19 Mayıs 2016 Perşembe

Müslümanların Görüş Ayrılığındaki Aşırılık


“Hepiniz Allah’ın ipine sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayın. Ve Allah’ın üzerinizdeki nîmetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O, kâlplerinizin arasını uzlaştırıp-ısındırdı ve siz O’nun nîmetiyle kardeşler olarak sabahladınız. Yine siz, tam ateş çukurunun kıyısındayken, oradan sizi kurtardı. Umulur ki hidâyete erersiniz diye, Allah, size âyetlerini böyle açıklar” (Âl-i İmran103).

“Kendilerine apaçık belgeler geldikten sonra, parçalanıp ayrılan ve ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte onlar için büyük bir azap vardır” (Âl-i İmran105).

Modernizm ile birlikte müslümanlarda o kadar çok farklı düşünüşler, anlayışlar ve davranışlar gelişti ki, hiç-biri diğerine uymadığı gibi, düşmanlık derecesinde ayrılığa neden olacak seviyeye geldi. Öyle ki; artık tefrikalaşanlar birbirlerini dinleyemiyorlar ve birbirlerine katlanamıyorlar bile. Aynı Allah’a inandıkları, aynı Peygamberin ümmeti, aynı kitabın mü’mini ve aynı İslâmî târihe sâhip oldukları hâlde, oluşan aşırı farklılık aşırı ayrılıkları da yanında getiriyor. Bunun ana-nedeni vahiy-merkezli olmamaktır. Vahiy-merkezli olunmadığında, yâni Kur’ân bilincin, sünnet de eylemin kaynağı olmadığında, kişiler arasında herkesin aklı farklı-farklı çalıştığından aşırı farklılıklar meydana çıkıyor. Hâlbuki Allah, Kur’ân’ı vahyederek ve Peygamber göndererek, akılların Kur’ân ve sünnet baz alınarak işletilmesini emreder. Zâten ancak bu şekilde ümmet dağılıp ayrılmaz ve birbirine düşman olmaktan korunabilir. Aksi-hâlde ayrılıp dağılırlar ve bu dağılma, yanında doğal olarak güçsüzlüğü de getirir ve günümüzde bâriz şekilde yaşandığı gibi şeytânî güçlerin kontrôlüne girilir. Kur’ân bundan şöyle bahseder:

“Allah’a ve Resûlü’ne itaat edin ve çekişip bir-birinize düşmeyin, çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz gider. Sabredin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle berâberdir” (Enfâl 46).

Allah ayrılıkların baş göstermesinin ana-sebebi olarak kıskançlığı ve çıkar-merkezli olmayı, yâni nefse uymayı gösterir. Öyle ki onca ilim bile bu durumu kurtaramaz. Bu ayrılıkların panzehiri de tabî ki yine vahiydir:

“Hiç şüphesiz din, Allah katında İslâm’dır. Kitap verilenler, ancak kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki ‘kıskançlık ve hakka başkaldırma’ (bağy) yüzünden ayrılığa düştüler. Kim Allah’ın âyetlerini inkâr ederse, (bilsin ki) gerçekten Allah, hesâbı pek çabuk görendir” (Âl-i İmran19).

Peygamberimiz zamânında Mekke’de de durum böyleydi. Fakat Peygamber müslümanları kardeşler yaptı. “İslâm kardeşliği” korudu onları. Kavmiyetçiliğe karşı İslâm kardeşliğini têsis ettiler. Bu kardeşlik onları dik ve diri tuttu. Zîrâ Allah vahyin etkisiyle onların kâlplerini birbirlerine yaklaştırdı. Yâni sahabe, her ne kadar “emin” olarak tanığı Peygambere güvense de, Peygamberin kara kaşına kara gözüne ve hatırına bir-araya gelmedi. Peygamber onları vahiy ile birleştirdi. Vahyin vermiş olduğu îman, onları kardeşler yaptı. Öyle ki her-şeylerini paylaşabilecek bir kardeşlikti bu. Eğer vahiy olmasaydı Peygamber dünyâları harcasaydı bile onları uzlaştırıp kaynaştıramazdı:

“Ve onların kâlplerini uzlaştırdı. Sen, yeryüzündekilerin tümünü harcasaydın bile onların kâlplerini uzlaştıramazdın. Ama Allah, aralarını bulup onları uzlaştırdı. Çünkü O, üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sâhibidir” (Enfâl 63).

Takvânın azlığından yada yokluğundan kaynaklanan şeytanın-nefsin fısıldamaları ve maddî-mânevî kıskançlık ve çıkar-hesapları ümmeti böldü. Artık her grup kendini haklı gördüğünden, düşünüşlerini-yorumlamalarını ve ilmî faaliyetlerini, en sonunda da amellerini buna göre yapmaya başladılar. Bu durum ayrılıkların kayıt altına alınmasına neden olarak resmiyet kazandırdı. Hükûmetlerin kendine göre bir mezhebi-meşrebi-düşünceyi savunması da buna tüy dikti. Artık ana-etken Kur’ân-sünnet değil, mezhep-meşrep görüşü oldu. Bu uğurda uydurulan rivâyetler ve şirk unsurları dîni belirler oldu ve tabî ki bu durum ayrılıklara tuz-biber ekti. Oysa Allah, Hz. Nûh zamânından bêri müslümanları uyarıyordu:

“O, ‘dîni dosdoğru ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin’ diye dinden Nûh’a vasiyet ettiğini ve sana vahyettiğimizi, İbrâhim’e, Mûsâ’ya ve Îsâ’ya vasiyet ettiğimizi sizin için de teşrî’ etti (bir şeriat kıldı). Senin kendilerini çağırdığın şey, müşriklere ağır geldi. Allah, dilediğini buna seçer ve içten kendisine yöneleni hidâyete erdirir. Onlar, kendilerine ilim geldikten sonra, yalnızca aralarındaki ‘tecâvüz ve haksızlık’ dolayısıyla ayrılığa düştüler. Eğer Rabbinden, adı konulmuş bir ecele kadar geçmiş (verilmiş) bir söz olmasaydı, muhakkak aralarında hüküm verilmiş (iş bitirilmiş)ti. Şüphesiz onların ardından Kitaba mîrasçı olanlar ise, herhâlde ona karşı kuşku verici bir tereddüt içindedirler” (Şûrâ 13-14).

Tevhidden her ayrılık bir şirktir. Tevhidin kopuşudur bu çünkü. Bu kopuş, hiziplerin bir-birlerine her-türlü haksızlık yapmasına ve her-türlü tecâvüzü-saldırıyı yapmasına bile neden oluyor. Allah bize hâlen mühlet vermekte. Bu ayrılıklara bir son verip ümmeti yeniden diriltmeliyiz. Yoksa perişanlık ve azap yakamızı bırakmayacak. Her ayrılık “kitapta da ayrılık” olarak tezâhür ediyor. Kitapta ayrılanların diğer şeylerde ayrılması çok da zor olmuyor. Böylece haktan büsbütün uzaklaşılıyor:

“Zîrâ bu azâbın sebebi, Allah’ın kitabı gerçekle indirmiş olmasındandır. Kitapta ayrılığa düşenler ise şüphesiz, haktan uzak bir ayrılık içindedirler” (Bakara 176).

Şii-sünnî, hârici-mutezili, zâhiri-bâtınî ve hattâ aynı mezhepten-meşrepten olanların kendi içlerinde ayrılmaları ümmetin darmadağın olması demektir ki başta şeytan olmak üzere bu durum tâğutların pek hoşuna gidiyor. Onlar zâten bunu yapmak istiyorlarken, ümmet tefrikaya düşmekle onlara istedikleri alanı hiç-bir çaba harcamandan açmış oluyor. Böylece Dünyâ’nın hâkimiyeti-yönetimi bâtılın eline geçiyor ve bâtıl; ahlâk, vicdan, adâlet ve merhâmetten uzak olduğu için zulümler zirveye çıkıyor. İniltiler geliyor Dünyâ’nın her yerinden. Acılar, feryatlar, gözyaşları hiç dinmiyor. Analar her dâim ağlıyor.

Bir tefrikadan bahsediyoruz. Zenginlik katan “farklılık”lardan değil. Farklılıkların olması doğal ve normâldir. Zîrâ her insan özeldir ve bir farklılığı vardır. Fakat Allah insanı kendi başına bırakmıyor. İstiyor ki tüm insanlar “vahiy-merkezli farklılıklar”a sâhip olsun. Vahye aykırı farklılıklara düşmesin. Ümmetin birliği-berâberliği ve gücü ancak vahiy-merkezli olursa sağlanabilir ve korunabilir. Aksi-hâlde parçalanmaların sonu gelmez ve her parça tâğutların uşağı durumuna gelir. Hattâ her parça yâni hizip, dîni “babasının malı” saymaya başlar ve hakka çağıracağına kendine çağırır ve böylece kendisini “hak” ve “haklı” olarak gösterir. Allah mü’minlere bu topluluklar gibi olunmamasını ve onlardan uzak durulmasını söylüyor:

“Onlardan (olmayın) ki, dinlerini ayırıp öbek-öbek olmuşlardır. Her grup kendilerindekine güvenmektedir” (Rûm 32).

“Gerçek şu ki, dinlerini parça-parça edip kendileri de gruplaşanlar, sen hiç-bir şeyde onlardan değilsin. Onların işi ancak Allah’adır. Sonra O, işlemekte olduklarını kendilerine haber verecektir” (En-am 159).

Bu âyetler bir umut olup bir kardeşlik başlatabilir. Zîrâ tefrikadan uzak durmak, Kur’ân/Sünnet-merkezli yeni bir toplumu-cemaati başlatabilir ve kurabilir. Allah’tan, dirâyetli ve ehliyetli bir lîder etrâfında kurulacak böyle bir toplum niyâz ediyoruz.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Mayıs 2016


















Devamını Oku »

Kader


“Hiç şüphesiz, biz her-şeyi bir kader ile yarattık” (Kamer 49).

 

Lûgatte klâsik şekilde: “Cenâb-ı Hakk’ın kâinatta olmuş ve olacak her-şeyin evsâfını ve sâir geleceğini ve geçmişini ezelden bilip, levh-i mahfûzunda takdiri ve yazması, Takdir-i İlâhî” olarak açıklanan bu kader tanımı yanlıştır. Kader “alın yazısı” demek değildir. Kader sünnetullahtır. Allah’ın yasaları, yarattığı şeylere koyduğu ölçü ve nizamdır.

 

Vahiy-merkezli olmayan klâsik İslâm literatüründe îmânın şartlarından biri olarak, “hayrın ve şerrin Allah’tan geldiğine inanmak” yâni kısaca “kadere îman” diye bir madde vardır. Böyle bir madde Kur’ân’da olmamasına rağmen, siyâset, gelenek ve rivâyet etkileriyle kitaplarda ve insanlarda yer etmiştir. İnsanların bu duruma çok çabuk iknâ olması, sorumluluktan kurtulmak nedeniyledir. Bu sorumluluktan en azından “kafa-konforunu bozmamak” anlamında kurtulurlar. Meselâ mevcut kötü durumlarının; ideolojilerden, yöneticilerden, kurnazlardan, güçlülerden vs. olduğunu düşünmek ve bilmek, onlara karşı mücâdele etmek zorunluluğu doğurur. Bu uğurda da malların ve canların telef edilmesi gerekebilir. Tabî ki bu, insanın nefsine ağır gelen ve hoşuna gitmeyen bir durumdur. Bu nedenle insanlar, başlarına gelen her-türlü kötülük için, “kadere îman” bağlamında, hayrın ve şerrin Allah’tan geldiğine inanarak “yapacak bir şey yok, takdir-i ilâhi” diyerek kolayca işin içinden çıkıyorlar ve pasif bir sabra yöneliyorlar ki aslında sabır aktif bir eylem olduğundan ve sabrın pasifi olmayacağından sabırsızlığa katlanıyorlar. Böyle inanarak ve yaparak en azından mevcut malları ve canlarından emin(!) olabiliyor. Sâdece, “birileri”ne göre zor bir hayatları oluyor. Zâten bu düşünüş ve inanış artık îman olarak bilindiğinden ve yer ettiğinden, kişiler böyle davranmakla samîmi bir dindar olduklarını zannederek rahatlıyorlar.

 

İnsanlar; dirâyetsizliklerine “sistem”in kuşatıcılığına, zorluğa vs. bakarak ve vazgeçişleri göze alamayarak “yapacak bir şey yok” diyorlar ve yürüdükleri yolda devâm ediyorlar. Burada gizli bir kadercilik vardır. Atasoy Müftüoğlu:

 

“Yapılabilecek yeni bir şey olmadığı” düşüncesi daha çok kadercilikle ilgilidir” der.

 

Kur’ân’da, klâsik anlamda bilinen ve inanılan, “hayrın ve şerrin Allah’tan geldiği” yâni “kadere îman” diye bir emir, tavsiye ve söz yoktur. Kur’ân’a göre ana îman maddeleri beştir:

 

“Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz iyilik değildir. Ama iyilik, (1) Allah’a, (2) âhiret gününe, (3) meleklere, (4) Kitaba ve (5) peygamberlere îman eden; mala olan sevgisine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, isteyip-dilenene ve kölelere (özgürlükleri için) veren; namazı dosdoğru kılan, zekatı veren ve ahidleştiklerinde ahidlerine vefâ gösterenler ile zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda sabredenler(in tutum ve davranışlarıdır). İşte bunlar, doğru olanlardır ve müttakî olanlar da bunlardır” (Bakara 177).

 

“Ey îman edenler, Allah’a, elçisine, elçisine indirdiği kitaba ve bundan önce indirdiği kitaba îman edin. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, elçilerini ve âhiret gününü inkâr ederse, şüphesiz uzak bir sapıklıkla sapıtmıştır” (Nîsâ 136).

 

Kur’ân’a göre kader demek, ölçülü olmak demektir. Şöyle ki; Kâinatta her-şey bir ölçü iledir. O ölçüye göre hareket etmek, kadere göre yaşamak demektir. Varlık içinde kader ile yâni ölçülere göre, yasalara göre yaratılmamış olan hiç-bir şey yoktur. Her-şey yasalar ölçüsünde yasalara uygundur. Meselâ kâinâtın kaderi, hareketidir. Kâinâtın sürekli bir döngü hâlinde olması gerekir ki kaos oluşmasın ve kâinat kendi içine çöküp de yok olmasın. O hâlde döngü bir kaderdir. Yada kader bir döngüdür. Hareket ile ilgilidir kader. Hareketi olmayanın kaderi de olmaz. Öyle ki hareket durursa kader de durur. Meselâ mutlak anlamda bir durağanlık hâli olan ölüm, artık insanın kaderinin olmadığını gösterir. Ölen kişi için bir kaderden bahsedilemez. Yine; Güneş her-gün aynı saatte doğar ve aynı saatte batar. Biz bunun ertesi gün de aynı olacağını biliriz ve îman ederiz. Kader budur işte. Düzenlilik. Ölçülü düzenlilik. Dünyâ’nın içinde her-şey bir düzen hâlindedir. Yâni bir kader hâlindedir. Yağmurun yağması, bitkilerin yeşermesi ve sararması hep bir kaderdir. Kısaca kâinatta ve Dünyâ’da canlı-cansız varlıklarda ve insanda olan “düzenli hareketlilikler”dir kader denilen şey. Bu bağlamda kadere karşı gelmek, Allah’ın düzenine (sünnetullah) karşı gelmek demek olur ki, insanların-hayvanların-bitkilerin yâni kısaca Dünyâ’nın hâl-i pür melâlinin nedeni budur. Meselâ işini düzgün yapmayanlar kadere karşı gelmiş olur ve böylece kader bozulur ve kötü sonuçlarla karşılaşılır. İnsan toplumsal bir varlık olduğu için başkalarının kadere karşı çıkması yâni düzgün iş yapmaması, diğerlerinin kaderini-hayatlarını da etkiler.

 

Klâsik kader anlayışında bir mecbûriyet, bir zorunluluk durumu vardır. Biz sâdece mevcut varlık içine doğmakla mecbur oluruz. Mevcut kâinatta olmak bizim seçimimiz değildir. Fon budur, ortam budur ki hiç de fenâ değildir ve güzel ve uygun bir alandır kâinat ve Dünyâ. Mevcut Dünyâ’da doğmak, mevcut fizîki yapımızla sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel durumda doğmakla bir mecbûriyetin içinde olduğumuzu kabûl edebiliriz fakat eğer mevcut durum görece iyi bir durum olarak görülmüyorsa, yine de bu durumu pasif bir şekilde kabûl etmemeliyiz ve değiştirmeye-düzeltmeye çalışmalıyız bu durumu. Çünkü bu durum kadere karşı gelmek olur. Zîrâ Allah, insanı; eleştiren, îtirâz eden, isyân eden ve değiştirebilen bir potansiyele sâhip olarak yaratmıştır. Bu durumda kader, “seçim yapabilme durumu”dur ki, Allah’ın yaptığı seçimler-yaratmalar içinde, “Allah/vahiy-merkezli seçimlere göre seçim yapmaktır” doğru ve kadere uygun olan.

 

Sünnetullaha göre, Allah’ın yasalarına yâni kadere göre davranıldığında olumsuz anlamda yâni klâsik anlamda bir kader anlayışı boşa çıkar. Allah’ın yasalarına aykırı davranmak, klâsik kader anlayışını besleyen etkendir. Meselâ buzun üstünde yatıldığında hasta olunur ama bu Allah’ın yazdığı değil, insanın kendi elleri yüzünden meydan çıkan bir kötü durumdur ve bu durumu yine farklı bir eylemle değiştirme yoluna gidilmelidir kadere uygun olarak. Allah hiç-bir kuluna kötülük istemez. Kimseye kötü bir hayat senaryosu yazmaz. Fakat herkesi özel durumunda yaratır ve mevcut durumuyla imtihan eder:

 

“Her nefis ölümü tadacaktır. Sizi bir imtihan olarak hayır ile de şer ile de deniyoruz. Ancak bize döndürüleceksiniz” (Enbiyâ 35).

 

İnsanların kaderlerini tümden kendilerinin belirlediğinden bahsetmiyoruz ama, insanın başına gelen kötü şeylerde etken Allah değil, -insan toplumsal bir varlık olduğu için- diğer insanlar yada şartlar olabilir. Meselâ insan her zamanki yolunda yürürken, Allah’ın emrini dinlemeyerek ve kadere karşı gelerek içkili yada dikkatsiz araba kullanıyorsa ve bu nedenle yoldan çıkıp bir kişiyi ezip hastahânelik ediyorsa, bu, o kişinin Allah’ın tam da o zamanda o kişi tarafından hastanelik olmasını yazmasından değil, insanların kadere yâni ölçüye-kurala dünyevî ve ilâhi yasaya yâni kadere uygun olarak davranmadığındandır. Yâni başımıza gelen kötü şeyler ellerimizin yaptıkları nedeniyledir. Bu durum Kur’ân’da şöyle açıklanır:

 

“Sana iyilikten her ne gelirse Allah’tandır, kötülükten de sana ne gelirse o da kendindendir. Biz seni insanlara bir elçi olarak gönderdik; şâhid olarak Allah yeter” (Nîsâ 79).

 

“Size isâbet eden her musîbet, (ancak) ellerinizin kazandığı dolayısıyladır. (Allah,) Çoğunu da affeder” (Şûrâ 30).

 

Allah, “cüz-i irâde” verdiği yâni irâdeli kıldığı insana; “kânunlarınızı tüm kâinatta olduğu gibi Ben’im kânunlarıma-yasalarıma-sünnetullaha yâni kadere göre belirleyin, vahye uygun olarak tam da kâinâtın yasalarına-düzenine yâni kadere göre ayarlayın” demektedir. “Hayâtınızı-Dünyâ’yı-yaşantınızı buna göre belirleyin ki ölçüden çıkmayın, yanlış ölçüler size zarar vermesin” demektedir. Ölçüye tam uyulmasına rağmen yine de başımıza kötü bir şey geliyorsa, bu da, ya nedenini tam bilemediğimizden, yada o şeyin aslında kötü-şer gibi görünmesine rağmen aslında iyi-hayır olmasındandır ki Kur’ân bu konuda bizi uyarır:

 

“Savaş, hoşunuza gitmediği hâlde üzerinize yazıldı (farz kılındı). Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz” (Bakara 216).

 

“Doğrusu, uydurulmuş bir yalanla gelenler, sizin içinizden birlikte davranan bir topluluktur; siz onu kendiniz için bir şer saymayın, aksine o sizin için bir hayırdır. Onlardan her bir kişiye kazandığı günahtan (bir cezâ) vardır. Onlardan (iftirânın) büyüğünü yüklenene ise büyük bir azap vardır” (Nûr 11).

 

Öyle ya; iyi-hayır ile kötü-şer bizim keyfimize ve hoşumuza gidip-gitmemesine göre belirlenecek değildir. Bu durumda Allah’a îman edip güvenmek en doğrusudur ki kader zâten en başta bu demektir. Allah’ın yasalarına güvenmektir kader. Bu bilince sâhip olanlar şöyle derler:

 

 ‘‘Onlar; başlarına bir musîbet gelince, “Biz şüphesiz (her şeyimizle) Allah’a âidiz ve şüphesiz O’na döneceğiz” derler’’ (Bakara 156).

 

İnsan sınırlı bir varlıktır. Her-şeyi bilemez bu nedenle. Bilemediği şey için “kader” der mecbûren. Bu nedenle kaderin içinde tevekkül de vardır. Tevekkül edenler şöyle derler:

 

“De ki: Allah’ın bizim için yazdığından (yasasından) başkası başımıza gelmez. Bizim dostumuz ve gözeticimiz O’dur. Öyleyse mü’minler yalnız Allah’a tevekkül etsinler” (Tevbe 51)

 

Allah bizi kendi ellerimizin yaptığı yüzünden başımıza gelen kötü şeylerle de imtihan eder. O kötü şeyler Allah’tan gelmez ama o kötü vaziyet artık bizim “mevcut durumumuz”dur ve Allah o duruma göre bizi imtihan eder:

 

“Her nefis ölümü tadacaktır. Sizi bir imtihan olarak hayır ile de şer ile de deniyoruz. Ancak bize döndürüleceksiniz” (Enbiyâ 35).

 

Klâsik kader anlayışını belirleyen âyet olarak şu âyet gösterilir:

 

“Yeryüzünde ve kendi nefislerinizde uğradığınız hiç-bir musîbet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da) yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre kolaydır” (Hadîd 22).

 

Bu âyette altı çizili yere dikkat etmek gerekir. “Onu yaratmadan önce”, yâni o mûsibet daha açığa çıkmadan, “olası” bir hâlde iken; ille de olması gerektiği için değil, olabileceği için, öyle olması potansiyel olarak olabileceği ve yasalara göre olması uygun olduğu için.. Yâni musîbet değildir burada yazılı olan; musîbetin nedenidir. Kitapta yazan şey, kişinin üşütüp hasta olması değildir, kişi eğer buzda yatarsa yada terli-terli rüzgar alırsa hasta olacağı yasası yâni kaderidir. Kader budur zâten. Allah bunu yazmış yâni yasa yapmıştır.

 

İnsanların, başlarına gelen her ezâyı Allah’ın bir cezâsı gibi görmeleri de “yanlış kader anlayışı”ndan kaynaklanan bir cehâlettir. Başımıza gelen kötü şeyler kendi ellerimizin yaptıkları yüzündendir.

 

İnsan olmak bizim kaderimizdir. İnsan olmaya isyân etmek günah ve haramdır. Orijinâl olarak yaratılmış varlıklar içinde hiç-bir varlık bu anlamda kaderine isyân etmez. Hiç-bir hayvan ve bitki, hayvan ve bitki olduğuna isyân etmez. Fakat insan isyân ediyor ve o yüzden de hayvanca şeyler yapıyor. İnsan olmanın bedeli vem sorunluluğu vardır ve bu sorunluluk ve bedel bâzen ağır da olabilmektedir. İşte bu sorumluluğa katlanmak ve bedel ödemek istemeyenler, “insan”lıktan çıkıp hayvanlaşıyorlar.    

 

Peygamberimizi kader konusunda güyâ zor duruma düşürmek isteyen birisi elinde bir elma ile Peygamberimize gelerek; “bu elma benim nasîbim mi?” diye sorunca, Peygamberimiz, “yersen nasîbindir” demiş.

 

Tasavvufta “lâ fâile illallah” inanışı vardır ki sapık bir inanıştır. Bu inanışta klâsik kader anlayışı zirve yapar. Her-şeyi yapıp-eden -hâşâ- Allah olduğu ve Allah’tan başka bir yapıp-eden olduğunda güyâ şirk olacağından, böyle bir şeye kayıtsız-şartsız inanılır. Hâlbuki “lâ fâile illallah” diye bir-şey yoktur; “lâ kudrete illallah” vardır ki tüm işleyişlerin gücünü-kudretini tabî ki de Allah verir. Allah iyi-kötü her işleyişin kudretini Kendisinin verdiğini âyette şöyle bildirir:

 

“Her nerede olursanız (olun), ölüm sizi bulur; yüksekçe yerlerde tahkim edilmiş şatolarda olsanız bile. Onlara bir iyilik dokunsa: ‘Bu, Allah’tandır’ derler; onlara bir kötülük dokunsa: ‘Bu sendendir’ derler. De ki: ‘Tümü Allah’tandır’. Fakat, ne oluyor ki bu topluluğa, hiç-bir sözü anlamaya çalışmıyorlar?” (Nîsâ 78).

 

Klâsik kader anlayışında nedeni bilinmeyen şeyler için “kader” denir. Fakat o târihte nedeni bilinmeyen şeyin bir-süre sonra nedeni bilinmeye ve önlem alınıp o kötü durum ber-tarâf edilmeye başlayınca ne olacak?. Kader zarar mı görecek?. Yâni artık Allah onu yazmamış mı olacak?. Hayır, bu durum, kaderin yâni sünnetullahın işleyişinin bilinmesidir sâdece. O kader yine işlemeye devâm eder.

 

Duâ etmek de meta-fizik yasalar gereği yasaya-kadere uymak anlamında kaderin içinde ve kaderin gereği olarak yapılır.

 

Ezilen halklar, eyleme geçmekten kaçınmak için kendilerini “kader”in eline bırakırlar; Kaderi, hem negatif bir selâmet hem de olayları yorumlama yöntemi olarak kullanırlar.

 

“Kadere îman” diye bir şart yoktur, olamaz. Fakat “kadere rızâ” vardır İslâm’da. Kadere rızâ, önceden yazılmış olan kadere bir rızâ değil, yaşanmış bir şeye yâni “olaya rızâ” şeklindedir. Buna râzı olunmalıdır, aksi-hâlde kişi oradan kurtulamaz, kurtulmak için çaba harcayamaz ve o olaydan ders alınamaz.

 

Klâsik “kadare îman” maddesini kabûl etmek, idârecilerin zulmüne seyirci kalınmasına da neden olmuştur ve olmaktadır. Peygamberimiz belki de bu nedenle, “Kaderiye bu ümmetin mecûsisidir” dediği rivâyetleri vardır.

 

Tabî ki Dünyâ adı üstünde Dünyâ’dır ve cennet değildir. Dünyâ’nın bir imtihan yeri olduğunu da unutmayalım:

 

“Andolsun, mallarınız ve canlarınız konusunda imtihana çekileceksiniz. Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve Allah’a ortak koşanlardan üzücü bir-çok söz işiteceksiniz. Eğer sabreder ve Allah’a karşı gelmekten sakınırsanız bilin ki, bunlar (yapmaya değer) azmi gerektiren işlerdendir.’ (Âl-i İmran 186).

 

İnsanlar târih boyunca mevcut durumlarını “kader” olarak görmek istemişler ve böylece mevcut kötü durumlarından kurtulmak için bir çaba içerisine girmek zahmetinden kurtulmuşlardır. Bu çabayı târih boyunca ya peygamberler yada köleler göstermişlerdir. Filozoflar bile kader düşüncesinin benimsemişler ve sürmesine neden olacak yorumlar yapmışlardır. Bir yazıda şöyle denir:

 

“Aristo ve Eflâtun’a göre insanlar ya ‘efendi’ olarak Dünyâ’ya gelirler ve doğuştan bu cevhere sâhiptirler; yada köle olarak gelirler ve yine doğuştan köle olarak ayrı bir fıtrattan, su ve çamurdan yaratılmışlardır. Bu iki sınıf birbirlerinin yerini aslâ alamazlar. Aksi-taktirde insanlık ve tabiat bozulup yok olur.

 

Eflâtun, bunun için, ‘metaller mitosu’nu (üc cevher yalanı) ortaya atar. Buna göre tüm yurttaşlar aynı topraktan doğdukları için kardeştirler. Fakat onları yaratan Tanrı, hepsini bir tutmamış, her birinin mayasına üç ayrı cevherden birisini katmıştır. Bunun sonucunda doğalarındaki bu cevherin belirlediği üç ayrı sınıf belirmiştir: Altın cevherliler; yönetici sınıftır. Gümüş cevherliler; yardımcı, koruyucu sınıftır. Demir yada tunç cevherliler ise işçiler, köylüler sınıfıdır. Eflâtun bu sınıflı yapıya kalıtımsal bir îzah da getirerek bu sınıfların sürekli kendilerini ürettiklerini kaydeder. Eğitim hakkını da sâdece üst sınıfa veren Eflâtun, böylece sınıflar arasında bir geçişin de önüne geçerken, Aristo da hocasının yolundan gider. Köle, ezelden köledir; efendi de efendi. Aristoteles der ki; kan yönünden soylu olanlar, bütün yeryüzünde yalnızca yirmi soylu âiledendir. Bu yirmi âilenin sayısı artmaz da eksilmez de”.

 

Kaderi Allah belirler. Tâğutlar ise kaderi Allah yerine kendileri belirlemek isterler. Fakat belirlemek istedikleri bu kader sâdece, insanların davranışları ve tüketimleri ile ilgili kaderdir. Yoksa kâinatın kaderini belirlemeye hiç kimsenin gücü yetmez. İnsanlar bir ot bile bitiremezler.

 

Peki tâğutlar insanların davranışlarını nasıl belirliyorlar?. Vahiy-merkezli kânunları bir-şekilde iptâl edip, insan-merkezli kânunlar çıkarıyorlar. Vahye aykırı olan kânun ve kurallardır bunlar. Vahye aykırı olan sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik bir Dünyâ inşâ ediyorlar. Meselâ bu dünyâda asgari ücreti onlar belirliyor. Fiyatları onlar belirliyor, üretim araçları da onların ellerinde olduğu için üretimi de onlar belirliyor. Asgari ücretlinin kaderini ona asgari ücreti vererek belirliyor ki bu ücret her dâim yetersiz olan bir ücrettir. Artık asgari ücretli kişi bu ücrete göre hayâtını şekillendiriyor. Bu ücrete göre yiyor-içiyor-giyiyor-dolaşıyor ve hattâ Maslow Teorisi’ne göre, asgari ücrete göre düşünüyor. Bu teoriye göre herkes sosyo-ekonomik seviyesine göre düşünebilir ancak. Daha iyi düşünebilmesi için daha iyi bir gelire sâhip olması gerekir.

 

Yine tâğutlar, “üretici” olduklarından, insanlar mecbûren onların ürettiklerini tüketiyorlar ve onlar nasıl üretiyorlarsa ve nasıl tüketilmesini istiyorlarsa o şekilde tüketiyorlar. Tâğutlar nasıl bir hayat yaşanılmasını istiyorlarsa insanlar onların istedikleri gibi bir hayat yaşıyorlar. İşte bu bir “kader belirleme”dir. Doğal ve normâl olmayan yaşam-şekillerinde davranış anlamındaki kaderler Allah’ın istediği gibi değil, başta şeytan olmak üzere tâğutların yâni küresel güçlerin istediği gibi belirleniyor ve işliyor. Siz asgari ücreti yetersiz şekilde belirlerseniz, artık asgari ücretlinin tüm hayâtını (kaderini) belirlemiş olursunuz. Evet; asgari ücreti belirleyen, Allah değildir.

 

“Artık kim zerre ağırlığınca hayır işlerse, onu görür. Artık kim zerre ağırlığınca bir şer (kötülük) işlerse, onu görür” (Zilzâl 7-8).

 

Biz yine de “Allah hakkımızda hayırlısını versin” sözünü dilimizden düşürmeyelim.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Mayıs 2016

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »

Çıtayı Düşürmek


“Onlar, harcadıkları zaman, ne isrâf ederler, ne kısarlar; (harcamaları,) ikisi arasında orta bir yoldur” (Furkân 67).

Doğal ve normâl olan ilerleme ve gelişme yada tekâmül ve inkişâf, yavaş seyreder ve bu nedenle ne insanları şaşırtıp baskı altına alır, ne de bu gelişmeye-değişmeye ayak uydurmakta zorlanma olur. Zâten doğada tüm değişimler yavaş-yavaş olur. Gündüzden geceye yada geceden gündüze yavaş-yavaş geçilir. Hem de seyrine doyum olmaz bir şekilde. Yine yazdan kışa, kıştan yaza yavaş-yavaş geçilir ve insanlar buna bedenen ve sosyâl-ekonomik olarak hazırlanırlar. Kıyâmet zamanındaki “saçları bir-anda ağartan” durumu saymazsak, insanlar yavaş-yavaş ihtiyarlar ve değişime uğrarlar. Bu da insanları psikolojik olarak etkilemez ve tanımada bir zorlukla karşılaşılmaz.

Doğal olanda sürekli bir değişme vardır ama sonsuz bir gelişme olmaz. Bir sınırı vardır gelişmenin. Meselâ bitkiler, ağaçlar, meyveler belli bir oranda büyür ve bu büyüme-değişme yavaş-yavaş olur. Selvi ağaçları belli bir uzunluktan sonra boyunlarını bükerek aşağıya doğru eğilmeye başlarlar. Ayçiçeklerinde de böyledir. Doğada her-şeyde böyle bir süreç olur zâten. İnsan da böyledir. Belli bir zaman sonra beller bükülür ve eğilmeye başlar. Değişim devâm etse de gelişim devâm etmez ve durur, sınırlıdır zîrâ. Çıtayı sonsuza kadar yükseltemezsiniz. Bir sınır vardır. Doğaya uygun olan doğal ve normâl bir sınır. Bu sınır aynı-zamanda bir nîmettir. Meselâ frekansın titreşim seviyesi nedeniyle biz bir şeyi o sınır nedeniyle görürüz. Aksi-hâlde sınırsızlık insana sınırsız sıkıntılar vermeye başlardı. Doğal olanın çıtası doğal olduğu yâni belli seviyeyi geçmeyeceği için, aynı fıtrata sâhip insan doğayla uyumlu olur. Böylece normâl ve uygun bir hayat devâm eder gider.

Fakat modernizm öyle mi?. Modernizm bir kışkırtma ve sınırsızlık uygulamasıdır. Gözünü sonu görünmeyen yüksekliklere dikmiştir ve bu yüksekliğe çıkmak için insanların kendini paralamasını ön-görür ve empoze eder. Tabi bunun için Dünyâ’ya sıkı bir şekilde kilitlenmek şarttır. Bu yüksekliğe ulaşabilmek için çok fazla çalışmalı, çok tüketmeli, çok hırslı olunmalıdır. Bu bağlamda, çalışmadan-tüketmeden-hırstan geçmiş olan yaşlı kesim için çıtanın bu derece yüksek olması bir zulüm olur. “İlerleme” motoru ile hareket eden modernizm, çıtayı yükseltmeyi âdetâ bir ibâdet olarak gördüğünden, modernizmin merkezlerinde belli yaşın üzerindekiler yada hastalar ve engelliler rahat edemez. Görece çıtanın daha düşük olduğu yerlerde yaşamak onlara daha câzip gelmeye başlar. Dolayısıyla modernizm, kent-merkezlerinden yaşlıları, hastaları, sakatları kovar ve bir çeşit “öjeni” uygular.

Modernizmde çıtanın seviyesini şeytan ve tağutlar belirliyor-ayarlıyor ve herkesin o çıtaya göre davranmasını istiyorlar. Bu çıtaya göre davranmayanlar dışlanıyor ve zor bir hayâta mahkûm ediliyor. Çıtayı meşrû yoldan geçemeyenler gayr-ı meşrû yoldan geçmeye çalışıyorlar ve bir-zaman sonra gayr-ı meşrû bir şekilde çıtayı geçenler model olarak gösteriliyor. Çıtanın seviyesi böylece toplumun ahlâkını da belirlemiş oluyor ve hattâ bir ahlâk(!) ortaya çıkarıyor: “Çıta ahlâkı”. Bu ahlâka daha doğrusu etiğe sâhip olanlar artık vicdanlarını-merhâmetlerini kaybediyorlar ve bu olumsuz duruma modern kılıflar bulmakta zorlanmıyorlar. Böylece toplum ayrışıyor ve başta şeytan, sonra uşakları olan tağutların belirlediği çıtanın seviyesi, Dünyâ’nın yeni dîni oluyor. Bu çıtaya uygun olmayanlar ezildikçe eziliyor ve çıtanın seviyesini belirleyenler ise çıtayı daha da yükseye çıkarmanın hesaplarını ve plânlarını yapıyorlar. Çıta ne kadar yükseğe çıkarsa, sömürü ve dolayısıyla zulüm o oranda yükseliyor.

Yeme-içme-giyme-ulaşım-mîmâri-iş-eş-eşyâ vs. her konuda çıtayı yükseltmiş olanlar, farklı bir çıta seviyesini zinhar kabûl etmedikleri gibi, bu çıtanın seviyesini değiştirmek ve düşürmek isteyenleri fişliyorlar ve hem psikolojik hem de maddî zarâra uğratıyorlar. Çıtanın seviyesini aşırı yükseltmek psikolojik, sosyâl ve ekonomik bir şiddet iken, bu seviyeye îtirâz edenleri şiddet yanlısı olarak gösteriyorlar. İlerleme ve gelişme sözüne aykırı konuşmak günah, ayıp ve suç oluyor. Hattâ bu seviyeye îtirâz etmek mîzâhın konusu olarak gösteriliyor.

Modern zamanlarda çıtanın yükseltilmiş olması, çıtanın gerçek bir seviyeye çıkarılması anlamına gelmez. Çıtanın o seviyesi sûni bir seviyedir ve sâdece görsel bir çekiciliği vardır. Çıtayı o seviyeye çıkarmak isteyenler, insanlara bir hedef göstermektedirler ve insanların o çıtayı yakalaması özendirilmektedir. Böylece sûni hayatlar yaşanacak fakat küresel tağutlar bu durumdan sonsuz (sûni) menfaatler elde edeceklerdir. Çünkü böyle yapmakla suyu bulandırmaktadırlar. Suyun modern anlamda bulandırılması, çıtanın sûni anlamda yükseltilmesidir. Hâlbuki insanlar çıtanın seviyesinin daha düşük fakat gerçek seviyesinde olduğu zamanlarda daha mutlu ve umutluydular.

80’lerde seyrettiğim bir kovboy filminde, kovboyun biri diğerine ortaklık teklif ediyor ve diğer kovboy teklifi umursamayınca, teklifi yapan kovboy paranın miktârını söylüyor ve ilk başta teklife sıcak bakmayan kovboy, paranın miktârını duyunca diğer kovboya artistik bir bakış atıyor ve diğer kovboyun söylediği miktârı tekrarlıyordu: “10.000 dolar (on bin dolar) mı?”. Uzun bir bakış attıktan sonra da şöyle diyordu: “Kabûl”. Evet, bu paranın miktârından etkilenen kovboy, teklifi hemen kabûl ediyordu ve birlikte 10.000 doların peşine düşüyorlardı. Düşünsenize; 2016 yılında bir film çevrilecek ve 10.000 dolar için mücâdele edilecek. “Hiç olacak iş mi?, 10.000 dolar nedir ki” derler. Çünkü artık Dünyâ’nın ekonomik çıtası çok aşırı yükseltilmiş ve artık “milyar dolar”lardan bahsedilmektedir. Rakamın miktârının bir önemi yoktur aslında. Zîrâ modern zamanlarda milyar dolarların gerçek bir karşılığı yoktur. Hesapta yazılmış bir rakam söz-konusudur sâdece. Fakat filmdeki 10.000 doların gerçek bir karşılığı vardır ve o zamanlar kişiyi hayâtı boyunca idâre edebiliyordu. Bu nedenle o kovboylar 10.000 dolar için canlarını tehlikeye atarak o işe kalkışabiliyorlardı. Şimdi o paranın 100 katı bile insanı tatmin etmiyor. Ben o filmi seyrettiğimde daha çocuktum ve paradan anlamazdım. Bu nedenle 10.000 doları çok büyük bir rakam zannetmiştim. Gerçi o dönemde 10.000 dolar az bir para değildi ve yüksek bir değeri vardı. 

Çıtayı yükseltmek, şeytan ile başlayan bir olaydır. Allah, tüm meleklerle birlikte şeytana, bir-nevî çıtalarının seviyelerini düşürme teklifi olan Âdem’e secde emrini verince, melekler bu emre uyuyor fakat şeytan kendi çıtasının görece yüksekliğinden bahsederek; “benim çıtam ondan daha yüksek” diyor. Ateşten yapılmış çıtayı topraktan yapılmış çıtadan üstün görüyor. Bu durum Âdem’in iki oğlu ile devâm ediyor ve tüm zamanlarda birileri kendi çıkarları uğruna çıtayı yükseltince, boyları-güçleri-elleri o çıtaya değemeyenler mazlumlaşırken, çıtanın boyunu ayarlayanlar çıta yükseltmeyi din hâline getiriyorlar. Çıtanın yüksek olması, o çıtaya erişilmeyi ve hattâ çıtayı aşmayı tetikliyor ve bâzı değerler de dâhil bir-çok şeyden ferâgat edip vazgeçilerek o çıta aşılıyor. Aşılıyor aşılmasına fakat orası çıtanın son sınırı değil ki!. Çıta hemen daha da yukarı çekiliyor ve yeni hedefler belirleniyor. Artık toplum o çıtaya göre edip-eylemeye ve hattâ düşünmeye-inanmaya başlıyor. Bir “çıta dîni” çıkıyor ortaya. İnsanlar sonsuz âlemde çıtanın yüksekliğinin de görece sonsuz yüksekliğe çıkabileceğini düşünemiyor.

İşte, şirkin çıtasının çok yüksek bir seviyede olduğu ve bu şirk düzeninde zulmün ayyuka çıktığı zamanlarda Allah bu çıtayı düşürecek bir işte bulunuyor ve melek Cebrâil ile, o dönemlerin en temiz ve mevcut çıtanın seviyesinden en çok rahatsız olanların başında gelen Muhammed bin Abdullah’a vahyederek, onu “âlemlere rahmet Hz. Muhammed” olarak peygamber seçmiştir ve ona büyük bir görev vermiştir. İşte bu son “çıta-seviyesi ayarlama ameliyesi” artık son saate kadar çıtanın seviyesini belirleyecek ölçüyü koyacaktır.

Vahiyle berâber çıtaların seviyesi düşmeye ve normâlleşmeye başlamıştır. Aşırılıklar giderilmiş, doğal bir duruma getirilmiştir. Artık aşırı zengin ve aşırı fakir olmayacak; Allah yerine başkaları ilahlaştırılmayacak, çıtası bir hayli yüksek olan zulmün çıtası yere düşürülecektir. Artık birileri çok fazla tüketirken, diğerleri yetersiz tüketemeyecek, kimse kimseden takvâ dışında üstün tutulmayacak, sosyâl hayatta da çıtası yükseltilmiş ve sınırı olmayan “sâhip olmalar” değiştirilecektir. Öyle ki, bir îtibar göstergesi olarak kabûl edilen çok kadınla evlilik en fazla dört kadınla sınırlandırılacak ve “tek eş” tavsiye edilecek; kölelerle sözde efendiler sosyâl olarak aynı seviyeye çekilecektir. Yâni kısaca tüm çıtalar “elin ulaşabileceği” seviyelere geri düşürülecektir.

1.000 yıl boyunca hemen-hemen bu şekilde olan çıtanın seviyesi, modernizmle birlikte yeniden belirlenmiş ve sınırsız bir yüksekliğe çıkartılmıştır. İslâm’a göre câmi minârelerinin boyundan yüksek olmaması gereken evler, gökdelenler-rezidanslarla aşırı şekilde yükseltilirken, yeme/içme/giyim-kuşam/ev/ulaşım/araç-gereç/görünüm/makam-mevki/para/hırs vs. vs. vs. çıtanın seviyesi büyük bir hızla yukarıya doğru çekilmektedir ve nerede duracağı yada durup-durmayacağı da belli değildir. Bu durum insanlar arasındaki uçurumun da çıtanın seviyesi oranında farklılaşmasına yol açmaktadır. Öyle bir duruma gelindi ki, çıtanın seviyesi artık “gerçek” olana göre değil, “sanal” olana göre belirleniyor. Meselâ Dünyâ’da dolaşan para gerçekte altın yada mal karşılığı 80 trilyon dolar iken, sanal olarak yâni bilgisayarlarda görünen paranın 830 trilyon dolar olduğundan bahsediliyor. Çıtanın bu yükselişiyle birlikte artık hiç-bir şey gerçek değildir. Çıta yükseldikçe sanallık artıyor. Bu-arada değerlerin çıtası da düşüyor. Sevginin, merhâmetin ve vicdânın çıtası yerlerde sürünürken; gösteriş, bencillik, tüketim-manyaklığı, şerefsizlik, vs. ucu görünmeyen seviyelere çıkıyor ve en kötüsü de bu durum örnek olarak gösteriliyor ve insanların büyük kısmı tarafından “hayâl edilen” bir duruma geliyor. Hedef olarak görülüyor.

İşte bu sonu gelmez yükseklikteki çıtanın dolayısıyla zulmün panzehiri İslâm’dır. İslâm ile birlikte doğal ve normâl sınırları aşırı bir şekilde yükseltilmiş olan çıtanın seviyesi her alanda düşürülecek ve normâl ve doğal sınırına getirilecektir. Zîrâ İslâm, nefs-merkezli yükseltilen çıtanın panzehirini; vicdan, rûh, sevgi, inanç, amel ile mündemiç olarak içinde taşıyan tek dindir. Hak din, ifrat ve tefritin olmadığı ve her-şeyin doğal ve normâl sınırlarında olduğu bir Dünyâ kurar. Bunu gerekirse bâtılın belini kırarak yapar. İslâm bir; “çıta seviyesi belirleme” dînidir.

Çıtanın seviyesi, kapitâlizmin gücünü gösterir. Çıtanın seviyesi arttığında kapitâlizmin gücü de artar. Yine; çıtanın seviyesi ne kadar yükselirse, isrâf da o oranda artar. İsrâf olunca da toplumsal uçurumlar kaçınılmaz olur. İhtiyaçlar ihtiraslara döner. Oysa ihtiraslarımız ihtiyaçlarımız değildir. Sokrates pazarda dolaşırken bir-çok farklı ürünü görünce: “Ne kadar da çok işime yaramayacak şey var” demiş.

Çıta dünyevî alanda düşürülüp, İslâm’i-mânevi alanda yükseltilmelidir ki fıtratla ve doğayla uyumlu olsun ve “çıta” boyumuzu aşıp da zulme dönmesin.

“Yiyin, için ve isrâf etmeyin. Çünkü O, isrâf edenleri sevmez” (A’raf 31) âyeti, “çıtanın seviyesini biraz düşürün” der gibidir.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Mayıs 2016





























Devamını Oku »

Batı’nın Derin Korkusu


Güneydoğu Anadolu Bölgesi, Mısır, Sûriye, Irak, Arabistan, Yemen, Îran, Afganistan, yâni şöyle bir genellersek; Akdeniz havzası, Arap-yarımadası ve Mezopotamya çevresi (ön-asya), medeniyetlerin beşiğidir. İlk devlet-medeniyet-kültür bu bölgede ortaya çıkmıştır (Akad-Sümer-Bâbil-Asur). Cengiz Tomar:

“Dünyâ-târihine baktığımızda Mezopotamya (Îrak), Eski Mısır, Münbit Hilâl (Fertile Crescent, el-Cezire, Kuzey Sûriye ve Filistin) ve Anadolu medeniyetleri ile Sümer, Akad, Asur, Bâbil, Hitit, Grek, Urartu, Elam, Ebla, Ugarit, Aram ve Fenike gibi hemen-hemen aklımıza gelen ilk medeniyetlerin tümü bu bölgede ortaya çıktı. Diğer bir ifâdeyle insanoğlunun kadim târihinin kodları ve Eski Dünyâ’nın alt-yapısı bu bölgede oluştu. Yeni Asur, Ahameniş, Makedonya, Bizans, Sasaniler, Abbâsiler, Selçuklular ve Osmanlılar gibi büyük imparatorluklar da hep bu bölgede teşekkül etti. Üç büyük semâvi din Mûsevilik, Hristiyanlık ve İslâm yine bu bölgede doğdu ve gelişti” der.

Bu bölgede gelişen devlet-medeniyet anlayışı, peygamberler de o bölgeden çıktığından, -her ne kadar tahrif edilerek bozulmuş da olsa- ilâhi yanları da olan bir bilgiye-şuura-eyleyişe sâhiptir. Bu durum zamanla o bölgenin karakteri hâline gelmiştir. Tâbir-i câizse ilim-kültür ve medeniyet o bölgenin taşına-toprağına işlemiştir. Medeniyet rûhu o bölgelerde içkin olarak sürekli bulunur. Zâten gönderilen peygamberler, tahrif edilerek bozulan ilim ve kültürü sürekli vahiy-merkezli olarak güncelleştirmiş ve düzeltmişlerdir. Bu nedenle de o özellikleri barındıran bölgede peygamberlerin ve bilge kişilerin çıkması son derece doğal ve normâldir. “Peygamberlerin neden hep o bölgeden ve periferiden çıktığı”nın ana-nedeni bu olsa gerek. O bölge “peygamber çıkarma potansiyeli”ne sâhiptir. Çünkü o bölgenin insanı, İslâm-merkezli ilim-kültür-devlet ve medeniyetine âşinâdır. Bu âşinâlık, o medeniyeti yeniden çıkarma duygusunu ve arzusunu berâberinde taşıdığından, Allah’ın, o şuura-arzuya sâhip olan insanlar içinden en ahlâklısını-merhâmetlisini-dürüstünü ve temizini peygamber olarak seçmesi doğal ve normâldir.

Peygamberlerin başlattığı bu hareket, insanlığın tekâmülüne-inkişâfına zemin hazırlar ve medeniyeti (uygarlık değil) başlatır. Bu nedenle “ışık” gerçekten de doğu’dan yükselir. Bu medeniyetlerin bozulmamış “saf” hâli olan vahiy-merkezli İslam medeniyeti ise 1.000 yıl boyunca Dünyâ’da bir huzur ve barış ortamı sağlamıştır. Dünyâ’da iyi ve kötü günler sürekli olarak deverân eder: “.. İşte o günleri biz onları insanlar arasında devrettirip dururuz. Bu, Allah’ın îman edenleri belirtip-ayırması ve sizden şâhidler (veya şehidler) edinmesi içindir. Allah, zulmedenleri sevmez” (Âl-i İmran 140). Kötülüğün bastırılıp blôke edilmesi için büyük bir medeniyet potansiyeli gereklidir ki bu ancak ve ancak İslâm-merkezli olabilir. İşte Hz. Âdem ile başlayan ve Hz. Nûh ile yeni bir yola giren İslâm medeniyeti potansiyeli, âlemlere rahmet Hz. Muhammed ile birlikte tekrar canlanarak ve harekete geçerek vicdanları ve eylemleri diriltmiş ve yeni(den) bir dalga başlatmıştır. Bu dalga kısa-zamanda Dünyâ’nın hemen-hemen bütün kıyılarına kadar ulaşmıştır ve başta şeytan olmak üzere şeytan uşakları olan tağutları ve onların taşeronlarını yer-altına inmek ve oranın karanlıkları içinde 1.000 yıl boyunca beklemek zorunda bırakmıştır. Tabî ki şeytanın lîderliğindeki tağutlar ve onların uşakları, yaşadıkları bu karanlığı aslâ unutmamışlardır ve hâlâ da o zamanların ürküntüsünü üzerlerinde taşımaktadırlar.

Medeniyetten yoksun olanlar ve Dünyâ’nın batısı ve kuzey-batısı, İslâm medeniyetine karşı 1.000 yıl boyunca bir varlık gösterememiştir. Zâten onların karanlık çağı, İslâm medeniyetinin aydınlığından yoksun olmalarındandı. “Karanlık çağ”, batının karanlığıdır. Zîrâ o sıralar İslâm her yana ışık (nûr) saçıyordu. Hattâ batı’nın bir bölümüne bile. İşte 1.000 yıl boyunca karanlıktan beslenen bu vampirler, sürekli fırsatlar kollamışlar fakat köklü ve de sağlam temeller üzerine kurulmuş olan İslâm medeniyetini yıkamamışlar ve hattâ sarsamamışlardır. Tâ ki: “O’nun (insanın) önünden ve arkasından izleyenleri (tâkipçileri) vardır, onu Allah’ın emriyle gözetip-koruyorlar. Gerçekten Allah, kendi nefis (öz)lerinde olanı değiştirip bozuncaya kadar, bir toplulukta olanı değiştirip-bozmaz. Allah bir topluluğa kötülük istedi mi, artık onu geri çevirmeye hiç-bir (biçimde imkân) yoktur; onlar için O’ndan başka bir veli yoktur” (Ra’d 11) âyetinin de dediği gibi (ayrıca sünnetullah gereği), insanların nefislerine uyarak, korumaları gereken şeyleri korumaktan vazgeçmesi yada korumada gevşeklik yapmaları sonucunda İslâm değil ama müslümanlar gerilemeye başlamış, dirâyetlerini yitirerek medeniyetlerini kaybetmişlerdir. Böylelikle batı’nın karanlık dehlizlerinde sıkışıp kalmış olan vampirlere gün doğmuş, alıştıkları karanlıkları, “modern karanlıklar” biçiminde dışarıya çıkarmışlardır ve o günden bu yana Dünyâ “farklı bir karanlık”la karşı-karşıyadır.

Aslında bu karanlık ışığın yokluğundan kaynaklanan -geçici bir körlük misâli olan- bir karanlıktır ki, ışığı gördüğü anda kaybolmaya mahkûm olan bir karanlıktır bu. Bu karanlık yapay bir karanlıktır. Güneş’in ziyâsından mahrum olduğu gibi Ay’ın nûrundan da faydalanamaz. Zâten “karanlığa” alışkın olan vampirler Güneş’in o muazzam ziyâsına ve Ay’ın nûruna katlanamazlar ve yok olup giderler. Bu nedenle de sûni aydınlatmalarla Dünyâ’yı aydınlatmaya çalışırlar. Bunun için milyonlarca sûni aydınlatıcı (ampûl) kullanırlar ki bunların da ömürleri çok azdır. Zîrâ ışıkları kendinden kaynaklanmaz. Dış bir enerjiye (elektrik) bağımlıdırlar ki bu enerjinin bedeli insanlara, ama en çok da mazlumlara ödetilir. Şu-anda “Dünyâ’nın lânetlisi” olarak gösterilen mazlumlar müslümanlar olduğu için, müslüman insan ve müslüman coğrafya sömürülerek karşılanmaya çalışılır o enerjinin bedeli.

İşte Dünyâ’nın bu karanlık bölgesi, o görece karanlıkları bir daha yaşamamak için, potansiyel medeniyet bölgesi olan arap-yarımadası merkezli bölgeyi sürekli kargaşa hâlinde tutmaktadırlar ki yeniden bir İslâm medeniyeti dirilmesin ve adâletsiz çıkarlarına aykırı bir durum yeniden açığa çıkmasın da çıkarlarına bir zarar gelmesin. İşte batı’nın derin korkusu budur: Adâlet korkusu. Hak-hakîkat korkusu. Batı’nın böyle derin bir korkusunun olması gâyet normâldir. Zîrâ onlardan önce Dünyâ’nın hâkimi müslümanlardı. Bu nedenle bir medeniyet ve “insan-ı kâmil” potansiyeli barındıran o bölgenin sürekli olarak bir karmaşa içinde kalmasını istiyorlar ve bunun için çaba gösteriyorlar ki insan-ı kâmil öncülüğünde başlatılacak olan İslâm-merkezli bir yeniden diriliş olmasın ve böylelikle de sürekli olarak, hem o bölgeyi hem de Dünyâ’nın bilgelikle dolu olan doğu kısmını sömürsünler. Bu sebeple batı, en başta insan-ı kâmil potansiyelini ezmek istemekte ve tüm çalışmalarını bu minvâlde yapmaktadır. Bu uğurda sürekli olarak insanları maddî-mânevi bir sömürüye tâbi tutmaktadırlar ki dirilişi ve medeniyeti başlatacak olan potansiyel açığa çıkmasın. Bu durum onlar için hayâti bir konu olduğundan, merhâmetlerini de yitirmişlerdir ve bu oyalama ve uyutma plânını uygularlarken, insana yakışmayacak eylemlerde bile bulanabilmektedirler. İslâm’i diriliş onların yıkılışı olacağından, bu dirilişi ne kadar ileriye ve uzağa atabilirlerse o oranda sûni ve hayvâni hayatlarını keyifle yaşayabileceklerdir. Muhammed Esed:

“Bizim, hayâtımızı soylu İslâm düşüncesinin temellerine göre yeniden şekillendirme çabalarımız, müslüman olmayan coğrafyada bir-takım şüphe ve korkular doğurur ve bu onların, dolaylı veya dolaysız, bu ideâlimizin önüne mümkün olan her çeşit engelleri koymalarına sebep olur. Haçlı Seferleri’nden îtibâren İslâm, son derece eksik, kötü bir şekilde batı’lılara sunuluyor. Öyle ki, İslâm’la ilgili her-şeye şüphe ile bakmak -hattâ bâzen ondan tiksinmek- batı düşünce ve kültürünün geleneksel bir parçası hâlini aldı. Batı’lılar, İslâm öğretilerinde inançlarının çoğunun kabûl edilmediğini görmekle kalmıyorlar, onlar aynı-zamanda İslâm’ı siyâsi bir tehlike olarak da görüyorlar. Asırlar boyunca Avrupa ve İslâm-dünyâsını karşı-karşıya getiren savaşlarla ilgili hâtıraların etkisi altında kalan batı’lılar, İslâm’i olmayan her-şeyi, düşmanlarını töhmet altına alan bir üslûpla İslâm’a nispet ederler. Bu bakımdan batı’lılar, İslâm dünyâsında uykuya dalmış gücü uyandıracak İslâm rûhunun dirilişinden korkuyorlar. Çünkü bu dirilişin müslüman’ı, batı’ya karşı yeniden düşmanca tavırlara iteceğinden korkuyorlar. Batı’lılar, bu muhtemel tehlikeyi savmak için de müslümanların siyâsi güçlerinin dirilişlerini önlemek ve İslâm’ın, müslümanların toplumsal ve kültürel hayatlarında önceden sâhip olduğu yeri almasını önleyebilmek için bütün imkânlarını kullanıyorlar. Batı’lıların bu hamlede kullandıkları araçlar, yalnız siyâsi alana münhasır değildir. Bu hamle genişleyerek kültürel alanı da içine almıştır. Böylelikle İslâm-dünyâsındaki batı okulları, müslümanların batı’lı eğitim-sistemine göre öğretim yapan millî okulları yoluyla, toplumsal bir teori olarak İslâm hakkında şüphe tohumları ekiliyor. Bu, kız-erkek, yetişen müslüman genç nesillerin kafalarına sistematik bir şekilde yerleştiriliyor” der.

Teoman Duralı:

“Bu-günkü düzenin amacı insanı kontrôl altında tutmak. Şimdiye kadar kontrôl; eğitim, propaganda ve reklâmla sağlandı. Buna lüzum kalmasın isteniyor. Meselâ rejim kurup, Rusya’ya komünizm getiriyor. Sonra öngörülmedik bir kazâ oluyor ve Stalin çıkıyor. İran’da Şah’ı devirmek için İslâm’i duyarlılığı kaşıyor; ama Humeyni’yi öngöremiyor. Hitler’i de göremediler. Nasyonel Sosyalizm’in çıkışını ayarlayamadılar. Başlarına püsküllü belâ kesildi. Bu örnekler tekrâr etmesin isteniyor. Bu yüzden de kendi kontrôlünde bir beşer istiyor” der.

Evet, “ışık”, “nûr”, ziyâ” doğudan yükselir. Batı’dan ise sûni parıltılar çıkar ancak. Zîrâ, -cılız istisnâları ayrı tutarsak- gerçek bir aydınlığın bilincinden uzaktırlar. Peygamberler doğudan çıkar ve bu nedenle merhâmet de doğu’dan gelir. Devlet-medeniyet (ulus-uygarlık değil) doğu’da temellenir ve tüm Dünyâ’ya yayılır.

Hegel, Dünyâ’da üç çeşit uygarlık tanımı yapıyor: Aydınlanmamış uygarlıklar, yarı-aydınlanmış uygarlıklar, aydınlanmış uygarlıklar. Yarı-aydınlanmış uygarlıklar kategorisine İslâm’ı ve antik Mısır’ı katıyor. Uzak-doğuyu aydınlanmamış uygarlık olarak tanımlıyor. Zâten aydınlanmış uygarlık da batıdır. Fakat uygarlık ile medeniyetin arasını ayırmak gerekir. Medeniyet Medîne ile ilgili olan yâni din ile ilgili olandır. Uygarlık gibi seküler değildir. Din bilincine, Allah’a olan borçluluk bilincine sâhip olan hayat-şeklidir medeniyet. Bunu din-merkezli idrâk edenler kavrayabilirler ancak. Bu nedenle batının kendini en üstün görüp de diğerlerini ikinci-üçüncü sınıf görmesi, değer ölçüsüyle alâkalıdır ki günümüzde de net bir şekilde görüldüğü üzere, batı’nın Dünyâ’ya kattığı bir iyilik yoktur. Hâlbuki İslâm medeniyeti, 1.000 yıl boyunca Dünyâ’ya ışık saçmış ve merhâmet-vicdan-adâlet-hak-hakîkat getirmiş ve hayırlara vesile olmuştur.

Uygarlık kelimesinin batı dilindeki karşılığı olan “civilized” kelimesi zâten sivil olanla, layt olanla ilgilidir. Medeniyetin çok daraltışmış şeklidir yâni. Allah-merkezli, din-merkezli olan hayat-şeklinin indirgenerek, civilized=sivilize olmuş yâni insan-merkezli olmuş, akıl-merkezli olmuş hâlidir ki buradan bir hayrın çıkması çok zordur. Yâni batı’ya göre uygar olmak için Allah’tan koparak sivil=civil olmak gerekir bu, medeniyetten kopmak anlamına gelir. Medeniyetten kopmak ise Allah’tan ve tüm âlemden kopmak demektir ki bunun bedeli günümüzde de emârelerini bolca gördüğümüz şekilde çok ağır olur.

Yusuf Kaplan:

“Emperyalistlerin tek derdi, yegâne hedefleri de tam da şudur: Bölgenin siyâsî, kültürel, ekonomik ve stratejik açıdan bütünleşmesinin ve müşterek İslâm’i geleceğe doğru yürümesinin kesinkes önlenmesi” der.

Allah imtihan ve sünnetullah gereği “o günleri” insanlar arasında sürekli deverân ettirir durur fakat Allah, karanlıklardan râzı değildir. Aydınlığın, nûrun, ziyânın, vahyin, hikmetin Dünyâ’yı yeniden aydınlatması ve insanların mutlu-huzurlu olmasını ister. Bu nedenle de peygamberler ve kitaplar gönderir ve başta melekleri olmak üzere her-şeyi insanların böyle bir Dünyâ kurmaları için seferber eder:

“Allah, suçlu-günahkarlar istemese de, hakkı (hak olarak) kendi kelimeleriyle gerçekleştirecektir” (Yûnus 82).

“Onların söyledikleri: ‘Rabbimiz, günahlarımızı ve işimizdeki aşırılıklarımızı bağışla, ayaklarımızı (bastıkları yerde) sağlamlaştır ve bize kâfirler topluluğuna karşı yardım et’ demelerinden başka bir şey değildi” (Âl-i İmran 147).

“Hani Allah, iki topluluktan birinin muhakkak sizin olacağını vâdetmişti; siz de güçsüz olanın sizin olmasını istiyordunuz. Oysa Allah, sözleriyle hakkın ve inkâr edenlerin arkasını kesmek (kökünü kurutmak) istiyordu. O, suçlu-günahkârlar istemese de, hakkı gerçekleştirmek ve bâtılı geçersiz kılmak için (böyle istiyordu) Siz Rabbinizden yardım taleb ediyordunuz, O da: ‘Şüphesiz ben size birbiri ardınca bin melek ile yardım ediciyim’ diye cevap vermişti” (Enfâl 7-9).

“Ağızlarıyla Allah’ın nûrunu söndürmek istiyorlar. Oysa kâfirler istemese de Allah, kendi nûrunu tamamlamaktan başkasını istemiyor” (Tevbe 32).

“Allah, içinizden îman edenlere ve sâlih amellerde bulunanlara vâdetmiştir: Hiç şüphesiz onlardan öncekileri nasıl ‘güç ve iktidar sâhibi’ kıldıysa, onları da yeryüzünde ‘güç ve iktidar sâhibi’ kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca bana ibâdet ederler ve bana hiç-bir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkâr ederse, işte onlar fâsıktır” (Nûr 55).

Atasoy Müftüoğlu: “Batı’nın en büyük korkusu, müslümanların, ümmeti gerçek kılabilecek bir bilince uyanmaları korkusudur” der.

Evet; batı’nın derin korkusu, “ölmekten korkmayan insanlar”ın hâlen vâr olmasıdır vesselam.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Mayıs 2016

















Devamını Oku »

Anneler Çocuklarını Emzirmek Zorunda Mıdır?


İlmi elde etmek kolay değildir. Zîrâ maddî olarak bir günde-gecede zengin olunabilir belki ama ilim bir günde-gecede elde edilemez. Bir bedeli vardır ilim elde etmenin. Bunun için uykudan, eğlenceden, gezme-tozmadan, tembellikten, hattâ âile ilişkilerinden bile ferâgat yapmak şarttır. Biraz da “bencil zamanlar” gereklidir ilim sâhibi olabilmek için. Bu ferâgati yapamayanlar, bilgiyi sâdece manşetlerden öğrenirler. Fakat manşet bilgi gerçek bilgiyi ya vermez yada sınırlı verir. Bu nedenle hakîki bilgi manşetten elde edilemez. Üstün-körü bir şekilde, duyduklarını hiç araştırıp incelemeden ve derinliğine vâkıf olmadan “gerçek” zannederek inanç hâline getirenler çoğu zaman yanılırlar. Bu durum, boş ve önemli olmayan konular için çok önemli olmayabilir ve kötü sonuçlara da yol açmayabilir. Fakat konu önemli olduğunda ve sonuçları açısından yıkıcı sonuçlara yol açabilecek konular olduğunda çok-çok önemli bir hâle gelir. O konulardan biri de Allah’ın, peygamberler aracılığı ile ilettiği dînî konulardır. Allah, dînî konularda araştırıp inceleme yapmadan, duyulan şeyin hemen yayılmasını sevmez ve istemez:

“İnsanlardan öyleleri vardır ki, bilgisizce Allah’ın yolundan saptırmak ve onu bir eğlence konusu edinmek için sözün ‘boş ve amaçsız olanını’ satın alırlar. İşte onlar için aşağılatıcı bir azap vardır” (Lokman 6).

“Görmüyor musunuz ki, şüphesiz Allah, göklerde ve yerde olanları emrinize âmâde kılmış, açık ve gizli, üzerinizdeki nîmetlerini genişletip-tamamlamıştır. (Buna rağmen) İnsanlardan öyleleri vardır ki, hiç-bir bilgiye dayanmadan, bir yol gösterici ve aydınlatıcı bir kitap olmadan Allah uğrunda mücâdele edip durur” (Lokman 20).

Allah hayâtı ve dîni ciddiye alır ve inananları tarafından da ciddiye alınmasını ister. Çünkü bu durum, dîne değer verildiğinin delili olacaktır. Bir değerin ciddiye alınmasının tabî ki de bir bedeli olacaktır. Dînî konulardaki o bedel, araştırıp doğrusunun ne olduğunu öğrenmek için zaman harcamaktır.

İşte bu konulardan biri de “annelerin çocuklarını emzirmesi” konusudur. Bu konunun önemi, toplumun en küçük yapı-taşı olan âileyle ilgili olmasındandır. İslâm’da âile, toplumun temelidir. Âile nasıl ise toplum da öyledir zîrâ. Hattâ örnek âile, kendi içinde, şeriatın geçerli olduğu bir İslâm Devleti bile sayılabilir. Bu nedenle âilenin korunması ve sağlam durup dağılmaması çok önemlidir. Bunun sağlanması için ise âileyi sarsıp yıkabilecek yanlışlıklara düşmemek gerekir. Bu bağlamda; annelerin çocuklarını emzirmek zorunda olup-olmadığı konusu açığa çıkarılır ve bu konuyu büyük oranda kadınlar çok yanlış olarak: “Annenin çocuğunu emzirme zorunluluğu yoktur, eğer emzirirlerse babalar kadınlara emzirme ücreti vermelidirler” derler. İşte bu kulaktan-dolma üstün-körü düşünüş ve inanış, ilme dayanmayan bir cehâlettir. Annelerin, dokuz ay büyük zorluklarla-sıkıntılarla taşıyıp yine büyük zorluklarla doğurdukları çocuklarını emzirmek zorunda olmaması da ne demek?. Hiç böyle bir şey olur mu?. Bu durum Kur’ân’a göre ancak “kıyâmet zamânında olabilir: “Onu gördüğünüz gün, her emzikli emzirdiğini unutup geçecek ve her gebe kendi yükünü düşürecektir. İnsanları da sarhoş olmuş görürsün, oysa onlar sarhoş değillerdir. Ancak Allah’ın azâbı pek şiddetlidir” (Hac 2). Bu yanlış anlamanın nedeni, bilmeme, daha doğrusu araştırmamanın sonucunda olan bir cehâlettir. Kadınların bebeklerini emzirmeleri, Allah’ın bir emridir. Kur’ân emzirme konusunda fıkıh belirler ve şöyle der:

“Biz insana, anne ve babasına iyilikle davranmasını tavsiye ettik. Annesi onu güçlükle taşıdı ve güçlükle doğurdu. Onun (hâmilelikte) taşınması ve sütten kesilmesi, otuz aydır… (Ahkâf 15).

Âyette de söylendiği gibi; çocuğun taşınması ve sütten kesilmesi 30 aydır. Bakara 232. âyet; “Emzirmeyi tamamlamak isteyenler için anneler çocuklarını iki tam yıl emzirirler” denildiğine göre emzirme süresi tıbbın da tavsiye ettiği gibi 24 ay olmalıdır. Tavsiye süre 24 aydır yâni. “Daha fazla emzirmenin bir anlamı ve yararı yoktur” anlamına da gelir bu. 24 ay boyunca çocuk için en iyi besin anne sütüdür. Hele ki o ilk “ağız sütü” çok önemlidir. Modern zamanların çeşitli nedenleri yüzünden emzirmeyi erken bırakmak çok doğru değildir. 24 ay emzirilmesi en uygun olanıdır. 30 aydan 24 ay çıkarılınca, çocuğun taşınması yâni hâmilelik için kalan süre asgarî 6 aydır. “9 ay 10 gün bu durumda bozuluyor mu” sorusu akla gelebilir. Kur’ân burada anne karnındaki canlıyı son altı ayda “insan” olarak değerlendirdiğindendir. İlk 3 ay 10 günde yâni ilk 100 günde, anne karnındaki çocuk, henüz “insan” olarak değerlendirilmemektedir. Buna; “hâmileliğin en az altı ay sürmesi” yorumu da uygun düşer. Şimdi; bırakın annelerin çocuklarını emzirmek zorunda olup-olmadıkların, “emzirmeyi iki yıl yapmalıdırlar” diyor Kur’ân.

Peki bu; “kadınlar çocuklarını emzirmek zorunda değil, emzirirlerse de babalar ücretini vermelidir” sözü nerden çıktı?. Kur’ân’ın bu konudaki âyetleri şöyle bir okunduğunda böyle bir soruya da gerek kalmaz, böyle bir yanlış söz de kullanılmaz. Çünkü çocuklarını emzirdiklerinde ücret ödenmesi gereken kadınlar, “boşanmış olan kadınlar”dır. Boşanan kadınlara çocukları emzirdiğinde ücret verilir yada kadının, duygusallığından ve nârinliğinden dolayı ve boşanmanın verdiği olumsuz psikoloji ile sütünün kesilmesi yada farklı bir nedenle çocuğu başkasına emzirtebilirler. Fakat çocuğun emzirilmemesi diye bir şey yoktur. Çocuk illâ ki emzirilecektir ve bu, evliliklerini sürdüren kadınlar için a-normâl bir durumları yoksa mecbûridir. Boşanmış kadınlarda ise, a-normâl bir durumdan dolayı başkasına emzirtilebilmekle birlikte, kendisi emzirdiğinde de baba tarafından bir ücret verilmesi durumudur. Yâni anne, a-normâl bir durumun dışında çocuğunu emzirmek zorundadır ve “evli olan anne bunu karşılıksız yaparken”, boşanmış kadına bunun için bir ücret verilmesi gerekir. Kur’ân bunu şöyle belirtir:

Kadınları boşadığınızda, bekleme sürelerini de tamamlamışlarsa -birbirleriyle mâruf (bilinen meşrû biçimde) anlaştıkları takdirde- onlara, kendilerini kocalarına nikahlamalarına engel çıkarmayın. İşte, içinizde Allah’a ve âhiret gününe îman edenlere bununla (böyle) öğüt verilir. Bu, sizin için daha hayırlı ve daha temizdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz. Emzirmeyi tamamlamak isteyenler için anneler çocuklarını “iki tam yıl” emzirirler. Onların (annelerin) yiyeceği, giyeceği bilinen (örf)e uygun olarak, çocuk kendisinin olana (babaya) âittir. Kimseye güç yetireceğinin dışında (yük ve sorumluluk) teklif edilmez. Anne, çocuğu, çocuk kendisinin olan baba da çocuğu dolayısıyla zarara uğratılmasın; mîrasçı üzerinde (ki sorumluluk ve görev) de bunun gibidir. Eğer (anne ve baba) aralarında rızâ ile ve danışarak (çocuğu iki yıl tamamlanmadan) sütten ayırmayı isterlerse, ikisi için de (bu hususta) bir güçlük yoktur. Ve eğer çocuklarınızı (bir süt anneye) emzirtmek isterseniz, vereceğinizi örfe uygun olarak ödedikten sonra size bir sorumluluk yoktur. Allah’tan korkup-sakının ve bilin ki, Allah yaptıklarınızı görendir” (Bakara 232-233).

“Sütten ayırma” konusunda Süleymâniye Vakfı şöyle der:

“Âyette de görüldüğü gibi, iki yaşından önce çocuğunu memeden kesmek isteyen anne bu karârını dâhi tek-başına veremez. Ancak kocası ile karşılıklı anlaşmak sûretiyle çocuğunu erken bir zamanda sütten kesebilir”.

(Boşadığınız) Kadınları, gücünüz oranında oturmakta olduğunuz yerin bir yanında oturtun, onlara ‘darlık ve sıkıntıya düşürmek amacıyla’ zarar vermeyin. Eğer onlar hâmile iseler, yüklerini bırakıncaya (doğumlarını yapıncaya) kadar onlara nafaka verin. Şâyet sizler için (çocuğu) emzirirlerse, onlara ücretlerini ödeyin. (Durum ve ilişkilerinizi) kendi aranızda mâruf (güzellikle ve İslâm’a uygun bir tarz) üzere görüşüp-konuşun. Eğer güçlük içine girerseniz, bu durumda (çocuğu) onun (babası) için bir başkası emzirebilir” (Talâk 6).

“Anne ev-işi yapmak zorunda değildir”; “anne çocuğunu emzirmek zorunda değildir”; “anne yemek pişirmek zorunda değildir” vs. deniliyor. Peki bu anne ne yapmak zorundadır?. Anneler, babaların zâlimleri midirler?. Hem “anne” diye kime denir ki?. Anneliğin bir yükü ve sorumluluğu yok mu yâni?. Çocuk ileride annesine, sırf kendisini doğurdu diye ne kadar saygı duyabilir?. Anne ile çocuk arasında süt ile yâni emzirme ile geçen bir mânevi yakınlık ve şefkat de oluşsa gerek.

Konuyla ilgili bir yazıda:

“Kadının hak ve görevleri açıklandığında, çocuk emzirme ve ev süpürme ile dâhi görevli olmadığı söylenir. Peki süt-annelerin hem kendi çocuklarını, hem de başkalarınkini emzirmeleri nasıl mümkün olacaktır?” denir.

Peygamberimiz; erkeğin dışarıdaki işlere bakmasını ve nafakayı têmin etmesini; annenin de ev-içi işlere bakmasını söyleyerek bir görev-taksimi yapmıştır.

Velhâsıl kelam; anneler a-normâl bir durum olmadığı takdirde çocuklarını emzirmek zorundadırlar ve “ücretli çocuk emzirme” sâdece boşanmış kadınlar için geçerlidir.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Mayıs 2016














Devamını Oku »