“Onlar,
harcadıkları zaman, ne isrâf ederler, ne kısarlar; (harcamaları,) ikisi
arasında orta bir yoldur” (Furkân
67).
Doğal ve normâl olan ilerleme ve gelişme yada tekâmül
ve inkişâf, yavaş seyreder ve bu nedenle ne insanları şaşırtıp baskı altına
alır, ne de bu gelişmeye-değişmeye ayak uydurmakta zorlanma olur. Zâten doğada
tüm değişimler yavaş-yavaş olur. Gündüzden geceye yada geceden gündüze yavaş-yavaş
geçilir. Hem de seyrine doyum olmaz bir şekilde. Yine yazdan kışa, kıştan yaza
yavaş-yavaş geçilir ve insanlar buna bedenen ve sosyâl-ekonomik olarak
hazırlanırlar. Kıyâmet zamanındaki “saçları bir-anda ağartan” durumu saymazsak,
insanlar yavaş-yavaş ihtiyarlar ve değişime uğrarlar. Bu da insanları
psikolojik olarak etkilemez ve tanımada bir zorlukla karşılaşılmaz.
Doğal olanda sürekli bir değişme vardır ama sonsuz
bir gelişme olmaz. Bir sınırı vardır gelişmenin. Meselâ bitkiler, ağaçlar,
meyveler belli bir oranda büyür ve bu büyüme-değişme yavaş-yavaş olur. Selvi
ağaçları belli bir uzunluktan sonra boyunlarını bükerek aşağıya doğru eğilmeye
başlarlar. Ayçiçeklerinde de böyledir. Doğada her-şeyde böyle bir süreç olur zâten.
İnsan da böyledir. Belli bir zaman sonra beller bükülür ve eğilmeye başlar.
Değişim devâm etse de gelişim devâm etmez ve durur, sınırlıdır zîrâ. Çıtayı
sonsuza kadar yükseltemezsiniz. Bir sınır vardır. Doğaya uygun olan doğal ve
normâl bir sınır. Bu sınır aynı-zamanda bir nîmettir. Meselâ frekansın titreşim
seviyesi nedeniyle biz bir şeyi o sınır nedeniyle görürüz. Aksi-hâlde
sınırsızlık insana sınırsız sıkıntılar vermeye başlardı. Doğal olanın çıtası
doğal olduğu yâni belli seviyeyi geçmeyeceği için, aynı fıtrata sâhip insan
doğayla uyumlu olur. Böylece normâl ve uygun bir hayat devâm eder gider.
Fakat modernizm öyle mi?. Modernizm bir kışkırtma ve
sınırsızlık uygulamasıdır. Gözünü sonu görünmeyen yüksekliklere dikmiştir ve bu
yüksekliğe çıkmak için insanların kendini paralamasını ön-görür ve empoze eder.
Tabi bunun için Dünyâ’ya sıkı bir şekilde kilitlenmek şarttır. Bu yüksekliğe
ulaşabilmek için çok fazla çalışmalı, çok tüketmeli, çok hırslı olunmalıdır. Bu
bağlamda, çalışmadan-tüketmeden-hırstan geçmiş olan yaşlı kesim için çıtanın bu
derece yüksek olması bir zulüm olur. “İlerleme” motoru ile hareket eden
modernizm, çıtayı yükseltmeyi âdetâ bir ibâdet olarak gördüğünden, modernizmin
merkezlerinde belli yaşın üzerindekiler yada hastalar ve engelliler rahat
edemez. Görece çıtanın daha düşük olduğu yerlerde yaşamak onlara daha câzip
gelmeye başlar. Dolayısıyla modernizm, kent-merkezlerinden yaşlıları, hastaları,
sakatları kovar ve bir çeşit “öjeni” uygular.
Modernizmde çıtanın seviyesini şeytan ve tağutlar
belirliyor-ayarlıyor ve herkesin o çıtaya göre davranmasını istiyorlar. Bu
çıtaya göre davranmayanlar dışlanıyor ve zor bir hayâta mahkûm ediliyor. Çıtayı
meşrû yoldan geçemeyenler gayr-ı meşrû yoldan geçmeye çalışıyorlar ve bir-zaman
sonra gayr-ı meşrû bir şekilde çıtayı geçenler model olarak gösteriliyor. Çıtanın
seviyesi böylece toplumun ahlâkını da belirlemiş oluyor ve hattâ bir ahlâk(!)
ortaya çıkarıyor: “Çıta ahlâkı”. Bu ahlâka daha doğrusu etiğe sâhip olanlar
artık vicdanlarını-merhâmetlerini kaybediyorlar ve bu olumsuz duruma modern
kılıflar bulmakta zorlanmıyorlar. Böylece toplum ayrışıyor ve başta şeytan,
sonra uşakları olan tağutların belirlediği çıtanın seviyesi, Dünyâ’nın yeni dîni
oluyor. Bu çıtaya uygun olmayanlar ezildikçe eziliyor ve çıtanın seviyesini
belirleyenler ise çıtayı daha da yükseye çıkarmanın hesaplarını ve plânlarını
yapıyorlar. Çıta ne kadar yükseğe çıkarsa, sömürü ve dolayısıyla zulüm o oranda
yükseliyor.
Yeme-içme-giyme-ulaşım-mîmâri-iş-eş-eşyâ vs. her konuda
çıtayı yükseltmiş olanlar, farklı bir çıta seviyesini zinhar kabûl etmedikleri
gibi, bu çıtanın seviyesini değiştirmek ve düşürmek isteyenleri fişliyorlar ve
hem psikolojik hem de maddî zarâra uğratıyorlar. Çıtanın seviyesini aşırı
yükseltmek psikolojik, sosyâl ve ekonomik bir şiddet iken, bu seviyeye îtirâz
edenleri şiddet yanlısı olarak gösteriyorlar. İlerleme ve gelişme sözüne aykırı
konuşmak günah, ayıp ve suç oluyor. Hattâ bu seviyeye îtirâz etmek mîzâhın
konusu olarak gösteriliyor.
Modern zamanlarda çıtanın yükseltilmiş olması,
çıtanın gerçek bir seviyeye çıkarılması anlamına gelmez. Çıtanın o seviyesi
sûni bir seviyedir ve sâdece görsel bir çekiciliği vardır. Çıtayı o seviyeye
çıkarmak isteyenler, insanlara bir hedef göstermektedirler ve insanların o
çıtayı yakalaması özendirilmektedir. Böylece sûni hayatlar yaşanacak fakat
küresel tağutlar bu durumdan sonsuz (sûni) menfaatler elde edeceklerdir. Çünkü
böyle yapmakla suyu bulandırmaktadırlar. Suyun modern anlamda bulandırılması,
çıtanın sûni anlamda yükseltilmesidir. Hâlbuki insanlar çıtanın seviyesinin
daha düşük fakat gerçek seviyesinde olduğu zamanlarda daha mutlu ve umutluydular.
80’lerde seyrettiğim bir kovboy filminde, kovboyun
biri diğerine ortaklık teklif ediyor ve diğer kovboy teklifi umursamayınca,
teklifi yapan kovboy paranın miktârını söylüyor ve ilk başta teklife sıcak
bakmayan kovboy, paranın miktârını duyunca diğer kovboya artistik bir bakış
atıyor ve diğer kovboyun söylediği miktârı tekrarlıyordu: “10.000 dolar (on bin
dolar) mı?”. Uzun bir bakış attıktan sonra da şöyle diyordu: “Kabûl”. Evet, bu
paranın miktârından etkilenen kovboy, teklifi hemen kabûl ediyordu ve birlikte 10.000
doların peşine düşüyorlardı. Düşünsenize; 2016 yılında bir film çevrilecek ve
10.000 dolar için mücâdele edilecek. “Hiç olacak iş mi?, 10.000 dolar nedir ki”
derler. Çünkü artık Dünyâ’nın ekonomik çıtası çok aşırı yükseltilmiş ve artık “milyar
dolar”lardan bahsedilmektedir. Rakamın miktârının bir önemi yoktur aslında.
Zîrâ modern zamanlarda milyar dolarların gerçek bir karşılığı yoktur. Hesapta
yazılmış bir rakam söz-konusudur sâdece. Fakat filmdeki 10.000 doların gerçek
bir karşılığı vardır ve o zamanlar kişiyi hayâtı boyunca idâre edebiliyordu. Bu
nedenle o kovboylar 10.000 dolar için canlarını tehlikeye atarak o işe
kalkışabiliyorlardı. Şimdi o paranın 100 katı bile insanı tatmin etmiyor. Ben o
filmi seyrettiğimde daha çocuktum ve paradan anlamazdım. Bu nedenle 10.000
doları çok büyük bir rakam zannetmiştim. Gerçi o dönemde 10.000 dolar az bir
para değildi ve yüksek bir değeri vardı.
Çıtayı yükseltmek, şeytan ile başlayan bir olaydır.
Allah, tüm meleklerle birlikte şeytana, bir-nevî çıtalarının seviyelerini
düşürme teklifi olan Âdem’e secde emrini verince, melekler bu emre uyuyor fakat
şeytan kendi çıtasının görece yüksekliğinden bahsederek; “benim çıtam ondan
daha yüksek” diyor. Ateşten yapılmış çıtayı topraktan yapılmış çıtadan üstün
görüyor. Bu durum Âdem’in iki oğlu ile devâm ediyor ve tüm zamanlarda birileri
kendi çıkarları uğruna çıtayı yükseltince, boyları-güçleri-elleri o çıtaya
değemeyenler mazlumlaşırken, çıtanın boyunu ayarlayanlar çıta yükseltmeyi din
hâline getiriyorlar. Çıtanın yüksek olması, o çıtaya erişilmeyi ve hattâ çıtayı
aşmayı tetikliyor ve bâzı değerler de dâhil bir-çok şeyden ferâgat edip vazgeçilerek
o çıta aşılıyor. Aşılıyor aşılmasına fakat orası çıtanın son sınırı değil ki!.
Çıta hemen daha da yukarı çekiliyor ve yeni hedefler belirleniyor. Artık toplum
o çıtaya göre edip-eylemeye ve hattâ düşünmeye-inanmaya başlıyor. Bir “çıta
dîni” çıkıyor ortaya. İnsanlar sonsuz âlemde çıtanın yüksekliğinin de görece sonsuz
yüksekliğe çıkabileceğini düşünemiyor.
İşte, şirkin çıtasının çok yüksek bir seviyede olduğu
ve bu şirk düzeninde zulmün ayyuka çıktığı zamanlarda Allah bu çıtayı düşürecek
bir işte bulunuyor ve melek Cebrâil ile, o dönemlerin en temiz ve mevcut
çıtanın seviyesinden en çok rahatsız olanların başında gelen Muhammed bin
Abdullah’a vahyederek, onu “âlemlere rahmet Hz. Muhammed” olarak peygamber
seçmiştir ve ona büyük bir görev vermiştir. İşte bu son “çıta-seviyesi ayarlama
ameliyesi” artık son saate kadar çıtanın seviyesini belirleyecek ölçüyü
koyacaktır.
Vahiyle berâber çıtaların seviyesi düşmeye ve normâlleşmeye
başlamıştır. Aşırılıklar giderilmiş, doğal bir duruma getirilmiştir. Artık aşırı
zengin ve aşırı fakir olmayacak; Allah yerine başkaları ilahlaştırılmayacak,
çıtası bir hayli yüksek olan zulmün çıtası yere düşürülecektir. Artık birileri çok
fazla tüketirken, diğerleri yetersiz tüketemeyecek, kimse kimseden takvâ dışında
üstün tutulmayacak, sosyâl hayatta da çıtası yükseltilmiş ve sınırı olmayan “sâhip
olmalar” değiştirilecektir. Öyle ki, bir îtibar göstergesi olarak kabûl edilen
çok kadınla evlilik en fazla dört kadınla sınırlandırılacak ve “tek eş” tavsiye
edilecek; kölelerle sözde efendiler sosyâl olarak aynı seviyeye çekilecektir.
Yâni kısaca tüm çıtalar “elin ulaşabileceği” seviyelere geri düşürülecektir.
1.000 yıl boyunca hemen-hemen bu şekilde olan çıtanın
seviyesi, modernizmle birlikte yeniden belirlenmiş ve sınırsız bir yüksekliğe
çıkartılmıştır. İslâm’a göre câmi minârelerinin boyundan yüksek olmaması
gereken evler, gökdelenler-rezidanslarla aşırı şekilde yükseltilirken,
yeme/içme/giyim-kuşam/ev/ulaşım/araç-gereç/görünüm/makam-mevki/para/hırs vs.
vs. vs. çıtanın seviyesi büyük bir hızla yukarıya doğru çekilmektedir ve nerede
duracağı yada durup-durmayacağı da belli değildir. Bu durum insanlar arasındaki
uçurumun da çıtanın seviyesi oranında farklılaşmasına yol açmaktadır. Öyle bir
duruma gelindi ki, çıtanın seviyesi artık “gerçek” olana göre değil, “sanal”
olana göre belirleniyor. Meselâ Dünyâ’da dolaşan para gerçekte altın yada mal
karşılığı 80 trilyon dolar iken, sanal olarak yâni bilgisayarlarda görünen
paranın 830 trilyon dolar olduğundan bahsediliyor. Çıtanın bu yükselişiyle
birlikte artık hiç-bir şey gerçek değildir. Çıta yükseldikçe sanallık artıyor.
Bu-arada değerlerin çıtası da düşüyor. Sevginin, merhâmetin ve vicdânın çıtası
yerlerde sürünürken; gösteriş, bencillik, tüketim-manyaklığı, şerefsizlik, vs.
ucu görünmeyen seviyelere çıkıyor ve en kötüsü de bu durum örnek olarak
gösteriliyor ve insanların büyük kısmı tarafından “hayâl edilen” bir duruma
geliyor. Hedef olarak görülüyor.
İşte bu sonu gelmez yükseklikteki çıtanın dolayısıyla
zulmün panzehiri İslâm’dır. İslâm ile birlikte doğal ve normâl sınırları aşırı
bir şekilde yükseltilmiş olan çıtanın seviyesi her alanda düşürülecek ve normâl
ve doğal sınırına getirilecektir. Zîrâ İslâm, nefs-merkezli yükseltilen çıtanın
panzehirini; vicdan, rûh, sevgi, inanç, amel ile mündemiç olarak içinde taşıyan
tek dindir. Hak din, ifrat ve tefritin olmadığı ve her-şeyin doğal ve normâl
sınırlarında olduğu bir Dünyâ kurar. Bunu gerekirse bâtılın belini kırarak
yapar. İslâm bir; “çıta seviyesi belirleme” dînidir.
Çıtanın seviyesi, kapitâlizmin gücünü gösterir.
Çıtanın seviyesi arttığında kapitâlizmin gücü de artar. Yine; çıtanın seviyesi
ne kadar yükselirse, isrâf da o oranda artar. İsrâf olunca da toplumsal
uçurumlar kaçınılmaz olur. İhtiyaçlar ihtiraslara döner. Oysa ihtiraslarımız
ihtiyaçlarımız değildir. Sokrates pazarda dolaşırken bir-çok farklı ürünü
görünce: “Ne kadar da çok işime yaramayacak şey var” demiş.
Çıta dünyevî alanda düşürülüp, İslâm’i-mânevi alanda
yükseltilmelidir ki fıtratla ve doğayla uyumlu olsun ve “çıta” boyumuzu aşıp da
zulme dönmesin.
“Yiyin,
için ve isrâf etmeyin. Çünkü O, isrâf edenleri sevmez” (A’raf 31) âyeti, “çıtanın seviyesini biraz düşürün”
der gibidir.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Mayıs
2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder