26 Eylül 2023 Salı

Kâlp, Akıl Yada Akleden Kâlp

 

“Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı, böylece onların kendisiyle akledebilecek kâlpleri ve işitebilecek kulakları olsun?” (Hacc 46).

 

“Ki onlar, sözü işitirler ve en güzeline uyarlar. İşte onlar, Allah’ın kendilerini hidâyete erdirdiği kimselerdir ve onlar, temiz akıl-sâhipleridir” (Zümer 18).

 

Dünyâ’nın, göklerdeki gibi muhteşem bir düzene, nizâma ve döngüye kavuşabilmesi için insanlarda bulunan iki şeyin birlikte devreye girmesi ve her-şeyin bu iki şeye göre işletilmesi gerekir: Kâlp ve akıl. Ne akıl ne de kâlp tek-başına yetmez ve işin altından kalkamaz. Çünkü kâlp tek-başına kaldığında ve akıl devre-dışı bırakıldığında dış-dünyâ karanlıkta kalırken, -günümüzde olduğu gibi- akıl tek-başına kalınca ve kâlp devre-dışı bırakıldığında iç-âlemler karanlıkta kalır. Çünkü insan iki-yönlü bir varlıktır ve bir rûha, kâlbe ve akla-zihne sâhiptir. İkisinden birinin yokluğu bir tarafı karanlıkta bırakmakta ve körlükler ve zorluklar ortaya çıkarmaktadır. Gerçi kanımca kâlp iki dünyâya birden dönük olduğu için bir tık daha üstte ve ileride olmalıdır, böylece iki âlem de garantiye alınmaya çalışılmalıdır.

 

Aklın ve kâlbin bir-arada olmasına Kur’ân “akleden kâlp” der. Zâten bunu söyleyen başka da bir din ve yol yoktur. Kur’ân “akleden kâlp” derken, dikkat ederseniz akletmeyi kâlbe vermektedir. Çünkü aslında “akıl” diye bir şey yoktur, “akletmek” ve “akıl yürütmek” vardır. Vücûdumuzda bir yerlerde, kendisine “akıl” diyebileceğimiz bir cevher ve maddî bir şey yoktur. İnsanda, rûhtan yada bilinçten kaynaklanan “akıl yürütme yeteneği” vardır. Çünkü insan tek-boyutlu bir varlık değildir ve onun bedenden başka bir de kâlbî ve rûhî yönü vardır ki insanı “insan” yapan taraf budur.

 

Kur’ân akletmenin -seküler akılda olduğu gibi-, beyin, zihin, mantık, matematik vs. ile değil, kâlp ile yapılmasından bahseder. Çünkü akıl ancak kâlp-merkezli akleden kâlp ile, Allah adına ve vahiy-merkezli olarak işletildiğinde ve kullanıldığında doğru yolu bulur ve tüm herkes için yararlı ve iyi şeyler ortaya koyabilir. Aksi-hâlde işe şeytan, nefs ve tâğutlar karışır ve akıl şeytanlaşıp zekâ ile birleştirilerek kurnazlığın adı olur. Kâlp, vahyin indiği yerdir ve rûhu besler. Akleden kâlp her dâim Allah’a dönüktür. Fakat burada dikkat edilmesi gereken şey, kâlbin “kâlb-i selîm olmasıdır. Selîm ismi; “kusuru olmayan, sağlam, doğru olan, tehlikesiz, zararsız, kurtulmuş, samîmî, sâkin, temiz” anlamlarına gelir. Bu nedenle Kur’ân’da ve İslâm’da “kâlb-i selîm ve akl-ı selîm ifâdeleri vardır ki aslında birbirlerine yakın mânâları vardır. Kâlb-i selîm olunca akl-ı selîm de olunur. Aksi-hâlde akıl, selîm olmayan bir yola girer ve nice çirkefliklere neden olur ki insanlık-târihi bunun acı örnekleriyle doludur:

 

“Ancak Allah’a selîm bir kâlp ile gelenler başka”. (İllâ men eta(A)llâhe bikâlbin selîm) (Şuârâ 89).

 

“Hani o, Rabbine arınmış (selîm) bir kâlp ile gelmişti”. (İż câe rabbehu bikâlbin selîm) (Saffât 84).

 

“Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün ard-arda gelişinde temiz akıl-sâhipleri (akl-ı selîm olanlar) için gerçekten âyetler vardır” (Âl-i İmran 190).

 

Aklın selîm olması yâni dosdoğru çalışabilmesi için kâlbin ve vahyin emrinde olması gerekir ki Kur’ân’ın mutlakâ kullanılmasını emrettiği, aksi-hâlde kişinin üzerine pislik yağacağını söylediği akıl budur:

 

“Allah’ın izni olmaksızın, hiç kimse için îman etme (imkânı) yoktur. O, akıl erdir(e)meyenlerin üzerine iğrenç bir pislik bırakır” (Yûnus 100).

 

Kur’ân’ın “kullanın” dediği akıl, kutsallaştırılmış, ilahlaştırılmış ve tapınılıp durulmakta olan, şeytanın, nefsin ve tâğutların kontrôlünde ve de yönlendirmesinde olan akıl değildir. Kur’ân rasyonellikten bahsetmez ve aklı, kâlp ile birlikte kullanmaktan bahseder ama burada kâlbin bir adım önde olmasını söyleyerek “akleden kâlp” der. Yâni akletmek mutlakâ kâlbi işe karıştırmakla ve kâlp ile birlikte yapılmalıdır.

 

Akılcılık, Aydınlanma Çağı’na damgasını vurmuş olan en önemli ilkedir. Bu dönemde akıl, geleneğin ve tanrı irâdesinin yerine geçer. Her-şey akıl süzgecinden geçirilir. İnsana ve evrene ilişkin görüşler aklın rehberliğinde şekillenir. Akıl, her-şeyin ölçüsüdür. İnsanlığın mutluluğunun ancak akıl ile sağlanabileceği düşüncesi, döneme hâkim olmuştur. Allah’tan, vahiyden ve kâlpten soyutlanarak kutsallaştırılan, ilahlaştırılan ve tapılan akıl kir ve pas içinde kalır. Bu akıl doğru bilgiyi ve doğru yolu gösteremez hâle gelir. Allah’ın sözünü hesâba katmayan ve inkâr eden akıl işte budur:

 

“Ona âyetlerimiz okunduğu zaman: ‘Geçmişlerin masallarıdır’ dedi. Aslâ, hayır; onların kazandıkları, kâlpleri üzerinde pas tutmuştur” (Mutaffifîn 13-14).

 

Aklın bir sınırı vardır ve bu sınır gaybın kapısıdır. Akıl kendini ancak Allah adına olduğunda, vahiy-merkezli çalıştırıldığında ve “akleden kalp”e dönüştüğünde kendini bulur ve en doğru olarak en zirvede çalışır. Akıl, Allah’ın râzı olacağı şekilde ancak böyle işletilebilir. Aksi-hâlde maddenin sınırı içine hapsolur ve tıkanır kalır. Tıkanan ve işletilemeyen akıl bir yaraya merhem olamaz. Aklın, Dünyâ ve insan fıtratına tam uyumlu çalışabilmesi için mutlakâ kâlbin ve vahyin desteğine ihtiyâcı vardır.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Eylül 2023

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder