19 Mayıs 2016 Perşembe

Kader


“Hiç şüphesiz, biz her-şeyi bir kader ile yarattık” (Kamer 49).

 

Lûgatte klâsik şekilde: “Cenâb-ı Hakk’ın kâinatta olmuş ve olacak her-şeyin evsâfını ve sâir geleceğini ve geçmişini ezelden bilip, levh-i mahfûzunda takdiri ve yazması, Takdir-i İlâhî” olarak açıklanan bu kader tanımı yanlıştır. Kader “alın yazısı” demek değildir. Kader sünnetullahtır. Allah’ın yasaları, yarattığı şeylere koyduğu ölçü ve nizamdır.

 

Vahiy-merkezli olmayan klâsik İslâm literatüründe îmânın şartlarından biri olarak, “hayrın ve şerrin Allah’tan geldiğine inanmak” yâni kısaca “kadere îman” diye bir madde vardır. Böyle bir madde Kur’ân’da olmamasına rağmen, siyâset, gelenek ve rivâyet etkileriyle kitaplarda ve insanlarda yer etmiştir. İnsanların bu duruma çok çabuk iknâ olması, sorumluluktan kurtulmak nedeniyledir. Bu sorumluluktan en azından “kafa-konforunu bozmamak” anlamında kurtulurlar. Meselâ mevcut kötü durumlarının; ideolojilerden, yöneticilerden, kurnazlardan, güçlülerden vs. olduğunu düşünmek ve bilmek, onlara karşı mücâdele etmek zorunluluğu doğurur. Bu uğurda da malların ve canların telef edilmesi gerekebilir. Tabî ki bu, insanın nefsine ağır gelen ve hoşuna gitmeyen bir durumdur. Bu nedenle insanlar, başlarına gelen her-türlü kötülük için, “kadere îman” bağlamında, hayrın ve şerrin Allah’tan geldiğine inanarak “yapacak bir şey yok, takdir-i ilâhi” diyerek kolayca işin içinden çıkıyorlar ve pasif bir sabra yöneliyorlar ki aslında sabır aktif bir eylem olduğundan ve sabrın pasifi olmayacağından sabırsızlığa katlanıyorlar. Böyle inanarak ve yaparak en azından mevcut malları ve canlarından emin(!) olabiliyor. Sâdece, “birileri”ne göre zor bir hayatları oluyor. Zâten bu düşünüş ve inanış artık îman olarak bilindiğinden ve yer ettiğinden, kişiler böyle davranmakla samîmi bir dindar olduklarını zannederek rahatlıyorlar.

 

İnsanlar; dirâyetsizliklerine “sistem”in kuşatıcılığına, zorluğa vs. bakarak ve vazgeçişleri göze alamayarak “yapacak bir şey yok” diyorlar ve yürüdükleri yolda devâm ediyorlar. Burada gizli bir kadercilik vardır. Atasoy Müftüoğlu:

 

“Yapılabilecek yeni bir şey olmadığı” düşüncesi daha çok kadercilikle ilgilidir” der.

 

Kur’ân’da, klâsik anlamda bilinen ve inanılan, “hayrın ve şerrin Allah’tan geldiği” yâni “kadere îman” diye bir emir, tavsiye ve söz yoktur. Kur’ân’a göre ana îman maddeleri beştir:

 

“Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz iyilik değildir. Ama iyilik, (1) Allah’a, (2) âhiret gününe, (3) meleklere, (4) Kitaba ve (5) peygamberlere îman eden; mala olan sevgisine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, isteyip-dilenene ve kölelere (özgürlükleri için) veren; namazı dosdoğru kılan, zekatı veren ve ahidleştiklerinde ahidlerine vefâ gösterenler ile zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda sabredenler(in tutum ve davranışlarıdır). İşte bunlar, doğru olanlardır ve müttakî olanlar da bunlardır” (Bakara 177).

 

“Ey îman edenler, Allah’a, elçisine, elçisine indirdiği kitaba ve bundan önce indirdiği kitaba îman edin. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, elçilerini ve âhiret gününü inkâr ederse, şüphesiz uzak bir sapıklıkla sapıtmıştır” (Nîsâ 136).

 

Kur’ân’a göre kader demek, ölçülü olmak demektir. Şöyle ki; Kâinatta her-şey bir ölçü iledir. O ölçüye göre hareket etmek, kadere göre yaşamak demektir. Varlık içinde kader ile yâni ölçülere göre, yasalara göre yaratılmamış olan hiç-bir şey yoktur. Her-şey yasalar ölçüsünde yasalara uygundur. Meselâ kâinâtın kaderi, hareketidir. Kâinâtın sürekli bir döngü hâlinde olması gerekir ki kaos oluşmasın ve kâinat kendi içine çöküp de yok olmasın. O hâlde döngü bir kaderdir. Yada kader bir döngüdür. Hareket ile ilgilidir kader. Hareketi olmayanın kaderi de olmaz. Öyle ki hareket durursa kader de durur. Meselâ mutlak anlamda bir durağanlık hâli olan ölüm, artık insanın kaderinin olmadığını gösterir. Ölen kişi için bir kaderden bahsedilemez. Yine; Güneş her-gün aynı saatte doğar ve aynı saatte batar. Biz bunun ertesi gün de aynı olacağını biliriz ve îman ederiz. Kader budur işte. Düzenlilik. Ölçülü düzenlilik. Dünyâ’nın içinde her-şey bir düzen hâlindedir. Yâni bir kader hâlindedir. Yağmurun yağması, bitkilerin yeşermesi ve sararması hep bir kaderdir. Kısaca kâinatta ve Dünyâ’da canlı-cansız varlıklarda ve insanda olan “düzenli hareketlilikler”dir kader denilen şey. Bu bağlamda kadere karşı gelmek, Allah’ın düzenine (sünnetullah) karşı gelmek demek olur ki, insanların-hayvanların-bitkilerin yâni kısaca Dünyâ’nın hâl-i pür melâlinin nedeni budur. Meselâ işini düzgün yapmayanlar kadere karşı gelmiş olur ve böylece kader bozulur ve kötü sonuçlarla karşılaşılır. İnsan toplumsal bir varlık olduğu için başkalarının kadere karşı çıkması yâni düzgün iş yapmaması, diğerlerinin kaderini-hayatlarını da etkiler.

 

Klâsik kader anlayışında bir mecbûriyet, bir zorunluluk durumu vardır. Biz sâdece mevcut varlık içine doğmakla mecbur oluruz. Mevcut kâinatta olmak bizim seçimimiz değildir. Fon budur, ortam budur ki hiç de fenâ değildir ve güzel ve uygun bir alandır kâinat ve Dünyâ. Mevcut Dünyâ’da doğmak, mevcut fizîki yapımızla sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel durumda doğmakla bir mecbûriyetin içinde olduğumuzu kabûl edebiliriz fakat eğer mevcut durum görece iyi bir durum olarak görülmüyorsa, yine de bu durumu pasif bir şekilde kabûl etmemeliyiz ve değiştirmeye-düzeltmeye çalışmalıyız bu durumu. Çünkü bu durum kadere karşı gelmek olur. Zîrâ Allah, insanı; eleştiren, îtirâz eden, isyân eden ve değiştirebilen bir potansiyele sâhip olarak yaratmıştır. Bu durumda kader, “seçim yapabilme durumu”dur ki, Allah’ın yaptığı seçimler-yaratmalar içinde, “Allah/vahiy-merkezli seçimlere göre seçim yapmaktır” doğru ve kadere uygun olan.

 

Sünnetullaha göre, Allah’ın yasalarına yâni kadere göre davranıldığında olumsuz anlamda yâni klâsik anlamda bir kader anlayışı boşa çıkar. Allah’ın yasalarına aykırı davranmak, klâsik kader anlayışını besleyen etkendir. Meselâ buzun üstünde yatıldığında hasta olunur ama bu Allah’ın yazdığı değil, insanın kendi elleri yüzünden meydan çıkan bir kötü durumdur ve bu durumu yine farklı bir eylemle değiştirme yoluna gidilmelidir kadere uygun olarak. Allah hiç-bir kuluna kötülük istemez. Kimseye kötü bir hayat senaryosu yazmaz. Fakat herkesi özel durumunda yaratır ve mevcut durumuyla imtihan eder:

 

“Her nefis ölümü tadacaktır. Sizi bir imtihan olarak hayır ile de şer ile de deniyoruz. Ancak bize döndürüleceksiniz” (Enbiyâ 35).

 

İnsanların kaderlerini tümden kendilerinin belirlediğinden bahsetmiyoruz ama, insanın başına gelen kötü şeylerde etken Allah değil, -insan toplumsal bir varlık olduğu için- diğer insanlar yada şartlar olabilir. Meselâ insan her zamanki yolunda yürürken, Allah’ın emrini dinlemeyerek ve kadere karşı gelerek içkili yada dikkatsiz araba kullanıyorsa ve bu nedenle yoldan çıkıp bir kişiyi ezip hastahânelik ediyorsa, bu, o kişinin Allah’ın tam da o zamanda o kişi tarafından hastanelik olmasını yazmasından değil, insanların kadere yâni ölçüye-kurala dünyevî ve ilâhi yasaya yâni kadere uygun olarak davranmadığındandır. Yâni başımıza gelen kötü şeyler ellerimizin yaptıkları nedeniyledir. Bu durum Kur’ân’da şöyle açıklanır:

 

“Sana iyilikten her ne gelirse Allah’tandır, kötülükten de sana ne gelirse o da kendindendir. Biz seni insanlara bir elçi olarak gönderdik; şâhid olarak Allah yeter” (Nîsâ 79).

 

“Size isâbet eden her musîbet, (ancak) ellerinizin kazandığı dolayısıyladır. (Allah,) Çoğunu da affeder” (Şûrâ 30).

 

Allah, “cüz-i irâde” verdiği yâni irâdeli kıldığı insana; “kânunlarınızı tüm kâinatta olduğu gibi Ben’im kânunlarıma-yasalarıma-sünnetullaha yâni kadere göre belirleyin, vahye uygun olarak tam da kâinâtın yasalarına-düzenine yâni kadere göre ayarlayın” demektedir. “Hayâtınızı-Dünyâ’yı-yaşantınızı buna göre belirleyin ki ölçüden çıkmayın, yanlış ölçüler size zarar vermesin” demektedir. Ölçüye tam uyulmasına rağmen yine de başımıza kötü bir şey geliyorsa, bu da, ya nedenini tam bilemediğimizden, yada o şeyin aslında kötü-şer gibi görünmesine rağmen aslında iyi-hayır olmasındandır ki Kur’ân bu konuda bizi uyarır:

 

“Savaş, hoşunuza gitmediği hâlde üzerinize yazıldı (farz kılındı). Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz” (Bakara 216).

 

“Doğrusu, uydurulmuş bir yalanla gelenler, sizin içinizden birlikte davranan bir topluluktur; siz onu kendiniz için bir şer saymayın, aksine o sizin için bir hayırdır. Onlardan her bir kişiye kazandığı günahtan (bir cezâ) vardır. Onlardan (iftirânın) büyüğünü yüklenene ise büyük bir azap vardır” (Nûr 11).

 

Öyle ya; iyi-hayır ile kötü-şer bizim keyfimize ve hoşumuza gidip-gitmemesine göre belirlenecek değildir. Bu durumda Allah’a îman edip güvenmek en doğrusudur ki kader zâten en başta bu demektir. Allah’ın yasalarına güvenmektir kader. Bu bilince sâhip olanlar şöyle derler:

 

 ‘‘Onlar; başlarına bir musîbet gelince, “Biz şüphesiz (her şeyimizle) Allah’a âidiz ve şüphesiz O’na döneceğiz” derler’’ (Bakara 156).

 

İnsan sınırlı bir varlıktır. Her-şeyi bilemez bu nedenle. Bilemediği şey için “kader” der mecbûren. Bu nedenle kaderin içinde tevekkül de vardır. Tevekkül edenler şöyle derler:

 

“De ki: Allah’ın bizim için yazdığından (yasasından) başkası başımıza gelmez. Bizim dostumuz ve gözeticimiz O’dur. Öyleyse mü’minler yalnız Allah’a tevekkül etsinler” (Tevbe 51)

 

Allah bizi kendi ellerimizin yaptığı yüzünden başımıza gelen kötü şeylerle de imtihan eder. O kötü şeyler Allah’tan gelmez ama o kötü vaziyet artık bizim “mevcut durumumuz”dur ve Allah o duruma göre bizi imtihan eder:

 

“Her nefis ölümü tadacaktır. Sizi bir imtihan olarak hayır ile de şer ile de deniyoruz. Ancak bize döndürüleceksiniz” (Enbiyâ 35).

 

Klâsik kader anlayışını belirleyen âyet olarak şu âyet gösterilir:

 

“Yeryüzünde ve kendi nefislerinizde uğradığınız hiç-bir musîbet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da) yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre kolaydır” (Hadîd 22).

 

Bu âyette altı çizili yere dikkat etmek gerekir. “Onu yaratmadan önce”, yâni o mûsibet daha açığa çıkmadan, “olası” bir hâlde iken; ille de olması gerektiği için değil, olabileceği için, öyle olması potansiyel olarak olabileceği ve yasalara göre olması uygun olduğu için.. Yâni musîbet değildir burada yazılı olan; musîbetin nedenidir. Kitapta yazan şey, kişinin üşütüp hasta olması değildir, kişi eğer buzda yatarsa yada terli-terli rüzgar alırsa hasta olacağı yasası yâni kaderidir. Kader budur zâten. Allah bunu yazmış yâni yasa yapmıştır.

 

İnsanların, başlarına gelen her ezâyı Allah’ın bir cezâsı gibi görmeleri de “yanlış kader anlayışı”ndan kaynaklanan bir cehâlettir. Başımıza gelen kötü şeyler kendi ellerimizin yaptıkları yüzündendir.

 

İnsan olmak bizim kaderimizdir. İnsan olmaya isyân etmek günah ve haramdır. Orijinâl olarak yaratılmış varlıklar içinde hiç-bir varlık bu anlamda kaderine isyân etmez. Hiç-bir hayvan ve bitki, hayvan ve bitki olduğuna isyân etmez. Fakat insan isyân ediyor ve o yüzden de hayvanca şeyler yapıyor. İnsan olmanın bedeli vem sorunluluğu vardır ve bu sorunluluk ve bedel bâzen ağır da olabilmektedir. İşte bu sorumluluğa katlanmak ve bedel ödemek istemeyenler, “insan”lıktan çıkıp hayvanlaşıyorlar.    

 

Peygamberimizi kader konusunda güyâ zor duruma düşürmek isteyen birisi elinde bir elma ile Peygamberimize gelerek; “bu elma benim nasîbim mi?” diye sorunca, Peygamberimiz, “yersen nasîbindir” demiş.

 

Tasavvufta “lâ fâile illallah” inanışı vardır ki sapık bir inanıştır. Bu inanışta klâsik kader anlayışı zirve yapar. Her-şeyi yapıp-eden -hâşâ- Allah olduğu ve Allah’tan başka bir yapıp-eden olduğunda güyâ şirk olacağından, böyle bir şeye kayıtsız-şartsız inanılır. Hâlbuki “lâ fâile illallah” diye bir-şey yoktur; “lâ kudrete illallah” vardır ki tüm işleyişlerin gücünü-kudretini tabî ki de Allah verir. Allah iyi-kötü her işleyişin kudretini Kendisinin verdiğini âyette şöyle bildirir:

 

“Her nerede olursanız (olun), ölüm sizi bulur; yüksekçe yerlerde tahkim edilmiş şatolarda olsanız bile. Onlara bir iyilik dokunsa: ‘Bu, Allah’tandır’ derler; onlara bir kötülük dokunsa: ‘Bu sendendir’ derler. De ki: ‘Tümü Allah’tandır’. Fakat, ne oluyor ki bu topluluğa, hiç-bir sözü anlamaya çalışmıyorlar?” (Nîsâ 78).

 

Klâsik kader anlayışında nedeni bilinmeyen şeyler için “kader” denir. Fakat o târihte nedeni bilinmeyen şeyin bir-süre sonra nedeni bilinmeye ve önlem alınıp o kötü durum ber-tarâf edilmeye başlayınca ne olacak?. Kader zarar mı görecek?. Yâni artık Allah onu yazmamış mı olacak?. Hayır, bu durum, kaderin yâni sünnetullahın işleyişinin bilinmesidir sâdece. O kader yine işlemeye devâm eder.

 

Duâ etmek de meta-fizik yasalar gereği yasaya-kadere uymak anlamında kaderin içinde ve kaderin gereği olarak yapılır.

 

Ezilen halklar, eyleme geçmekten kaçınmak için kendilerini “kader”in eline bırakırlar; Kaderi, hem negatif bir selâmet hem de olayları yorumlama yöntemi olarak kullanırlar.

 

“Kadere îman” diye bir şart yoktur, olamaz. Fakat “kadere rızâ” vardır İslâm’da. Kadere rızâ, önceden yazılmış olan kadere bir rızâ değil, yaşanmış bir şeye yâni “olaya rızâ” şeklindedir. Buna râzı olunmalıdır, aksi-hâlde kişi oradan kurtulamaz, kurtulmak için çaba harcayamaz ve o olaydan ders alınamaz.

 

Klâsik “kadare îman” maddesini kabûl etmek, idârecilerin zulmüne seyirci kalınmasına da neden olmuştur ve olmaktadır. Peygamberimiz belki de bu nedenle, “Kaderiye bu ümmetin mecûsisidir” dediği rivâyetleri vardır.

 

Tabî ki Dünyâ adı üstünde Dünyâ’dır ve cennet değildir. Dünyâ’nın bir imtihan yeri olduğunu da unutmayalım:

 

“Andolsun, mallarınız ve canlarınız konusunda imtihana çekileceksiniz. Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve Allah’a ortak koşanlardan üzücü bir-çok söz işiteceksiniz. Eğer sabreder ve Allah’a karşı gelmekten sakınırsanız bilin ki, bunlar (yapmaya değer) azmi gerektiren işlerdendir.’ (Âl-i İmran 186).

 

İnsanlar târih boyunca mevcut durumlarını “kader” olarak görmek istemişler ve böylece mevcut kötü durumlarından kurtulmak için bir çaba içerisine girmek zahmetinden kurtulmuşlardır. Bu çabayı târih boyunca ya peygamberler yada köleler göstermişlerdir. Filozoflar bile kader düşüncesinin benimsemişler ve sürmesine neden olacak yorumlar yapmışlardır. Bir yazıda şöyle denir:

 

“Aristo ve Eflâtun’a göre insanlar ya ‘efendi’ olarak Dünyâ’ya gelirler ve doğuştan bu cevhere sâhiptirler; yada köle olarak gelirler ve yine doğuştan köle olarak ayrı bir fıtrattan, su ve çamurdan yaratılmışlardır. Bu iki sınıf birbirlerinin yerini aslâ alamazlar. Aksi-taktirde insanlık ve tabiat bozulup yok olur.

 

Eflâtun, bunun için, ‘metaller mitosu’nu (üc cevher yalanı) ortaya atar. Buna göre tüm yurttaşlar aynı topraktan doğdukları için kardeştirler. Fakat onları yaratan Tanrı, hepsini bir tutmamış, her birinin mayasına üç ayrı cevherden birisini katmıştır. Bunun sonucunda doğalarındaki bu cevherin belirlediği üç ayrı sınıf belirmiştir: Altın cevherliler; yönetici sınıftır. Gümüş cevherliler; yardımcı, koruyucu sınıftır. Demir yada tunç cevherliler ise işçiler, köylüler sınıfıdır. Eflâtun bu sınıflı yapıya kalıtımsal bir îzah da getirerek bu sınıfların sürekli kendilerini ürettiklerini kaydeder. Eğitim hakkını da sâdece üst sınıfa veren Eflâtun, böylece sınıflar arasında bir geçişin de önüne geçerken, Aristo da hocasının yolundan gider. Köle, ezelden köledir; efendi de efendi. Aristoteles der ki; kan yönünden soylu olanlar, bütün yeryüzünde yalnızca yirmi soylu âiledendir. Bu yirmi âilenin sayısı artmaz da eksilmez de”.

 

Kaderi Allah belirler. Tâğutlar ise kaderi Allah yerine kendileri belirlemek isterler. Fakat belirlemek istedikleri bu kader sâdece, insanların davranışları ve tüketimleri ile ilgili kaderdir. Yoksa kâinatın kaderini belirlemeye hiç kimsenin gücü yetmez. İnsanlar bir ot bile bitiremezler.

 

Peki tâğutlar insanların davranışlarını nasıl belirliyorlar?. Vahiy-merkezli kânunları bir-şekilde iptâl edip, insan-merkezli kânunlar çıkarıyorlar. Vahye aykırı olan kânun ve kurallardır bunlar. Vahye aykırı olan sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik bir Dünyâ inşâ ediyorlar. Meselâ bu dünyâda asgari ücreti onlar belirliyor. Fiyatları onlar belirliyor, üretim araçları da onların ellerinde olduğu için üretimi de onlar belirliyor. Asgari ücretlinin kaderini ona asgari ücreti vererek belirliyor ki bu ücret her dâim yetersiz olan bir ücrettir. Artık asgari ücretli kişi bu ücrete göre hayâtını şekillendiriyor. Bu ücrete göre yiyor-içiyor-giyiyor-dolaşıyor ve hattâ Maslow Teorisi’ne göre, asgari ücrete göre düşünüyor. Bu teoriye göre herkes sosyo-ekonomik seviyesine göre düşünebilir ancak. Daha iyi düşünebilmesi için daha iyi bir gelire sâhip olması gerekir.

 

Yine tâğutlar, “üretici” olduklarından, insanlar mecbûren onların ürettiklerini tüketiyorlar ve onlar nasıl üretiyorlarsa ve nasıl tüketilmesini istiyorlarsa o şekilde tüketiyorlar. Tâğutlar nasıl bir hayat yaşanılmasını istiyorlarsa insanlar onların istedikleri gibi bir hayat yaşıyorlar. İşte bu bir “kader belirleme”dir. Doğal ve normâl olmayan yaşam-şekillerinde davranış anlamındaki kaderler Allah’ın istediği gibi değil, başta şeytan olmak üzere tâğutların yâni küresel güçlerin istediği gibi belirleniyor ve işliyor. Siz asgari ücreti yetersiz şekilde belirlerseniz, artık asgari ücretlinin tüm hayâtını (kaderini) belirlemiş olursunuz. Evet; asgari ücreti belirleyen, Allah değildir.

 

“Artık kim zerre ağırlığınca hayır işlerse, onu görür. Artık kim zerre ağırlığınca bir şer (kötülük) işlerse, onu görür” (Zilzâl 7-8).

 

Biz yine de “Allah hakkımızda hayırlısını versin” sözünü dilimizden düşürmeyelim.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Mayıs 2016

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder