“Yeryüzünde gezip
dolaşmıyorlar mı, böylece onların kendisiyle akledebilecek kâlpleri ve
işitebilecek kulakları olsun?” (Hacc
46).
“Ki onlar, sözü işitirler
ve en güzeline uyarlar. İşte onlar, Allah’ın kendilerini hidâyete erdirdiği
kimselerdir ve onlar, temiz akıl-sâhipleridir” (Zümer 18).
Dünyâ’nın, göklerdeki gibi muhteşem
bir düzene, nizâma ve döngüye kavuşabilmesi için insanlarda bulunan iki şeyin birlikte
devreye girmesi ve her-şeyin bu iki şeye göre işletilmesi gerekir: Kâlp ve akıl.
Ne akıl ne de kâlp tek-başına yetmez ve işin altından kalkamaz. Çünkü kâlp
tek-başına kaldığında ve akıl devre-dışı bırakıldığında dış-dünyâ karanlıkta
kalırken, -günümüzde olduğu gibi- akıl tek-başına kalınca ve kâlp devre-dışı
bırakıldığında iç-âlemler karanlıkta kalır. Çünkü insan iki-yönlü bir varlıktır
ve bir rûha, kâlbe ve akla-zihne sâhiptir. İkisinden birinin yokluğu bir tarafı
karanlıkta bırakmakta ve körlükler ve zorluklar ortaya çıkarmaktadır. Gerçi
kanımca kâlp iki dünyâya birden dönük olduğu için bir tık daha üstte ve ileride
olmalıdır, böylece iki âlem de garantiye alınmaya çalışılmalıdır.
Aklın ve kâlbin bir-arada olmasına Kur’ân “akleden kâlp”
der. Zâten bunu söyleyen başka da bir din ve yol yoktur. Kur’ân “akleden kâlp”
derken, dikkat ederseniz akletmeyi kâlbe vermektedir. Çünkü aslında “akıl” diye
bir şey yoktur, “akletmek” ve “akıl yürütmek” vardır. Vücûdumuzda bir yerlerde,
kendisine “akıl” diyebileceğimiz bir cevher ve maddî bir şey yoktur. İnsanda,
rûhtan yada bilinçten kaynaklanan “akıl yürütme yeteneği” vardır. Çünkü insan
tek-boyutlu bir varlık değildir ve onun bedenden başka bir de kâlbî ve rûhî
yönü vardır ki insanı “insan” yapan taraf budur.
Kur’ân akletmenin -seküler
akılda olduğu gibi-, beyin, zihin, mantık, matematik vs. ile değil, kâlp ile
yapılmasından bahseder. Çünkü akıl ancak kâlp-merkezli akleden kâlp ile, Allah
adına ve vahiy-merkezli olarak işletildiğinde ve kullanıldığında doğru yolu
bulur ve tüm herkes için yararlı ve iyi şeyler ortaya koyabilir. Aksi-hâlde işe
şeytan, nefs ve tâğutlar karışır ve akıl şeytanlaşıp zekâ ile birleştirilerek
kurnazlığın adı olur. Kâlp, vahyin indiği yerdir ve rûhu besler. Akleden kâlp
her dâim Allah’a dönüktür. Fakat burada dikkat edilmesi gereken şey, kâlbin “kâlb-i
selîm olmasıdır. Selîm ismi; “kusuru
olmayan, sağlam, doğru olan, tehlikesiz, zararsız, kurtulmuş, samîmî, sâkin,
temiz” anlamlarına gelir. Bu nedenle Kur’ân’da ve İslâm’da “kâlb-i selîm
ve akl-ı selîm ifâdeleri vardır ki aslında birbirlerine yakın mânâları vardır.
Kâlb-i selîm olunca akl-ı selîm de olunur. Aksi-hâlde akıl, selîm olmayan bir
yola girer ve nice çirkefliklere neden olur ki insanlık-târihi bunun acı
örnekleriyle doludur:
“Ancak
Allah’a selîm bir kâlp ile gelenler başka”. (İllâ men eta(A)llâhe bikâlbin selîm) (Şuârâ
89).
“Hani
o, Rabbine arınmış (selîm) bir kâlp ile gelmişti”. (İż câe rabbehu bikâlbin selîm)
(Saffât 84).
“Şüphesiz
göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün ard-arda gelişinde temiz
akıl-sâhipleri (akl-ı selîm olanlar) için gerçekten âyetler vardır” (Âl-i İmran 190).
Aklın selîm olması yâni dosdoğru çalışabilmesi için
kâlbin ve vahyin emrinde olması gerekir ki Kur’ân’ın mutlakâ kullanılmasını
emrettiği, aksi-hâlde kişinin üzerine pislik yağacağını söylediği akıl budur:
“Allah’ın izni
olmaksızın, hiç kimse için îman etme (imkânı) yoktur. O, akıl erdir(e)meyenlerin
üzerine iğrenç bir pislik bırakır”
(Yûnus 100).
Kur’ân’ın “kullanın” dediği akıl, kutsallaştırılmış, ilahlaştırılmış
ve tapınılıp durulmakta olan, şeytanın, nefsin ve tâğutların kontrôlünde ve de
yönlendirmesinde olan akıl değildir. Kur’ân rasyonellikten bahsetmez ve aklı,
kâlp ile birlikte kullanmaktan bahseder ama burada kâlbin bir adım önde
olmasını söyleyerek “akleden kâlp” der. Yâni akletmek mutlakâ kâlbi işe
karıştırmakla ve kâlp ile birlikte yapılmalıdır.
Akılcılık, Aydınlanma Çağı’na damgasını vurmuş olan
en önemli ilkedir. Bu dönemde akıl, geleneğin ve tanrı irâdesinin yerine geçer.
Her-şey akıl süzgecinden geçirilir. İnsana ve evrene ilişkin görüşler aklın
rehberliğinde şekillenir. Akıl, her-şeyin ölçüsüdür. İnsanlığın mutluluğunun
ancak akıl ile sağlanabileceği düşüncesi, döneme hâkim olmuştur. Allah’tan,
vahiyden ve kâlpten soyutlanarak kutsallaştırılan, ilahlaştırılan ve tapılan
akıl kir ve pas içinde kalır. Bu akıl doğru bilgiyi ve doğru yolu gösteremez
hâle gelir. Allah’ın sözünü hesâba katmayan ve inkâr eden akıl işte budur:
“Ona âyetlerimiz okunduğu
zaman: ‘Geçmişlerin masallarıdır’ dedi. Aslâ, hayır; onların kazandıkları, kâlpleri
üzerinde pas tutmuştur” (Mutaffifîn
13-14).
Aklın bir sınırı vardır ve
bu sınır gaybın kapısıdır. Akıl kendini ancak Allah adına olduğunda,
vahiy-merkezli çalıştırıldığında ve “akleden kalp”e dönüştüğünde kendini bulur
ve en doğru olarak en zirvede çalışır. Akıl, Allah’ın râzı olacağı şekilde
ancak böyle işletilebilir. Aksi-hâlde maddenin sınırı içine hapsolur ve tıkanır
kalır. Tıkanan ve işletilemeyen akıl bir yaraya merhem olamaz. Aklın, Dünyâ ve
insan fıtratına tam uyumlu çalışabilmesi için mutlakâ kâlbin ve vahyin
desteğine ihtiyâcı vardır.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Eylül 2023
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder