26 Şubat 2023 Pazar

2 S, 2 Ş ve 1 C

 

“(Mal, mülk ve servette) çoklukla övünmek, sizi tutkuyla oyalayıp, kendinizden geçirdi” (Tekâsür 1).

 

“Böylelikle kendi kavmini küçümsedi, onlar da ona boyun eğdiler. Gerçekten onlar, fâsık olan bir kavimdi” (Zuhrûf 54).

 

“Böylelikle kendi ihtişamlı-süsü içinde kavminin karşısına çıktı. Dünyâ-hayâtını istemekte olanlar: ‘Ah keşke, Kârûn’a verilenin bir benzeri bizim de olsaydı. Gerçekten o, büyük bir pay sâhibidir’ dediler” (Kasas 79).

 

“Siz gerçekten, kadınları bırakıp şehvetle erkeklere mi yaklaşıyorsunuz?. Hayır, siz (yaptığı şeyi) bilmeyen bir kavimsiniz” (Neml 55).

 

“Onlar hâlâ câhiliye hükmünü mü arıyorlar?. Kesin bilgiyle inanan bir topluluk için hükmü, Allah’tan daha güzel olan kimdir?” (Mâide 50).

 

2 S, 2 Ş ve 1 C; târih boyunca Allah’ı hesâba katmayan insanların peşinden koştuğu, sâhip olmak için her-şeyi yaptıkları, fakat ulaştıklarında da kendilerini yoldan çıkaran işte bu 5 şeydir. Nedir bunlar?: Servet-siyaset, şehvet-şöhret ve cehâlet. İnsanı bencilce hırs sâhibi yapan, her türlü günahı, haramı, suçu ve ayıbı işleten, adâletsizliğin, eşitsizliğin, haksızlığın, ahlâksızlığın, yolsuzluğun, şirkin, küfrün ve zulmün sebebi işte bu 5 şeydir. Şeytan insanı işte bu 5 şey ile kandırıp durur. İnsan bu 5 şeye ne kadar da tutkun ve düşkündür. Bu tutku nedeniyle şeytana ve nefsine hep yenilir. Hırsın, tutkunun, acımasızlığın, merhâmetsizliğin, vicdansızlığın nedeni hep bu 5 şeydir. İnsanoğlu târih boyunca bu beş şey ile kuşatılmıştır ve tutuklanmıştır.    

 

Şeytan ve nefs, insana bu beş şey ile tüm cihetlerden saldırır. Sağdan siyâsetle, soldan servetle, arkadan şöhretle, önden şehvetle ve tepeden cehâletle saldırır ve kuşatır insanı, tâ ki alttaki toprağa girinceye kadar. Zâten şeytan daha ilk başta insanlara tüm bu yönlerden saldıracağını söylemişti:

 

“Dedi ki: Mâdem öyle, beni azdırdığından dolayı onlar(ı insanları saptırmak) için mutlakâ senin dosdoğru yolunda (pusu kurup) oturacağım. Sonra muhakkak onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım. Çoğunu şükredici bulmayacaksın” (A’raf 16-17).

 

Şeytan bu dediklerini yapmış ve bu konuda başarılı olmuştur ve insanların çoğunu bu 5 şey ile kandırmakta ve ayartıp durmaktadır. Artık insanların çoğu servete, siyâsete, şöhrete, şehvete ve cehâlete tapmaktadırlar. Müslümanların da düşüp yıkıldığı yer burasıdır. Tabi eğer bir kalkış ve diriliş olacaksa, insan bu 5 şeye gem vurup rûhu, kâlbi, merhâmeti, vicdânı, adâleti, hakkı-hakîkati ve tevhidi bayraklaştırınca olacaktır. İnsanlar şu âyetlerin farkına ve bilincine varıp nefsini değiştirmeye başlayınca o büyük değişim olabilecektir:

 

“Kadınlara, oğullara, kantar-kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel atlara, hayvanlara ve ekinlere duyulan tutkulu şehvet insanlara ‘süslü ve çekici’ kılındı. Bunlar, dünyâ-hayâtının metaıdır. Asıl varılacak güzel yer Allah katındadır. De ki: Size bundan daha hayırlısını bildireyim mi?. Korkup sakınanlar için Rablerinin katında, içinde temelli kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler, tertemiz eşler ve Allah’ın rızâsı vardır. Allah, kulları hakkıyla görendir” (Âl-i İmran 14-15).

 

Yâni servete, Allahsız siyâsete, şehvete, şöhrete ve cehâlete dur deyip de cennet hedefiyle rûha, kâlbe, merhâmet ve vicdâna dönüldüğünde bir şeyler değişmeye ve dönüşmeye başlayacaktır.

 

Tüm zamanlarda ilâhi mesaj ve tebliğ-dâvetler, “servet eleştirisi” ile başlamıştır. Çünkü devlete dönüşüp tekelleşecek olan bir servet, mutlakâ Allah’a mülkte ortak koşmaya başlayacaktır.

 

Sahabe ile modern müslümanlar arasındaki bâriz fark, sahabelerin şehâdete koştukları şevkle, modern müslümanların servete ve şehvete koşmasıdır. İnsanlar en büyük tâvizleri, refah ve servetlerinin artması için vermiştir. Bu durum zengin ile gariban arasındaki makasın günden-güne açılıp genişlemesine neden olmuştur-olmaktadır. Fakat insanlık târihinde zengin ile yoksul arasındaki servet farkı, hiç-bir zaman modern dönemde olduğu kadar açılmamıştı. 

 

Zenginlerin servetlerini katlamaları, garibanların da zenginleşmeleri demek değildir. Gariban her zaman yerinde sayar. Birileri, çoğunluğu oluşturan garibanlar yerinde sayarken yada gerilerken, zenginlerin servetlerinin artmasını “ülkenin ve toplumun zenginleşip gelişmesi” zannediyor. Sermâyedarların servetlerini katlamaları “büyüme” demek değildir.

 

Servet, sâhiplerinde şiddetli bir “yönetme ve yönlendirme isteği/arzusu” oluşturur. Parayı bulanlar, yönetimi de kendileri yapmak isterler. Servetin oranı, yönetilecek alanın büyüklüğünü belirler. Tüm insanların sâhip olduklarından daha çok servete sâhip olanlar, tüm Dünyâ’yı ve tüm insanları yönetmek ister. İşte şirk budur. Bu yüzden sınırı aşmış olan zenginlik, mutlakâ şirki, küfrü, sapmayı ve zulmü de yanında getirir.

 

Sünnet denilen “güzel örneklik”, Hz. Muhammed’in Kur’ân-merkezli siyâsetidir. Müslümanların siyâset yapması, lâik-seküler-demokratik siyâset değil, “dînî siyâset” yapması demektir. Müslümanlar dîni karıştırmadan “dinsiz siyâset” yap(a)mazlar. Dinsiz siyâset, “halkı kandırma sanatı”dır.

 

Seküler siyâset, “insanın insan üzerindeki egemenliği” iken; İslâmî siyâset; “Allah’ın insan ve tüm varlık üstündeki hâkimiyeti”dir. Gayri İslâmî siyâset ve siyâsetçiler; küresel sermâyedarları, tâğutları ve dolayısı ile “şeytanı râzı etmek” ile görevlidirler ve tüm çabaları bunun içindir. Siyâset yalnızca İslâmî düzende “ekonomik güçler” tarafından belirlenmez.

 

Siyâset dîne âlet edilmezse yâni dînin bir aracı olmazsa, din siyâsete âlet edilmeye başlar. Siyâset dîne âlet edilmediğinde, din, her türlü siyâsete her zaman âlet edilmeye çalışılmıştır. O-hâlde ya -“siyâset dîne” âlet edilecek ve doğru iş yapılmış olacak yada -yanlış olarak- “din siyâsete” âlet edilecektir. Ya “din’li siyâset” yada “din’siz siyâset”. Üçüncü bir seçenek yoktur.

 

İslâm coğrafyasının en büyük sorunu, örnek alabilecekleri mevcut bir devlet, bir siyâset ve topluluğun olmamasıdır. Müslüman, bir delikten iki kere ısırılmaz. Fakat “seküler siyâset” yüzünden müslümanlar da dâhil, insanlar aynı delikten onlarca kez ısırılmaktadır. İslâmî siyâsetten kaçmanın cezâsı, “seküler siyâset”tir. İslâmî siyâsetten vazgeçildiğinde, seküler siyâsete meftûn ve râm olunur. Tabi böyle olunca da müslümanlara işin sâdece ilmi-teorik yönüyle uğraşmak kalır. Müslümanların en büyük yanlışlarından biri de; “ancak siyâsetle çözülebilecek” olan şeyleri, eğitim-öğretim ile çözebileceklerini zannetmeleridir.

 

Şöhret de kişiyi yoldan çıkaran bir şeydir. Bir insan ne kadar uğraşsa da şeytan kadar meşhûr olamaz. Fakat şeytanın şöhreti işe yaramamıştı da Allah’ın huzûrundan kovularak ebedî cehennemlik olarak aşağılara atılmıştı.

 

Modernizm bir “şehvet uygarlığı”dır. Modernizm; “şehvetin kölesi” olmaya “özgürlük” diyor. Hâlbuki bu, şehveti köleliği en yaygın ve âdi bir köleliktir. İnsanlık târihinde hiç-bir zaman şehvet bu kadar övülmemişti ve insanlar hiç-bir zaman küresel anlamda bu kadar kışkırtılıp da şehvetin kölesi ve esiri olmamıştı.

 

Tüm bunlar aslında cehâletin yâni kendini bilmemenin bir sonucudur. Klâsik cehâlet, “modern cehâlet” olarak devâm etmektedir. Ağaca çaput bağlayıp dilekte bulunmakla, ağaca ampûl ve süs bağlayıp dilekte bulunmak arasında, şirk ve cehâlet olması bakımından bir fark yoktur. Cehâletten ve câhillikten “bilgili olmak”la değil, “kendinizi bilmek”le kurtulabilirsiniz. Kadim bir cümledir: “Kendini bil”. 

 

Modern insanın târifi; “cehâlet içinde, sürekli haz alma hâlinde yaşamak isteğinde olan varlık” şeklinde yapılabilir. Câhilce, “bana hiç kimse ne yapacağımı söyleyemez” diyenler, şeytanın her emrini yerine getirdiklerinin farkında değildirler.

 

Câhil, bilgi ile değil, duygu ile yönetilir. Câhil toplumları kontrol etmek için dâima yeni mitolojilere ve yeni masallara ihtiyaç duyulur. Her grup ve devlet, kendi mitolojisini uydurarak varlığını devâm ettirebilir.

 

Câhil; “kötü olan şey”i, “başına gelmedikçe” idrâk edemeyen kişidir. Dolayısı ile, toplumun geneli (ekser-un nas) câhildir. Câhil; belâyı ancak, başına gelip de kendisini kuşatınca fark edendir. Çünkü cehâlet bir “kendini bilmeme” durumudur ve diploma ile giderilebilecek bir şey değildir.  

 

Modern insan, her-şeyi bildiğini ve bilebileceğini zanneden bir câhildir. Cehâlet zâten budur.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Eylül 2022

 

 

Devamını Oku »

Diplomaya Tapmak


“…De ki: ‘Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?’. Şüphesiz, temiz akıl-sâhipleri öğüt alıp-düşünürler” (Zümer 9).

 

Bu âyet, “diploması olanlarla olmayanlar bir olmaz” demiyor. Çünkü “bilmek” ile “diploma sâhibi olmak” farklı şeylerdir.

 

Modernizm bir “diploma uygarlığı”dır. Bir kişinin diploması varsa, o kişi daha iyi bilenlerden, daha ahlâklı olanlardan, daha iyi çalışandan ve işini daha iyi yapanlardan üstün tutulur. Çünkü diploma modern insan tarafından âdetâ tapınılacak bir şeye dönüşmüştür. Hiç-bir zaman kullanılmayacak olsa da “bir diplomam olsun” düşüncesi çok popülerdir.

 

Hiç iş bilmeyen yeni yetme bir acemi, kırk yıllık süper bir ustaya, sâdece diploması var diye tercih ediliyor. Bu neden böyledir?. Çünkü artık işi iyi bilmek para etmiyor. “Yeter ki yetki-sâhibi olduğunu gösteren bir diplomaya sâhip olsun” deniyor. Çünkü artık bir iş için ustalık gerekmiyor. Bozulan yada eskiyen şeyin yenisi satılıyor ve alınıyor. Bu da bu alış-satışı yapacak yetkiye yâni diplomaya sâhip olanlarca yapılabilecek kolaylıkta bir iş olduğu için diplomalılar tercih ediliyor. Zâten artık makineleşmeyle birlikte kol-kas gücüne ve el-becerisine de çok ihtiyaç duyulmuyor.

 

Okullar ise birer “diploma alma merkezleri” olarak işlev görüyor. Okullar diploma dağıtan bürolar hâline geldi. Okullar büyük çoğunluk için bir bilgi, bilinç ve farkındalık oluşturan yerler olmaktan çıkmıştır. Bir-şekilde parayla, ricayla, kartvizitle, torpille vs. diplomayı almışsanız başarılısınızdır ve halk tarafından övülürsünüz. Fakat ne kadar iyi, temiz, ahlâklı, işini iyi yapan biri olsanız da diplomanız yoksa bir işe yaramıyor ve “vasıfsız” sayılıyorsunuz. Modernite, mesleğinizde ne kadar hünerli olursanız-olun, o işin diplomasına sâhip değilseniz sizi “vasıfsız” sayıyor. Oysa nice diplomalılar vardır ki işi diplomasızlardan öğreniyorlar.

 

Diploma sâhibi olmak cehâletten kurtulmak anlamına gelmez. Cehâlet, diploma ile giderilemez. Diploma sâhibi olmak, cehâletten kurtulmak ve “entelektüel olmak” demek değildir; nice okuma-yazma bilmeyenler vardır ki ilim-irfân sâhibidirler.

 

Aslında herkesin diploma sâhibi olması, “insanların yarısının işsiz olması” demektir. Çünkü hiç-bir zaman tüm diplomalılara iş sağlayacak bir durum olmaz. Günümüzde artık herkes yüksek okul diplomasına sâhip olduğu hâlde büyük bir işsizliğin olmasının nedeni budur. Çünkü diploma sâhibi olmak “iş bilmek” demek değildir. İşverenler de zâten sâdece az sayıda diplomalıyı işe alıp, “işi bilen” kişiler istiyorlar. Bir seferinde iş-adamları derneğinin başkanı, “yarın kalifiyeli on bin kişiyi işe alabilirim” demişti. Fakat diplomalı ama kalifiyesiz insan ihtiyâcından bahsetmemişti. Bu nedenle de diplomalılar boşta gezmektedirler yada mecbûren vasıfsız kategorisinde diploma gerektirmeyecek işler yapmaktadırlar.    

 

Körü-körünelik bir cehâlettir ama bu cehâlet “tahsilli olmak”la çok da alâkalı değildir. Niceleri vardır ki okul bitirmiş ve diploma sâhibidir ama körü-körüne tâkip ettikleri yada bağlı oldukları kişiler yada kurumlar vardır. Bu kişiler bir yanlış gördüklerinde yada duyduklarında, aslında kendilerine ters gelse de yine de o yapıya bağlılıklarını sürdürürler. Çünkü körü-körüne olan bağlılıklar doğruyu ve hakkı boğar ve o kişiden gizler. Böylece artık körü-körüne olan bağlılıklar çoğalmaya başlar. Kimileri “ata”ya, kimileri atalara, kimileri lîderlere, kimileri bilim-adamlarına, kimileri ünlülere, kimileri ideolojilere ve bâtıl sistemlere ve hattâ tâğutlara ve şeytana bile körü-körüne bağlanırlar. Nice sapık lîderlere bağlanılmıştır da onlar insanları uçuruma sürüklemiştir. Çünkü bu körü-körüne bağlılıklar, diploma sâhibi olmakla giderilebilecek şeyler değildir.

 

Toplumdaki yanlışları ve sapkınlıkları çoğunlukla -sanıldığının aksine- diplomasızlar değil diplomalılar ortaya çıkarır. Âilenin dayanıksızlaşması ve bozulması daha çok diplomalılar nedeniyledir. Çünkü diploma Allah’tan, din’den ve hayattan kopuk olan okullardan alınıyor ve insanlar hayattan kopuk oldukları için hayat onları yetiştirmemiş oluyor. Bu da onların sabırsız ve çiğ olmalarıyla sonuçlanıyor. Meselâ boşanma oranlarına baktığımızda boşananların çok büyük çoğunluğunun bir diplomaya sâhip olanlar olduğunu görürüz. Bu bağlamda bir yazıda şunlar söylenir.

 

“Çağımızda âile yok oluş sürecinden geçiyor. Batı’da boşanma oranı % 60-65’lerde seyrediyor. Bizde ise evlenme ve boşanma oranları giderek eşit hâle gelmekte. Evlenme yaşı 29’lara dayanmış, ‘evde kalma’ dediğimiz hâdise adım-adım artmakta fakat bu vahim durumun üzeri üniversite diplomalarıyla örtülmektedir”.

 

Dünyâ’nın en başarılı insanları peygamberler ve onlarla birlikte olanlardır. Peki hangi peygamberin ve hangi sahabenin bir diploması vardı?. Hiç-birinin. Çünkü onlar bilgiyi değil bilinci, sonra da amel-eylemi çoğaltmakla uğraşıyorlardı. Nebevî hareketin her biri diğerinden daha göz doldurucu, ibretlerle dolu sayfaları vardır. Mîlâdî yedinci yüzyıl Mekke’sinde hiç-bir siyâset dersi almamış, bir tek diplomaya bile sâhip olmayan bu insanların bu siyâsî bilinçleri nereden geliyordu?. Allah onları, “insanlığın hayrı için çıkarılmış en hayırlı ümmet ve mârufu emreden, münkerden nehyeden bir nesil” olarak vasıflandırmıştır (Âl-i İmran 110). Hudeybiye’de Resûlullah’a biat eden sahabeler, “Allah’ın eli onların elleri üzerindedir” (Fetih 10); “O ağacın altında sana biat etmelerinden dolayı Allah o mü’minlerden râzı olmuş, kâlplerinde olanı bilmiş, onlara güven duygusu vermiş ve onları pek yakın bir fetihle müjdelemiştir” (Fetih 18) âyetleriyle, bir kulun Dünyâ’da elde edeceği en büyük lütufla taltif edilmişlerdir.

 

Yine târih boyunca büyük işler başarmış olanların hiç-birinin diploması yoktur. En büyük imparatorlukları kurmuş olanların diploması yoktu. Meselâ en geniş kara imparatorluğunu kurmuş olan Cengiz Han okuma-yazma bile bilmiyordu.

 

Hayât dersini almadan, bilgi ve bilince ermeden ve ahlâklanmadan bir diplomaya sâhip olanlar bize tepeden bakıyorlar. Bu tüm alanlarda böyledir. Ali Şeriati bu bağlamda şunları söyler:

 

“Câhil bir bilgin olmak, okumuş birisi olarak bilinçsiz kalmak, çok kabarık diplomalar ve hayli ciddî unvanlarla doktor, mühendis, yüksek lisans, doçent, profesör ve benzeri bir insan olmak; ama bilinç, anlama, bilgi yönünden, toplumu ve kendisini bir-birine bağlayan zamâna karşı sorumluluk duygusu ve târihin hareketinin belirlenmesi bakımından sıfır olmak, kör ve sağır olmak büyük bir tehlikedir, acıklı bir durumdur. Bu, bilgin olduğu hâlde câhil olma tehlikesidir. Bunun tehlikesi de insanın genellikle bilgiyle doyunca, düşünsel açlık hissetmemesi bakımındandır. Bu-gün Dünyâ’da ortaya konan durum -buna bakar ve görürsek- tamâmen ayrı bir meseledir, ‘bilimsel meselelerden’ ayrı ‘düşünsel bir mesele’dir. Modern çağlar, modern yanlışlıları da yanında getirir. Târih, insanın bilinçli hareket etmesinden çok, ahmakça hareket örnekleriyle doludur”.

 

Bir yazıda diploma hakkında şunlar söylenir:

 

“Diploma, icâzetname ve benzeri belgeler, mêzun olan kişinin bilgi ve beceride yeterliliğini gerçek anlamda kanıtlamaz. Çünkü değer, belgeye değil, bilgiye âittir. Belgesiz de olsa bilgi her zaman geçerlidir. Fakat bilgisiz belge hiç-bir anlam taşımaz. Onun için diploma ve icâzetname gibi belgelerin (organize iş-disiplinini sağlama amacı dışında) herhangi bir değer taşıdığı, mantıksal olarak kanıtlanamaz. Bu nedenledir ki adları bilim-târihine kazınmış olan âlim ve filozofların diplomalarını hemen hiç kimse merak etmez. Nitekim Ebu Hanife’nin, İbn-i Sinâ’nın, Fârâbî’nin, Gazâlî ve benzeri âlimlerin icâzetnamelerini arşivlerde bulmak mümkün değildir”.

 

Hiç-bir diploma, cenneti garanti edemez. Hattâ diploma sâhipleri bu konuda belki de daha riskli durumdadırlar. Çünkü iş-başına getirilenler genelde diploma sâhibidirler ve sorumlulukları çok büyük olur. Fakat sorumluluk verilenlerin çoğu sorumluluklarını hakkıyla yerine getirmemektedirler.

 

Dünyâ’da diploma almak olmazsa-olmaz hâline geldiyse bir diplomaya sâhip olmak şarttır. Fakat bir de âhiret vardır. Allah orada hesâbı diplomaya bakarak değil, insanın yapıp-ettiklerine bakarak yapacaktır. Diplomayı hangi elinizle aldığınız önemli değildir ama âhirette defterini sağ elinle alanlardan olmak şarttır:

 

“Artık kitabı sağ-eline verilen kişi der ki: ‘Alın, kitabımı okuyun. Çünkü ben, gerçekten hesâbıma kavuşacağımı sanmış (anlamış)tım’. Artık o, hoşnut bir yaşama içindedir” (Hâkka 19-21).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ekim 2022

 

Devamını Oku »

24 Şubat 2023 Cuma

Hastâneye Bağlı Olmak

 

“Hastalandığım zaman bana şifâ veren O’dur” (Şuârâ 80).

 

Hastalık, sünnetullah ve imtihan nedeniyle olmazsa-olmaz bir şeydir Târih boyunca hastalıklar ve tedâviler olmuştur. Fakat o büyük vebâ dönemleri hâriç hiç-bir zaman günümüzde olduğu gibi yada özellikle 2. Dünyâ Savaşı sonrasında olduğu kadar yeni ve çeşitli hastalıklar ortaya çıkmamıştı ve insanlar bu kadar çok ve çeşitli hastalıklarla bu kadar çok muzdarip olmamışlardı. Öyle ki artık hastalıklara -sözde- dermân olacak ilaçlar bile yeni hastalıkların ortaya çıkmasına neden olmaktadır.

 

İnsanlar tıbbın geliştiğine, yeni hastânelerin yapıldığına, yeni ilaçların bulunduğuna vs. sevine-dursun, hastalıkların bu kadar artması ve insanların hastânelere, doktorlara ve ilaçlara bu kadar bağlı ve bağımlı olması olması bir tesâdüf değildir ve bu şeytânî bir plân ve projedir. Modern sistem, insanları kentlere yığmak istemiş, köyden kente göçlerle kentleri kalabalıklaştırmıştır. Böylece tarım ve hayvancılıktan endüstriye geçiş daha kolay olmuş ve sanâyi üretimi artmıştır. Fakat insanları kentlere bağlamak için başka şeyler de yapılması gerekiyordu ve çeşitli sanâyi ürünleriyle bu başarıldı ama insanları kente bağlama konusunda en önemli şey hastâneler oldu.

 

İnsanları hastânelere bağlamak için doğal olarak insanların hasta olmaları gerekiyordu. Bu çok zor olmadı, çünkü köyden kente göçüşün kendisi zâten bir hastalık yada hastalık sebebidir. Doğallıktan ve normâllikten kopunca ve her-şey sanâyileşince yiyip-içtiklerimiz ve giydiklerimiz de sanâyileşti. Soluduğumuz hava kirlendi, kalabalıklaşan kentlerde sinir-stres arttı ve netîcede çeşitli hastalıklar ortaya çıktı. Bu hastalıkların tedâvisi için üretilen ilaçlar da doğal olmadığı için hastalığı şifâ anlamında tedâvi etmediği gibi yan-etkiler nedeniyle yeni bir-çok hastalık açığa çıktı ve böylece insanlar doktorlara ve hastânelere bağlı ve bağımlı olmaya başladırlar. Artık insan kentten kaçmayı her düşündüğünde kendine; “peki hastâne işi ne olacak?” sorusunu sormaya başladı. Bu da kentten kaçışı önledi. Hastâneler insanları kentlerde zorunlu iskâna tâbi tutmaktadır.

 

İnsanları, (belli bir süreye kadar) modern kentlerde hastâneye, doktorlara ve ilaçlara bağlayarak tutuyorlar. İnsan kentten gitmeyi her düşündüğü anda aklına hastâne, doktor ve ilaçlar geliyor. Başka yerlerde de hastâneler var ama çok çeşitlenen ve özelleşen hastalıklar “özel dallar” gerektiriyor ve özel dal doktorları her yerde olmadığı için insanlar kent-merkezlerinde kalmaya devâm etmek zorunda kalıyorlar. Hastalığa bağlanmak, “hastâneye bağlı olmak”, bu da “kentlere bağımlı olmak” anlamına geliyor.

 

Özel hastâneler, özel doktorlar, ilaç şirketleri, ulaşım vs. insanları hem kentlere bağlı ve bağımlı kılıyor, hem de insanları soyup soğana çeviriyor. Devlet hastânelerinin yetersiz oluşu yada hakkıyla iş yapmaması nedeniyle insanlar kentlere mahkûm oldukları gibi özel hastânelere de mahkûm olmuş oluyorlar. Bunların hepsi şeytânî bir plân ve tâğûtî bir projedir.  

 

Hastâneye bağlanmak, aşırı bilgi, aşırı bilgi güncellemesi ve aşırı uzmanlaşma nedeniyle doktorların yetersizleşmesi ve daha da önemlisi tecrübeyi yitirmeleridir. Çünkü tecrübe, hem bir tahlile-tetkike, aşırı inceleme ve araştırmaya pek gerek bırakmaz, hem de bir bakışla yada kısa bir muâyene ile mesele anlaşılıverecek hâle geldiği için doğru teşhis koyulup tedâviye hemen başlanabilmesini sağlar. Böylece hastâne yükü ve hastâne tâkibi çok büyük oranda azalacaktır. Çünkü hastâneye gidip-gelme tekrârı yaşanmayacaktır. Tecrübe olmadığı için en küçük bir sorun bile bilgili ama tecrübesiz doktorlar tarafından büyütülebiliyor ve bu durum aşırı inceleme-araştırmaya sebep oluyor. Bu da hastâneye gidip-gelmeyi fazlalaştırıyor ve bir hastâne bağımlılığı ortaya çıkıyor. Üstelik “sürekli tâkip” denen şey, insanları hastânelere mecbur bırakıyor. Çünkü tecrübeden yoksun olan doktor her-şeyden şüpheleniyor ve araştırılmasını istiyor. İşte bu, dominonun ilk taşının devrilmesiyle diğer taşların da devrilmeye başlaması demektir. O araştırmanın ve hastâneye gidip-gelmenin bir türlü sonu gelmiyor da hastâneye bağlılık ve bağımlılık devâm ediyor. Böylece hastâneler insanları kentlerde tutmanın en etkili yöntemi ve yolu olmuş oluyor.  

 

Hastâneye bağlanmak aslında ilaç şirketlerine bağlanmak ve onların güdümüne girmek anlamına geliyor. İlaçların sürekli kullanılmasına odaklı olan modern tıp, insanları şifâ anlamında tamâmen iyileştirmeyi düşünmediği için sürekli olarak kimyâsal ilaçlar kullanılmasına ve kontrôl ve tâkip olarak sürekli hastânelere gidip-gelinmesine ve böylece kentlere mecbur kalınmasına neden oluyor.  

 

Hastâneye bağlı olmaktan kurtulmak için ilk önce modern kentte üretilen sanâyi ürünlerinden kurtulmak gerekiyor. Çünkü yediğimiz, içtiğimiz ve giydiğimiz bu ürünler ve de soluduğumuz kirli hava, hastalıkların, hastânelerin, doktorların ve ilaçların neden-sonucudur.

 

Modern insan doğumundan ölümüne kadar hastanelere bağlı ve bağımlı hâle getirilmiştir. Kararlı bir adım atmadıkça kısır-döngü devâm edecek ve hem hastalıklar hem de kente bağlı-bağımlı olmak devâm edecektir. Çünkü hastalıklara, hastânelere, doktorlara ve ilaçlara olan bağımlılık devâm ediyor. Böylece hastalık ve hastânelere olan bağımlılıkla kentlere olan bağlılık sürüp gidiyor.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Eylül 2022

 

Devamını Oku »

Henoteizm

 

“…Allah ile berâber başka bir ilah mı?. Ne az öğüt-alıp düşünüyorsunuz” (Neml 62).

 

Henoteizm, din ve felsefede, Max Müller tarafından çıkarılmıştır ve “bir tanrıya bağlanırken diğer tanrıların varlığını da kabûllenmek” demektir. Müller’e göre bu, “prensipte monoteizm, gerçekte (uygulamada) ise politeizm”dir. Felsefeye göre tek-tanrılılık ile çok-tanrılılık arasındaki bir aşamayı oluşturan inançtır. Bir tanrıyı ön-plânda tutmakla birlikte, çok sayıda tanrıyı kabûl eden dînî inanışları tanımlayan bir terminoloji.

 

Henoteizm, çok sayıda tanrının varlığını kabûl etmekle birlikte, tek yüce bir tanrıyı da kabûl edip ona ibâdet etmeyi öngören düşünceyi tanımlamaktadır. Henoteizm, Politeizm ile Monoteizm karışımı bir düşüncedir ve Monoteizm-öncesi aşamayı temsil etmektedir. Yahudilerin tek bir Tanrı fikrine yâni Monoteizme gelinceye kadar henoteist oldukları söylenir. Yahudilerin, Yahova’yı “tek” olarak görüp ona ibâdet etmelerine rağmen yerel kabîle tanrıları da bulunmaktaydı. Benzer bir inanışın câhiliye Araplarına da egemen olduğu bilinmektedir. Kur’ân’da bu şu şekilde ifâde edilir: “Sen inkârcılara, ‘Gökleri ve yeri yaratan, Güneş’i ve Ay’ı yararlanmanıza sunan kimdir?’ diye soracak olsan kesinlikle, ‘Allah’tır’ derler” (Ankebût 61). Âyetin ifâde ettiği gibi, Araplar yüce bir ilahı kabûl etmekle birlikte, başka tanrılara da inanıyorlardı. Bu sebeple İslâm-öncesi Arap toplumunun inancını Politeizm değil, Henoteizm olarak tanımlamak gerekir.

 

Henoteizm, tek-tanrıcılığa doğru gidiş sürecinde geçirilen bir aşama olarak görülür. Fakat bu felsefenin cehâleti ve bu cehâletten doğan zırvalıktan başka bir şey değildir. Çünkü böyle bir süreç yoktur, hiç olmamıştır. Zîrâ insanlık târihinde her zaman tek-tanrıcılık yâni tevhid vardı. Tevhidin olmadığı bir dönem hiç-bir zaman olmamıştır. İlk insanlar olan Hz. Âdem ve Havvâ’dan bêri tevhid yâni tek-tanrıcılık vardı. Hz. Âdem ve Havvâ muvahhid insanlardı. Tevhid, türedi bir inanış biçimi değildir ve hiç-bir zaman olmamıştır. İnsanlık-târihi tâ ilk baştan bêri tevhid yâni tek-tanrı inanışı ile şirkin yâni çok-tanrı inancının, Allah’tan başka tanrılar-ilahlar kabûl etmenin, Henoteizm’in yâni şirkin mücâdelesi ve savaşımının târihidir. Tüm peygamberler tek-tanrıcı tevhid erleridir ve hiç-biri Allah’tan başka bir ilah kabûl etmediği gibi, Allah’tan başka ilahlar kabûl edenlerle mücâdele etmişler ve savaşmışlardır. Zîrâ tüm peygamberler, küfrü ve şirki kaldırıp tevhidi yeryüzüne hâkim kılmanın savaşını vermişler ve hayatlarını buna adamışlardır.

 

Evet; Henoteizm paganist bir inanç ve sistemdir. İsterse bu sistemde Allah yâni en yüce güç, Mekke müşriklerinin yaptığı gibi “en yüce ilah” olarak kabûl edilsin fark-etmez. O’na ortaklar koşmak ve O’ndan başka tanrılar kabûl etmek zinhar kabûl edilemez ve bu nedenle de aslâ affedilmeyecek tek günah olan şirk açığa çıkar ki zâten şirk, “Allah’ı kabûl etmemek” demek değil, “Allah ile birlikte başka ilahları da kabûl etmek” demektir. Dolayısıyla Henoteizm ile şirk, “Allah’a ortak koşma” anlamında aynı şeydir. Esâsen bütün şirkler Henoteizm’dir.

 

Şirk bir kere başladığında katlanıp çoğalarak devâm eder. Şirk, durduğu yerde durmaz. Çok ilginçtir ki; Allah’a koşulan şirk, yine Allah’ın yarattığı şey ile oluyor. Şirk koşulan şeyler “yaratılmış” olan varlıklardır. Şirk koşulanlar, “her-an yaratılıp durulanlar”dır. Şirk, “insanların kendi elleriyle yaptıklarına tapması”nın adıdır. Şirk; Allah’ın ekmeğini yiyip, şeytana, nefse ve tâğuta kulluk yapmaktır. Henoteizm’de de kabûl edilen ve îtibar gören ve ilah denilen varlıklar, ya hayâl ürünü birer zırvalıktır yada Allah’ın yarattığı varlıklardır.

 

İnsanlık-târihi boyunca her zaman Allah ile birlikte başka ilahlara tapılmıştır ve bu tapılanlar, bu ilahlara tapanlarca bir mâzeret olarak “bizi Allah’a yaklaştırıyorlar” diyerek meşrûlaştırılmaya çalışılmıştır. Mitoloji, Allah ile birlikte başka ilahları da kabûl edip onlara da ilahlar olarak değer vermenin yâni tapmanın adıdır. O-hâlde mitoloji de Henoteizm’dir.

 

Şirk, “Allah dışındaki varlıklara Allah gibi bir güç vererek O’na ortak koşmak” demek değil, “Allah dışında sözde ilahların olduğuna inanmak ve onların da Allah kadar olmasa da bir güce sâhip olduklarını düşünmek ve bu nedenle de onlara da tapmak yâni onlardan medet umma”nın adıdır. Bunu yapanlar Allah’a bağlı olduklarını söylerler ama O’ndan başka ilahları da kabûl ederler ve onlara da saygı duyarlar ve îtibâr ederler.

 

Aslında tüm şirklerde olduğu gibi Henoteizm’de de tek-tanrıya bağlı olduğunu söyleyenler, Allah’tan başka ilahlara göre yaşarlar. En yüce gücün Allah olduğunu söylemeleri sâdece lafta kalır ve iş amele-eyleme geldiğinde Mekke müşrikleri gibi Allah’tan başka ilahlara göre konum alırlar ve davranış sergilerler. Kur’ân, Mekke müşriklerine şöyle diyordu:

 

“De ki: ‘Göklerden ve yerden sizlere rızık veren kimdir?. Kulaklara ve gözlere mâlik olan kimdir?. Diriyi ölüden çıkaran ve ölüyü diriden çıkaran kimdir?. Ve işleri evirip-çeviren kimdir?’. Onlar: ‘Allah’ diyeceklerdir. Öyleyse de ki: Peki siz yine de korkup-sakınmayacak mısınız?. İşte bu, sizin gerçek Rabbiniz olan Allah’tır. Öyleyse haktan sonra sapıklıktan başka ne var?. Peki, nasıl hâlâ çevriliyorsunuz?. (Yûnus 31-32).

 

Allah’tan başka bağlanılan ilahlar sâdece “klâsik ilahlar” olmak zorunda değildir. Soyut-somut, maddî-metafizik her-şey “Allah’tan başka ilah” kapsamına girebilir. Henoteizm’in kabûl edip taptığı o klâsik tanrılar artık yok oldukları yada çok azaldığı için Henoteizm yâni şirk bitmiş değildir ve klâsik tanrılar yerine sonsuz sayıda modern tanrılar ortaya çıkmıştır ve “en yüce ilah” olarak Allah’ı kabul edenlerin taptıkları yâni hayatlarını, düşüncelerini, sözlerini, davranışlarını modern ilahlara göre belirledikleri bir-çok tanrılar vardır: Bilim tanrısı, teknoloji tanrıları, ideolojiler ve ideologlar, izmler, para, kadın, içki, sigara, uyuşturucu, mal-mülk, makam-mevkî, şöhret-şehvet, siyâset(çiler)-servet, internet, sosyâl medya, uzmanlar, ideologlar, zenginler, kahramanlar vs. vs. sayısız tanrı vardır. Günümüzde, insanın düşüncesini, söylemini, eylemini ve davranışlarını belirleyen, modern insanı yönlendiren ve yöneten sayısız tanrı vardır. Herkesin özel bir tanrısı vardır. Mutlak ve kesin anlamda “sâdece Allah’ı” ilah bilen ve Allah’tan başka tüm ilahları-tanrıları inkâr eden mü’minler hâriç modern insanların çoğunluğu Henoteist yâni çok-tanrıcı putperestlerdir.

 

İslâm’a göre “Allah” dedikten sonra başka bir ilaha bağlanmaktan ve hattâ başka bir ilahtan bahsetmek söz-konusu bile edilemez. Zîrâ bu, affedilmeyecek tek günah olan şirk demek olur:

 

Hiç şüphesiz, Allah, kendisine şirk koşanları bağışlamaz. Bunun dışında kalanlardan ise, (onlardan) dilediğini bağışlar. Kim Allah’a şirk koşarsa elbette o uzak bir sapıklıkla sapmıştır” (Nîsâ 116).

 

Netîcede Henoteizm de bir Politeizmdir. Allah’ı “en yüce ilah” olarak bilmek ve kabûl etmek ve de en üstün bağlılığın -sâdece söz ile- Allah’a olduğunu söylemek Henoteistleri şirkten kurtarmaz. Çünkü Allah’tan başka güç vehmettikleri ilahları da kabûl ederler ve şirke düşerler. Çünkü dediğimiz gibi şirk, “Allah’tan başka bir ilahın yada ilahların varlığını kabûl etmek ve hayâtı Allah’tan başka bu -sözde- ilahlara göre düzenlemek” demektir.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Temmuz 2022

 

 

Devamını Oku »

12 Şubat 2023 Pazar

İslâm’da Akıl ve Serbest Düşünce

 

“De ki: Ben elçilerden bir türedi değilim, bana ve size ne yapılacağını da bilemiyorum. Ben, yalnızca bana vahyedilmekte olana uyuyorum ve ben, apaçık bir uyarıcıdan başkası değilim” (Ahkâf 9).

 

Peygamberimiz’e, “ben serbest düşünceli biri değilim, ancak vahye göre düşünürüm ve düşüncemi, söylemimi ve eylemimi vahye göre yaparım” emri veriliyor ve Peygamberimiz de buna göre hayâtını yönlendiriyor. Güzel örneklik (Ahzâb 21) olarak izlememiz gereken Peygamberimiz’in düşünce ve eylem anlayışı budur. Tüm peygamberlerin sünneti budur. Buna rağmen insanlar târih boyunca şeytan, nefs, haz ve tâğutların etkisi, baskısı ve kışkırtması sonucunda tasavvurunu, düşüncesini, söylemini ve eylemini serbest düşünceye yâni nefsine, arzularına ve ihtiraslarına göre yapmışlardır/yapmaktadırlar. Modernizm ile birlikte serbest düşünce bir din ve inanç hâline gelmiş ve yaygınlaşmıştır.  

 

Akıl, ya Allah’a, âhirete, gayba, dîne, vahye ve peygamberlere göre çalışır, yada şeytana, nefse, hazza ve tâğutlara göre çalışır. Üçüncü bir şık yoktur. Modernizm yada buna “serbest düşünce uygarlığı” da diyebiliriz, aklın, Allah’a, âhirete, dîne, vahye ve peygamberlere göre değil de; şeytana, nefse, hazza ve tâğutlara göre çalıştırılmaya başlanmasının târihidir. Serbest düşünce, aklın, aşkın bir hakîkate göre kullanılmasından vazgeçilerek, beşerî-dünyevî-maddî ve eşyâ-merkezli olarak çalıştırılmasıdır.

 

Akıl ancak aşkın bir hakîkate göre kullanıldığında doğru çalışır ve doğru kararlara ve eylemlere ulaşılabilir. Zâten aklın çalışma alanı da ancak aşkın bir hakîkate dayandığında ve vahiy-merkezli olarak kullanıldığında ufku açılır ve genişler. Yoksa akıl beşerî-dünyevî olana göre çalıştırıldığında ve kullanıldığında madde ile sınırlı kalır ki maddenin de ancak çok küçük bir alanı içine hapsolur. Zîrâ madde sınırlıdır. Aklın ve de serbest düşüncenin kısırlığı ve etkisizliğinin nedeni budur.

 

Akıl gaybı sorgulayamaz. Çünkü akıl gaybı idrâk edemez. Fakat gayba inanç, aklın daha geniş ve doğru çalışmasını sağlar. Zîrâ böylece akıl madde hapishânesinden kurtularak özgür kalmış olur. Gaybın ve vahyin yönlendirmesine açık olacağından dolayı daha çok, daha doğru ve kesin hükümlere varır. O-hâlde düşünce serbest ve bağımsız kaldığında yâni aşkın bir hakîkatten bağımsız kaldığında kısırlaşır, netliğe varamaz ve kısa yada uzun vâdede yanlış yapmaktan kurtulamaz.

 

Akıl ancak vahiy-merkezli ve vahyin kontrôlünde olunca doğru gidebilir, aksi-hâlde şeytanın, nefsin, hazzın ve tâğutların kontrôlüne girer, konforun, refahın ve ihtirasların kulvarında gider ve böylece kısırlaşır.

 

Türkler göçebe yada yarı-göçebe bir hayata alışkın oldukları için serbestliğe de alışkındırlar ve de bundan dolayı İslâm’ı Kur’ân’dan ve Sünnet’ten değil de serbest yorumu dinleştiren tasavvuftan öğrendikleri için Hanifîliği ve Mâturîdîliği yâni aklın ve düşüncenin serbestliğini öne çıkaran mezhebi seçip sâhiplenmişlerdir. Fakat bu durum aklı ilahlaştırmakla sonuçlanmış ve aklın şeytanın, nefsin ve tâğutların kontrôlüne girmesine neden olmuştur. Akıllarına fazla güvenmeleri, akıl-merkezli olmaları ve hattâ akıllarına tapmalarının nedeni budur. Zîrâ akıl gaybın sınırında ve vahyin merkezinde olmadığında şeytanın, nefsin ve tâğutların kontrôlüne girmekten kurtulamaz. İşte Türklerin ve benzer mezhepte olanların modernizme ve batı’ya râm olup entegre olmakta zorlanmamasının ve en sonunda da batı’nın -sözde- değerlerini, hayrân ve râm olarak merkeze almalarının nedeni budur. Üstelik seküler sisteme göbeklerinden bağlı olan modern ilâhiyatçılar (ki bunu en çok yapanlar, -bâzı istisnâlar hâriç- bir plân ve proje kapsamında kurulmuş olan Ankara Okulu ilâhiyatçılarıdır) bunu bir üstünlük ölçüsü olarak sunmaktadırlar. Bu kişiler, içten-içe İslâm bütünlüğüne düşman oldukları için Allah’ı ve dîni hayattan kovan gayr-i İslâmî sistemleri üstün göstermek derdindedirler. Üstelik peygambere iftirâ atarak o’nun da bu yolda olduğunu söylemektedirler.

 

Bir kere şu çok nettir. İslâm akla çok önem verir ve Yûnus Sûresi 100. âyette “Allah aklını kullanmayanların üzerine pislik yağdırır” denir. Fakat İslâm’da akıl merkezde değildir ve vahyin kontrôlünde ve yönlendirmesindedir. Çünkü aksi-hâlde akıl mutlakâ sapar. Bu yüzden Allah aklını kullanmayanların üstüne pislik yağdırdığı gibi, akıllarını ilahlaştıranların da üstüne pislik yağdırır da aklını ilahlaştıranlar böylece sapıklaşır gider.

 

Akıl “kullanılma” aşamasında önemlidir, yoksa hüküm verme ve din belirleme aşamasında değil. Akıl gaybın sınırından bir adım bile ileri gidemediği gibi, vahyin kontrôlünde olmadığı zaman yakın-uzak vâdede mutlakâ fitne üretir ve ifsâd eder. Aklın ve insanın ilahlaştırıldığı son 200 yıllık târihe bakıldığında, Dünyâ’nın yarısından çoğunun dinsiz akıl nedeniyle çileli bir hayat yaşadığı apaçık ortadadır. Bâzılarının, akıllarına hayrân oldukları batı, kırmızı-derilileri katletmiş ve zenginliklerini yağmalamış, kara-derilileri köleleştirmiş, acımazsızca kullanmış ve zulmetmiş, sarı-derilileri de sömürgeleştirmiştir. Bunu elbette Allah’tan bağımsız ve kopuk akıllarına ve serbest düşüncelerine göre yapmışlardır. O serbest yâni Allahsız düşünceleri onlara bunu yaptırabilmiştir.

 

Aslında düşünce hiç-bir zaman serbest olmaz, eğer “aşkın” bir hakîkate dayanmıyorsa ve onun yolunda ve yönlendirmesinde değilse, mutlakâ şeytanın, nefsin, hazzın ve tâğutların yâni “düşkün” olanın yönlendirmesinde ve yönetmesindedir. Bu nedenle İslâm’da serbest düşünce olamaz. Zîrâ İslâm’da Allahsız düşünme olmaz.

 

Aslında “akıl” diye bir şey yoktur. Bu nedenle akla dayanan serbest düşünce de olamaz. Yâni bir cevher, bir madde, bir nokta vs. şeklinde akıl diye bir şey yoktur. İnsanın rûhundan ve bilincinden kaynaklanan bir “akletme yeteneği” vardır. Bu, insana has bir özelliktir; akletme özelliği. İşte bu akletmeyi neye dayanarak yaptığınız önemlidir. Akletmeyi vahyin kontrôlünde yapmadığınızda, mecbûren ve mutlakâ şeytanın, nefsin ve tâğutların kontrôlünde yapmak zorunda kalırsınız. Çünkü üçüncü bir şık yoktur. Modernizm denilen melânet, akletmeyi Allahsız şekilde yapmanın adıdır. Modernizme meftûn ve râm olmuş olanlar büyük bir kopuş yaşadıkları için akletmeyi, modernizmin din hâline getirdiği serbest düşünceye göre yaparlar. Akletmeyi modernizme göre yapmak, “Allah’ı hesâba katmadan düşünmek ve de eylemek” demektir. İşte küfrün, şirkin, adâletsizliğin, haksızlığın, ahlâksızlığın ve zulmün nedeni budur.   

 

Kendine “müslüman” demesine rağmen serbest kalan akıl, aklı ilahlaştırır ve artık akla uymayan bir şeyi kabûl edemez. Oysa akıl sınırlıdır. Serbest düşüncenin ve aklın, Peygamber’i iptâl etmek istemesinin ve sahih hadisler dâhil hadisleri tümden inkâr ve iptâl etmek istemesi bu nedenledir. Sünnet’i hiç hesâba katmamasının nedeni de budur. Elbette hadislerin büyük çoğunluğu uydurmadır. Uydurmaların ve zırvalıkların Peygamberimiz’e isnât edilmesi yanlış ve çirkindir, Fakat onların bile târihi-sosyolojik bir değeri vardır. Kur’ân’a gelince; akıllarını ilahlaştırmış olan serbest düşünceliler, âyetleri inkâr edemedikleri için, Kur’ân’ı aşırı ve alâkasız yorumlara boğarak ve yaptıkları yorumları elbette meftûn ve râm oldukları, karşısında ezik-büzük durdukları modernizme uyduruncaya kadar işkence ederek yorumlarlar. Böylece istedikleri ve arzu ettikleri yoruma ulaşmış olacaklardır. Böyle yapmalarının nedeni, merkeze vahyi değil de modernizmi, aklı ve serbest düşünceyi almış olmalarıdır.

 

Düşüncenin serbest olması, kişinin birey olmasını gerektirir ve bu nedenle serbest düşüncede bireysellik aşırı öne çıkartılır ve hattâ şart koşulur. Fakat bireysellik güçsüzlüktür ve modernler ve aklını ilahlaştıranlar, dînin “toplum bilinci ve eylemi” hâline gelmesine karşıdırlar. Çünkü din toplumun bilincine ve eylemine dönüştüğünde bir güç hâline gelecek, akla haddi bildirilecek ve serbest düşünce kanalizasyona atılacaktır.

 

Bireysellikte düşünce serbest olduğu için herkes kendi dînini belirler ama bu din “Allah’ın dîni” değildir. Artık şeytan ne fısıldarsa, nefs ne arzularsa ve tâğutlar ne plân yapmışsa ona göre şekillenen bir din ve inanç açığa çıkar ki insanlığı tüm zamanlarda ifsâd edip batıran şey işte budur.

 

Mistisizm, bâtınîlik, tasavvuf, târikat, cemaat, ideoloji, yol, sistem, yöntem vs. ne kadar beşer ürünü melânet varsa hepsi de Allah’tan kopuk olan serbest düşüncenin sapıklıklarıdır. Düşünce serbest olduğu için bunların hepsi de kısa yada uzun vâdede fitne üretmiş ve ifsâd etmiştir-etmektedir. Üretilen şeyler sâdece şeytanın, nefsin, tâğutların ve onların uşaklığını yapan küçük bir azınlığın işine yaramaktadır. Tabi bir de bunların çanaklarını yalayan bir kesim vardır ki, -ilginçtir- serbest düşünceyi en çok savunanlar, yayanlar ve yalakalığı en çok yapanlar onlardır.

 

Serbest düşünce; Allah’tan, gaybtan, dinden, vahiyden ve peygamberden bağımsız olan seküler düşüncedir. Böyle olduğu için de kendine ne kadar serbest dese de aslında şeytan, nefs ve tâğutların kontrôlünde, yönlendirmesinde ve yönetmesi altındadır. Aslına bakarsanız düşünce hiç-bir zaman serbest olamaz, ya aşkın bir hakîkate yada Dünyâ’ya, eşyâya, maddeye, beşere ve Allahsız akla dayanır. Bu serbestlik son 200 yıldır modernizm olarak görünmektedir ki modernizm bir Allahsızlık uygarlığıdır.

 

Modernizm; din ve metafizik içinde kendini ifâde eden aklın; bilim, ahlâk, sanat, politika gibi alanlarda bağımsız davranmaya başlamasını ifâde eder. Bu da Aydınlanma’yla başlar. Bunun temelinde, eşyânın algılanmasında ve düşüncenin oluşmasında Allah-merkezlilik iptâl edilip, bunun yerine eşyâ-merkezlilik yerleştirilmiştir. Modernizmi üreten Aydınlanmacı serbest düşünce ve ilahlaştırılmış akıl; eşyâyı ve evreni araştırıp keşfedince, dîn-merkezlilik yerine akıl ve serbest düşünce merkeze alınarak Allahsız bir uygarlık oluşturulmuştur. Böylece akıl ve serbest düşünce hâkim kılınmıştır.

 

Yâni artık eşyânın ve olayların tanımı Allah’a, dîne ve aşkın hakîkatlere göre değil, eşyânın kendisine ve insana göre yapılmaktadır. Serbest düşünce, özgürlük, aydınlanma ve modernizm denen şey budur. O-hâlde serbest düşünce, Allahsızlığın farklı bir görünümünden başkası değildir.

 

Aklı ilahlaştıran ve serbest düşünceyi dinleştiren Mûsâ Cârullah şunları söyler:

 

“Hür akıl mîzân-ı hakîkattir. Hakîkatin haklılığı vezn-i akıl ile sâbit olur. Aklın terâzisine hafif gelen şey, hakîkat pazarında râyiç bulmaz. Menkûl’un sıhhati için sarih akla mutâbakat zarûridir. Sahih menkûl dâima sarih mâkûle mutâbık olur. Sarih mâkûle ters düşen menkûl, hiç-bir vakit sahih olmaz, en sapık fırka, aklı ve aklî delîli, ‘naklî bilgilerle çelişiyor’ iddiâsıyla iptâl eden fırkadır”.

 

Bu ifâdelerde “menkûl”, nakledilen anlamına “naklî delil” demektir. Naklî delil vahiydir. Vahiy ise, Kur’ân’dır. Buna göre Cârullah, akla uymayan dînin/şeriatın aslâ kabûl edilemeyeceğini çok açık bir şekilde ifâde ederek küfre ve şirke düşmektedir. Hâlbuki akıl, dinde nakille bildirilen şeyleri anlama ve uygulama aracıdır, dînî hükümleri belirleme aracı değildir. Dînimizin inanç, ibâdet, nübüvvet ve âhirete ilişkin konuları, ancak nakille (vahiyle) bilinir. Bu sahayı akıl terâzisi çekmez. İmam Şâtıbî; şer’î hükümlerde, aklın nakle tâbi olması gerektiğini, aklın alanının naklin müsaade ettiği oranda geçerli olduğunu söyler. Aslında aklın nakle tâbi olması sâdece şer’î hükümler için geçerli değildir. Vahye apaçık aykırı olduğunda, tabî bilimler de sorunlu olmuş olur.

 

Bir başka akıl-perest olan Fazlurrahman da akıl ve serbest düşünce bağlamında şunlar söyler:

 

“Dînî-modernizmin yapmak zorunda olduğu ilk şey, İslâm hukûkuna yâni şeriata değişiklik getirmektir. Çünkü İslâmî çözüm, sâdece Kur’ân ve Sünnet’ten çıkarılabilecek ilkelere dayanan çözümden ibâret olamaz, ‘değişme’ ilkesinin gereği olan Kur’ân, özel hukûkî hükümlere uzanacak şekilde serbestçe yorumlanmak zorundadır, çünkü Kur’ân, dînî ve ahlâkî ilke ve uyarılar kitabıdır; hukûkî bir belge değildir. O-hâlde önceki nesillerin Kur’ân’ı ve Sünnet’i özgürce yorumlayıp, kendi zamanlarının yapısına göre somutlaştırarak, kendi sorunlarını uygun bir şekilde çözdükleri gibi biz de aynı şeyleri kendi çabamızla çağdaş târihimiz için yapmalıyız”.

 

Dinde hüküm çıkarma, Kur’ân, Sünnet ve akıl sırasıyla olur. Akıl bu sebeple Kur’ân’a ve Sünnetê uymak zorundadır. Peygamberimiz’in “neyle hükmedeceksin?” sorusuna Muaz bin Cebel, Kur’ân ve Sünnet’ten sonra “akıl ile hükmederim” cevâbını vermiştir.

 

İmam Âzam ve İmam Mâturîdi için de “aklı ve serbest düşünceyi merkeze almışlardır” denilerek iftirâ atılmaktadır. Bu konuda bir yazıda şunlar söylenir:

 

 “Aklı merkeze aldığı söylenen İmam Mâturîdi, akla önem vermekle birlikte merkeze vahyi almış ve aklı, naklin kontrôlünde kullanmıştır. İmam Mâturîdi’de akıl hâkim değildir ve aklın yanında nakil ikinci plâna alınamaz, akla uymayan nakil/vahiy inkâr edilemez. Akıl sâdece istidlâl için kullanılır, nakli anlamaya vâsıtadır. İmam Mâturîdi’de akıl, dînin kaynağı değil, düşünme, akletme ve istidlâl (sonuç çıkarma) aracıdır. Nassın olduğu yerde akıl aslâ bilginin temel kaynağı değildir. İmam Mâturîdi ve İmam Âzam, günümüz modernistlerinin iftirâ ettiği gibi, akla uymayan nassları aslâ reddetmemiştir. Mâturîdi ve Eşâri mezheplerinin her ikisi de ‘kelâm metodu’nu kullanmışlardır. Kelam metodu, felsefe metodundan farklı olarak, âyet ve hadisleri asıl kabûl eder, dînin anlaşılması ve îzâhında da akıldan yararlanır ama aklı hakem kabûl etmez. Gerek Mâturîdilik’te ve gerekse Eşârilik’te, akıl naklin hizmetinde, onu te’yit edici unsurdur. İmam Mâturîdi olsun, İmam Âzam olsun, dînî tedrisatlarında aslâ aklı naklin önünde tutmamışlar, nassların mantıkî yönden îzahlarını yapmışlardır”.

 

İslâm’da düşünce serbest olmadığı gibi akıl da serbest değildir ve mutlakâ vahye dayanır, dayanmak zorundadır. Zâten İslâm budur. İslâm, klâsik yada modern anlamda hiç-bir puta göre değil, sâdece Allah’a göre düşünmek, söylemek ve amel-eylemde bulunmak demektir. İslâm, işte bunu hâkim kılmak için vardır. O-hâlde ilahlaştırılmış aklı ve serbest düşünceyi yâni bâtılı yıkıp da hakkı hâkim kılmadıkça bu ikâme edilemez.

 

Serbest düşünce Allah yerine aklı ilahlaştıran ve ona tapan şeydir vesselam.

 

En doğrusunu sadece Allah bilir.

 

Hârun Görmüş

Temmuz 2022

 

Devamını Oku »

5 Şubat 2023 Pazar

Kur’ân’ı Anlamadan Okumak

 

“Gerçekten Biz onu, belki ‘aklınızı kullanırsınız diye’ Arapça bir Kur’ân kıldık” (Zuhrûf 3).

 

“Kaf, He, Ye, Ayn, Sâd” (Meryem 1).

 

Kur’ân, bir nota, bir melodi, bir sır, ne dediği belli olmayan karmaşık bir yazı, çözülmesi gereken bir bilmece, bir gizem, sihir, derinden-derine okunup anlaşılması gereken ve ne dediği yıllarca çalışmayla, anlamı yoğun araştırmalarla açığa çıkacak, idrâk etmek için dâhi ve cins bir kafaya sâhip olmak zorunluluğu gibi şeyler gerektirmeyen apaçık bir Kitap’tır. Zâten Arapça konuşan Araplara inmiştir, üstelik apaçık ve sarih bir Arapçayla konuşmaktadır. Bu, “söylenenlerin idrâk edilip uygulanabilmesi için” böyledir ve böyle olmak zorundadır. Zâten fasıl-fasıl indirilmiş olması, söylenenlerin düşünülüp, sindirilip kabûl edilmesi ve uygulanıp gereğinin yapılması içindir.

 

Apaçık olanın anlaşılmasına çalışmak boşunadır ve bu çaba Kur’ân’ı anlamaktan ziyâde anlamamaya neden olabilir. Çünkü nasıl ki bir şeyi aşırı şekilde parçalarına ayırdığınızda o şey daha zor anlaşılmaya başlarsa, Kur’ân da aşırı anlama çalışmalarıyla didiklenip ayrıştırıldığında anlaşılması zorlaşacaktır. Hz. Ali’nin; “ilim bir noktaydı câhiller onu çoğalttı” sözünde olduğu gibi, araştırdıkça anlaşılıp idrâk etme ve amele-eyleme dökme zorlaşır, gecikir ve en sonunda da imkânsızlaşır. Çünkü anlama hiç-bir zaman bitmez. Bu nedenle Kur’ân bir anlamadan değil, öğüt almadan, ibret almadan, üzerinde düşünmekten ve vahyi amele-eyleme dökmekten yâni işin gereğini yapmaktan bahseder. Modern müslümanların en büyük sorunlarından biri de bu noktadadır ve belki de hâl-i pür melâllerinin nedeni de budur. Zîrâ modern müslümanlar Kur’ân’ı aşırı anlama çalışmaları ve çabalarıyla oyalanmaktadırlar. Bu çaba, gelinen nokta îtibârıyla Kur’ân’ın daha iyi idrâk edilmesini sağlamamış, vahyi daha çok sevmeye neden olmamış, Kur’ân’ın emirlerini-nehiylerini daha titizce yerine getirmeyi yâni işin gereğini hakkıyla yapmayı getirmemiş ve sâdece kişileri kuru mâlûmat sâhibi yapmıştır: Hattâ kanımca bu aşırı anlama çalışmaları ve çabaları, insanları Kur’ân’dan uzaklaştırmıştır. Zîrâ Kur’ân’ı aşırı anlama çabaları vahyin büyüsünü bozmakta ve onun “kitaplardan bir kitap” gibi görülmesine yol açmaktadır. 

 

Nasıl ki iki kere ikinin kaç olduğunu araştırıp anlamaya çalışmak boşuna bir çabaysa, Kur’ân’ın ne dediğini anlamak çabası da gereksizdir. Kur’ân’ın ne demek istediği ise, ne dediğidir. Kur’ân ne diyorsa onu demek ister. Bir şey söyleyip de başka bir şey îmâ etmez.

 

Bu Kitap, kendilerine daha önce bir kitap ve peygamber gelmemiş olanlara, -çok azı hâriç- okuma-yazması olmayan hattâ belki de hayatlarında hiç kitap görmemiş olan insanlara gelmiş ve onlar da onu duyar-duymaz, dinlerler-dinlemez ve okur-okumaz anlayıvermişlerdir. Çünkü Kur’ân “okunması ve anlaşılması aynı şey” olan bir Kitap ve hitaptır.

 

Kur’ân’ı bedeviler dâhil tüm Araplar ânında anlamışlardır. Zâten Mekke müşriklerinin Peygamberimiz’e düşman olmalarının nedeni Kur’ân’ı çok iyi anlamış olmalarıdır. Eğer hemen anlamayıp da bir okuma-araştırma sürecinden sonra anlamış olsalardı, söylenenlere hemen îtirâz etmezlerdi. Kur’ân onların konuştuğu dilde apaçık bir şekilde indiği için bir anlama problemi olmamıştır.

 

Bu bağlamda Peygamberimiz bir Mekke müşrikine; “gel Allah’ın birliğine ve benim O’nun resûlü olduğuma îman et” dediğinde ve İslâm’ın demek olduğundan bahsettiğinde, müşrik; “sen bana diyorsun ki, zamânımızın süper gücü Bizans’a karşı savaş!. Bu çok zor, kabûl edemem” cevâbını vermiştir. Müşrik o dâvetin bâtıl toplumların tamâmından ayrılmak ve bir zaman sonra onlarla savaşmak demek olduğunu ânında anlamıştır. Âyetleri dinleyince, Kur’ân’ın ne dediğini ve nelere yol açacağını ânında anlayıp idrâk etmiş ve bu sözlerin ağır bir bedeli olduğunu hemen fark etmiştir ve “ben Bizans’a karşı savaşamam” demiştir. Peygamber “îman et ve bâtıl toplumdan ayrıl” diyor ve savaş sözünü kullanmıyorken, o “Bizans’la savaşamam” diyor. Çünkü âyetlerin ne dediğini hemen anlıyor ve îman etmenin îcâbında bâtıl toplumdan ayrılmak ve Sasani ile, Bizans’ ile (günümüzde meselâ Amerika-Rusya ile) savaşmak demek” de olabileceğini hemen idrâk ediyor. Yâni Peygamberimiz İslâm’ı anlatıp bâzı âyetler okuduğunda Arap, bırakın söylenenleri anlamayı, söylenen şeylerin ileride neler getireceğini bile idrâk edebiliyor.

 

Kur’ân boyunca “Kur’ân’ı anlayın” diye bir söz söylenmez ve hep “düşünün, akledin, ibret alın” gibi ifâdeler kullanılır. Kur’ân’ı akletmek, üzerinde düşünmeyi gerektirir, fakat Kur’ân’ı anlamak öyle değildir. Kur’ân’ın ne dediği, söylendiğinde, dinlenildiğinde yada okunduğunda ânında anlaşılmıştır. Kur’ân’ı okumak, dinlemek ve anlamak farklı şeyler değildir ve hepsi aynı şeydir ve aynı-anda olur. Kur’ân, okunduğunda yada dinlenildiğinde anlaşılmış da olur. Fakat akletmek ve idrâk ederek onu amele-eyleme dökmek başkadır. Bunun için bir çalışma ve çabalama şarttır.

 

Kur’ân’ı anlamak bir çabayı gerektirseydi, bunu herkes başaramazdı. Bu da, “Kur’ân’ı sâdece bâzı kişiler anlayabilir” diye bir sonuç çıkardı. Oysa Kur’ân, hayatlarında kitap görmemiş ve hemen-hemen geneli okuma-yazma bilmeyen bir topluma gelmiştir ama onlar söylenenleri hemen anlamışlardır. Çünkü Kur’ân, anlaşılmak için ayrıca bir çabaya yer bırakmayacak kadar açıktır ve kolaydır: “Andolsun Biz Kur’ân’ı zikri (öğüt alıp düşünmek) için kolaylaştırdık. Fakat öğüt alıp-düşünen var mı?” (Kamer 17-22-32-40).

 

Kur’ân boyunca “anlamak” diye bir kelime kullanılmaz ve “akıl erdirmek, üzerinde düşünmek, ibret almak, söylenenlerle amel etmek” ifâdeleri kullanılır. Mesela:

 

“Gerçekten biz, akıl erdirirsiniz diye, onu Arapça bir Kur’ân olarak indirdik” (Yûsuf 2).

 

“Belki onlar öğüt alıp-düşünürler diye, Biz onu (Kur’ân’ı), senin dilinle kolaylaştırdık” (Duhân 58).

 

Bu bağlamda bir yazıda şunlar söylenir:

 

“Kur’ân’da insanların, Kur’ân'ı anlamaları gerektiğine dâir en ufak bir vurgu yoktur. Türkçesi ‘Kur’ân’ı Arapça olarak indirdik ki daha iyi anlayasınız’ diye çevirilen ve bu anlamıyla yaygınlaşan âyetin veyâ genel olarak siyâkında ‘anlayasınız’ olduğu zannedilen âyet meâllerinin Arapça aslında ‘anlama’ değil de ‘düşünme’, ‘ibret alma’yla karşılanabilecek sözcüklerle geçmektedir. Evet, Kur’ân’da Türkçe’nin bu tür çağrışımlarıyla birlikte sâhip olduğu ‘anlama’ sözcüğüne tekâbül eden hiç-bir sözcük yok. Örneğin bir ‘f h m’ kökünden gelen sözcük Kur’ân’da sâdece bir yerde geçmekte, (Enbiyâ 79) o da  Kur’ân’ın anlaşılmasıyla ilgili bir mevzuda değil de, Hz. Süleyman’a anlaşılır kılınan bir meseleyle ilgilidir. Bizim Kur’ân’la ilişkimiz bu tür objektivist çağrışımlarıyla birlikte bir ‘anlama-anlaşılma’ ilişkisi değildir, belki bir öğüt alma, kulak verme, itaât etme, üzerinde düşünme ilişkisidir v.s.

 

Kur’ân’ı anlamak Kur’ânî bir sorun mudur?. Kur’ân bizden kendisini bu anlamda kuşatmamızı, tüketmemizi, bütün anlam muhtevâsına nüfûz etmemizi, tâbiri câizse vahyedenin niyetlerini çözücü bir çaba mı beklemektedir?. Anlama kelimesinin batı dillerindeki eş karşılıklarından birisi de ‘to exhaust’ tur. Bu da bir anlam içeriğini kavramak, ama ‘tüketerek kavramak’ şeklindedir. Yâni bir anlamda Kur’ân’ın her-hangi bir âyetini anladığımızı söylerken onda artık anlaşılacak başka hiç-bir şeyi geride bırakmamış olduğumuzu söylemiş oluyoruz”.

 

Peki Kur’ân’da anlamaya imkân vermeyen yâni mecbûren anlamadan okunması gereken âyetler de var mıdır?. Yâni Kur’ân’da anlamadan ve sâdece teberrüken okunan âyetler yok mudur?. Elbette vardır. Meselâ bir örneğini yazının başında da verdiğimiz “hurûf-u mukatta” denen âyetler 1.400 yıldır anlaşılmadan okunuyor. Üzerinde bâzı yorumlar yapılmış olsa da net ve kesin bir yorumu yapılmış değildir. Zîrâ dinlenildiği yada okunduğu anda ne denildiği anlaşılamayan ve anlaşılamayacak olan âyetlerdir bunlar. “Kaf, He, Ye, Ayn, Sâd” denildiğinde ne anlıyorsunuz ki!. Bunlar mecbûren anlaşılmadan okunacak olan Kur’ân âyetleridir.

 

Bir de, Allah’ın kendisinden-zâtından bahsettiği âyetler vardır ki, bu âyetlerin ne dediği anlaşılsa da, söylenenlerden dolayı kişide bir tasavvur oluşmaz ve zihinde bir hayâl canlanmaz. Meselâ Allah Nûr Sûresi 35’te kendisinden bahseder. Bunu Arapça bilenler meâllendirir ve meâlden çevirisini okuyanlar da söyleneni anlar fakat bu söylenenlerden Allah hakkında bir şey öğrenmiş olmazlar, yâni Allah’ın ne ve nasıl bir varlık olduğunu öğrenmiş olmazlar. Belki O’nun ne olmadığını öğrenmiş olurlar.

 

“Allah, göklerin ve yerin nûrudur. O’nun nûrunun misâli, içinde çerağ bulunan bir kandil gibidir; çerağ bir sırça içerisindedir; sırça, sanki incimsi bir yıldızdır ki, doğu’ya da, batı’ya da âit olmayan kutlu bir zeytin ağacından yakılır; (bu öyle bir ağaç ki) neredeyse ateş ona dokunmasa da yağı ışık verir. (Bu,) Nûr üstüne nûrdur. Allah, kimi dilerse onu kendi nûruna yöneltip-iletir. Allah insanlar için örnekler verir. Allah her-şeyi bilendir” (Nûr 35).

 

Biz bu âyette söylenenleri anlıyoruz, kelimeler bildiğimiz-tanıdığımız kelimeler ama cümlenin bütünlüğüne baktığımızda âyetin ne dediğini yine de idrâk edemiyoruz. Çünkü âyet, Allah’tan bahsediyor. Hiç görmediğimiz ve hakîkatini kesin şekilde bilmediğimiz bir varlıktan bahsediliyor. Apaçık şekilde anlatmasına rağmen o kelimelere anlam veremiyoruz. Bu âyet 1.400 yıldır tefsir ve te’vil ediliyor ama net ve kesin yorumu yapılamıyor, yapılamaz da. Çünkü âyette anlatılan varlık, bizce neliği-nasıllığı bilinemeyecek olan Allah’ın varlığıdır. Kanımca bu âyet Allah’ı bize ne ve nasıl olduğunu anlatmak için değil, “söylesek de anlamazsınız”ı göstermek için inmiştir. İşte bunun gibi, Allah gökte kendini apaçık bir şekilde gösterse bile, biz bir şeyler görürüz ama gördüğümüze bir anlam verip de gördüğümüz şeyin ne olduğunu idrâk edip de bilemeyiz ve anlatamayız. Üstelik her gören farklı bir şey söyler ve böylece görülen şey hakkında hiç kimse net bir şey söylememiş olur.

 

Evet; bu âyet 1.400 yıldır okunup yorumlanıyor ama bir kesinliğe ulaşılmış değildir. Çünkü Bu âyetler idrâk etmeye müsâit değildir. Demek ki Kur’ân’da okunduğunda yada dinlenildiğinde hiç anlaşılamayacak âyetler olduğu gibi, ne dediği anlaşılmasına rağmen idrâk edilemeyecek âyetler de vardır. Çünkü Kur’ân akıl-üstüdür, idrâk-üstüdür, tüketilemez, bitirilemez.

 

Son zamanlarda “Kur’ân’ı anlayarak okumak” çalışmaları başladı ve yaygınlaştı. Anlamak amaç yapıldığı için anlama çalışmaları eylemi blôke etti ve etmektedir.

 

Bilgi, bilim ve bilmek önemlidir, olmazsa-olmazdır. Fakat sorun, bilgiyi, bilmeyi ve bilimi ilahlaştırmak noktasındadır. Allah’tan, Din’den, Kitap’tan ve Peygamber’den kopuk bilgi ve bilim mutlakâ insan tarafından ilahlaştırılır ve kutsallaştırılır. Oysa insan bilmeyi Allah-merkezli olarak ve Allah’ın bildirdiği kadar yâni doğal, normâl ve fıtrî sahada ve sınırda yapsa sorun olmayacak ve insana yarar sağlayıp onu geliştirecektir. Tabi şu da var ki, Allah’ın her söylediği ve her indirdiği âyet araştırılmak zorunda değildir ve vahiy bilgisi her zaman araştırılmak için değil, bâzen “araştırmamak” içindir. Meselâ rûhun varlığı ve nasıllığı, yine Nûr Sûresi 35. âyetin Allah’ı anlatırken söyledikleri gibi şeyler, araştırılmak için değil, araştırmamak için indirilmiştir. Her-şey için bilimsel açıklama yapmak zorunlu değildir. Zâten gerek sayısal gerekse de sözel-sosyâl bilimler her-şeyin açıklamasını da yapamaz. Bir-çok şey aslında bir inanç işidir, bilgiyle ifâde edilemez.

 

İslâm şudur: “İlmi ve kudreti sonsuz-sınırsız, âlemlerin Rabbi olan Allah’ın; “meleklerin pâdişahı” olan Cebrâil aracılığı ile, içinde “sonsuz nûr” bulunan ve insanların iç-âlemlerini inşâ ettikten sonra yeryüzünü yâni dış-âlemi de inşâ ederek hayâta hâkim olacak “kesin doğru olan” vahiylerin, “muhteşem bir ahlâka sâhip” olan “âlemlere rahmet” Hz. Muhammed’e indirilmesi ve bu vahiylerin “Kur’ân” olarak 23 yılda toplanması, Peygamber ve onunla birlikte olanlar tarafından Kur’ân’ın hayâta yansıtılarak hâkim kılınmasıdır. İslâm, 23 yıl boyunca Peygamberimiz’e inen vahiyler ve o’nun vahiy-merkezli örnek mücâdelesidir.

 

Böyle olduğu içindir ki, Kur’ân’ın ne dediği okunmalı, dinlenilmeli ve bilinmelidir. Okunduğu yada dinlenildiği anda bilinmiş ve anlaşılmış olacaktır. Kur’ân’ın bilinmesi için onu kişinin bildiği-anladığı dilde okuması şarttır. Yoksa Kur’ân’ı sâdece orijinâl dilinden, ne söylediğini bilmeden ve söylediklerini fark etmeden okumanın faydası vardır ama Kur’ân’ın amacı bu değildir. Kur’ân ne söylediğinin bilinmesinden sonra, gereğinin yapılmasını emreder. Bu da ilk başta Kur’ân’ın ne dediğinin bilinmesini gerektirir ki bu “anlama” da demektir. Bilindikten, dolayısı ile anlaşıldıktan sonra ise Kur’ân üzerinde düşünmek, akletmek, ibret almak ve onu amele-eyleme dökerek gereğini yapmak şarttır ki Kur’ân zâten bunun için indirilmiştir. 

 

Kur’ân’ı anlamadan okumayı eleştirerek “anlayarak okuma” yoluna düşmek doğrudur tabî ki, fakat Kur’ân’ı okuyup idrâk edip bilinçlendikten sonra o bilinçle amele-eyleme dönülmüyorsa o da bir eksiklik ve hakkın ve hakîkatin hâkim kılınması yolunda bir engel olur.

 

Kur’ân’da anlamadan-anlayamadan ve idrâk etmeden-edemeden okunacak âyetler de vardır. Fakat önemli olan, Kur’ân’dan ibret-öğüt almak, üzerinde düşünmek, onu akletmek, idrâk etmek ve gereğini yapmaktır. Çünkü Kur’ân’ı, adâletsizliğe, haksızlığa, ahlâksızlığa, şirke, küfre ve zulme bir eleştiri, îtirâz ve isyân etmeden ve de onu amele-eyleme dökmeden “anlamadan okumak” ile;  Kur’ân’ı, adâletsizliğe, haksızlığa, ahlâksızlığa, şirke, küfre ve zulme bir eleştiri, îtirâz ve isyân etmeden ve de onu amele-eyleme dökmeden “anlayarak okumak” arasında hiç-bir fark yoktur.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Eylül 2022

 

 

Devamını Oku »