“Hepiniz
Allah’ın ipine sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayın. Ve Allah’ın üzerinizdeki nîmetini
hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O, kâlplerinizin arasını
uzlaştırıp-ısındırdı ve siz O’nun nîmetiyle kardeşler olarak sabahladınız. Yine
siz, tam ateş çukurunun kıyısındayken, oradan sizi kurtardı. Umulur ki hidâyete
erersiniz diye, Allah, size âyetlerini böyle açıklar” (Âl-i İmran103).
“Kendilerine
apaçık belgeler geldikten sonra, parçalanıp ayrılan ve ayrılığa düşenler gibi
olmayın. İşte onlar için büyük bir azap vardır” (Âl-i İmran105).
Modernizm ile birlikte müslümanlarda o kadar çok
farklı düşünüşler, anlayışlar ve davranışlar gelişti ki, hiç-biri diğerine
uymadığı gibi, düşmanlık derecesinde ayrılığa neden olacak seviyeye geldi. Öyle
ki; artık tefrikalaşanlar birbirlerini dinleyemiyorlar ve birbirlerine katlanamıyorlar
bile. Aynı Allah’a inandıkları, aynı Peygamberin ümmeti, aynı kitabın mü’mini
ve aynı İslâmî târihe sâhip oldukları hâlde, oluşan aşırı farklılık aşırı
ayrılıkları da yanında getiriyor. Bunun ana-nedeni vahiy-merkezli olmamaktır.
Vahiy-merkezli olunmadığında, yâni Kur’ân bilincin, sünnet de eylemin kaynağı
olmadığında, kişiler arasında herkesin aklı farklı-farklı çalıştığından aşırı farklılıklar
meydana çıkıyor. Hâlbuki Allah, Kur’ân’ı vahyederek ve Peygamber göndererek,
akılların Kur’ân ve sünnet baz alınarak işletilmesini emreder. Zâten ancak bu
şekilde ümmet dağılıp ayrılmaz ve birbirine düşman olmaktan korunabilir. Aksi-hâlde
ayrılıp dağılırlar ve bu dağılma, yanında doğal olarak güçsüzlüğü de getirir ve
günümüzde bâriz şekilde yaşandığı gibi şeytânî güçlerin kontrôlüne girilir.
Kur’ân bundan şöyle bahseder:
“Allah’a ve
Resûlü’ne itaat edin ve çekişip bir-birinize düşmeyin, çözülüp yılgınlaşırsınız,
gücünüz gider. Sabredin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle berâberdir” (Enfâl 46).
Allah ayrılıkların baş göstermesinin ana-sebebi
olarak kıskançlığı ve çıkar-merkezli olmayı, yâni nefse uymayı gösterir. Öyle
ki onca ilim bile bu durumu kurtaramaz. Bu ayrılıkların panzehiri de tabî ki
yine vahiydir:
“Hiç şüphesiz
din, Allah katında İslâm’dır. Kitap verilenler, ancak kendilerine ilim
geldikten sonra, aralarındaki ‘kıskançlık ve hakka başkaldırma’ (bağy) yüzünden
ayrılığa düştüler. Kim Allah’ın âyetlerini inkâr ederse, (bilsin ki) gerçekten
Allah, hesâbı pek çabuk görendir”
(Âl-i İmran19).
Peygamberimiz zamânında Mekke’de de durum böyleydi.
Fakat Peygamber müslümanları kardeşler yaptı. “İslâm kardeşliği” korudu onları.
Kavmiyetçiliğe karşı İslâm kardeşliğini têsis ettiler. Bu kardeşlik onları dik
ve diri tuttu. Zîrâ Allah vahyin etkisiyle onların kâlplerini birbirlerine
yaklaştırdı. Yâni sahabe, her ne kadar “emin” olarak tanığı Peygambere güvense
de, Peygamberin kara kaşına kara gözüne ve hatırına bir-araya gelmedi.
Peygamber onları vahiy ile birleştirdi. Vahyin vermiş olduğu îman, onları
kardeşler yaptı. Öyle ki her-şeylerini paylaşabilecek bir kardeşlikti bu. Eğer
vahiy olmasaydı Peygamber dünyâları harcasaydı bile onları uzlaştırıp kaynaştıramazdı:
“Ve onların
kâlplerini uzlaştırdı. Sen, yeryüzündekilerin tümünü harcasaydın bile onların
kâlplerini uzlaştıramazdın. Ama Allah, aralarını bulup onları uzlaştırdı. Çünkü
O, üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sâhibidir” (Enfâl 63).
Takvânın azlığından yada yokluğundan kaynaklanan şeytanın-nefsin
fısıldamaları ve maddî-mânevî kıskançlık ve çıkar-hesapları ümmeti böldü. Artık
her grup kendini haklı gördüğünden, düşünüşlerini-yorumlamalarını ve ilmî
faaliyetlerini, en sonunda da amellerini buna göre yapmaya başladılar. Bu durum
ayrılıkların kayıt altına alınmasına neden olarak resmiyet kazandırdı. Hükûmetlerin
kendine göre bir mezhebi-meşrebi-düşünceyi savunması da buna tüy dikti. Artık
ana-etken Kur’ân-sünnet değil, mezhep-meşrep görüşü oldu. Bu uğurda uydurulan
rivâyetler ve şirk unsurları dîni belirler oldu ve tabî ki bu durum ayrılıklara
tuz-biber ekti. Oysa Allah, Hz. Nûh zamânından bêri müslümanları uyarıyordu:
“O, ‘dîni
dosdoğru ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin’ diye dinden Nûh’a vasiyet
ettiğini ve sana vahyettiğimizi, İbrâhim’e, Mûsâ’ya ve Îsâ’ya vasiyet
ettiğimizi sizin için de teşrî’ etti (bir şeriat kıldı). Senin kendilerini
çağırdığın şey, müşriklere ağır geldi. Allah, dilediğini buna seçer ve içten
kendisine yöneleni hidâyete erdirir. Onlar, kendilerine ilim geldikten sonra,
yalnızca aralarındaki ‘tecâvüz ve haksızlık’ dolayısıyla ayrılığa düştüler.
Eğer Rabbinden, adı konulmuş bir ecele kadar geçmiş (verilmiş) bir söz
olmasaydı, muhakkak aralarında hüküm verilmiş (iş bitirilmiş)ti. Şüphesiz
onların ardından Kitaba mîrasçı olanlar ise, herhâlde ona karşı kuşku verici
bir tereddüt içindedirler” (Şûrâ
13-14).
Tevhidden her ayrılık bir şirktir. Tevhidin kopuşudur
bu çünkü. Bu kopuş, hiziplerin bir-birlerine her-türlü haksızlık yapmasına ve
her-türlü tecâvüzü-saldırıyı yapmasına bile neden oluyor. Allah bize hâlen
mühlet vermekte. Bu ayrılıklara bir son verip ümmeti yeniden diriltmeliyiz. Yoksa
perişanlık ve azap yakamızı bırakmayacak. Her ayrılık “kitapta da ayrılık”
olarak tezâhür ediyor. Kitapta ayrılanların diğer şeylerde ayrılması çok da zor
olmuyor. Böylece haktan büsbütün uzaklaşılıyor:
“Zîrâ bu
azâbın sebebi, Allah’ın kitabı gerçekle indirmiş olmasındandır. Kitapta
ayrılığa düşenler ise şüphesiz, haktan uzak bir ayrılık içindedirler” (Bakara 176).
Şii-sünnî, hârici-mutezili, zâhiri-bâtınî ve hattâ
aynı mezhepten-meşrepten olanların kendi içlerinde ayrılmaları ümmetin
darmadağın olması demektir ki başta şeytan olmak üzere bu durum tâğutların pek
hoşuna gidiyor. Onlar zâten bunu yapmak istiyorlarken, ümmet tefrikaya düşmekle
onlara istedikleri alanı hiç-bir çaba harcamandan açmış oluyor. Böylece Dünyâ’nın
hâkimiyeti-yönetimi bâtılın eline geçiyor ve bâtıl; ahlâk, vicdan, adâlet ve
merhâmetten uzak olduğu için zulümler zirveye çıkıyor. İniltiler geliyor Dünyâ’nın
her yerinden. Acılar, feryatlar, gözyaşları hiç dinmiyor. Analar her dâim
ağlıyor.
Bir tefrikadan bahsediyoruz. Zenginlik katan “farklılık”lardan
değil. Farklılıkların olması doğal ve normâldir. Zîrâ her insan özeldir ve bir
farklılığı vardır. Fakat Allah insanı kendi başına bırakmıyor. İstiyor ki tüm
insanlar “vahiy-merkezli farklılıklar”a sâhip olsun. Vahye aykırı farklılıklara
düşmesin. Ümmetin birliği-berâberliği ve gücü ancak vahiy-merkezli olursa
sağlanabilir ve korunabilir. Aksi-hâlde parçalanmaların sonu gelmez ve her
parça tâğutların uşağı durumuna gelir. Hattâ her parça yâni hizip, dîni “babasının
malı” saymaya başlar ve hakka çağıracağına kendine çağırır ve böylece kendisini
“hak” ve “haklı” olarak gösterir. Allah mü’minlere bu topluluklar gibi
olunmamasını ve onlardan uzak durulmasını söylüyor:
“Onlardan
(olmayın) ki, dinlerini ayırıp öbek-öbek olmuşlardır. Her grup kendilerindekine
güvenmektedir” (Rûm 32).
“Gerçek şu
ki, dinlerini parça-parça edip kendileri de gruplaşanlar, sen hiç-bir şeyde
onlardan değilsin. Onların işi ancak Allah’adır. Sonra O, işlemekte olduklarını
kendilerine haber verecektir” (En-am
159).
Bu âyetler bir umut olup bir kardeşlik başlatabilir. Zîrâ
tefrikadan uzak durmak, Kur’ân/Sünnet-merkezli yeni bir toplumu-cemaati
başlatabilir ve kurabilir. Allah’tan, dirâyetli ve ehliyetli bir lîder etrâfında
kurulacak böyle bir toplum niyâz ediyoruz.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Mayıs
2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder