4 Ağustos 2023 Cuma

Kur’ân’ı Anlamak ve Yaşamak


“Andolsun Biz Kur’ân’ı zikr (öğüt alıp düşünmek) için kolaylaştırdık. Fakat öğüt alıp-düşünen var mı?” (Kamer 17-22-32-40).

 

Tüm vahiylerde olduğu gibi Kur’ân vahyi de, dinlenildiğinde yada okunduğunda ne dediği ânında anlaşılabilecek olan ifâdeler içerir. Çünkü vahiy sâdece; üstün zekâlılara, allâmelere, filozoflara, dâhilere, bilginlere, belli seviyede bir eğitim almış olanlara, zeki insanlara vs. değil, hayatlarında bir kitap bile görmemiş, herhangi bir yazı okumamış ve okunan bir yazıyı yada kitabı dinlememiş insanların da bulunduğu bir topluma gelmiştir. Bu nedenle ne dediği çok açık bir şekilde indirilmiştir. Zâten Allah, mesajını “hemen idrâk edilebilsin de, o idrâk ile hareket edilsin ve yaşansın” diye göndermiştir.

 

Kur’ân’ı okumak ile anlamak ayrı-ayrı şeyler değildir. Kur’ân’ı okuduktan sonra “şimdi bir de anlayayım” diye bir çaba olamaz. Kur’ân okunduğu anda yada onu dile getiren birinden dinlenildiği anda hemen anlaşılan bir hitâp ve kitaptır. Zâten okumak ile anlamak aynı şeydir, yâni Kur’ân okunduğu anda ne dediği hemen anlaşılabilecek bir Kitap’tır. Çünkü Arapça konuşanlara apaçık bir Arapça hitâp ile gelmiştir. Tabi Kur’ân’ı bir de “idrâk etmek” vardır ki bunun için onu odaklanarak, dikkatli bir şekilde, ağır-ağır ve düşüne-düşüne okumak gerekir. Fakat buna anlama değil, “idrâk etmek ve kavramak” denir. Böylece Kur’ân kişide meleke hâline gelir ve Kur’ân o kişide ete-kemiğe bürünür:

 

“Ve Kur’ân’ı ağır-ağır, düşüne-düşüne oku” (Müzzemmil 4).

 

Kur’ân, insanlar boş zamanlarında okuyup üzerinde konuşsunlar, beyin fırtınaları yapsınlar, onu te’vil ve tefsir etsinler, onu çeşitli şekillerde açıklayacak yorumların ve onu derin araştırmaların konusu yapsınlar diye değil, bunlardan ziyâde, okuyup idrâk edip hem iç-âlemlerini hem de dış-âlemi vahiy-merkezli olarak değiştirsinler diye indirilmiştir-gönderilmiştir. Çünkü Allah’ın sözlerini yorumlamanın ve araştırmanın bir sonu yoktur:

 

“De ki: Rabbimin sözleri(ni yazmak) için deniz mürekkep olsa ve yardım için bir benzerini (bir o kadarını) dahi getirsek, Rabbimin sözleri tükenmeden önce, elbette deniz tükeniverirdi. De ki: Şüphesiz ben, ancak sizin benzeriniz olan bir beşerim; yalnızca bana sizin ilâhınızın tek bir ilâh olduğu vahyolunuyor. Kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, artık sâlih bir amelde bulunsun ve Rabbine ibâdette hiç kimseyi ortak tutmasın” (Kehf 109-110).

 

Kur’ân bir ansiklopedi yada felsefe kitabı değildir ki ha-bire üstünde akıl yürütülsün ve değişik düşüncelerin nesnesi yapılsın. Böyle bir tavır ancak, yenilmiş, ezilmiş, hayattan kopmuş kompleks sâhibi kişiler ve toplumlar arasında olur. Kur’ân’ı okuma-araştırma-anlama çalışmaları bir noktadan sonra amel-eyleme dönmüyorsa ve hayâta aktarılmıyorsa, yapılan o şey artık “din” olmuş oluyor. Böylece “din” deyince insanlar sâdece din ile ilgili bilgilenmeyi anlıyorlar. Dînî bilgiye en çok sâhip olanları en koyu dindar ve en takvâlı insanlar olarak görmeye başlıyorlar.

 

Yine din deyince kimisi tasavvuf müziğini, kimisi târikat zikirlerini, kimisi dînî kitaplar ve araçların satılmasını, kimisi bir partiye üye olmayı ve oy vermeyi, kimisi modern batı kültürünü ve Allahsız zihniyeti benimsemeyi, kimisi modern-bilimi ve teknolojiyi sımsıkı tâkip edip onu ilahlaştırırcasına üstün görmeyi, kimisi liberâl sapkınlıkları, kimisi putperestliği vs. din olmayan her türlü şeyi anlıyor. Hiç kimse dînin sosyâl, kültürel, âilevî, ekonomik, hukûkî, kânûnî, askerî ve siyâsî yönlerinin de olduğunu hattâ İslâm’ın tüm bu alanlara hâkim olmak isteyen bir din olduğunu bilmiyor ve bunu düşünemiyor bile. İnsanlar Peygamberimiz’i de; sürekli elinde tespih ile zikir çeken, namaz kılan, etrâfa gülücükler dağıtan, mûcizeler gösterip duran, deveyle bir yerden bir yere giden, etrâfına nur paçacıkları saçarak gezen biri olarak hayâl ediyor. Bir keresinde yaşı ilerlemiş bir kadına, “Peygamberimiz devlet başkanı ve ordu kumandanıydı” denildiğinde kadın, “hadi canım, olur mu öyle şey” demişti. Çünkü “dînin bu alanlarla ne işi olur ki!” düşüncesi “müslümanım” diyenlerin çok büyük çoğunluğunun genel düşüncesidir. Oysa Peygamberimiz Medîne Site Devleti’nin devlet başkanı, ümmetin imamı ve İslâm ordusunun baş komutanıydı. Hayatla ilgili her konuyla ilgilenen ve bunları vahyin kânunları çerçevesinde düzenleyen birisiydi. Bir anayasa yapmıştı.

 

Çünkü İslâm ve Kur’ân, sâdece dört duvar arasında, özel mekânlarda ve zamanlarda okunup-okunup sevap biriktirilmesi ve kuru-kuruya bilgilenilmesi için değil, söylenenlerin bir hayat-düsturu yapılarak hayâtın her alanına hâkim kılınması için indirilmiştir. Zîrâ Allah, İslâm’ı tüm zamanlarda ve mekanlarda hayâtın her alanında hâkim kılmak ve aynen göklerdeki gibi bir düzeni Dünyâ’da da kurmak ister ve mü’minlere de bu görevi verir:

 

“Allah, dinden Nûh’a vasiyet ettiği (farz kıldığı), sana vahyettiğimiz, İbrâhim’e, Mûsâ’ya ve Îsâ’ya vasiyet ettiğimiz (farz kıldığımız) ‘Allah’ın dînini hayâta egemen kılın (ekîmûd dîn) ve bu konuda görüş ayrılığına düşmeyin’ direktifini sizin için bir ‘hayat düsturu’ olarak öngördü. Fakat kendilerini çağırdığın bu düstur Allah’a ortak koşanlara ağır geldi. Allah dilediğini kendisine seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir” (Şûrâ 13).

 

“Allah, içinizden îman edenlere ve sâlih amellerde bulunanlara vâdetmiştir: Hiç-şüphesiz onlardan öncekileri nasıl ‘güç ve iktidâr sâhibi’ kıldıysa, onları da yeryüzünde ‘güç ve iktidâr sâhibi’ kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca bana ibâdet ederler ve bana hiç-bir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkâr ederse, işte onlar fâsıktır” (Nûr 55).

 

Kur’ân’ı anlamak deyip duranların söylem ve eylemlerine bakıldığında, Kur’ân’ın apaçık söylediklerini değil de, daha ziyâde, kendi anlamak istedikleri şeyler için Kur’ân’ı okuyup araştırdıklarını görürsünüz. Aslında Kur’ân’da hevâ ve heveslerini arıyorlar, mevcut zaman ve mekânda sırıtmayacak, modernizmden eleştiri görmeyecek şekilde kabûl edebilecekleri bir yorumu arıyorlar ve bulamayınca da Kur’ân’a çeşitli işkenceler yaparak bulmak istediklerini Kur’ân’a zorla söyletiyorlar. Aslında ortaya çıkan sonuç çok absürd ve din ile hiç-bir alâkası olmayan hattâ dînin şirk, küfür, zulüm ve saçmalık olarak gördüğü için yıkmak istediği şeyler olmasına rağmen bunları “dînin özü” gibi göstermeye çalışıyorlar. Hiç-bir değeri ve kıymeti olmayan zırvalıkları modernizmin desteği ile yaygınlaştırmaya çalışıyorlar. Modern kâfirlik böyle oluyor işte. Neden böyledir?; çünkü bu kişiler Kur’ân’ı Kur’ân-merkezli olarak okumuyorlar, güzel örneklik (Ahzâb 21) olan Sünnet’i göz-ardı ediyorlar, modernizme meftûn ve râm oldukları için dîni din-düşmanları olan oryantâlist ajanlardan öğreniyorlar. Bu yüzden de bunlara aşırı atıfta bulunuyorlar ve yalakalık yapıyorlar.

 

Aslında dîne ve Kur’ân’a düşman ve gıcık oldukları için dînin özünü ve temelini sarsacak yorumlar ve açıklamalar yapabiliyorlar. Kur’ân üzerinde istedikleri gibi oynuyorlar, istedikleri âyetleri iptâl ve inkâr ediyorlarken istedikleri âyetleri de nesh edebiliyorlar. İslâm’ı mevcut zamâna, mekâna ve arâziye göre yorumluyor ve küresel seküler Allahsızlığa ve şerefsizliğe uydurmaya çalışıyorlar. Tabi uymayınca da uyduramadıkları âyetleri inkâr ve iptâl ediyorlar. Bunlar aslında -hâşâ- “Allah diye bir şey yok, din denilen şey uydurmadır, Kur’ân insan ürünüdür” demeye getiriyorlar ve Allah’ı, âhireti, vahyi, Kur’ân’ı, Peygamber’i ve dîni “olmasa da olur” şeyler olarak göstermeye çalışıyorlar. Çünkü dediğimiz gibi, bunlar Allah’a ve İslâm’a değil; batı’ya, insana, akla, modern-bilime, teknolojiye, felsefeye, şeytânî ideolojilere, nefislerine, yalakalık yaptıkları oryantâlist şerefsizlere ve göbeklerinden bağlı oldukları sisteme tapıyorlar.

 

Kur’ân hiç-bir yerde derinlemesine araştırma yapmayanları eleştirmez. Tam-aksine, derinlemesine araştırma yapanı eleştirdiği/kınadığı görülür:

 

“Çünkü o bir düşündü, ölçtü biçti. Kahrolası, nasıl ölçüp biçti. Sonra (yine) kahrolası nasıl ölçüp biçti. Sonra bir baktı. Sonra kaşlarını çattı ve yüzünü ekşitti. Sonra da sırt çevirdi ve büyüklük tasladı (istikbar). Böylece: ‘Bu, yalnızca aktarılarak öğrenilen bir büyüdür’ dedi. ‘Bu, bir beşer sözünden başkası değildir’ dedi” (Müddesir 18-25).

 

Görüldüğü gibi Arapların dil-dâhisi Velid bin Muğire, yaptığı dil-analizinden sonra aklı almıyor ve onun inkâr ediyor. Çünkü Kur’ân ilk önce zihinlere değil, kâlplere hitap eder. “Kâlpleri” olmayanların IQ’leri 200-250 olsa ne yazar ki?.

 

İslâm’ı ilme ve eğitime indirgeyenlerin en çok söz ettikleri şey “anlama sorunu”dur. Bu nedenle de anlama yoluna girerler ve ömürlerini anlamakla daha doğrusu anlayamamakla geçirirler. Aslında anlama konusunu da yanlış anlamışlardır. Yasin Aktay bu bağlamda şunları söyler:

 

“Kur’ân’ı anlamak Kur’ânî bir sorun mudur?. Kur’ân bizden kendisini bu anlamda kuşatmamızı, tüketmemizi, bütün anlam muhtevâsına nüfuz etmemizi, tâbiri câizse vahyedenin niyetlerini çözücü bir çaba mı beklemektedir?. Kur’ân’dan edindiğim izlenim bu anlamıyla Kur’ân’ı anlamak gibi bir yükümlülüğe sâhip olmamak bir-yana, öyle bir anlamaya da hiç-bir zaman ulaşamayacağımız yönündedir. Basit bir veri şudur: ‘Kur’ân’da insanların, Kur’ân’ı bu anlamıyla anlamaları gerektiğine dâir en ufak bir vurgu yoktur’ desem emînim çoğu kişi epey şaşıracaktır, belki de îtirâz edecektir. Türkçesi: ‘Kur’ân’ı Arapça olarak indirdik ki daha iyi anlayasınız’ diye yaygınlaşan âyetin veyâ genel olarak siyâkında ‘anlayasınız’ olduğu zannedilen âyet meâllerinin Arapça aslında ‘anlama’ değil de ‘düşünme’, ‘ibret alma’yla karşılanabilecek sözcüklerle geçmektedir. Bu ise, ayrıca Kur’ân’ın anlaşılmasına yönelik objektivist irâdenin zihnimizin derinliklerine kadar nasıl işlediğini örneklemesi açısından oldukça mânidârdır. Evet, Kur’ân’da Türkçe’nin bu tür çağrışımlarıyla birlikte sâhip olduğu ‘anlama’ sözcüğüne tekâbül eden hiç-bir sözcük yok. Örneğin bir ‘f h m’ kökünden gelen sözcük Kur’ân’da sâdece bir yerde geçmekte, (Enbiyâ 79 H.G.) o da  Kur’ân’ın anlaşılmasıyla ilgili bir mevzuda değil de, Hz. Süleyman’a anlaşılır kılınan bir meseleyle ilgilidir. Netîcede şunu söyleyebilmek için sanırım yeterince gerekçemiz var. Bizim Kur’ân’la ilişkimiz bu tür objektivist çağrışımlarıyla birlikte bir ‘anlama-anlaşılma’ ilişkisi değildir, belki bir öğüt alma, kulak verme, itaât etme, üzerinde düşünme ilişkisidir vs. Burada da sorunumuz bizim bir şeyi anlamaya kalkışırken kendi üzerimizde neler olup-bittiği konusundaki bilgiye insan olarak yeterince vâkıf olamayışımızdan kaynaklanıyor”.

 

Kur’ân’ı okuma çalışmaları gereklidir ve fayda verir, lâkin Kur’ân’ı amel-eylem merkezli idrâk etmek asıl hedefe ulaştırır. Çünkü Kur’ân salt bir “çalışma kitabı” değildir. Ahzâb Sûresi 21. âyette ifâde edilen “güzel örneklik” denilen Sünnet, vahyi idrâk etmenin sonucunda o idrâke göre en ideâl amelde-eylemde bulunmanın göstergesidir ki, bu amel-eylem şekli Allah kontrôlünde olduğu ve bir yanlışlık ve hatâ olduğunda Peygamberimiz’e hemen uyarılar yapıldığı ve yanlışlık düzeltildiği için en ideâl bir amel-eylem şekli olmuştur. Peygamber’in Sünnet’i, ilim ve eğitimden ziyâde, amel-eylem yönündedir. Esâsen Kur’ân’ın en iyi tefsiri ve te’vili amel-eylem hâlindeyken yapılabilir. Aksi-hâlde hem çelişkiler hem de ihtilaflar gırla gidecektir ki günümüzde durum bu hâle gelmiştir.

 

Aşırı okuma-anlama çalışmaları Kur’ân’ı hayâta taşımayı blôke ettiği için amele-eyleme geçmeyi erteliyor ve iptâl ediyor.

 

Herkes okuma-anlama çalışması yapıyor ama bir yaraya merhem olunduğu da görülmüyor. Bu okuma-anlama merkezinde yapılan çalışmalar başlayalı bêri, insanlar çok bilgili oldular ama îmanları, takvâları, haşyetleri ve amelleri azaldı. Çünkü aşırı okuma-anlama çalışmaları büyüyü bozdu-bozuyor, beyni-zihni aşırı öne çıkarıp, rûhu, kâlbi, vicdânı, merhâmeti, iyiliği, eleştiriyi, îtirâzı, isyânı ve dik duruşu geride bırakıyor-bıraktı. Müslümanlar kendilerini okuyorum-araştırıyorum-öğreniyorum diyerek kandırıyor. Aslında bir çöküşün olduğunu çünkü îman ve takvâlarının azaldığını çok net olarak görüyorlar ve biliyorlar.    

 

Çok net olarak; Kur’ân “okunsun, idrâk edilsin ve yaşansın” diye indirilmiştir. Zâten hem Dünyâ’da hem de âhirette iyiliğe ancak bu yolla ulaşılabilir. Aksi-hâlde ziyandan başkası yoktur:

 

“Asra andolsun!; gerçekten insan, ziyandadır. Ancak îman edip sâlih amellerde bulunanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka” (Asr Sûresi).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ağustos 2023

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder