşinin cesedine ne yapacağını bilmiyor oluşudur. Yâni bir ölüye/cesede ne yapılacağını bilmemektedir.

 

Şimdi; Eğer Hz. Âdem’den önce binlerce yıldır yaşayan insanlar varsa ve bu insanlar öldüklerinde ölülerini gömüyorlar/yakıyorlar ya da orta-yerde öylece bırakıp çürümeye terk ediyorlarsa Kâbil ceset yüzünden niçin rahatsız olmuştur?. Eğer mevcut gelenek cesetleri orta-yerde bırakıyorsa Kâbil de aynısını yapardı ve meseleyi dert etmezdi. Fakat gömüyorlarsa neden karganın o hareketinden ilham alsın ki?. Zâten gelenekte ölülerin gömüldüğünü bildiği için hemen kardeşini gömmeye koyulurdu. Yâni Kâbil mevcut gelenekte ölülere/cesetlere ne yapılacağını a-priori olarak bilir zâten. Bu olayı niçin kafaya taksın ve cesede ne yapacağını neden dert edinsin ki?.

 

Fakat anlaşıldığına göre Kâbil, ölen kardeşinin cesedinin orta-yerde öylece durmasından ve onu ne yapacağını bilmediğinden dolayı rahatsız olmuş, bunu dert edinmiştir. Bu durum onun ölülere ne yapılacağını bilmediğini gösterir. Çünkü kendisi ve âilesi yer-yüzünde yaşayan ilk insanlardır. İlk-insan olan Hz. Âdem’in oğlu ya da torunudur ve henüz daha önce hiç ölüm yaşanmamıştır. İnsan-ölümünü ve insan öldürmeyi de sâdece teorik olarak biliyorlar.

 

Dolayısıyla Hâbil’in ölümü ilk insan ölümüdür ve gömme olayı da ilk gömmedir. Eğer daha önceden uzun zamandır insanlar yaşamış olsaydı ölülere ne yapıldığı tecrübesi sâbit olurdu ve ölmüş olanlara ne yapılacağı ile ilgili ortada bir sorun olmazdı. Kâbil de kardeşinin cesedini meselâ kazdığı bir çukura gömer ve olay kapanırdı. Fakat Hz. Âdem ve Hz. Havva ilk insan ve Hâbil-Kâbil de onların ilk çocukları/torunları olduğu için ve de böyle bir olayla ilk defâ karşılaştıkları için cesede ne yapılacağı ile ilgili bir bilgi ve tecrübe yok. İşte bu akıl-yürütme çok açık bir şekilde göstermektedir ki, Hz. Âdem-Havva’dan önce yada onlarla birlikte insan toplulukları yaratılmadığı gibi yaşamamıştır da. Bu apaçık hakîkat karşısında hakka teslim olmak yerine çelişkiler içinde yaşamak tercih ediliyor.  

 

4- “Zinâya yaklaşmayın, gerçekten o, ‘çirkin bir hayâsızlık’ ve kötü bir yoldur” (İsrâ 32) âyeti sâbit olduğu hâlde, genel evler hâlen yürürlüktedir ve bu, hem müslümanlar hem de lâikler için apaçık bir çelişkiyi göstermektedir. Tabulaştırıp taptıkları “kadın hakları”, çok daha önemli görülen ve Modernizmin olmazsa-olmazı olan, “özgürlüğün göstergesi” olan “serbest cinsellik” nedeniyle bu sapıklığa ve sapkınlığa göz yumularak “hakka teslim olmak”tansa “çelişkiler içinde yaşamak” kabûl edilebiliyor.

 

Lâik-seküler devlet kendini serbest cinselliğe alan açmak ve yol vermek zorunda hissediyor ve bu nedenle de bir iğrençlik merkezleri olan kerhâneler açık tutulmaya devâm ediyor ve büyük bir çelişki içinde kalınıyor. Genel evlerin olması, hem haram, hem günah, hem ayıp ve aslında hem de suçtur. Çünkü buradaki kadınlar oralara mecbur ve mahkûm edilmiş oluyor. Peki buna rağmen hem müslümanlar hem de kadın hakları kurumları niçin büyük olaylar çıkartarak buraların kapatılmasına çalışmıyorlar?. Buradaki kadınlar birilerinin anası-bacısı ve karısı-kızı değil mi?. Nâmusunu-şerefini ve aklını yitirmiş olanlar dışında hangi erkek böyle bir şeye râzı olabilir ki?. Öyleyse bu ne yaman çelişkidir?.   

 

Bu çelişkilerin sonu gelmez ve uzar gider. Zîrâ hakkın ve hakîkatin hâkim olmadığı yerde çelişkilerden başkası yoktur.

 

Kur’ân’ın olduğu gibi kabûl edilememesinin ve “târihsel” falan  denmesinin nedeni, Kur’ân’a teslim olunmamasıdır. Modern Kur’ân okumaları, “teslîmiyetsiz” okumalardır. Böyle okumalar kişiyi Kur’ân’a yaklaştırmadığı gibi onu zamanla Kur’ân’dan uzaklaştırmaktadır.

 

Allah’a ve İslâm’a “gönüllü teslîmiyet” göster(e)meyenler, seküler sisteme “koşulsuz teslim” olmak zorunda kalmaktadırlar. Çünkü Allah’a tam bir teslîmiyetle teslim olmadan, gerçek anlamda özgür olamazsınız. Allah yerine seküler sisteme teslim olduğunuzda ise tam bir esâret altında yaşamak zorunda kalırsınız ki bu esârete bir-zaman sonra âşık olmaya başlarsınız da esir olduğunuzu da unutur gidersiniz. Üstelik Allah’a teslim olana kadar “Allah’lık” iddiasından da kurtulamazsınız. Zîrâ dîne teslim ol(a)mayanlar; dîni teslim almaya kalkarlar. Çünkü Allah’a-hakka teslim ol(a)mayanlarda bir kibir ortaya çıkar ve kibir “kul”luğu kabûl edememekten doğar. Allah’a teslim olamayan, nefsine (kendisine) teslim olarak kibre düşer.

 

Aşırı sorgulama, teslîmiyeti bozar. Modern insana; “sorgulamaktan korkma!” diye-diye onu -Allah dâhil- her-şeyi sorgular ve inkâr eder duruma getirdiler. Oysa İslâmîyet “teslîmiyet” demektir. İslâm’da “sorma” vardır ama “sorgulama” yoktur.

 

Allah yolunda icâbında kelleyi koltuğa al(a)mamışsanız, ya “İslâm’ı idrâk edememişsiniz” yada “tam teslim ol(a)mamışsınız” demektir. Teslîmiyet olmadan temsîliyet olmaz.

 

“Hayır, kim (güzel davranış ve) iyilikte bulunarak kendisini Allah’a teslim ederse, artık onun Rabbi katında ecri vardır. Onlar için korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır” (Bakara 112).

 

Bizim güzel örnekliklerimiz peygamberlerin teslîmiyetleri çok güçlü olduğu için bize örnek gösterilirler:

 

“Rabbi ona: ‘Teslim ol’ dediğinde (İbrâhim) ‘Âlemlerin Rabbine teslim oldum’ demişti” (Bakara 131).

 

“Eğer seninle çekişip-tartışırlarsa, de ki: ‘Ben, bana uyanlarla birlikte, kendimi Allah’a teslim ettim’. Ve kitap verilenlerle ümmilere de ki: ‘Siz de teslim oldunuz mu?’. Eğer teslim oldularsa, gerçekten hidâyete ermişlerdir. Fakat yüz çevirdilerse, artık sana düşen yalnızca tebliğ(etmek)dir. Allah, kulları hakkıyla görendir” (Âl-i İmrân 20).

 

Maddeye teslîmiyet, insanı “maddenin kulu” yaparken; Allah’a teslîmiyet, kişiyi “Allah’ın kulu” yapar. Gerçek hürriyet ancak Allah’a kul olmakla elde edilir. Şu da var ki teslim oldukları madde bile Allah’a tam bir teslîmiyetle teslim olmuş durumdadır:

 

“Peki onlar, Allah’ın dîninden başka bir din mi arıyorlar?. Oysa göklerde ve yerde her ne varsa -istese de, istemese de- O’na teslim olmuştur ve O’na döndürülmektedirler” (Âl-i İmrân 83).

 

Kurtuluş sâdece Allah’a teslim olmaktadır. Böylece hem Dünyâ’da hem de âhirette huzûra ve mutluluğa kavuşursunuz. Allah bizi bu konuda şöyle uyarır:

 

“Hayır öyle değil; Rabbine andolsun, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem kılıp sonra senin verdiğin hükme, içlerinde hiç-bir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslîmiyetle teslim olmadıkça îman etmiş olmazlar” (Nîsâ 65).

 

“Kim ihsanda bulunan (biri) olarak yüzünü (kendini) Allah’a teslim ederse, artık gerçekten o kopmayan bir kulpa yapışmıştır. Bütün işlerin sonu Allah’a varır” (Lokman 22).

 

“Azap size gelip çatmadan evvel, Rabbinize yönelip-dönün ve O’na teslim olun. Sonra size yardım edilmez” (Zümer 54).

 

“...Ve biz âlemlerin Rabbine (kendimizi) teslim etmekle emrolunduk” (En’âm 71).

 

İki şık vardır; ya Allah’a tam bir teslîmiyetle teslim olursunuz yada Allah’tan başka her-şey sizi teslim alır da çelişkiler içinde yaşamaktan kurtulamazsınız.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ekim 2023

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder