“Andolsun Biz Kur’ân’ı
zikr (öğüt alıp düşünmek) için kolaylaştırdık. Fakat öğüt alıp-düşünen var mı?” (Kamer 17-22-32-40).
Tüm vahiylerde olduğu gibi
Kur’ân vahyi de, dinlenildiğinde yada okunduğunda ne dediği ânında anlaşılabilecek
olan ifâdeler içerir. Çünkü vahiy sâdece; üstün zekâlılara, allâmelere,
filozoflara, dâhilere, bilginlere, belli seviyede bir eğitim almış olanlara, zeki
insanlara vs. değil, hayatlarında bir kitap bile görmemiş, herhangi bir yazı
okumamış ve okunan bir yazıyı yada kitabı dinlememiş insanların da bulunduğu bir
topluma gelmiştir. Bu nedenle ne dediği çok açık bir şekilde indirilmiştir. Zâten
Allah, mesajını “hemen idrâk edilebilsin de, o idrâk ile hareket edilsin ve
yaşansın” diye göndermiştir.
Kur’ân’ı okumak ile anlamak
ayrı-ayrı şeyler değildir. Kur’ân’ı okuduktan sonra “şimdi bir de anlayayım” diye
bir çaba olamaz. Kur’ân okunduğu anda yada onu dile getiren birinden
dinlenildiği anda hemen anlaşılan bir hitâp ve kitaptır. Zâten okumak ile
anlamak aynı şeydir, yâni Kur’ân okunduğu anda ne dediği hemen anlaşılabilecek
bir Kitap’tır. Çünkü Arapça konuşanlara apaçık bir Arapça hitâp ile gelmiştir. Tabi
Kur’ân’ı bir de “idrâk etmek” vardır ki bunun için onu odaklanarak, dikkatli
bir şekilde, ağır-ağır ve düşüne-düşüne okumak gerekir. Fakat buna anlama
değil, “idrâk etmek ve kavramak” denir. Böylece Kur’ân kişide meleke hâline
gelir ve Kur’ân o kişide ete-kemiğe bürünür:
“Ve Kur’ân’ı ağır-ağır,
düşüne-düşüne oku” (Müzzemmil 4).
Kur’ân, insanlar boş zamanlarında
okuyup üzerinde konuşsunlar, beyin fırtınaları yapsınlar, onu te’vil ve tefsir
etsinler, onu çeşitli şekillerde açıklayacak yorumların ve onu derin
araştırmaların konusu yapsınlar diye değil, bunlardan ziyâde, okuyup idrâk edip
hem iç-âlemlerini hem de dış-âlemi vahiy-merkezli olarak değiştirsinler diye
indirilmiştir-gönderilmiştir. Çünkü Allah’ın sözlerini yorumlamanın ve
araştırmanın bir sonu yoktur:
“De ki: Rabbimin
sözleri(ni yazmak) için deniz mürekkep olsa ve yardım için bir benzerini (bir o
kadarını) dahi getirsek, Rabbimin sözleri tükenmeden önce, elbette deniz
tükeniverirdi. De ki: Şüphesiz ben, ancak sizin benzeriniz olan bir beşerim;
yalnızca bana sizin ilâhınızın tek bir ilâh olduğu vahyolunuyor. Kim Rabbine
kavuşmayı umuyorsa, artık sâlih bir amelde bulunsun ve Rabbine ibâdette hiç
kimseyi ortak tutmasın” (Kehf
109-110).
Kur’ân bir ansiklopedi yada
felsefe kitabı değildir ki ha-bire üstünde akıl yürütülsün ve değişik düşüncelerin
nesnesi yapılsın. Böyle bir tavır ancak, yenilmiş, ezilmiş, hayattan kopmuş kompleks
sâhibi kişiler ve toplumlar arasında olur. Kur’ân’ı okuma-araştırma-anlama
çalışmaları bir noktadan sonra amel-eyleme dönmüyorsa ve hayâta aktarılmıyorsa,
yapılan o şey artık “din” olmuş oluyor. Böylece “din” deyince insanlar sâdece
din ile ilgili bilgilenmeyi anlıyorlar. Dînî bilgiye en çok sâhip olanları en
koyu dindar ve en takvâlı insanlar olarak görmeye başlıyorlar.
Yine din deyince kimisi
tasavvuf müziğini, kimisi târikat zikirlerini, kimisi dînî kitaplar ve
araçların satılmasını, kimisi bir partiye üye olmayı ve oy vermeyi, kimisi
modern batı kültürünü ve Allahsız zihniyeti benimsemeyi, kimisi modern-bilimi
ve teknolojiyi sımsıkı tâkip edip onu ilahlaştırırcasına üstün görmeyi, kimisi
liberâl sapkınlıkları, kimisi putperestliği vs. din olmayan her türlü şeyi
anlıyor. Hiç kimse dînin sosyâl, kültürel, âilevî, ekonomik, hukûkî, kânûnî,
askerî ve siyâsî yönlerinin de olduğunu hattâ İslâm’ın tüm bu alanlara hâkim
olmak isteyen bir din olduğunu bilmiyor ve bunu düşünemiyor bile. İnsanlar
Peygamberimiz’i de; sürekli elinde tespih ile zikir çeken, namaz kılan, etrâfa
gülücükler dağıtan, mûcizeler gösterip duran, deveyle bir yerden bir yere giden,
etrâfına nur paçacıkları saçarak gezen biri olarak hayâl ediyor. Bir keresinde
yaşı ilerlemiş bir kadına, “Peygamberimiz devlet başkanı ve ordu kumandanıydı”
denildiğinde kadın, “hadi canım, olur mu öyle şey” demişti. Çünkü “dînin bu
alanlarla ne işi olur ki!” düşüncesi “müslümanım” diyenlerin çok büyük
çoğunluğunun genel düşüncesidir. Oysa Peygamberimiz Medîne Site Devleti’nin devlet
başkanı, ümmetin imamı ve İslâm ordusunun baş komutanıydı. Hayatla ilgili her
konuyla ilgilenen ve bunları vahyin kânunları çerçevesinde düzenleyen
birisiydi. Bir anayasa yapmıştı.
Çünkü İslâm ve Kur’ân, sâdece
dört duvar arasında, özel mekânlarda ve zamanlarda okunup-okunup sevap
biriktirilmesi ve kuru-kuruya bilgilenilmesi için değil, söylenenlerin bir
hayat-düsturu yapılarak hayâtın her alanına hâkim kılınması için indirilmiştir.
Zîrâ Allah, İslâm’ı tüm zamanlarda ve mekanlarda hayâtın her alanında hâkim
kılmak ve aynen göklerdeki gibi bir düzeni Dünyâ’da da kurmak ister ve mü’minlere
de bu görevi verir:
“Allah, dinden Nûh’a vasiyet
ettiği (farz kıldığı), sana vahyettiğimiz, İbrâhim’e, Mûsâ’ya ve Îsâ’ya vasiyet
ettiğimiz (farz kıldığımız) ‘Allah’ın dînini hayâta egemen kılın (ekîmûd dîn) ve bu konuda görüş ayrılığına
düşmeyin’ direktifini sizin için bir ‘hayat düsturu’ olarak öngördü. Fakat
kendilerini çağırdığın bu düstur Allah’a ortak koşanlara ağır geldi. Allah
dilediğini kendisine seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir” (Şûrâ 13).
“Allah, içinizden îman
edenlere ve sâlih amellerde bulunanlara vâdetmiştir: Hiç-şüphesiz onlardan
öncekileri nasıl ‘güç ve iktidâr sâhibi’ kıldıysa, onları da yeryüzünde ‘güç ve
iktidâr sâhibi’ kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine
yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe
çevirecektir. Onlar, yalnızca bana ibâdet ederler ve bana hiç-bir şeyi ortak
koşmazlar. Kim bundan sonra inkâr ederse, işte onlar fâsıktır” (Nûr 55).
Kur’ân’ı anlamak deyip duranların
söylem ve eylemlerine bakıldığında, Kur’ân’ın apaçık söylediklerini değil de,
daha ziyâde, kendi anlamak istedikleri şeyler için Kur’ân’ı okuyup
araştırdıklarını görürsünüz. Aslında Kur’ân’da hevâ ve heveslerini arıyorlar, mevcut
zaman ve mekânda sırıtmayacak, modernizmden eleştiri görmeyecek şekilde kabûl
edebilecekleri bir yorumu arıyorlar ve bulamayınca da Kur’ân’a çeşitli
işkenceler yaparak bulmak istediklerini Kur’ân’a zorla söyletiyorlar. Aslında
ortaya çıkan sonuç çok absürd ve din ile hiç-bir alâkası olmayan hattâ dînin şirk,
küfür, zulüm ve saçmalık olarak gördüğü için yıkmak istediği şeyler olmasına
rağmen bunları “dînin özü” gibi göstermeye çalışıyorlar. Hiç-bir değeri ve
kıymeti olmayan zırvalıkları modernizmin desteği ile yaygınlaştırmaya
çalışıyorlar. Modern kâfirlik böyle oluyor işte. Neden böyledir?; çünkü bu
kişiler Kur’ân’ı Kur’ân-merkezli olarak okumuyorlar, güzel örneklik (Ahzâb 21)
olan Sünnet’i göz-ardı ediyorlar, modernizme meftûn ve râm oldukları için dîni
din-düşmanları olan oryantâlist ajanlardan öğreniyorlar. Bu yüzden de bunlara
aşırı atıfta bulunuyorlar ve yalakalık yapıyorlar.
Aslında dîne ve Kur’ân’a
düşman ve gıcık oldukları için dînin özünü ve temelini sarsacak yorumlar ve
açıklamalar yapabiliyorlar. Kur’ân üzerinde istedikleri gibi oynuyorlar,
istedikleri âyetleri iptâl ve inkâr ediyorlarken istedikleri âyetleri de nesh
edebiliyorlar. İslâm’ı mevcut zamâna, mekâna ve arâziye göre yorumluyor ve
küresel seküler Allahsızlığa ve şerefsizliğe uydurmaya çalışıyorlar. Tabi
uymayınca da uyduramadıkları âyetleri inkâr ve iptâl ediyorlar. Bunlar aslında -hâşâ-
“Allah diye bir şey yok, din denilen şey uydurmadır, Kur’ân insan ürünüdür”
demeye getiriyorlar ve Allah’ı, âhireti, vahyi, Kur’ân’ı, Peygamber’i ve dîni
“olmasa da olur” şeyler olarak göstermeye çalışıyorlar. Çünkü dediğimiz gibi,
bunlar Allah’a ve İslâm’a değil; batı’ya, insana, akla, modern-bilime,
teknolojiye, felsefeye, şeytânî ideolojilere, nefislerine, yalakalık yaptıkları
oryantâlist şerefsizlere ve göbeklerinden bağlı oldukları sisteme tapıyorlar.
Kur’ân hiç-bir yerde
derinlemesine araştırma yapmayanları eleştirmez. Tam-aksine, derinlemesine
araştırma yapanı eleştirdiği/kınadığı görülür:
“Çünkü o bir düşündü,
ölçtü biçti. Kahrolası, nasıl ölçüp biçti. Sonra (yine) kahrolası nasıl ölçüp
biçti. Sonra bir baktı. Sonra kaşlarını çattı ve yüzünü ekşitti. Sonra da sırt
çevirdi ve büyüklük tasladı (istikbar). Böylece: ‘Bu, yalnızca aktarılarak
öğrenilen bir büyüdür’ dedi. ‘Bu, bir beşer sözünden başkası değildir’ dedi” (Müddesir 18-25).
Görüldüğü gibi Arapların
dil-dâhisi Velid bin Muğire, yaptığı dil-analizinden sonra aklı almıyor ve onun
inkâr ediyor. Çünkü Kur’ân ilk önce zihinlere değil, kâlplere hitap eder. “Kâlpleri”
olmayanların IQ’leri 200-250 olsa ne yazar ki?.
İslâm’ı ilme ve eğitime
indirgeyenlerin en çok söz ettikleri şey “anlama sorunu”dur. Bu nedenle de
anlama yoluna girerler ve ömürlerini anlamakla daha doğrusu anlayamamakla
geçirirler. Aslında anlama konusunu da yanlış anlamışlardır. Yasin Aktay bu
bağlamda şunları söyler:
“Kur’ân’ı
anlamak Kur’ânî bir sorun mudur?. Kur’ân bizden kendisini bu anlamda
kuşatmamızı, tüketmemizi, bütün anlam muhtevâsına nüfuz etmemizi, tâbiri câizse
vahyedenin niyetlerini çözücü bir çaba mı beklemektedir?. Kur’ân’dan edindiğim
izlenim bu anlamıyla Kur’ân’ı anlamak gibi bir yükümlülüğe sâhip olmamak
bir-yana, öyle bir anlamaya da hiç-bir zaman ulaşamayacağımız yönündedir. Basit
bir veri şudur: ‘Kur’ân’da insanların, Kur’ân’ı bu anlamıyla anlamaları
gerektiğine dâir en ufak bir vurgu yoktur’ desem emînim çoğu kişi epey
şaşıracaktır, belki de îtirâz edecektir. Türkçesi: ‘Kur’ân’ı Arapça olarak
indirdik ki daha iyi anlayasınız’ diye yaygınlaşan âyetin veyâ genel olarak
siyâkında ‘anlayasınız’ olduğu zannedilen âyet meâllerinin Arapça aslında
‘anlama’ değil de ‘düşünme’, ‘ibret alma’yla karşılanabilecek sözcüklerle
geçmektedir. Bu ise, ayrıca Kur’ân’ın anlaşılmasına yönelik objektivist
irâdenin zihnimizin derinliklerine kadar nasıl işlediğini örneklemesi açısından
oldukça mânidârdır. Evet, Kur’ân’da Türkçe’nin bu tür çağrışımlarıyla birlikte
sâhip olduğu ‘anlama’ sözcüğüne tekâbül eden hiç-bir sözcük yok. Örneğin bir ‘f
h m’ kökünden gelen sözcük Kur’ân’da sâdece bir yerde geçmekte, (Enbiyâ 79
H.G.) o da Kur’ân’ın anlaşılmasıyla
ilgili bir mevzuda değil de, Hz. Süleyman’a anlaşılır kılınan bir meseleyle
ilgilidir. Netîcede şunu söyleyebilmek için sanırım yeterince gerekçemiz var.
Bizim Kur’ân’la ilişkimiz bu tür objektivist çağrışımlarıyla birlikte bir
‘anlama-anlaşılma’ ilişkisi değildir, belki bir öğüt alma, kulak verme, itaât
etme, üzerinde düşünme ilişkisidir vs. Burada da sorunumuz bizim bir şeyi
anlamaya kalkışırken kendi üzerimizde neler olup-bittiği konusundaki bilgiye
insan olarak yeterince vâkıf olamayışımızdan kaynaklanıyor”.
Kur’ân’ı okuma çalışmaları
gereklidir ve fayda verir, lâkin Kur’ân’ı amel-eylem merkezli idrâk etmek asıl
hedefe ulaştırır. Çünkü Kur’ân salt bir “çalışma kitabı” değildir. Ahzâb Sûresi
21. âyette ifâde edilen “güzel örneklik” denilen Sünnet, vahyi idrâk etmenin
sonucunda o idrâke göre en ideâl amelde-eylemde bulunmanın göstergesidir ki, bu
amel-eylem şekli Allah kontrôlünde olduğu ve bir yanlışlık ve hatâ olduğunda
Peygamberimiz’e hemen uyarılar yapıldığı ve yanlışlık düzeltildiği için en
ideâl bir amel-eylem şekli olmuştur. Peygamber’in Sünnet’i, ilim ve eğitimden
ziyâde, amel-eylem yönündedir. Esâsen Kur’ân’ın en iyi tefsiri ve te’vili
amel-eylem hâlindeyken yapılabilir. Aksi-hâlde hem çelişkiler hem de ihtilaflar
gırla gidecektir ki günümüzde durum bu hâle gelmiştir.
Aşırı okuma-anlama
çalışmaları Kur’ân’ı hayâta taşımayı blôke ettiği için amele-eyleme geçmeyi
erteliyor ve iptâl ediyor.
Herkes okuma-anlama
çalışması yapıyor ama bir yaraya merhem olunduğu da görülmüyor. Bu okuma-anlama
merkezinde yapılan çalışmalar başlayalı bêri, insanlar çok bilgili oldular ama îmanları,
takvâları, haşyetleri ve amelleri azaldı. Çünkü aşırı okuma-anlama çalışmaları
büyüyü bozdu-bozuyor, beyni-zihni aşırı öne çıkarıp, rûhu, kâlbi, vicdânı,
merhâmeti, iyiliği, eleştiriyi, îtirâzı, isyânı ve dik duruşu geride
bırakıyor-bıraktı. Müslümanlar kendilerini okuyorum-araştırıyorum-öğreniyorum
diyerek kandırıyor. Aslında bir çöküşün olduğunu çünkü îman ve takvâlarının
azaldığını çok net olarak görüyorlar ve biliyorlar.
Çok net olarak; Kur’ân “okunsun,
idrâk edilsin ve yaşansın” diye indirilmiştir. Zâten hem Dünyâ’da hem de âhirette
iyiliğe ancak bu yolla ulaşılabilir. Aksi-hâlde ziyandan başkası yoktur:
“Asra andolsun!;
gerçekten insan, ziyandadır. Ancak îman edip sâlih amellerde bulunanlar,
birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka”
(Asr Sûresi).
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Ağustos 2023
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder