“Gerçekten Biz onu, belki
‘aklınızı kullanırsınız diye’ Arapça bir Kur’ân kıldık” (Zuhrûf 3).
“Kaf, He, Ye, Ayn, Sâd” (Meryem 1).
Kur’ân, bir nota, bir melodi,
bir sır, ne dediği belli olmayan karmaşık bir yazı, çözülmesi gereken bir bilmece,
bir gizem, sihir, derinden-derine okunup anlaşılması gereken ve ne dediği
yıllarca çalışmayla, anlamı yoğun araştırmalarla açığa çıkacak, idrâk etmek
için dâhi ve cins bir kafaya sâhip olmak zorunluluğu gibi şeyler gerektirmeyen
apaçık bir Kitap’tır. Zâten Arapça konuşan Araplara inmiştir, üstelik apaçık ve
sarih bir Arapçayla konuşmaktadır. Bu, “söylenenlerin idrâk edilip uygulanabilmesi
için” böyledir ve böyle olmak zorundadır. Zâten fasıl-fasıl indirilmiş olması,
söylenenlerin düşünülüp, sindirilip kabûl edilmesi ve uygulanıp gereğinin
yapılması içindir.
Apaçık olanın anlaşılmasına
çalışmak boşunadır ve bu çaba Kur’ân’ı anlamaktan ziyâde anlamamaya neden
olabilir. Çünkü nasıl ki bir şeyi aşırı şekilde parçalarına ayırdığınızda o şey
daha zor anlaşılmaya başlarsa, Kur’ân da aşırı anlama çalışmalarıyla didiklenip
ayrıştırıldığında anlaşılması zorlaşacaktır. Hz. Ali’nin; “ilim bir noktaydı
câhiller onu çoğalttı” sözünde olduğu gibi, araştırdıkça anlaşılıp idrâk etme
ve amele-eyleme dökme zorlaşır, gecikir ve en sonunda da imkânsızlaşır. Çünkü
anlama hiç-bir zaman bitmez. Bu nedenle Kur’ân bir anlamadan değil, öğüt
almadan, ibret almadan, üzerinde düşünmekten ve vahyi amele-eyleme dökmekten
yâni işin gereğini yapmaktan bahseder. Modern müslümanların en büyük sorunlarından
biri de bu noktadadır ve belki de hâl-i pür melâllerinin nedeni de budur. Zîrâ
modern müslümanlar Kur’ân’ı aşırı anlama çalışmaları ve çabalarıyla
oyalanmaktadırlar. Bu çaba, gelinen nokta îtibârıyla Kur’ân’ın daha iyi idrâk
edilmesini sağlamamış, vahyi daha çok sevmeye neden olmamış, Kur’ân’ın
emirlerini-nehiylerini daha titizce yerine getirmeyi yâni işin gereğini hakkıyla
yapmayı getirmemiş ve sâdece kişileri kuru mâlûmat sâhibi yapmıştır: Hattâ
kanımca bu aşırı anlama çalışmaları ve çabaları, insanları Kur’ân’dan
uzaklaştırmıştır. Zîrâ Kur’ân’ı aşırı anlama çabaları vahyin büyüsünü bozmakta
ve onun “kitaplardan bir kitap” gibi görülmesine yol açmaktadır.
Nasıl ki iki kere ikinin kaç
olduğunu araştırıp anlamaya çalışmak boşuna bir çabaysa, Kur’ân’ın ne dediğini
anlamak çabası da gereksizdir. Kur’ân’ın ne demek istediği ise, ne dediğidir.
Kur’ân ne diyorsa onu demek ister. Bir şey söyleyip de başka bir şey îmâ etmez.
Bu Kitap, kendilerine daha önce
bir kitap ve peygamber gelmemiş olanlara, -çok azı hâriç- okuma-yazması olmayan
hattâ belki de hayatlarında hiç kitap görmemiş olan insanlara gelmiş ve onlar
da onu duyar-duymaz, dinlerler-dinlemez ve okur-okumaz anlayıvermişlerdir.
Çünkü Kur’ân “okunması ve anlaşılması aynı şey” olan bir Kitap ve hitaptır.
Kur’ân’ı bedeviler dâhil tüm
Araplar ânında anlamışlardır. Zâten Mekke müşriklerinin Peygamberimiz’e düşman
olmalarının nedeni Kur’ân’ı çok iyi anlamış olmalarıdır. Eğer hemen anlamayıp
da bir okuma-araştırma sürecinden sonra anlamış olsalardı, söylenenlere hemen
îtirâz etmezlerdi. Kur’ân onların konuştuğu dilde apaçık bir şekilde indiği
için bir anlama problemi olmamıştır.
Bu
bağlamda Peygamberimiz bir Mekke müşrikine; “gel Allah’ın birliğine ve benim
O’nun resûlü olduğuma îman et” dediğinde ve İslâm’ın demek olduğundan
bahsettiğinde, müşrik; “sen bana diyorsun ki, zamânımızın süper gücü Bizans’a
karşı savaş!. Bu çok zor, kabûl edemem” cevâbını vermiştir. Müşrik o dâvetin
bâtıl toplumların tamâmından ayrılmak ve bir zaman sonra onlarla savaşmak demek
olduğunu ânında anlamıştır. Âyetleri dinleyince, Kur’ân’ın ne dediğini ve
nelere yol açacağını ânında anlayıp idrâk etmiş ve bu sözlerin ağır bir bedeli
olduğunu hemen fark etmiştir ve “ben Bizans’a karşı savaşamam” demiştir. Peygamber
“îman et ve bâtıl toplumdan ayrıl” diyor ve savaş sözünü kullanmıyorken, o
“Bizans’la savaşamam” diyor. Çünkü âyetlerin ne dediğini hemen anlıyor ve îman
etmenin îcâbında bâtıl toplumdan ayrılmak ve Sasani ile, Bizans’ ile (günümüzde
meselâ Amerika-Rusya ile) savaşmak demek” de olabileceğini hemen idrâk ediyor. Yâni
Peygamberimiz İslâm’ı anlatıp bâzı âyetler okuduğunda Arap, bırakın söylenenleri
anlamayı, söylenen şeylerin ileride neler getireceğini bile idrâk edebiliyor.
Kur’ân boyunca “Kur’ân’ı anlayın”
diye bir söz söylenmez ve hep “düşünün, akledin, ibret alın” gibi ifâdeler
kullanılır. Kur’ân’ı akletmek, üzerinde düşünmeyi gerektirir, fakat Kur’ân’ı
anlamak öyle değildir. Kur’ân’ın ne dediği, söylendiğinde, dinlenildiğinde yada
okunduğunda ânında anlaşılmıştır. Kur’ân’ı okumak, dinlemek ve anlamak farklı
şeyler değildir ve hepsi aynı şeydir ve aynı-anda olur. Kur’ân, okunduğunda yada
dinlenildiğinde anlaşılmış da olur. Fakat akletmek ve idrâk ederek onu amele-eyleme
dökmek başkadır. Bunun için bir çalışma ve çabalama şarttır.
Kur’ân’ı anlamak bir çabayı
gerektirseydi, bunu herkes başaramazdı. Bu da, “Kur’ân’ı sâdece bâzı kişiler
anlayabilir” diye bir sonuç çıkardı. Oysa Kur’ân, hayatlarında kitap görmemiş
ve hemen-hemen geneli okuma-yazma bilmeyen bir topluma gelmiştir ama onlar
söylenenleri hemen anlamışlardır. Çünkü Kur’ân, anlaşılmak için ayrıca bir çabaya
yer bırakmayacak kadar açıktır ve kolaydır: “Andolsun Biz Kur’ân’ı zikri
(öğüt alıp düşünmek) için kolaylaştırdık. Fakat öğüt alıp-düşünen var mı?”
(Kamer 17-22-32-40).
Kur’ân boyunca “anlamak”
diye bir kelime kullanılmaz ve “akıl erdirmek, üzerinde düşünmek, ibret almak,
söylenenlerle amel etmek” ifâdeleri kullanılır. Mesela:
“Gerçekten biz, akıl
erdirirsiniz diye, onu Arapça bir Kur’ân olarak indirdik” (Yûsuf 2).
“Belki onlar öğüt
alıp-düşünürler diye, Biz onu (Kur’ân’ı), senin dilinle kolaylaştırdık” (Duhân 58).
Bu bağlamda bir yazıda
şunlar söylenir:
“Kur’ân’da insanların, Kur’ân'ı anlamaları gerektiğine dâir
en ufak bir vurgu yoktur. Türkçesi
‘Kur’ân’ı Arapça olarak indirdik ki daha iyi anlayasınız’ diye çevirilen ve bu
anlamıyla yaygınlaşan âyetin veyâ genel olarak siyâkında ‘anlayasınız’ olduğu
zannedilen âyet meâllerinin Arapça aslında ‘anlama’ değil de ‘düşünme’, ‘ibret
alma’yla karşılanabilecek sözcüklerle geçmektedir. Evet, Kur’ân’da Türkçe’nin
bu tür çağrışımlarıyla birlikte sâhip olduğu ‘anlama’ sözcüğüne tekâbül eden
hiç-bir sözcük yok. Örneğin bir ‘f h m’ kökünden gelen sözcük Kur’ân’da sâdece
bir yerde geçmekte, (Enbiyâ 79) o da
Kur’ân’ın anlaşılmasıyla ilgili bir mevzuda değil de, Hz. Süleyman’a
anlaşılır kılınan bir meseleyle ilgilidir. Bizim Kur’ân’la ilişkimiz bu tür
objektivist çağrışımlarıyla birlikte bir ‘anlama-anlaşılma’ ilişkisi değildir,
belki bir öğüt alma, kulak verme, itaât etme, üzerinde düşünme ilişkisidir v.s.
Kur’ân’ı anlamak Kur’ânî bir sorun mudur?. Kur’ân bizden
kendisini bu anlamda kuşatmamızı, tüketmemizi, bütün anlam muhtevâsına nüfûz
etmemizi, tâbiri câizse vahyedenin niyetlerini çözücü bir çaba mı
beklemektedir?. Anlama kelimesinin batı dillerindeki eş karşılıklarından birisi
de ‘to exhaust’ tur. Bu da bir anlam içeriğini kavramak, ama ‘tüketerek
kavramak’ şeklindedir. Yâni bir anlamda Kur’ân’ın her-hangi bir âyetini
anladığımızı söylerken onda artık anlaşılacak başka hiç-bir şeyi geride
bırakmamış olduğumuzu söylemiş oluyoruz”.
Peki Kur’ân’da anlamaya
imkân vermeyen yâni mecbûren anlamadan okunması gereken âyetler de var mıdır?.
Yâni Kur’ân’da anlamadan ve sâdece teberrüken okunan âyetler yok mudur?.
Elbette vardır. Meselâ bir örneğini yazının başında da verdiğimiz “hurûf-u
mukatta” denen âyetler 1.400 yıldır anlaşılmadan okunuyor. Üzerinde bâzı yorumlar
yapılmış olsa da net ve kesin bir yorumu yapılmış değildir. Zîrâ dinlenildiği
yada okunduğu anda ne denildiği anlaşılamayan ve anlaşılamayacak olan
âyetlerdir bunlar. “Kaf, He, Ye, Ayn, Sâd” denildiğinde ne anlıyorsunuz ki!.
Bunlar mecbûren anlaşılmadan okunacak olan Kur’ân âyetleridir.
Bir de, Allah’ın kendisinden-zâtından
bahsettiği âyetler vardır ki, bu âyetlerin ne dediği anlaşılsa da,
söylenenlerden dolayı kişide bir tasavvur oluşmaz ve zihinde bir hayâl
canlanmaz. Meselâ Allah Nûr Sûresi 35’te kendisinden bahseder. Bunu Arapça
bilenler meâllendirir ve meâlden çevirisini okuyanlar da söyleneni anlar fakat bu
söylenenlerden Allah hakkında bir şey öğrenmiş olmazlar, yâni Allah’ın ne ve nasıl
bir varlık olduğunu öğrenmiş olmazlar. Belki O’nun ne olmadığını öğrenmiş
olurlar.
“Allah, göklerin ve yerin
nûrudur. O’nun nûrunun misâli, içinde çerağ bulunan bir kandil gibidir; çerağ
bir sırça içerisindedir; sırça, sanki incimsi bir yıldızdır ki, doğu’ya da,
batı’ya da âit olmayan kutlu bir zeytin ağacından yakılır; (bu öyle bir ağaç
ki) neredeyse ateş ona dokunmasa da yağı ışık verir. (Bu,) Nûr üstüne nûrdur.
Allah, kimi dilerse onu kendi nûruna yöneltip-iletir. Allah insanlar için
örnekler verir. Allah her-şeyi bilendir” (Nûr 35).
Biz bu âyette söylenenleri
anlıyoruz, kelimeler bildiğimiz-tanıdığımız kelimeler ama cümlenin bütünlüğüne
baktığımızda âyetin ne dediğini yine de idrâk edemiyoruz. Çünkü âyet, Allah’tan
bahsediyor. Hiç görmediğimiz ve hakîkatini kesin şekilde bilmediğimiz bir
varlıktan bahsediliyor. Apaçık şekilde anlatmasına rağmen o kelimelere anlam
veremiyoruz. Bu âyet 1.400 yıldır tefsir ve te’vil ediliyor ama net ve kesin
yorumu yapılamıyor, yapılamaz da. Çünkü âyette anlatılan varlık, bizce
neliği-nasıllığı bilinemeyecek olan Allah’ın varlığıdır. Kanımca bu âyet
Allah’ı bize ne ve nasıl olduğunu anlatmak için değil, “söylesek de
anlamazsınız”ı göstermek için inmiştir. İşte bunun gibi, Allah gökte kendini
apaçık bir şekilde gösterse bile, biz bir şeyler görürüz ama gördüğümüze bir
anlam verip de gördüğümüz şeyin ne olduğunu idrâk edip de bilemeyiz ve
anlatamayız. Üstelik her gören farklı bir şey söyler ve böylece görülen şey
hakkında hiç kimse net bir şey söylememiş olur.
Evet; bu âyet 1.400 yıldır
okunup yorumlanıyor ama bir kesinliğe ulaşılmış değildir. Çünkü Bu âyetler idrâk
etmeye müsâit değildir. Demek ki Kur’ân’da okunduğunda yada dinlenildiğinde hiç
anlaşılamayacak âyetler olduğu gibi, ne dediği anlaşılmasına rağmen idrâk edilemeyecek
âyetler de vardır. Çünkü Kur’ân akıl-üstüdür, idrâk-üstüdür, tüketilemez,
bitirilemez.
Son zamanlarda “Kur’ân’ı
anlayarak okumak” çalışmaları başladı ve yaygınlaştı. Anlamak amaç yapıldığı
için anlama çalışmaları eylemi blôke etti ve etmektedir.
Bilgi, bilim ve bilmek
önemlidir, olmazsa-olmazdır. Fakat sorun, bilgiyi, bilmeyi ve bilimi
ilahlaştırmak noktasındadır. Allah’tan, Din’den, Kitap’tan ve Peygamber’den
kopuk bilgi ve bilim mutlakâ insan tarafından ilahlaştırılır ve kutsallaştırılır.
Oysa insan bilmeyi Allah-merkezli olarak ve Allah’ın bildirdiği kadar yâni
doğal, normâl ve fıtrî sahada ve sınırda yapsa sorun olmayacak ve insana yarar
sağlayıp onu geliştirecektir. Tabi şu da var ki, Allah’ın her söylediği ve her
indirdiği âyet araştırılmak zorunda değildir ve vahiy bilgisi her zaman
araştırılmak için değil, bâzen “araştırmamak” içindir. Meselâ rûhun varlığı ve
nasıllığı, yine Nûr Sûresi 35. âyetin Allah’ı anlatırken söyledikleri gibi
şeyler, araştırılmak için değil, araştırmamak için indirilmiştir. Her-şey için
bilimsel açıklama yapmak zorunlu değildir. Zâten gerek sayısal gerekse de
sözel-sosyâl bilimler her-şeyin açıklamasını da yapamaz. Bir-çok şey aslında
bir inanç işidir, bilgiyle ifâde edilemez.
İslâm şudur: “İlmi ve
kudreti sonsuz-sınırsız, âlemlerin Rabbi olan Allah’ın; “meleklerin pâdişahı” olan
Cebrâil aracılığı ile, içinde “sonsuz nûr” bulunan ve insanların iç-âlemlerini
inşâ ettikten sonra yeryüzünü yâni dış-âlemi de inşâ ederek hayâta hâkim olacak
“kesin doğru olan” vahiylerin, “muhteşem bir ahlâka sâhip” olan “âlemlere
rahmet” Hz. Muhammed’e indirilmesi ve bu vahiylerin “Kur’ân” olarak 23 yılda
toplanması, Peygamber ve onunla birlikte olanlar tarafından Kur’ân’ın hayâta
yansıtılarak hâkim kılınmasıdır. İslâm, 23 yıl boyunca Peygamberimiz’e inen
vahiyler ve o’nun vahiy-merkezli örnek mücâdelesidir.
Böyle olduğu içindir ki,
Kur’ân’ın ne dediği okunmalı, dinlenilmeli ve bilinmelidir. Okunduğu yada
dinlenildiği anda bilinmiş ve anlaşılmış olacaktır. Kur’ân’ın bilinmesi için
onu kişinin bildiği-anladığı dilde okuması şarttır. Yoksa Kur’ân’ı sâdece
orijinâl dilinden, ne söylediğini bilmeden ve söylediklerini fark etmeden
okumanın faydası vardır ama Kur’ân’ın amacı bu değildir. Kur’ân ne söylediğinin
bilinmesinden sonra, gereğinin yapılmasını emreder. Bu da ilk başta Kur’ân’ın
ne dediğinin bilinmesini gerektirir ki bu “anlama” da demektir. Bilindikten,
dolayısı ile anlaşıldıktan sonra ise Kur’ân üzerinde düşünmek, akletmek, ibret
almak ve onu amele-eyleme dökerek gereğini yapmak şarttır ki Kur’ân zâten bunun
için indirilmiştir.
Kur’ân’ı anlamadan okumayı
eleştirerek “anlayarak okuma” yoluna düşmek doğrudur tabî ki, fakat Kur’ân’ı
okuyup idrâk edip bilinçlendikten sonra o bilinçle amele-eyleme dönülmüyorsa o
da bir eksiklik ve hakkın ve hakîkatin hâkim kılınması yolunda bir engel olur.
Kur’ân’da
anlamadan-anlayamadan ve idrâk etmeden-edemeden okunacak âyetler de vardır.
Fakat önemli olan, Kur’ân’dan ibret-öğüt almak, üzerinde düşünmek, onu
akletmek, idrâk etmek ve gereğini yapmaktır. Çünkü Kur’ân’ı, adâletsizliğe,
haksızlığa, ahlâksızlığa, şirke, küfre ve zulme bir eleştiri, îtirâz ve isyân etmeden
ve de onu amele-eyleme dökmeden “anlamadan okumak” ile; Kur’ân’ı, adâletsizliğe, haksızlığa,
ahlâksızlığa, şirke, küfre ve zulme bir eleştiri, îtirâz ve isyân etmeden ve de
onu amele-eyleme dökmeden “anlayarak okumak” arasında hiç-bir fark yoktur.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Eylül 2022
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder