26 Eylül 2023 Salı

Kâlp, Akıl Yada Akleden Kâlp

 

“Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı, böylece onların kendisiyle akledebilecek kâlpleri ve işitebilecek kulakları olsun?” (Hacc 46).

 

“Ki onlar, sözü işitirler ve en güzeline uyarlar. İşte onlar, Allah’ın kendilerini hidâyete erdirdiği kimselerdir ve onlar, temiz akıl-sâhipleridir” (Zümer 18).

 

Dünyâ’nın, göklerdeki gibi muhteşem bir düzene, nizâma ve döngüye kavuşabilmesi için insanlarda bulunan iki şeyin birlikte devreye girmesi ve her-şeyin bu iki şeye göre işletilmesi gerekir: Kâlp ve akıl. Ne akıl ne de kâlp tek-başına yetmez ve işin altından kalkamaz. Çünkü kâlp tek-başına kaldığında ve akıl devre-dışı bırakıldığında dış-dünyâ karanlıkta kalırken, -günümüzde olduğu gibi- akıl tek-başına kalınca ve kâlp devre-dışı bırakıldığında iç-âlemler karanlıkta kalır. Çünkü insan iki-yönlü bir varlıktır ve bir rûha, kâlbe ve akla-zihne sâhiptir. İkisinden birinin yokluğu bir tarafı karanlıkta bırakmakta ve körlükler ve zorluklar ortaya çıkarmaktadır. Gerçi kanımca kâlp iki dünyâya birden dönük olduğu için bir tık daha üstte ve ileride olmalıdır, böylece iki âlem de garantiye alınmaya çalışılmalıdır.

 

Aklın ve kâlbin bir-arada olmasına Kur’ân “akleden kâlp” der. Zâten bunu söyleyen başka da bir din ve yol yoktur. Kur’ân “akleden kâlp” derken, dikkat ederseniz akletmeyi kâlbe vermektedir. Çünkü aslında “akıl” diye bir şey yoktur, “akletmek” ve “akıl yürütmek” vardır. Vücûdumuzda bir yerlerde, kendisine “akıl” diyebileceğimiz bir cevher ve maddî bir şey yoktur. İnsanda, rûhtan yada bilinçten kaynaklanan “akıl yürütme yeteneği” vardır. Çünkü insan tek-boyutlu bir varlık değildir ve onun bedenden başka bir de kâlbî ve rûhî yönü vardır ki insanı “insan” yapan taraf budur.

 

Kur’ân akletmenin -seküler akılda olduğu gibi-, beyin, zihin, mantık, matematik vs. ile değil, kâlp ile yapılmasından bahseder. Çünkü akıl ancak kâlp-merkezli akleden kâlp ile, Allah adına ve vahiy-merkezli olarak işletildiğinde ve kullanıldığında doğru yolu bulur ve tüm herkes için yararlı ve iyi şeyler ortaya koyabilir. Aksi-hâlde işe şeytan, nefs ve tâğutlar karışır ve akıl şeytanlaşıp zekâ ile birleştirilerek kurnazlığın adı olur. Kâlp, vahyin indiği yerdir ve rûhu besler. Akleden kâlp her dâim Allah’a dönüktür. Fakat burada dikkat edilmesi gereken şey, kâlbin “kâlb-i selîm olmasıdır. Selîm ismi; “kusuru olmayan, sağlam, doğru olan, tehlikesiz, zararsız, kurtulmuş, samîmî, sâkin, temiz” anlamlarına gelir. Bu nedenle Kur’ân’da ve İslâm’da “kâlb-i selîm ve akl-ı selîm ifâdeleri vardır ki aslında birbirlerine yakın mânâları vardır. Kâlb-i selîm olunca akl-ı selîm de olunur. Aksi-hâlde akıl, selîm olmayan bir yola girer ve nice çirkefliklere neden olur ki insanlık-târihi bunun acı örnekleriyle doludur:

 

“Ancak Allah’a selîm bir kâlp ile gelenler başka”. (İllâ men eta(A)llâhe bikâlbin selîm) (Şuârâ 89).

 

“Hani o, Rabbine arınmış (selîm) bir kâlp ile gelmişti”. (İż câe rabbehu bikâlbin selîm) (Saffât 84).

 

“Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün ard-arda gelişinde temiz akıl-sâhipleri (akl-ı selîm olanlar) için gerçekten âyetler vardır” (Âl-i İmran 190).

 

Aklın selîm olması yâni dosdoğru çalışabilmesi için kâlbin ve vahyin emrinde olması gerekir ki Kur’ân’ın mutlakâ kullanılmasını emrettiği, aksi-hâlde kişinin üzerine pislik yağacağını söylediği akıl budur:

 

“Allah’ın izni olmaksızın, hiç kimse için îman etme (imkânı) yoktur. O, akıl erdir(e)meyenlerin üzerine iğrenç bir pislik bırakır” (Yûnus 100).

 

Kur’ân’ın “kullanın” dediği akıl, kutsallaştırılmış, ilahlaştırılmış ve tapınılıp durulmakta olan, şeytanın, nefsin ve tâğutların kontrôlünde ve de yönlendirmesinde olan akıl değildir. Kur’ân rasyonellikten bahsetmez ve aklı, kâlp ile birlikte kullanmaktan bahseder ama burada kâlbin bir adım önde olmasını söyleyerek “akleden kâlp” der. Yâni akletmek mutlakâ kâlbi işe karıştırmakla ve kâlp ile birlikte yapılmalıdır.

 

Akılcılık, Aydınlanma Çağı’na damgasını vurmuş olan en önemli ilkedir. Bu dönemde akıl, geleneğin ve tanrı irâdesinin yerine geçer. Her-şey akıl süzgecinden geçirilir. İnsana ve evrene ilişkin görüşler aklın rehberliğinde şekillenir. Akıl, her-şeyin ölçüsüdür. İnsanlığın mutluluğunun ancak akıl ile sağlanabileceği düşüncesi, döneme hâkim olmuştur. Allah’tan, vahiyden ve kâlpten soyutlanarak kutsallaştırılan, ilahlaştırılan ve tapılan akıl kir ve pas içinde kalır. Bu akıl doğru bilgiyi ve doğru yolu gösteremez hâle gelir. Allah’ın sözünü hesâba katmayan ve inkâr eden akıl işte budur:

 

“Ona âyetlerimiz okunduğu zaman: ‘Geçmişlerin masallarıdır’ dedi. Aslâ, hayır; onların kazandıkları, kâlpleri üzerinde pas tutmuştur” (Mutaffifîn 13-14).

 

Aklın bir sınırı vardır ve bu sınır gaybın kapısıdır. Akıl kendini ancak Allah adına olduğunda, vahiy-merkezli çalıştırıldığında ve “akleden kalp”e dönüştüğünde kendini bulur ve en doğru olarak en zirvede çalışır. Akıl, Allah’ın râzı olacağı şekilde ancak böyle işletilebilir. Aksi-hâlde maddenin sınırı içine hapsolur ve tıkanır kalır. Tıkanan ve işletilemeyen akıl bir yaraya merhem olamaz. Aklın, Dünyâ ve insan fıtratına tam uyumlu çalışabilmesi için mutlakâ kâlbin ve vahyin desteğine ihtiyâcı vardır.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Eylül 2023

 

Devamını Oku »

11 Eylül 2023 Pazartesi

İslâm’ın Altın-Çağı Ne Zamandır?

 

“Andolsun, sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah’ın Resûlü’nde ‘güzel bir örnek’ vardır” (Ahzâb 21).

 

Aslında, belli bir dönem için Altın-Çağ ifâdesini kullanmak yerine, “hakkın, hakîkatin, ahlâkın, adâletin, iyiliğin, paylaşımın ve tevhidin ikâme edilip hâkim olduğu zamanlar, Allah’ın râzı olduğu zamanlardır” demek daha doğru olur. Çünkü bâtılın peşinde gidenler de dâhil herksin bir “altın-çağ”ı vardır ve onu över durur. Kendisinin en çok palazlandığı, Dünyâ’dan en çok yararlandığı, en güçlü olduğu, makam ve mevkî sâhibi olduğu, bağlı olduğu ideolojinin en zirvesine çıktığı, bir ülkenin ve devletin gücünün doruğuna çıktığı, topraklarını en çok genişlettiği, ilimde, bilgide ve teknolojide en çok atılımın yapıldığı vs. zamanlar “altın-çağ” olarak kabûl edilir. İslâm’ın altın-çağı ise, Allah’ın mü’minlerden râzı olduğu ve yardımını ulaştırdığı ve böylece şirkin, küfrün ve zulmün ber-tarâf edildiği ve hakkın-hakîkatin, adâletin-eşitliğin, ahlâkın ve tevhidin hâkim kılındığı zamanlardır.

 

Vahiy, Dünyâ’nın “altını üstüne getirmek için” indirilmiştir. Kur’ân “kâlpler için” bir şifâdır; zihinleri ise allak-bullak eder ve iç-âlemlerden sonra dış-âlemin yâni Dünyâ’nın altını üstüne getirir. Zîrâ o “büyük bir haber (Nebe’)”dir.

 

Mevcut Dünyâ “anlamsız” bir Dünyâ’dır. Mü’minlerin bu anlamsız dünyâya anlam katması zorunluluğu vardır. Gerekirse bunu, Dünyâ’nın altını üstüne getirerek yapar. Bir müslümanın Dünyâ’nın altını üstüne getirmek isteği, hedefi ve görevi, “Dünyâ’yı sükûnete kavuşturmak” içindir. Mevcut kötü durum nedeniyle Dünyâ’nın altını üstüne getirme hayâli kurmayan kişi peygamber seçilmez ve kendisine vahyedilmez. Allah, peygamberleri, Dünyâ’nın altını üstüne getirsinler-çevirsinler diye gönderir. Dünyâ’nın altını üstüne getirmeye cesâret edemeyenler, “altın”ı üstün hâle getirirler. Sonra da başlarlar ona tapmaya. Lâilaheillallah sözü ise, “yeryüzünün altını üstüne getirmek” ve “şirki mahvedip, tevhidi ikâme etme”nin sloganı ve startıdır. Bu startın başladığı an İslâm’ın altın-çağı da başlamış demektir.

 

Altın-çağ, tabiatın -sözde- hâkimiyet altına alındığı çağ değildir. Tam-tersine tabiat insanları hâkimiyeti altına almıştır.

 

Altın-çağ, robotların değil, İslâm’ın-tevhidin hâkim olduğu-olacağı çağdır.

 

İslâm’ın altın-çağı, şûrâ sisteminin terk edilerek Emeviler ile birlikte saltanatın başladığı ve müslümanların siyâsî, askerî ve ekonomik anlamda güçlenerek büyük bir devlet olduğu zamanlar değildir. Yine; saltanatın ve -sözde- hilâfetin el değiştirerek yönetimin Abbâsiler’e geçtiği ve gücünün zirvesine ulaştığı dönem de değildir. Me’mun döneminde Dâr’ûl Hikmet’in kurulduğu ve pagan felsefesinin ve biliminin temel alındığı ve sonuçta çeşitli sapkın düşüncelerin de ortaya çıktığı dönem de değildir. Kayıp Aydınlanma denilen ve bâzılarının da batı modernizmine meftûn ve râm olmasından dolayı çok övdüğü Îran ve Orta-Asya’da İbn-i Sinâ, Birûni ve Farâbi gibi kişiler ile bilimde bir ilerlemenin olduğu ve adına İslâm’ın Altın-Çağı denilen zaman da değildir. İslâm’ın altın-çağı, sınırların Çin’den İspanya’ya kadar genişlediği zamanlar değildir. Selçuklular ve Osmanlılar ile cihangir devletlerin ortaya çıkması ve Dünyâ’nın hâkimi oldukları dönem de değildir. Türkler için birilerinin zannettiği gibi , köhnemiş hilâfetin (!)  ve saltanâtın kaldırılıp yüzlerin, ruhların ve kâlplerin batı’ya ve muâsır devletlere dönüldüğü zamanlar da değildir. Özellikle 2. Dünyâ Savaşı’ndan sonra modern-bilim ve teknolojinin çok geliştiği (yada değiştiği) böylece Dünyâ’nın iletişimde ve ulaşımda bir köye döndüğü modern ve post-modern zamanlar da değildir.

 

Altını da yaratan Allah’ın hesâba katılmadığı yada merkeze alınmadığı bir çağ nasıl olur da altın-çağ olarak anılabilir?. İbn-i Sinâ, Birûni ve Farâbi gibi kişiler iyi bilim-adamları ve düşünürlerdir fakat onlar din konusunda zayıftırlar. Hattâ sapkın düşünceleri vardır yada dîne ilgisizdirler. Üstelik hâlleri ve davranışları İslâm’a çok da uygun olmayanlar vardır aralarında. Peki İslâm’ın yâni dînin altın-çağından bahsediyorsak, dînin ifsâd edildiği yada pek de kâle alınmadığı kişilerin yaşadığı çağ nasıl olacak da İslâm’ın altın-çağı olacak?. Bu dönemler “müslümanların altın-çağı” olabilir ama “İslâm’ın altın-çağı” olamaz. İslâm’ın altın-çağı olabilmesi için hayâtın merkezinde Allah, İslâm ve vahiy olması gerekir ve kişilerin tasavvurlarının, düşüncelerinin, konuşmalarının, yazdıklarının ve amel-eylemlerinin İslâm-merkezli olması gerekir:

 

“De ki: Şüphesiz benim namazım, ibâdetlerim, dirimim ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah’ındır. O’nun hiç-bir ortağı yoktur. Ben böyle emrolundum ve ben müslüman olanların ilkiyim” (En-âm 162-163).   

 

Altın-çağ, tevhidin hâkim olduğu çağdır. Asr-ı saadet çağı gibi. Tevhidin hâkim olması ise, göklerdeki gibi sâdece Allah’a göre olan bir düzenin Dünyâ’da da kurulmaya başlanması yada buna niyetlenerek çalışılmasıdır.

 

İslâm’ın altın-çağı, 23 yıllık nübüvvet sürecinde her-şeyin vahiy-merkezli olarak tasavvur edilmesi, vahiy-merkezli olarak düşünülmesi, konuşulması, yazılması ve amel-eylemde bulunulmasıdır. Tüm bunlar vahyin canlı-canlı inerken olması buna ayrıca bir değer katar. Zâten bu-bağlamda Allah’ın, Peygamberimiz’i ve o’nunla birlikte olanları “örnek” göstermesi de anlamlıdır. Örnek gösterildikleri için de yaşadıkları zamâna “asr-ı saâdet çağı” denilmiştir. Altın-çağ için asr-ı saadet çağından yada sürecinden daha iyi bir örnek olamaz. Çünkü dediğimiz gibi, İslâm’ın altın-çağı, Allah’ın râzı olduğu ve yardımını ulaştırarak şirkin, küfrün ve zulmün ber-taraf edilerek hakkın ve hakîkatin hâkim kılındığı çağ ve dönemdir. Bu dönem özelde 23 yıl, genelde ise 50-60 yıllık bir dönemdir.

 

Altının bir gücü vardır, fakat çelik ondan daha güçlüdür. Lâkin çelik çağı da en ideâl çağ değildir. İslâm’ın altın çağı; kitap mizan ve demirin dengede olduğu çağdır.

 

İslâm’ın tüm zamanlar için altın-çağı, hayâtın vahiy-merkezli olarak okunduğu ve dokunduğu, îmânın, sabrın, direnişin, paylaşmanın, hicretin, kardeşliğin, cihadın, şehâdetin, devletin ve medeniyetin ikâme edildiği ve başlatıldığı, Allah’ın da râzı olarak nîmetlerini indirdiği çağdır. Allah’ın, âhiretin, gaybın, vahyin, dînin, İslâm’ın, peygamberliğin, imânın, ibâdetin ve teslîmiyetin hesâba katılmadığı yada merkezde olmadığı hiç-bir çağ altın-çağ falan değildir vesselam. 

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Eylül 2023

 

Devamını Oku »

Siyâseti Dîne “Âlet” Etmek


“O, iş-başına geçti mi yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya, ekini ve nesli helâk etmeye çaba harcar. Allah ise, bozgunculuğu sevmez” (Bakara 205).

 

Âyetin “o” dediği kim yada kimlerdir?. Elbette fıtrata, doğaya ve normâle aykırı davranan kişi-kişiler. Bunlar Allah’ı, âhireti, gaybı, vahyi, peygamberleri ve İslâm’ı hesâba katmadıkları için, düşündükleri, konuştukları, plânladıkları ve yaptıklarına mutlakâ şeytan, nefs ve tâğutlar karışacaktır. İşe Allah’ı karıştırmayıp da şeytanı, nefsi ve tâğutları karıştıranlar ise mutlakâ eksik ve yanlış işler yapacaklar, sonuçta da çok da uzun olmayan bir vâdede ekini ve nesli ifsâd edeceklerdir ki insanlık-târihi de işte genelde bunun yaşandığı süreçtir.

 

Hayır!; başlığı yanlış yazmadım; “dîni siyâsete âlet etmek”ten değil, “siyâseti dîne âlet etmek”ten bahsedeceğim. Çünkü din dünyevî hiç-bir şeyin âleti olamaz. O sâdece Dünyâ’da da âhirette de iyilerden olma ve iyiyle karşılaşma kılavuzudur. Şu da var ki, siyâsete âlet edilen şey din değil, din adına uydurulan ve “din” diye ortaya atılan bâtıllardır.  

 

Din bir nesne değildir ve öznedir. Her-şeyin öznesi. Zîrâ Allah’ın vahiylerinden oluşan din “Allah’ın dîni”dir. Bu nedenle onu bir şeye âlet edemezsiniz. Aksine din, özne olduğu için her-şeyi kendine âlet eder ve böylece her-şey dîne göre olur. Allah katındaki tek hak din olan İslâm da zâten, her-şeyi dîne yâni İslâm’a göre belirlemek ve ikâme etmek için indirilmiş bir din’dir. Peygamberimiz’in imamlığı ve devlet-başkanlığı döneminde siyâset “dînin kontrôlü”nde ve yönlendirmesinde idi. Hz. Osman zamânında işler tersine döndü ve tam-aksine din siyâsetin kontrôlüne girmeye başladı. Daha sonra ise iş zıvanadan çıktı ki hâlen de aynı-şekilde devâm etmektedir ve din yâni İslâm, siyâsetin sıkı kontrôlü ve denetiminde bulunmakta, lâiklik denilen dinsizlik de buna kılıf yapılmaktadır.

 

İslâm her-şeye karışabilir ve “Allah’ın sözünü Dünyâ’da da hâkim kılmak için” her-şeyi dîne âlet eder ki bu en çok da siyâset alanında böyle olmalıdır. Zîrâ her-şeyi seküler siyâset belirliyorken, seküler siyâseti ise Allah’ı ve dîni hesâba katmayanlar belirliyor. Böyle olunca da insanların çoğunluğu zor bir hayat yaşarken, siyâseti belirleyen “mutlu azınlık çarkı” dönüp duruyor.    

 

Sosyâli, kültürel, âilevî, ahlâkî, ekonomik, asgarî, kânûnî, siyâsî her-şeyi ancak Allah belirlediğinde ve her-şey İslâm’a göre olunca ancak, aynen göklerdeki gibi bir düzen kurulabilir ve gerçek adâlet, eşitlik, hak-hakîkat ve ahlâk ikâme edilebilir. Bunun başka da bir yolu yoktur. Hani bir türlü adâlet-eşitlik, hak-hakîkat ve düzen-intizam sağlanamıyor da, tüm Dünyâ’da adâletsizliğin, eşitsizliğin, haksızlığın, ahlâksızlığın, açlığın-susuzluğun, şirkin-küfrün ve zulmün hâkim olduğu bir yer hâline geliyor. İşte tüm bunların nedeni, Allah’ın, âhiretin, gaybın, vahyin, peygamberlerin yân kısaca İslâm’ın her alanda hâkim olmasının önlenmesi, özellikle de siyâsetin dîne âlet edilmemesi ve tam-aksine, birilerinin, her-şeyde olduğu gibi, dîni siyâsetten de uzak tutmak için ellerinden gelen her-şeyi yapıyor olmalarıdır. “Din siyâsete âlet edilemez” diyorlar ama sürekli olarak “dinsizliği siyâsete âlet” ediyorlar.

 

Her-şey dînin âleti olmadığında yâni her-şey dîne göre olmadığında, din “her-şeye göre” olmaya başlar ki tüm zamanların asıl sorunu budur. Tüm vahiylerin ve peygamberlerin gönderiliş nedeni, “her-şeyi dîne göre yapmak” yâni her-şeyi ama özellikle de siyâseti dînin âleti kılmak”tır. Târih, dînin siyâsete âlet mi olacağı yoksa siyâseti ve her-şeyi dînin âleti mi edineceğinin savaşımının târihidir.

 

Siyâset dîne âlet edilmezse, din siyâsete âlet edilmeye başlar. Siyâset dîne âlet edilmediğinde, din, her türlü siyâsete her zaman âlet edilmeye çalışılmıştır. Zâten başka bir seçenek yoktur. O-hâlde ya -doğru olarak- “siyâset dîne” âlet edilecek yada -yanlış olarak- “din siyâsete” âlet edilecektir. Bakmayın siz modernlerin “dîni siyâsete âlet etmeyin” deyip durduklarına, onlar dîni adamakıllı olarak siyâsete âlet edip durmaktadırlar. Çünkü dîni serbest bıraksalar, din, siyâseti ele geçirecek ve siyâset dâhil her-şeyi kendine araç edinecektir ki bu, “her-şeyin Allah’a ve dîne göre olması” demektir. 

 

Siyâsete dîni, imânı, kitabı, peygamberi, şeriatı yâni İslâm’ı, yâni Allah’ı karıştırmamak, siyâsete; adâleti, eşitliği, ahlâkı, düzeni, intizâmı, hakkı-hakîkati vs. karıştırmamak demektir. İşte seküler siyâset bununla mâlûldür. O gidip diğeri gelirse, bu ideolojinin yerine diğer ideoloji hâkim olursa, muâsır uygarlıklar gibi olursak vs. her-şeyin çok iyi olacağı vaâtleri ve umutları her zaman boşa çıkmıştır ve bundan sonra da her zaman boşa çıkacaktır. Çünkü Allah’ın, âhiretin, vahyin, dînin, peygamberlerin yâni İslâm’ın işe karıştırılmaması tüm bu beklentileri boşa çıkaracak  ve sonuç hep hüsrân olacaktır ki zâten hep hüsrân olmaktadır. Sonuçta da umut, kitlelerin suyu-ekmeği olmaya devâm edecektir. 

 

Târih boyunca tüm kâfir ve müşrik kavimler, dîni, putlar üzerinden siyâsetin âleti yapmışlardır ki modern zamanlarda bu, “modern putlar” üzerinden yapılmaktadır. Tüm peygamberler ve vahiyler ise işte bunu tersine çevirerek, “dîni siyâsete âlet olmaktan” kurtarıp, tam-aksine, “siyâseti dînin âleti kılmak için” gönderilmişlerdir. Zâten her-şey dînin âleti ve aracı olursa yâni her-şey dîne göre olursa yerli-yerinde olur ve aynen göklerdeki bir düzen ve intizam Dünyâ’da da kurulabilir. Aksi-hâlde herkes ve her-şey dîni âlet etmek isteyecek ve din tahrif ve tahrip olmaya başlayacaktır.

 

Mezhep, meşrep, târikat, tasavvuf vs. bunların ortaya çıkışı, din-kaynaklı değil, siyâset-kaynaklıdır. Baktığınızda bu akımların, dîni hep siyâsetlerine âlet ettiklerini ve dîni siyâsetlerine göre şekillendirdiklerini görürsünüz. İnsanlık târihi boyunca bu hep böyle olduğu gibi, modern zamanlarda bu hâlen böyle olmaya devâm etmektedir. Modern mezhep, meşrep, târikat, cemaatler, ideolojiler, inançlar, felsefeler, düşünceler vs. şeytânî ve nefsi tüm akımlar, dîni hep siyâsetlerine âlet etmeye çalışmakta ve dîni ifsâd ederek tahrif ve tahrip etmektedirler. Bunlar, oluşturdukları siyâsetlerde hep dîni âlet olarak kullanmışlardır ve kullanmaktadırlar.

 

“İslâm siyasete âlet edilemez” diyenler, bâtıl dinler olan; lâik, seküler, demokratik, komünist, sosyâlist, kapitâlist, feminist, sapık modern dinleri siyâsete âlet etmekte bir sakınca görmezler. Evet; İslâm siyâsete âlet edilemez. Çünkü siyâset “İslâm’ın âleti”dir.

 

Sosyâli, kültürel, âilevî, ahlâkî, ekonomik, asgarî, kânûnî, siyâsî alanlara dîni yâni Allah katındaki tek hak din olan İslâm’ı karıştırmayı büyük bir felâket olarak görmek ya derin bir cehâlet yada ağır bir din-düşmanlığından başka bir şey değildir. Buna müslümanların bir kısmının da katılıyor oluşu ahmaklık ve budalalıktan başka bir şey olmaz. Zîrâ hem müslüman hem de lâik, demokratik, seküler ve modern olmak absürdlükten başkası değildir. İnsanların çoğunluğu bu absürdlükle mâlûldür. Lâkin İslâm’da çoğunluk her zaman olumsuzluk belirtir:

 

“Yer-yüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah’ın yolundan şaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak zan ve tahminle yalan söylerler” (En-âm 116).

 

Dünyâ bir imtihan alanıdır ve bu imtihan kıyâmete kadar da bitecek değildir. Bu da -sünnetullah gereğince- çeşitli zorlukların ortaya çıkmasına neden olacaktır. Fakat niçin her-şeyi dînin âleti yaparak ve her-şeyi dîne göre düzenleyerek Dünyâ’yı doğal, normâl ve fıtrî hâle getirip, sâdece “doğal zorluklar”la imtihan olmak kolaylığı varken, dîn-İslâm hiç-bir şeye karıştırılmadığı için ve seküler siyâsete âlet edilip durduğundan dolayı doğal olmayan zorluklar içinde boğulup kalıyoruz ve imtihanları kaybederek hem Dünyâ’da zor bir hayat yaşıyoruz hem de âhiretimizi de riske atıyoruz?. Çünkü siyâseti dîne âlet edeceğimize, dîni siyâsete âlet ediyoruz ve böylece sünnetullahın zoruyla karşılaşıp duruyoruz.   

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Eylül 2023

 

Devamını Oku »

Bir Yanlışı Başka Bir Yanlış İle Savunmak

 

“Ey îman edenler!; Allah’tan korkup-sakınırsanız, size doğruyu yanlıştan ayıran bir nûr ve anlayış (furkân) verir, kötülüklerinizi örter ve sizi bağışlar. Allah büyük fazl sâhibidir” (Enfâl 29).

 

Kâinatta muhteşem bir döngü ve denge vardır. Bu muhteşem döngünün ve dengenin nedeni, kâinât döngüsüne Allah’tan başkasının karışmaması ve göklerdeki her-şeyin Allah’ın kânunlarına göre hareket etmesidir. Kâinatta döngünün ve dengenin bozulduğu tek alan, insanların işe karıştığı noktadadır. Sosyâl, kültürel, ekonomik, hukûkî, kânûnî, askerî, dînî, âilevî, ahlâkî vs. alanlarda (İslâm-merkezli çok kısa dönemler hâriç) bir türlü denge sağlanamamıştır ve sağlanamamaktadır. Vahiy-merkezli olmayınca insanların yaptığı şey, bir yanlışı yeni bir yanlış ile gidermeye çalışmak ve bir yanlışı yeni bir yanlışla savunmak olmuştur-olmaktadır.

 

İnsanların târih boyunca sürekli yaptığı hatâ, “bir yanlıştan benzer bir yanlışa düşmek” olmuştur. İnsanlar 2’ye ayrılır: 1-Yanlışı hemen görenler, 2-Yanlışı iş işten geçtikten sonra fark edenler. Âyetin de söylediği gibi, bir yanlışı yayılmadan hemen görebilmek için bir ferâset, bir nûr, bir furkân gerekir. Bunu sağlayacak olan tek şey ise İslâm’ın nûru, ferâseti ve vahyin kazandırmış olduğu bakış-açısıdır. İnsanları, bir yanlışı başka bir yanlış ile savunmaktan ancak bu İslâmî bakış-açısı kurtarabilir.

 

İnsanlar târih boyunca; geleneği modern olan ile, klâsik hurâfeleri modern hurâfelerle, ilkel olanı modern-bilim ve teknoloji ile, tek-kişilik ideolojileri çok-başlı ideolojilerle, klâsik putları modern putlarla, uygun olmayan zemine uygun olmayan malzemeyle yapı yapmayı, yine uygun olmayan zemin ve malzemeyle yapmakla, beşerî-mitolojik dinleri modern-beşerî dinlerle ve inançlarla, eski klâsik savaşları daha yıkıcı olan modern savaşlarla, yanlış düşünce ve felsefeleri yeni ama yanlış felsefe ve düşüncelerle, eski kast sistemini  modern yeni kast sistemleriyle, eski eğitim sistemini yeni eğitim sistemiyle vs. eskiden yapılmış ne kadar yanlış ve çirkinlikler varsa şimdi de yeni yanlış ve çirkinliklerle savunmaktadırlar. Çünkü eğer Allah’ı, âhireti, gaybı, vahyi, peygamberleri, dîni yâni İslâm’ı hesâba katmıyorsanız hattâ merkeze almıyorsanız, mecbûren eski bir yanlışı yeni bir yanlışla gidermeye çalışırsınız yada eski bir yanlışı yeni bir yanlış ile savunmaya kalkarsınız.

 

Bu bağlamda; mitolojik dinler yanlıştır ve sapkındır fakat modern New Age dinler-inançlar da yanlıştır ve sapkındır. Eski büyücüler ve gaybdan haber verenler yanlış yoldaydılar ama modern kâhinler, komplo teorisyenleri ve modern müneccimler de yanlış yoldadırlar. Astrolojinin verileri uydurmadır ama astronominin verilerinin de büyük çoğunluğu uydurmadır. Orta-çağ felsefesini yanlış bulanlar bilsin ki modern çağ felsefesi de yanlıştır. Rönesans sanatı sapkındır ama modern sanat da sapkındır. Roma İmparatorluğu zâlimse, ABD de zâlimdir. Eskiden insanlar büyük zorluklar altında yaşamışlardır ama modern insanlar da büyük zorluklar altında yaşamaktadır. Eski adâletsizlikler kötüyse modern adâletsizlikler de kötüdür. Eski şirk, küfür ve zulümler insanlığa ve Dünyâ’ya zarar verdiyse modern şirk, küfür ve zulümler de vermektedir.

 

Dünyâ’ya son 250 yıldır batı uygarlığı hâkim olduğu için insanlar kıyaslamayı hep batı’ya göre yapıyor ve lâik-seküler zihniyet hep şu tür laflar söylüyor; “müslümanlar her türlü hurâfeler üretirlerken, Avrupa bilim, teknoloji ve felsefe ile uğraşıyordu”. Fakat batı aynı-zamanda dinden-îmandan vazgeçiyor ve ona düşman oluyordu. Önceden din ile yaptığı yanlışı bu sefer de dinsizlikle yapmanın adımını atıyordu ki geldiğimiz yer îtibârıyla Dünyâ’yı dinsizlikle mâlûl bir yer hâline getirmişlerdir. Yâni eskiden aşırı din ile yaptıkları yanlışları şimdi de aşırı dinsizlikle yapmaktadırlar ve bir türlü denge kuramamaktadırlar. Sonuçta ortada bir dengesizlik sürüp gitmektedir. Zîrâ eski yanlışların çâresi olarak doğru zannettikleri yeni yanlışlıklar ve sapkınlıklar ortaya çıkarmaktadırlar ve bunlar da kısa vâdede insanlara büyük zararlar vermektedir.

 

Hristiyanlar -muvahhid olanlar hâriç- önceden bir insan olarak Hz. Îsâ’ya tapıyorlardı, şimdi ise Hümanizm ve akıl bağlamında tüm insanlara tapıyorlar ve aynı yanlışı yapıyorlar ama eski yanlışı yeni yanlış ile savunuyorlar.

 

Âdem’den bêri insanoğlunun ürettiği bilginin %95’i yanlış, %4’ü de şüphelidir. Buna rağmen eski bilgiyi kötüleyip yeni bilgiyi övüyorlar. Fakat bu yeni bilgi de Allahsız ve dolayısıyla sapkın olduğu için küresel ve kitlesel anlamda bir yaraya merhem olmuyor ve bir fayda sağlamıyor.

 

İnsanlık târihinin en büyük yanlışı-günahı-felâketi, liberâlizm adına “insanı sınırsızca serbest bırakmak” olmuştur. Eskiden insanların özgür olmadığını söyleyenler Dünyâ’yı küresel bir açık-hava hapishânesine çevirmişlerdir ve üstelik herkesi 7/24 izleyip durmaktadırlar (panoptikon) buna rağmen modern insanın en özgür insan olduğunu savunmaktadırlar. Oysa modern insanın özgürlüğü bir tek, “Allah, din ve vahiyden özgür olmak ve bundan dolayı da her türlü sapkınlığı özgürce işleyebilmek özgürlüğü”nden başkası değildir.

 

Eski târikat ve tasavvufçular; “hakîkate ancak keşif ile ulaşılır, o keşif de bizim gibi yüce zâtlara âittir” derken; modernler de, “hakîkate ancak felsefe, modern-bilim ve teknoloji ile ulaşırsın, ona ulaşmak da bizim gibi uzman, doç, ve prof. Olmayı gerektirir” diyerek şirkin iki farklı yönünü gösteriyorlar ve benzer yanlışı savunuyorlar. Böylece iki kesim de vahiyden ve güzel örneklikten koptuğunu sergilemiş oluyor. Oysa hakka ve hakîkate ancak vahiy-merkezli olarak îman ve sâlih amel ile ulaşılabilir.

 

Müslüman ve doğu’lular insanları mistisizm, bâtınilik ve tasavvuf ile “içten” sömürürken, “keşifler (aslında yaptığı sömürüdür) yaptı ve insanlığa ufuklar açtı” denilen batı, Amerika’da kızılderilileri öldürüyor, Afrika’da siyah ırkı köleleştiriyor ve uzak-doğuda ise sarı ırkı sömürüyordu. Böylece kitaptan ve dinden kopmanın sonucu iki farklı şekilde ortaya çıkmış oluyordu. Birileri kâlpleri kullanarak insanları sömürürken diğeri beyinleri ve zihinleri sömürerek ve de nefisleri kışkırtarak insanları sömürüyordu. Böylece sürekli bir sömürü mevcut oluyordu.

 

Kânunları tek bir kişinin belirlemesi “yanlış” görülürken, tek-tek kişilerden oluşan çoğunluğun belirlemesi “doğru” görülüyor ve savunuluyor. Peki küresel ve kitlesel anlamda ne değişti ve nasıl iyilikler ve çâreler ortaya çıktı ki?. Elbette koca bir hiç!.

 

Batı’nın, kadim bilimden koparak oluşturduğu modern-bilim anlayışı, Newton’un, “şu-anda yanlış olduğu ispatlanan” sonuçlarına bakarak oluşturduğu bilim anlayışıdır. Newton’un yerçekimi kânunu, Einstein’in yeni çekim teorisiyle yanlışlanıyor. Oysa iki teori de yanlıştır. Bunun gösterilmesi için üçüncü bir yanlış teorinin ortaya çıkma zamânını beklemek yada hakkın ortaya çıkıp işin kesin ve net doğrusunu ortaya koymasını beklemek gerekiyor.

 

“Batı’yla ancak yine onların silahları gibi silahlarla mücâdele edilebilir” düşüncesi çok yanlıştır. Çünkü eğer batı’nın silahlarını edinirsem, ben de onlar gibi zâlim olurum. Lâkin mevcut durum bir zorunluluk -en azından geçici olarak- silahlanmayı gerektiriyor.

 

Osmanlı, batı karşısındaki geri kalışını tâmir etmek için, askeri alanda taklitçilik yaparak “batı’dan mülhem” modern ordu kurmakla nasıl yanlışa düştüyse; Cumhuriyet Türkiye’si de, batı karşısındaki geri kalışını tâmir etmek için, siyâsi alanda taklitçilik yaparak “batı’dan mülhem” modern-seküler ideolojileri uygulayarak yanlışa düşmüştür. İkisi de yaptıklarının olumlu sonuçlarını bâriz bir şekilde görememiştir.

 

Demokrasi, ilk düğmenin yanlış iliklenmesidir. Buna rağmen demokrasinin apaçık yanlışları ve zararları, “daha fazla demokrasi” diyerek kapatılmaya ve savunulmaya çalışılıyor. Bir yanlış başka bir yanlış ile değiştirilemez, giderilemez ve savunulamaz.  

 

Modern yanlışlıklar, geçmişin yanlışlarının aşırı eleştirilmesiyle kapatılmaya çalışılıyor.

 

Eski yada yeni bir yanlışı, yeni yada daha yeni olan bir yanlışla savunmaktan kurtulmanın tek çâresi ve yöntemi, “yanlıştan ve hatâdan münezzeh olan” Allah’ının sözünü dinlemek, kararları ve tüm çalışmaları da vahiy-merkezli olarak yapmaktan geçer. Varlığı Yaratan’ı hesâba katmadan yapılan tüm yanlışlar yen, bir yanlışla değiştirilmek, giderilmeye çalışmak ve savunulmak zorunda kalacaktır.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Eylül 2023

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »

4 Ağustos 2023 Cuma

Meydanı Boş Bulmak Yada Yaptırımsız Müslümanlık


“Allah’a ve Resûlü’ne karşı savaş açanların ve yeryüzünde bozgunculuğa çalışanların cezâsı, ancak öldürülmeleri, asılmaları yada elleriyle ayaklarının çaprazca kesilmesi veyâ (bulundukları) yerden sürülmeleridir. Bu, Dünyâ’daki aşağılanmalarıdır, âhirette onlar için büyük bir azap vardır” (Mâide 33).

 

Yazıya, ağır yaptırımları olan bu âyetle başlamamızın nedeni, müslümanların bir-çoğu da dâhil, insanların, İslâm’ın Dünyâ’da herhangi bir yaptırımının olmadığını ve cezâların da sâdece âhirette olacağını zannetmelerinden dolayıdır. “Din’de zorlama yoktur” âyeti -yanlış şekilde- çokça kullanılınca insanlar İslâm’ı pasif, omurgasız, güçsüz, pısırık ve zayıf bir din gibi görmeye başladılar. Oysa din’de zorlama olmaması, sâdece “dîne dâhil olma” noktasında geçerlidir. İslâm’a dâhil olmak ancak gönül rızâsıyla olabileceği için, dîne dâhil etmede bir zorlama zinhar yapılamaz fakat dîne bile-isteye dâhil olduktan sonra dînin kişiye yüklediği görevler, yükler, sorumluluklar ve yaptırımlar vardır. Zâten hem sünnetullahtan hem de imtihanın bir gereği olarak Dünyâ’da insana bir zorluğu din yüklemezse şeytan, nefs yada tâğutlar yükler ve insanlar varlığın yapısından ve kurallarından dolayı mutlakâ zorluklarla karşılaşırlar. Dînin yüklediği zorluklar ise, “insanlar -imtihan dolayısıyla- karşılaştıkları doğal zorluklardan başka zorluklarla karşılaşmasınlar” diyedir. Zîrâ din, doğal, normâl ve fıtrî olduğu için aslında insana doğal olmayan ve taşınamayacak yükler yüklemez.  

 

Müslümanlık, (müslimlik ve mü’minlik değil) “İslâm toplumuna, devletine, ümmetine ve milletine katılmak, bağlanmak ve şartlarını kabûl etmek” demektir ki bu “öylesine” olan gevşek bir bağ değil, ciddî ve îcâbında ağır yaptırımları olan bir bağlılıktır. Bu aynen günümüzde; Nato’ya, Birleşmiş Milletler’e, Avrupa Birliği’ne vs. katılmak gibidir. Bu kuruluşlara ve toplumlara olan bağlılıklarda oluşacak bir sorunda bu kuruluşlar, bağını gevşeten ülkelere ve devletlere çeşitli îkaz ve yaptırım uygulayabilirler ve hattâ iş savaşa kadar da gidebilir. İslâm’da, namaz ve zekat müslümanlığın asgarî iki şartıdır. Müslüman olmuşsanız yâni İslâm toplumunun hâkimiyetini kabûl edip o topluma üye olmuşsanız, bu asgarî iki şartı her hâlükârda yerine getirmeyi kabûl etmişsiniz demektir ve bu nedenle de bu iki şartı yerine getirmeniz gereklidir ve bu iki şart olmazsa-olmazdır. Bu iki şarttan aslâ tâviz verilmez, tâviz verenlere yaptırım uygulanır ve savaş açılabilir.

 

Modernizm dîninde her-şey modernizm dînine birebir uygun olmak zorundadır ve uygun olmadığında ağır yaptırımları vardır. Her dînin kuralları olduğu gibi modernizm dîninin de kuralları vardır. Bu kurallara uyanlar ödüllendirilirken, uymayanlar farklı şekilde cezâlandırılırlar. Meselâ eğitim konusunda okullar “sosyâl Darwinizm” kuralına göre işler: “Sınıfı geçemeyenler hayatta yer bulamazlar”. Okullar modernizm dînine tam uygun ve uyan insanlar yetiştirmek için kurulmuş kurumlardır. Böylece modernizm dîni, hayâtiyetini bu şekilde devâm ettirir.

 

İslâm’ın da yaptırımları vardır. Gerçi İslâm’da kurallar daha merhâmetli ve vicdanlı olarak uygulandığı için insanları yıldıracak ve bezdirecek kadar olmaz ama İslâm’ın da affetmediği ve cezâlandırdığı günah ve suçlar vardır. Vahye göre tüm zamanlarda “insanların uygulayabileceği” cezâ sayısı 4’tür. Bunlar şu şekildedir. 1.Öldürme, 2-Hırsızlık, 3-Zinâ, 4-İftirâ. İslâm’da affedilmeyecek tek günah şirktir. Çünkü şirk büyük bir zulümdür. Şirkin cezâsı da sâdece âhirete bırakılamaz. Çünkü eğer zulmü açığa çıkarıyorsa bu zulüm Dünyâ’da insanlar ve hattâ diğer varlıklar için zorluklar ortaya çıkaracak demektir. O-hâlde şirkin bile bir yaptırımı olmalıdır. Bu yaptırım, Allah’a, âhirete, İslâm’a ve vahye aykırı şekilde bir yasama, yargı ve yürütmenin yapılabilmesine izin vermemek ve bunu yasaklamak şeklinde olur. 

 

İslâm’ın yaptırımı olan bir din olduğunun bilinmemesi ve görülmemesi, hakkıyla kurulmuş olan bir İslâm devletinin olmaması nedeniyledir. Yaptırımları uygulayacak, güce sâhip bir İslâm devleti olduğunda, en azından o devlette hiç kimse Allah’a, Peygamber’e ve Dîn’e hakâret edemez, kötü bir laf söyleyemez hattâ bunu düşünemez bile. Zîrâ meydan boş değildir ve gerektiğinde yaptırımları uygulayacak bir güç vardır.

 

Meydanı boş bulanlar ve bir yaptırımın olmadığını zannedenler, Allah, Din ve Peygamberimiz ile alay etmenin hiç-bir yaptırımının olmadığını söyleyerek, Peygamberimiz’in her türlü aşağılanmasına ses çıkarmayanların gözünde Peygamberimiz’in îtibârı azalmış yada azalmaya başlamış demektir. O-hâlde Peygamberimiz’in her türlü aşağılanmasına ses çıkarmayanlar Peygamberimiz’in îtibarsızlaştırılmasına çalışıyorlar demektir. “Bir şey yapamayız, onlar başka söze dalıncaya kadar onlardan uzaklaşmalıyız” diyorlar. Çünkü gözlerinde Peygamberimiz’in bir değeri ve îtibârı kalmamış yada azalmıştır. Ama aynı kişiler, meselâ Atatürk hakkında dış ülkelerden birinde bir gazete yada dergi tarafından yapılan aşağılanmaya yada alay edilmeye -din adına konuşarak- “bir yaptırımı yoktur” diyebilir mi?. Tabî ki de diyemezler. Pişmân ederler ve hayâtlarını karartırlar çünkü. Peki bu aşağılanma, hakâret ve alay etme, âlemlere rahmet, muhteşem bir ahlâka sâhip olan Peygamberimiz’e yapılınca niçin hiç-bir yaptırımı olmadığını söyleyebiliyorsunuz?. Bunu söylemenin herhangi bir yaptırımı olmayacağından emin olduğunuz için olabilir mi?. Yada lâik-seküler ve Allah’ı hesâba katmayan bir ülkede yaşadığınız için mi Peygamberimiz’in alaya alınmasının bir yaptırımı olmayacağını bu kadar kolayca söyleyebiliyorsunuz?. Peygamberimiz’e hakâret edenlerin, alay edenlerin ve o’nu aşağılayanların cezâsı hafif yada ağır bir yaptırımdır. Çünkü bir İslâm Ülkesinde İslâm’dan kaynaklanan kânunlarda, hem Peygamberimiz’le alay etmenin hem de alay edilmesine karşı pasif söylemlerde bulunmanın bir yaptırımı olurdu. Peygamberimiz’e hakâret edenlerin, alay edenlerin ve o’nu aşağılayanların cezâsı hem Dünyâ’da hem de âhirette hafif yada ağır bir yaptırımdır.

 

Bir cezâ suçun şiddetine göre olur. Kur’ân’ın “gidin adamın kafasını-kolunu kırın” diye bir âyet indirmesini beklemek abestir. Bu nedenle Peygamberimiz’le alay edildiğinde ne tür yaptırımların olacağını anlamak için, Peygamberimiz’in böyle durumlarda ne yaptığına bakıldığında, âyetlerden anlaşılması gereken şey apaçık bir şekilde açığa çıkar. Peygamberimiz zamânında İslâm’a, Kur’ân’a ve Peygamberimiz’e yapılan alaylar ve çirkinliklere pratikte de sert karşılıklar verilmiştir. Ahmet Kalkan bu konuda şunları söyler:

 

“Resûlullah, bâzı İslâm düşmanlarını, İslâm’ı şiir ve sözleriyle tahkir eden kimseleri, Kur’ân ve Peygamberimiz aleyhine diğer insanları kışkırtan fesatları yüzünden bâzı sahabeleri görevlendirerek onları gizlice öldürtmüştür. Bunlardan beş kişinin isimleri şöyledir: Kâ’b bin Eşref, Ebû Râfi Sellam bin Ebu’l-Hukayk, Asma bin Nübeyh el-Anzî, Hâlid b. Nübeyh el-Anzî, Ebû Afek. Hepsinin nasıl öldürüldüğünü de biliyoruz.

 

Resûlullah, yirmi üç yıllık dâveti sırasında İslâm dâvâsı önünde set olmaya çalışanların öldürülmesi gibi tehlikeli bir işte bâzı sahâbeleri görevlendirmiştir. Bu sahâbeler görevlerini hiç korkmadan îfâ etmişler, İslâm’ın yayılması yolunda engellerin bertarâf edilmesi uğruna büyük fedâkârlıklar göstermişlerdir. Bu işi gönüllü olarak yapmışlardır. Bu şekildeki her bir faaliyetin gerçekleştirilmesindeki hedef, İslâm’ın azılı düşmanlarından birini ortadan kaldırmak olmuştur ve yapılanlar, plânlı birer öldürme eylemidir. Bununla bir mânâda düşmanlara göz-dağı da verilmiştir. Yapılan bu eylemlerle küfrün ele-başlarının ortadan kaldırılması/susturulması esas alınmış ve bunda başarılı olunmuştur. Resûlullah’a düşmanlık edip hakkında kötü konuşanlar arasında müşriklerden olan Hâlid b. Nübeyh el-Anzî ve Ebû Afek hâriç, diğerlerinin ortak özellikleri yahudi olmalarıdır. Zîrâ Medîne’de ona en fazla düşmanlık edenler yahudiler oldular. Münâfıkların aksine bu işi alenen yaptılar. Kur’ân öyle diyor: ‘Andolsun!; insanlar içinde, mü’minlere en şiddetli düşman olarak yahudileri ve müşrikleri bulursun…’ (5/Mâide, 82)”.

 

Bu öldürülenler İslâm’a düşmanlık etme, müslümanlara dil uzatma ve başkalarını müslümanlar aleyhinde kışkırtma suçundan bu cezâya çarptırılmışlardır. Yahudiler Medîne’de oturdukları ve müslümanlarla aralarında birlikte yaşamaya dâir bir sözleşme bulunmasına rağmen Resûlullah aleyhine insanları kışkırtma gibi bir cür’eti gösterebilmişlerdir. Bu da ortadan kaldırılmalarında en büyük sebep olmuştur. Zîrâ sergiledikleri tavır, müslümanlarla aralarındaki sözleşmeye ihânet olarak kabûl edilmiştir. Öldürülen üç yahudiden biri de (Asma bin Nübeyh el-Anzî) kadındır. Bu eylemlerin tümü, Medîne İslâm Devleti Başkanı olan Resûlullah’ın izni ve emri ile gerçekleşmiştir”.

 

Çünkü “yapılan şey düpedüz İslâm’a ve dîne hakârettir” diyerek ağır bir kınama, eleştiri, îtirâz ve isyân edilerek bir daha böyle bir şeyin yaşanmaması için dîne hakâret eden kişiye gerekli yaptırım uygulanmalı ve ağır bir cezâ verilmelidir. İslâm cezâ hukûkunda “cezânın âhirete bırakılması” her günah için değildir. İslâm’da dünyâ’da verilecek cezâlar da vardır. Bir de kefâret şeklinde cezâlar ve yaptırımlar vardır.

 

Artık dîni önemsemeyen insanlardan farkları kalmayan modern müslümanlar, Allah’a, dîne, İslâm’a ve Peygamber’e ne denirse-densin ve nasıl küfredilirse-küfredilsin bir şey dememektedirler ve din düşmanları da bunun farkındadırlar. Zîrâ şimdiye kadar dîne karşı yaptıkları hakâretlerden dolayı, bırakın bir yaptırıma ve cezâya uğramalarını, bir ayıplama bile görmemektedirler. Hiç-bir îtirâza ve eleştiriye bile mâruz kalmamaktadırlar. Çünkü özellikle Türkiye’li müslümanlar pasifleşmişler, korkaklaşmışlar, Allah’a, dîne, İslâm’a ve Peygamber’e olan bağları modernistleştikleri ve konfora taptıkları oranda gevşemiş, zayıflamış ve kopma aşamasına gelmiştir. Bunu çok iyi bilen İslâm düşmanları, istedikleri hakâretleri kolayca yapmakta, istedikleri iftirâları atabilmektedirler.

 

Ateistler, deistler, modernistler ve günümüzde özellikle târihselciler; Allah, âhiret, gayb, Kur’ân, vahiy, din, peygamber vs. hakkında hiç-bir ölçü kullanmadan istedikleri gibi şerefsizce konuşabiliyorlar. TC’ye, Ata’ya, bayrağa, İstiklâl Marşı’na, vatana, millete, devlete vs. kutsallaştırıldığı için ama daha da önemlisi ağır yaptırımları olduğu için tek bir kelime edemezken, bir eleştiri ve îtirâz yöneltemezken hattâ bir îmâda dâhi bulunamazken, meydanı boş buldukları yâni herhangi bir yaptırımla karlaşmaları ihtimâli olmadığı hattâ sistem, ideoloji ve seküler etkenler ile önleri açıldığı ve teşvik edildikleri için İslâm, Kur’ân ve Peygamber düşmanlığı yapabiliyorlar. Oysa Peygamberimiz yada ilk halifeler döneminde böyle bir şeyin olabilmesi mümkün değildi. Hattâ Osmanlı’da bile böyle laflar edebilmek sağlam bir mâbâd isterdi.

 

Türkiye Cumhûriyeti anayasasının “değiştirilemez” ilk üç maddesinin değiştirilmesini dile bile getiremeyen modernizm ve oryantâlist yalakaları olan târihselciler, sıra İslâm’ın “değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dâhi edilemez” olan Kur’ân’ın hükümlerine ve şeriatına gelince, neredeyse %90’ının hükmünün kalmadığını ve mevcut modern zaman ve mekâna göre değiştirilmesi gerektiğini teklif edebiliyorlar. Bunu yapmaya cüret edebilmelerinin tek nedeni, bir yaptırım ile karşılaşmayacaklarına olan güvenleridir. Bundan çok emin oldukları için açık bir günah, haram ve suçun cezâsını ise âhirete bırakıyorlar. Oysa somut bir dünyâda yaşıyoruz ve şeytan, nefs ve tâğutlar somut anlamda ekini ve nesli ifsâd edip durmaktadırlar. İslâm’ın bunlara karşı bir yaptırımının olmadığını söylemek derin bir cehâlet değilse, ağır bir şerefsizliktir.

 

Bir yaptırım ile zinhar karşılaşmayacaklarından çok emin olanlar Allah, din, İslâm, Kur’ân ve peygamber hakkında ne isterlerse söyleyebiliyorlar. Hattâ öyle bir duruma gelinmiş ki, bu atıp-tutanları eleştirmek fizîkî yada psikolojik yaptırımlara neden oluyor.

 

Sekülerizmin ve çeşitli sapkınlıkların etkisi ile kâlpleri parçalanmış, ruhları silinmiş ve nefisleri kışkırtılmış olanların râm ve meftûn olup da taptıkları modernizm aracılığı ile şeytan, zihinleri iğdiş olmuş olanları bir it gibi kullanıyor ve isteği yöne koşturuyor. Bunlara karşı sâdece sosyâl medya aracılığı ile bir tepki gelebiliyor.

 

Ateist, gnostik, deist, feminist, târihselci vs. ne kadar İslâm düşmanı varsa, bunların hemen tamâmı, kıllarına bile zarar gelmesinden dehşete kapıldıkları için yaptırımı olan bir şeye karşı tek bir laf edemeyecekleri gibi bir îmâda dâhi bulunamazlar. Meselâ mevcut sisteme karşı en ufak bir kötü îmâda bulunamaz, bir eleştiri ve îtirâz seslendiremezler. Çünkü bunlar sisteme göbeklerinin tam ortasından bağlıdırlar ve bu sâyede aşırı şekilde semizleşmiş ve yağlanmışlardır. Zâten küstahlıkları da biraz bundan kaynaklanmaktadır.

 

Hem meydanı boş buldukları hem de bir yaptırım olmadığı için salladıkça-sallayan ve uydurdukça-uyduranların çoğu lâik, seküler ve demokrasi yanlısıdırlar. Fakat bunlar niçin 1.400 yıl öncesini târihsel görürken ve de artık “hükmü kalmadığı ve devri geçtiği(!)” için Kur’ân’ın hükmünün ve işlevselliğinin bittiğini söylerken, 2.500 yıl öncesinin demokrasisini  “târihsel” olarak görmüyorlar ve niçin demokrasinin işlevselliği bitmiyor?. Yoksa beşerin uyduruk ideolojilerini Allah’ın sözünden daha mı üstün görüyorlar?. Elbette!, zâten bu bir soru değil, tespittir. Elbette beşeri, insanı ve aklı ilahlaştırıp tapıyor oldukları için Allah’ın sözünü iptâl ve inkâr edebiliyorlar. Beşerin-insanın sözünü baş-tâcı etmelerinin nedeni işte budur.

 

Kul olmak zordur ve bedeli ağırdır. Bu yüzden herkes “kul” olamıyor yada hakkıyla kulluk yapamıyor. Kul olamayınca da -hâşâ- Allah olmaya soyunuyorlar. Allah olmak kolay çünkü. “Enel hak” dersiniz olur biter. Hele ki İslâm’ın hükümlerinin bir değerinin ve yaptırımının olmadığı zamanlarda Allah olmak kadar kolay bir şey yoktur.

 

İslâm’ın tüm değerleri ayaklar altına alınırken sesleri çıkmayanlar hattâ kılları bile kıpırdamayanlar, sıra modern-seküler -sözde- değerlere gelince sistemin muhâfızı kesiliyorlar ve İslâm’dan çıkmayı bile göze alarak sistemin şirk, küfür ve zulüm içeren yönlerini baş-tâcı ediyorlar. Çünkü artık kâlpleri parçalanmış ve kararmış, ruhları silinmiş, bilinçleri iğdiş edilmiş ve nefisleri kışkırtılmıştır. Zâten modernizme ve batı’ya âdetâ tapar hâle gelmelerinin gerçek nedeni budur.

 

Peki bir İslâm Devleti ve dolayısı ile bir yaptırım olsaydı ne olurdu?. Vahye dayanan bir İslâm devleti olduğunda, işte o zaman ısrarla işlenen bir günahın, haramın, suçun ve ayıbın cezâsı olarak yaptırımların çok etkili olduğu ve sorunların “kısa yoldan” nasıl da çözülebildiği açıkça görülebilir olacaktı. Çünkü insanın aklını gerçek anlamda başına getirebilecek olan şey, çok etkili konuşmalar, yazılar, kitaplar ve söylemler değil, başa gelebilecek yada gelme ihtimâli olan yaptırımlar, sıkıntılar ve belâlardır. Çünkü o zaman “yaşayarak” öğrenilir ve bir daha da aynı yanlış yapılmaz olur. Meselâ küçük çocuklara istediğiniz kadar “sobayı elleme, elini yakar” deyin yine de işe yaramaz da, çocuk sobaya elini bir kere değirdiğinde ve eli yandığında sobadan hep uzak durmaya başlar.

 

Mevcut durumda bir yaptırım durumu olmadığı için meydanı boş bulanlar modern, seküler, lâik, demokratik, beşerî, dünyevî sapkınlıklar adına Allah’a, Kur’ân’a ve Peygamber’e meydan okurcasına hakâret etmekte ve savaş açmaktadırlar. Zâten modernizmin târihi, “Allah’a meydan okuma”nın târihidir. Dünyâ, “hak ile bâtılın savaş meydanı”dır. Bu savaş ancak, hak gâlip olduğunda biter. Lâilaheillallah sözü; kâfirlere, müşriklere, adâletsizliğe, ahlâksızlığa ve zulme karşı bir meydan okumadır. Allah’a küstahça meydan okuyanlara karşı, bir “karşı meydan okuyuş”tur.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ağustos 2023

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »

Kur’ân’ı Anlamak ve Yaşamak


“Andolsun Biz Kur’ân’ı zikr (öğüt alıp düşünmek) için kolaylaştırdık. Fakat öğüt alıp-düşünen var mı?” (Kamer 17-22-32-40).

 

Tüm vahiylerde olduğu gibi Kur’ân vahyi de, dinlenildiğinde yada okunduğunda ne dediği ânında anlaşılabilecek olan ifâdeler içerir. Çünkü vahiy sâdece; üstün zekâlılara, allâmelere, filozoflara, dâhilere, bilginlere, belli seviyede bir eğitim almış olanlara, zeki insanlara vs. değil, hayatlarında bir kitap bile görmemiş, herhangi bir yazı okumamış ve okunan bir yazıyı yada kitabı dinlememiş insanların da bulunduğu bir topluma gelmiştir. Bu nedenle ne dediği çok açık bir şekilde indirilmiştir. Zâten Allah, mesajını “hemen idrâk edilebilsin de, o idrâk ile hareket edilsin ve yaşansın” diye göndermiştir.

 

Kur’ân’ı okumak ile anlamak ayrı-ayrı şeyler değildir. Kur’ân’ı okuduktan sonra “şimdi bir de anlayayım” diye bir çaba olamaz. Kur’ân okunduğu anda yada onu dile getiren birinden dinlenildiği anda hemen anlaşılan bir hitâp ve kitaptır. Zâten okumak ile anlamak aynı şeydir, yâni Kur’ân okunduğu anda ne dediği hemen anlaşılabilecek bir Kitap’tır. Çünkü Arapça konuşanlara apaçık bir Arapça hitâp ile gelmiştir. Tabi Kur’ân’ı bir de “idrâk etmek” vardır ki bunun için onu odaklanarak, dikkatli bir şekilde, ağır-ağır ve düşüne-düşüne okumak gerekir. Fakat buna anlama değil, “idrâk etmek ve kavramak” denir. Böylece Kur’ân kişide meleke hâline gelir ve Kur’ân o kişide ete-kemiğe bürünür:

 

“Ve Kur’ân’ı ağır-ağır, düşüne-düşüne oku” (Müzzemmil 4).

 

Kur’ân, insanlar boş zamanlarında okuyup üzerinde konuşsunlar, beyin fırtınaları yapsınlar, onu te’vil ve tefsir etsinler, onu çeşitli şekillerde açıklayacak yorumların ve onu derin araştırmaların konusu yapsınlar diye değil, bunlardan ziyâde, okuyup idrâk edip hem iç-âlemlerini hem de dış-âlemi vahiy-merkezli olarak değiştirsinler diye indirilmiştir-gönderilmiştir. Çünkü Allah’ın sözlerini yorumlamanın ve araştırmanın bir sonu yoktur:

 

“De ki: Rabbimin sözleri(ni yazmak) için deniz mürekkep olsa ve yardım için bir benzerini (bir o kadarını) dahi getirsek, Rabbimin sözleri tükenmeden önce, elbette deniz tükeniverirdi. De ki: Şüphesiz ben, ancak sizin benzeriniz olan bir beşerim; yalnızca bana sizin ilâhınızın tek bir ilâh olduğu vahyolunuyor. Kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, artık sâlih bir amelde bulunsun ve Rabbine ibâdette hiç kimseyi ortak tutmasın” (Kehf 109-110).

 

Kur’ân bir ansiklopedi yada felsefe kitabı değildir ki ha-bire üstünde akıl yürütülsün ve değişik düşüncelerin nesnesi yapılsın. Böyle bir tavır ancak, yenilmiş, ezilmiş, hayattan kopmuş kompleks sâhibi kişiler ve toplumlar arasında olur. Kur’ân’ı okuma-araştırma-anlama çalışmaları bir noktadan sonra amel-eyleme dönmüyorsa ve hayâta aktarılmıyorsa, yapılan o şey artık “din” olmuş oluyor. Böylece “din” deyince insanlar sâdece din ile ilgili bilgilenmeyi anlıyorlar. Dînî bilgiye en çok sâhip olanları en koyu dindar ve en takvâlı insanlar olarak görmeye başlıyorlar.

 

Yine din deyince kimisi tasavvuf müziğini, kimisi târikat zikirlerini, kimisi dînî kitaplar ve araçların satılmasını, kimisi bir partiye üye olmayı ve oy vermeyi, kimisi modern batı kültürünü ve Allahsız zihniyeti benimsemeyi, kimisi modern-bilimi ve teknolojiyi sımsıkı tâkip edip onu ilahlaştırırcasına üstün görmeyi, kimisi liberâl sapkınlıkları, kimisi putperestliği vs. din olmayan her türlü şeyi anlıyor. Hiç kimse dînin sosyâl, kültürel, âilevî, ekonomik, hukûkî, kânûnî, askerî ve siyâsî yönlerinin de olduğunu hattâ İslâm’ın tüm bu alanlara hâkim olmak isteyen bir din olduğunu bilmiyor ve bunu düşünemiyor bile. İnsanlar Peygamberimiz’i de; sürekli elinde tespih ile zikir çeken, namaz kılan, etrâfa gülücükler dağıtan, mûcizeler gösterip duran, deveyle bir yerden bir yere giden, etrâfına nur paçacıkları saçarak gezen biri olarak hayâl ediyor. Bir keresinde yaşı ilerlemiş bir kadına, “Peygamberimiz devlet başkanı ve ordu kumandanıydı” denildiğinde kadın, “hadi canım, olur mu öyle şey” demişti. Çünkü “dînin bu alanlarla ne işi olur ki!” düşüncesi “müslümanım” diyenlerin çok büyük çoğunluğunun genel düşüncesidir. Oysa Peygamberimiz Medîne Site Devleti’nin devlet başkanı, ümmetin imamı ve İslâm ordusunun baş komutanıydı. Hayatla ilgili her konuyla ilgilenen ve bunları vahyin kânunları çerçevesinde düzenleyen birisiydi. Bir anayasa yapmıştı.

 

Çünkü İslâm ve Kur’ân, sâdece dört duvar arasında, özel mekânlarda ve zamanlarda okunup-okunup sevap biriktirilmesi ve kuru-kuruya bilgilenilmesi için değil, söylenenlerin bir hayat-düsturu yapılarak hayâtın her alanına hâkim kılınması için indirilmiştir. Zîrâ Allah, İslâm’ı tüm zamanlarda ve mekanlarda hayâtın her alanında hâkim kılmak ve aynen göklerdeki gibi bir düzeni Dünyâ’da da kurmak ister ve mü’minlere de bu görevi verir:

 

“Allah, dinden Nûh’a vasiyet ettiği (farz kıldığı), sana vahyettiğimiz, İbrâhim’e, Mûsâ’ya ve Îsâ’ya vasiyet ettiğimiz (farz kıldığımız) ‘Allah’ın dînini hayâta egemen kılın (ekîmûd dîn) ve bu konuda görüş ayrılığına düşmeyin’ direktifini sizin için bir ‘hayat düsturu’ olarak öngördü. Fakat kendilerini çağırdığın bu düstur Allah’a ortak koşanlara ağır geldi. Allah dilediğini kendisine seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir” (Şûrâ 13).

 

“Allah, içinizden îman edenlere ve sâlih amellerde bulunanlara vâdetmiştir: Hiç-şüphesiz onlardan öncekileri nasıl ‘güç ve iktidâr sâhibi’ kıldıysa, onları da yeryüzünde ‘güç ve iktidâr sâhibi’ kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca bana ibâdet ederler ve bana hiç-bir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkâr ederse, işte onlar fâsıktır” (Nûr 55).

 

Kur’ân’ı anlamak deyip duranların söylem ve eylemlerine bakıldığında, Kur’ân’ın apaçık söylediklerini değil de, daha ziyâde, kendi anlamak istedikleri şeyler için Kur’ân’ı okuyup araştırdıklarını görürsünüz. Aslında Kur’ân’da hevâ ve heveslerini arıyorlar, mevcut zaman ve mekânda sırıtmayacak, modernizmden eleştiri görmeyecek şekilde kabûl edebilecekleri bir yorumu arıyorlar ve bulamayınca da Kur’ân’a çeşitli işkenceler yaparak bulmak istediklerini Kur’ân’a zorla söyletiyorlar. Aslında ortaya çıkan sonuç çok absürd ve din ile hiç-bir alâkası olmayan hattâ dînin şirk, küfür, zulüm ve saçmalık olarak gördüğü için yıkmak istediği şeyler olmasına rağmen bunları “dînin özü” gibi göstermeye çalışıyorlar. Hiç-bir değeri ve kıymeti olmayan zırvalıkları modernizmin desteği ile yaygınlaştırmaya çalışıyorlar. Modern kâfirlik böyle oluyor işte. Neden böyledir?; çünkü bu kişiler Kur’ân’ı Kur’ân-merkezli olarak okumuyorlar, güzel örneklik (Ahzâb 21) olan Sünnet’i göz-ardı ediyorlar, modernizme meftûn ve râm oldukları için dîni din-düşmanları olan oryantâlist ajanlardan öğreniyorlar. Bu yüzden de bunlara aşırı atıfta bulunuyorlar ve yalakalık yapıyorlar.

 

Aslında dîne ve Kur’ân’a düşman ve gıcık oldukları için dînin özünü ve temelini sarsacak yorumlar ve açıklamalar yapabiliyorlar. Kur’ân üzerinde istedikleri gibi oynuyorlar, istedikleri âyetleri iptâl ve inkâr ediyorlarken istedikleri âyetleri de nesh edebiliyorlar. İslâm’ı mevcut zamâna, mekâna ve arâziye göre yorumluyor ve küresel seküler Allahsızlığa ve şerefsizliğe uydurmaya çalışıyorlar. Tabi uymayınca da uyduramadıkları âyetleri inkâr ve iptâl ediyorlar. Bunlar aslında -hâşâ- “Allah diye bir şey yok, din denilen şey uydurmadır, Kur’ân insan ürünüdür” demeye getiriyorlar ve Allah’ı, âhireti, vahyi, Kur’ân’ı, Peygamber’i ve dîni “olmasa da olur” şeyler olarak göstermeye çalışıyorlar. Çünkü dediğimiz gibi, bunlar Allah’a ve İslâm’a değil; batı’ya, insana, akla, modern-bilime, teknolojiye, felsefeye, şeytânî ideolojilere, nefislerine, yalakalık yaptıkları oryantâlist şerefsizlere ve göbeklerinden bağlı oldukları sisteme tapıyorlar.

 

Kur’ân hiç-bir yerde derinlemesine araştırma yapmayanları eleştirmez. Tam-aksine, derinlemesine araştırma yapanı eleştirdiği/kınadığı görülür:

 

“Çünkü o bir düşündü, ölçtü biçti. Kahrolası, nasıl ölçüp biçti. Sonra (yine) kahrolası nasıl ölçüp biçti. Sonra bir baktı. Sonra kaşlarını çattı ve yüzünü ekşitti. Sonra da sırt çevirdi ve büyüklük tasladı (istikbar). Böylece: ‘Bu, yalnızca aktarılarak öğrenilen bir büyüdür’ dedi. ‘Bu, bir beşer sözünden başkası değildir’ dedi” (Müddesir 18-25).

 

Görüldüğü gibi Arapların dil-dâhisi Velid bin Muğire, yaptığı dil-analizinden sonra aklı almıyor ve onun inkâr ediyor. Çünkü Kur’ân ilk önce zihinlere değil, kâlplere hitap eder. “Kâlpleri” olmayanların IQ’leri 200-250 olsa ne yazar ki?.

 

İslâm’ı ilme ve eğitime indirgeyenlerin en çok söz ettikleri şey “anlama sorunu”dur. Bu nedenle de anlama yoluna girerler ve ömürlerini anlamakla daha doğrusu anlayamamakla geçirirler. Aslında anlama konusunu da yanlış anlamışlardır. Yasin Aktay bu bağlamda şunları söyler:

 

“Kur’ân’ı anlamak Kur’ânî bir sorun mudur?. Kur’ân bizden kendisini bu anlamda kuşatmamızı, tüketmemizi, bütün anlam muhtevâsına nüfuz etmemizi, tâbiri câizse vahyedenin niyetlerini çözücü bir çaba mı beklemektedir?. Kur’ân’dan edindiğim izlenim bu anlamıyla Kur’ân’ı anlamak gibi bir yükümlülüğe sâhip olmamak bir-yana, öyle bir anlamaya da hiç-bir zaman ulaşamayacağımız yönündedir. Basit bir veri şudur: ‘Kur’ân’da insanların, Kur’ân’ı bu anlamıyla anlamaları gerektiğine dâir en ufak bir vurgu yoktur’ desem emînim çoğu kişi epey şaşıracaktır, belki de îtirâz edecektir. Türkçesi: ‘Kur’ân’ı Arapça olarak indirdik ki daha iyi anlayasınız’ diye yaygınlaşan âyetin veyâ genel olarak siyâkında ‘anlayasınız’ olduğu zannedilen âyet meâllerinin Arapça aslında ‘anlama’ değil de ‘düşünme’, ‘ibret alma’yla karşılanabilecek sözcüklerle geçmektedir. Bu ise, ayrıca Kur’ân’ın anlaşılmasına yönelik objektivist irâdenin zihnimizin derinliklerine kadar nasıl işlediğini örneklemesi açısından oldukça mânidârdır. Evet, Kur’ân’da Türkçe’nin bu tür çağrışımlarıyla birlikte sâhip olduğu ‘anlama’ sözcüğüne tekâbül eden hiç-bir sözcük yok. Örneğin bir ‘f h m’ kökünden gelen sözcük Kur’ân’da sâdece bir yerde geçmekte, (Enbiyâ 79 H.G.) o da  Kur’ân’ın anlaşılmasıyla ilgili bir mevzuda değil de, Hz. Süleyman’a anlaşılır kılınan bir meseleyle ilgilidir. Netîcede şunu söyleyebilmek için sanırım yeterince gerekçemiz var. Bizim Kur’ân’la ilişkimiz bu tür objektivist çağrışımlarıyla birlikte bir ‘anlama-anlaşılma’ ilişkisi değildir, belki bir öğüt alma, kulak verme, itaât etme, üzerinde düşünme ilişkisidir vs. Burada da sorunumuz bizim bir şeyi anlamaya kalkışırken kendi üzerimizde neler olup-bittiği konusundaki bilgiye insan olarak yeterince vâkıf olamayışımızdan kaynaklanıyor”.

 

Kur’ân’ı okuma çalışmaları gereklidir ve fayda verir, lâkin Kur’ân’ı amel-eylem merkezli idrâk etmek asıl hedefe ulaştırır. Çünkü Kur’ân salt bir “çalışma kitabı” değildir. Ahzâb Sûresi 21. âyette ifâde edilen “güzel örneklik” denilen Sünnet, vahyi idrâk etmenin sonucunda o idrâke göre en ideâl amelde-eylemde bulunmanın göstergesidir ki, bu amel-eylem şekli Allah kontrôlünde olduğu ve bir yanlışlık ve hatâ olduğunda Peygamberimiz’e hemen uyarılar yapıldığı ve yanlışlık düzeltildiği için en ideâl bir amel-eylem şekli olmuştur. Peygamber’in Sünnet’i, ilim ve eğitimden ziyâde, amel-eylem yönündedir. Esâsen Kur’ân’ın en iyi tefsiri ve te’vili amel-eylem hâlindeyken yapılabilir. Aksi-hâlde hem çelişkiler hem de ihtilaflar gırla gidecektir ki günümüzde durum bu hâle gelmiştir.

 

Aşırı okuma-anlama çalışmaları Kur’ân’ı hayâta taşımayı blôke ettiği için amele-eyleme geçmeyi erteliyor ve iptâl ediyor.

 

Herkes okuma-anlama çalışması yapıyor ama bir yaraya merhem olunduğu da görülmüyor. Bu okuma-anlama merkezinde yapılan çalışmalar başlayalı bêri, insanlar çok bilgili oldular ama îmanları, takvâları, haşyetleri ve amelleri azaldı. Çünkü aşırı okuma-anlama çalışmaları büyüyü bozdu-bozuyor, beyni-zihni aşırı öne çıkarıp, rûhu, kâlbi, vicdânı, merhâmeti, iyiliği, eleştiriyi, îtirâzı, isyânı ve dik duruşu geride bırakıyor-bıraktı. Müslümanlar kendilerini okuyorum-araştırıyorum-öğreniyorum diyerek kandırıyor. Aslında bir çöküşün olduğunu çünkü îman ve takvâlarının azaldığını çok net olarak görüyorlar ve biliyorlar.    

 

Çok net olarak; Kur’ân “okunsun, idrâk edilsin ve yaşansın” diye indirilmiştir. Zâten hem Dünyâ’da hem de âhirette iyiliğe ancak bu yolla ulaşılabilir. Aksi-hâlde ziyandan başkası yoktur:

 

“Asra andolsun!; gerçekten insan, ziyandadır. Ancak îman edip sâlih amellerde bulunanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka” (Asr Sûresi).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ağustos 2023

 

Devamını Oku »