Güneydoğu Anadolu Bölgesi,
Mısır, Sûriye, Irak, Arabistan, Yemen, Îran, Afganistan, yâni şöyle bir genellersek;
Akdeniz havzası, Arap-yarımadası ve Mezopotamya çevresi (ön-asya),
medeniyetlerin beşiğidir. İlk devlet-medeniyet-kültür bu bölgede ortaya
çıkmıştır (Akad-Sümer-Bâbil-Asur). Cengiz Tomar:
“Dünyâ-târihine baktığımızda Mezopotamya (Îrak), Eski
Mısır, Münbit Hilâl (Fertile Crescent, el-Cezire, Kuzey Sûriye ve Filistin) ve
Anadolu medeniyetleri ile Sümer, Akad, Asur, Bâbil, Hitit, Grek, Urartu, Elam,
Ebla, Ugarit, Aram ve Fenike gibi hemen-hemen aklımıza gelen ilk medeniyetlerin
tümü bu bölgede ortaya çıktı. Diğer bir ifâdeyle insanoğlunun kadim târihinin
kodları ve Eski Dünyâ’nın alt-yapısı bu bölgede oluştu. Yeni Asur, Ahameniş,
Makedonya, Bizans, Sasaniler, Abbâsiler, Selçuklular ve Osmanlılar gibi büyük
imparatorluklar da hep bu bölgede teşekkül etti. Üç büyük semâvi din Mûsevilik,
Hristiyanlık ve İslâm yine bu bölgede doğdu ve gelişti” der.
Bu bölgede gelişen
devlet-medeniyet anlayışı, peygamberler de o bölgeden çıktığından, -her ne
kadar tahrif edilerek bozulmuş da olsa- ilâhi yanları da olan bir
bilgiye-şuura-eyleyişe sâhiptir. Bu durum zamanla o bölgenin karakteri hâline
gelmiştir. Tâbir-i câizse ilim-kültür ve medeniyet o bölgenin taşına-toprağına
işlemiştir. Medeniyet rûhu o bölgelerde içkin olarak sürekli bulunur. Zâten
gönderilen peygamberler, tahrif edilerek bozulan ilim ve kültürü sürekli
vahiy-merkezli olarak güncelleştirmiş ve düzeltmişlerdir. Bu nedenle de o özellikleri
barındıran bölgede peygamberlerin ve bilge kişilerin çıkması son derece doğal
ve normâldir. “Peygamberlerin neden hep o bölgeden ve periferiden çıktığı”nın
ana-nedeni bu olsa gerek. O bölge “peygamber çıkarma potansiyeli”ne sâhiptir. Çünkü
o bölgenin insanı, İslâm-merkezli ilim-kültür-devlet ve medeniyetine âşinâdır.
Bu âşinâlık, o medeniyeti yeniden çıkarma duygusunu ve arzusunu berâberinde taşıdığından,
Allah’ın, o şuura-arzuya sâhip olan insanlar içinden en ahlâklısını-merhâmetlisini-dürüstünü
ve temizini peygamber olarak seçmesi doğal ve normâldir.
Peygamberlerin başlattığı bu
hareket, insanlığın tekâmülüne-inkişâfına zemin hazırlar ve medeniyeti (uygarlık
değil) başlatır. Bu nedenle “ışık” gerçekten de doğu’dan yükselir. Bu
medeniyetlerin bozulmamış “saf” hâli olan vahiy-merkezli İslam medeniyeti ise 1.000
yıl boyunca Dünyâ’da bir huzur ve barış ortamı sağlamıştır. Dünyâ’da iyi ve
kötü günler sürekli olarak deverân eder: “..
İşte o günleri biz onları insanlar arasında devrettirip dururuz. Bu, Allah’ın îman
edenleri belirtip-ayırması ve sizden şâhidler (veya şehidler) edinmesi içindir.
Allah, zulmedenleri sevmez” (Âl-i İmran 140). Kötülüğün bastırılıp blôke
edilmesi için büyük bir medeniyet potansiyeli gereklidir ki bu ancak ve ancak
İslâm-merkezli olabilir. İşte Hz. Âdem ile başlayan ve Hz. Nûh ile yeni bir
yola giren İslâm medeniyeti potansiyeli, âlemlere rahmet Hz. Muhammed ile birlikte
tekrar canlanarak ve harekete geçerek vicdanları ve eylemleri diriltmiş ve yeni(den)
bir dalga başlatmıştır. Bu dalga kısa-zamanda Dünyâ’nın hemen-hemen bütün
kıyılarına kadar ulaşmıştır ve başta şeytan olmak üzere şeytan uşakları olan
tağutları ve onların taşeronlarını yer-altına inmek ve oranın karanlıkları içinde
1.000 yıl boyunca beklemek zorunda bırakmıştır. Tabî ki şeytanın lîderliğindeki
tağutlar ve onların uşakları, yaşadıkları bu karanlığı aslâ unutmamışlardır ve
hâlâ da o zamanların ürküntüsünü üzerlerinde taşımaktadırlar.
Medeniyetten yoksun olanlar
ve Dünyâ’nın batısı ve kuzey-batısı, İslâm medeniyetine karşı 1.000 yıl boyunca
bir varlık gösterememiştir. Zâten onların karanlık çağı, İslâm medeniyetinin
aydınlığından yoksun olmalarındandı. “Karanlık çağ”, batının karanlığıdır. Zîrâ
o sıralar İslâm her yana ışık (nûr) saçıyordu. Hattâ batı’nın bir bölümüne
bile. İşte 1.000 yıl boyunca karanlıktan beslenen bu vampirler, sürekli
fırsatlar kollamışlar fakat köklü ve de sağlam temeller üzerine kurulmuş olan
İslâm medeniyetini yıkamamışlar ve hattâ sarsamamışlardır. Tâ ki: “O’nun (insanın) önünden ve arkasından
izleyenleri (tâkipçileri) vardır, onu Allah’ın emriyle gözetip-koruyorlar.
Gerçekten Allah, kendi nefis (öz)lerinde olanı değiştirip bozuncaya kadar, bir
toplulukta olanı değiştirip-bozmaz. Allah bir topluluğa kötülük istedi mi, artık
onu geri çevirmeye hiç-bir (biçimde imkân) yoktur; onlar için O’ndan başka bir
veli yoktur” (Ra’d 11) âyetinin de dediği gibi (ayrıca sünnetullah gereği),
insanların nefislerine uyarak, korumaları gereken şeyleri korumaktan vazgeçmesi
yada korumada gevşeklik yapmaları sonucunda İslâm değil ama müslümanlar
gerilemeye başlamış, dirâyetlerini yitirerek medeniyetlerini kaybetmişlerdir. Böylelikle
batı’nın karanlık dehlizlerinde sıkışıp kalmış olan vampirlere gün doğmuş,
alıştıkları karanlıkları, “modern karanlıklar” biçiminde dışarıya çıkarmışlardır
ve o günden bu yana Dünyâ “farklı bir karanlık”la karşı-karşıyadır.
Aslında bu karanlık ışığın
yokluğundan kaynaklanan -geçici bir körlük misâli olan- bir karanlıktır ki,
ışığı gördüğü anda kaybolmaya mahkûm olan bir karanlıktır bu. Bu karanlık yapay
bir karanlıktır. Güneş’in ziyâsından mahrum olduğu gibi Ay’ın nûrundan da
faydalanamaz. Zâten “karanlığa” alışkın olan vampirler Güneş’in o muazzam
ziyâsına ve Ay’ın nûruna katlanamazlar ve yok olup giderler. Bu nedenle de sûni
aydınlatmalarla Dünyâ’yı aydınlatmaya çalışırlar. Bunun için milyonlarca sûni
aydınlatıcı (ampûl) kullanırlar ki bunların da ömürleri çok azdır. Zîrâ
ışıkları kendinden kaynaklanmaz. Dış bir enerjiye (elektrik) bağımlıdırlar ki
bu enerjinin bedeli insanlara, ama en çok da mazlumlara ödetilir. Şu-anda
“Dünyâ’nın lânetlisi” olarak gösterilen mazlumlar müslümanlar olduğu için,
müslüman insan ve müslüman coğrafya sömürülerek karşılanmaya çalışılır o
enerjinin bedeli.
İşte Dünyâ’nın bu karanlık
bölgesi, o görece karanlıkları bir daha yaşamamak için, potansiyel medeniyet
bölgesi olan arap-yarımadası merkezli bölgeyi sürekli kargaşa hâlinde
tutmaktadırlar ki yeniden bir İslâm medeniyeti dirilmesin ve adâletsiz
çıkarlarına aykırı bir durum yeniden açığa çıkmasın da çıkarlarına bir zarar
gelmesin. İşte batı’nın derin korkusu budur: Adâlet korkusu. Hak-hakîkat
korkusu. Batı’nın böyle derin bir korkusunun olması gâyet normâldir. Zîrâ
onlardan önce Dünyâ’nın hâkimi müslümanlardı. Bu nedenle bir medeniyet ve “insan-ı
kâmil” potansiyeli barındıran o bölgenin sürekli olarak bir karmaşa içinde
kalmasını istiyorlar ve bunun için çaba gösteriyorlar ki insan-ı kâmil
öncülüğünde başlatılacak olan İslâm-merkezli bir yeniden diriliş olmasın ve
böylelikle de sürekli olarak, hem o bölgeyi hem de Dünyâ’nın bilgelikle dolu
olan doğu kısmını sömürsünler. Bu sebeple batı, en başta insan-ı kâmil
potansiyelini ezmek istemekte ve tüm çalışmalarını bu minvâlde yapmaktadır. Bu
uğurda sürekli olarak insanları maddî-mânevi bir sömürüye tâbi tutmaktadırlar ki
dirilişi ve medeniyeti başlatacak olan potansiyel açığa çıkmasın. Bu durum onlar
için hayâti bir konu olduğundan, merhâmetlerini de yitirmişlerdir ve bu oyalama
ve uyutma plânını uygularlarken, insana yakışmayacak eylemlerde bile bulanabilmektedirler.
İslâm’i diriliş onların yıkılışı olacağından, bu dirilişi ne kadar ileriye ve
uzağa atabilirlerse o oranda sûni ve hayvâni hayatlarını keyifle
yaşayabileceklerdir. Muhammed Esed:
“Bizim, hayâtımızı soylu İslâm düşüncesinin
temellerine göre yeniden şekillendirme çabalarımız, müslüman olmayan coğrafyada
bir-takım şüphe ve korkular doğurur ve bu onların, dolaylı veya dolaysız, bu
ideâlimizin önüne mümkün olan her çeşit engelleri koymalarına sebep olur. Haçlı
Seferleri’nden îtibâren İslâm, son derece eksik, kötü bir şekilde batı’lılara
sunuluyor. Öyle ki, İslâm’la ilgili her-şeye şüphe ile bakmak -hattâ bâzen
ondan tiksinmek- batı düşünce ve kültürünün geleneksel bir parçası hâlini aldı.
Batı’lılar, İslâm öğretilerinde inançlarının çoğunun kabûl edilmediğini görmekle
kalmıyorlar, onlar aynı-zamanda İslâm’ı siyâsi bir tehlike olarak da
görüyorlar. Asırlar boyunca Avrupa ve İslâm-dünyâsını karşı-karşıya getiren
savaşlarla ilgili hâtıraların etkisi altında kalan batı’lılar, İslâm’i olmayan
her-şeyi, düşmanlarını töhmet altına alan bir üslûpla İslâm’a nispet ederler. Bu
bakımdan batı’lılar, İslâm dünyâsında uykuya dalmış gücü uyandıracak İslâm
rûhunun dirilişinden korkuyorlar. Çünkü bu dirilişin müslüman’ı, batı’ya
karşı yeniden düşmanca tavırlara iteceğinden korkuyorlar. Batı’lılar, bu
muhtemel tehlikeyi savmak için de müslümanların siyâsi güçlerinin dirilişlerini
önlemek ve İslâm’ın, müslümanların toplumsal ve kültürel hayatlarında önceden
sâhip olduğu yeri almasını önleyebilmek için bütün imkânlarını kullanıyorlar.
Batı’lıların bu hamlede kullandıkları araçlar, yalnız siyâsi alana münhasır
değildir. Bu hamle genişleyerek kültürel alanı da içine almıştır. Böylelikle
İslâm-dünyâsındaki batı okulları, müslümanların batı’lı eğitim-sistemine göre
öğretim yapan millî okulları yoluyla, toplumsal bir teori olarak İslâm hakkında
şüphe tohumları ekiliyor. Bu, kız-erkek, yetişen müslüman genç nesillerin
kafalarına sistematik bir şekilde yerleştiriliyor” der.
Teoman Duralı:
“Bu-günkü düzenin amacı insanı kontrôl altında tutmak.
Şimdiye kadar kontrôl; eğitim, propaganda ve reklâmla sağlandı. Buna lüzum
kalmasın isteniyor. Meselâ rejim kurup, Rusya’ya komünizm getiriyor. Sonra
öngörülmedik bir kazâ oluyor ve Stalin çıkıyor. İran’da Şah’ı devirmek için
İslâm’i duyarlılığı kaşıyor; ama Humeyni’yi öngöremiyor. Hitler’i de
göremediler. Nasyonel Sosyalizm’in çıkışını ayarlayamadılar. Başlarına püsküllü
belâ kesildi. Bu örnekler tekrâr etmesin isteniyor. Bu yüzden de kendi
kontrôlünde bir beşer istiyor” der.
Evet, “ışık”, “nûr”, ziyâ”
doğudan yükselir. Batı’dan ise sûni parıltılar çıkar ancak. Zîrâ, -cılız
istisnâları ayrı tutarsak- gerçek bir aydınlığın bilincinden uzaktırlar. Peygamberler
doğudan çıkar ve bu nedenle merhâmet de doğu’dan gelir. Devlet-medeniyet
(ulus-uygarlık değil) doğu’da temellenir ve tüm Dünyâ’ya yayılır.
Hegel, Dünyâ’da üç çeşit
uygarlık tanımı yapıyor: Aydınlanmamış uygarlıklar, yarı-aydınlanmış
uygarlıklar, aydınlanmış uygarlıklar. Yarı-aydınlanmış uygarlıklar kategorisine
İslâm’ı ve antik Mısır’ı katıyor. Uzak-doğuyu aydınlanmamış uygarlık olarak
tanımlıyor. Zâten aydınlanmış uygarlık da batıdır. Fakat uygarlık ile
medeniyetin arasını ayırmak gerekir. Medeniyet Medîne ile ilgili olan yâni din
ile ilgili olandır. Uygarlık gibi seküler değildir. Din bilincine, Allah’a olan
borçluluk bilincine sâhip olan hayat-şeklidir medeniyet. Bunu din-merkezli
idrâk edenler kavrayabilirler ancak. Bu nedenle batının kendini en üstün görüp
de diğerlerini ikinci-üçüncü sınıf görmesi, değer ölçüsüyle alâkalıdır ki
günümüzde de net bir şekilde görüldüğü üzere, batı’nın Dünyâ’ya kattığı bir
iyilik yoktur. Hâlbuki İslâm medeniyeti, 1.000 yıl boyunca Dünyâ’ya ışık saçmış
ve merhâmet-vicdan-adâlet-hak-hakîkat getirmiş ve hayırlara vesile olmuştur.
Uygarlık kelimesinin batı
dilindeki karşılığı olan “civilized” kelimesi zâten sivil olanla, layt olanla
ilgilidir. Medeniyetin çok daraltışmış şeklidir yâni. Allah-merkezli,
din-merkezli olan hayat-şeklinin indirgenerek, civilized=sivilize olmuş yâni
insan-merkezli olmuş, akıl-merkezli olmuş hâlidir ki buradan bir hayrın çıkması
çok zordur. Yâni batı’ya göre uygar olmak için Allah’tan koparak sivil=civil
olmak gerekir bu, medeniyetten kopmak anlamına gelir. Medeniyetten kopmak ise
Allah’tan ve tüm âlemden kopmak demektir ki bunun bedeli günümüzde de emârelerini
bolca gördüğümüz şekilde çok ağır olur.
Yusuf Kaplan:
“Emperyalistlerin tek derdi, yegâne hedefleri de tam
da şudur: Bölgenin siyâsî, kültürel, ekonomik ve stratejik açıdan
bütünleşmesinin ve müşterek İslâm’i geleceğe doğru yürümesinin kesinkes
önlenmesi” der.
Allah imtihan ve sünnetullah
gereği “o günleri” insanlar arasında sürekli deverân ettirir durur fakat Allah,
karanlıklardan râzı değildir. Aydınlığın, nûrun, ziyânın, vahyin, hikmetin
Dünyâ’yı yeniden aydınlatması ve insanların mutlu-huzurlu olmasını ister. Bu
nedenle de peygamberler ve kitaplar gönderir ve başta melekleri olmak üzere
her-şeyi insanların böyle bir Dünyâ kurmaları için seferber eder:
“Allah, suçlu-günahkarlar istemese de, hakkı (hak
olarak) kendi kelimeleriyle gerçekleştirecektir” (Yûnus 82).
“Onların söyledikleri: ‘Rabbimiz, günahlarımızı ve
işimizdeki aşırılıklarımızı bağışla, ayaklarımızı (bastıkları yerde)
sağlamlaştır ve bize kâfirler topluluğuna karşı yardım et’ demelerinden başka
bir şey değildi” (Âl-i İmran 147).
“Hani Allah, iki topluluktan birinin muhakkak sizin
olacağını vâdetmişti; siz de güçsüz olanın sizin olmasını istiyordunuz. Oysa
Allah, sözleriyle hakkın ve inkâr edenlerin arkasını kesmek (kökünü kurutmak)
istiyordu. O, suçlu-günahkârlar istemese de, hakkı gerçekleştirmek ve bâtılı
geçersiz kılmak için (böyle istiyordu) Siz Rabbinizden yardım taleb
ediyordunuz, O da: ‘Şüphesiz ben size birbiri ardınca bin melek ile yardım
ediciyim’ diye cevap vermişti” (Enfâl
7-9).
“Ağızlarıyla Allah’ın nûrunu söndürmek istiyorlar.
Oysa kâfirler istemese de Allah, kendi nûrunu tamamlamaktan başkasını
istemiyor” (Tevbe 32).
“Allah, içinizden îman edenlere ve sâlih amellerde
bulunanlara vâdetmiştir: Hiç şüphesiz onlardan öncekileri nasıl ‘güç ve iktidar
sâhibi’ kıldıysa, onları da yeryüzünde ‘güç ve iktidar sâhibi’ kılacak,
kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp
sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar,
yalnızca bana ibâdet ederler ve bana hiç-bir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra
inkâr ederse, işte onlar fâsıktır”
(Nûr 55).
Atasoy Müftüoğlu: “Batı’nın
en büyük korkusu, müslümanların, ümmeti gerçek kılabilecek bir bilince
uyanmaları korkusudur” der.
Evet; batı’nın derin
korkusu, “ölmekten korkmayan insanlar”ın hâlen vâr olmasıdır vesselam.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn
Görmüş
Mayıs 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder