21 Haziran 2024 Cuma

Mekruh ve Vâcib

 

 

“Bütün bunlar, kötülüğü olan, Rabbinin katında da hoş olmayanlardır (mekrûhen)” (İsrâ 38).

 

Mekruh: “Çirkin bulmak, kötü görmek, istememek; meşakkat, sıkıntı, zorluk” gibi anlamlara gelen kerh (kürh, kerâhet, kerâhiyyet) kökünden türeyen mekrûh kelimesi “içerisinde zorluk ve sıkıntı bulunan, hoşa gitmeyen, çirkin ve kötü görülen şey” demektir. Aynı kökten türeyen kerîh “çirkin görülmüş, hoşa gitmeyen şey”, ikrâh da “bir kimseyi istemediği ve hoşlanmadığı bir fiili yapmaya zorlamak” anlamına gelir. Arapça “krh” kökünden gelen makrûh; “nahoş, çirkin, iğrenç” sözcüğünden alıntıdır.

 

Mekruh, gereksiz ve yanlış olarak “haram “dan farklı bir kategoriye alınarak saçma-sapan bir şekilde ikisinin târifi şu şekilde yapılıyor: Haram; “din kurallarına aykırı olan, dînen yapılması kesinlikle yasak olan fiil ve şeylerdir. Yapılırsa günah ve ilâhî cezâ söz-konusudur”. Mekruh; “kesin şekilde haram sayılmamakla birlikte kötü, pis, zararlı, vs. sayılan şeyler, fiillerdir”.

 

Kur’ân boyunca olumsuz anlamda kullanılan mekruh­=kerih kelimesinin haramı ifâde etmediği gibi bir absürdlükten bahsediliyor. Kötü, pis, çirkin, iğrenç, tiksindirici ve zararlı olan bir şey nasıl olur da haram ve günah olmaz. Kur’ân’da bir-çok yerde Allah’ın küfür, şirk, haddi aşma ve çirkin gördüğü şeyler yada emir ve yasaklar mekruh=kerih kelimesi bağlamında söylenmiştir meselâ onlardan bir bölümü şöyledir: 

 

“Allah ile berâber başka ilahlar edinme, yoksa kınanmış ve kendi başına (yapayalnız ve yardımcısız) bırakılmış olursun. Rabbin, O’ndan başkasına kulluk etmemenizi ve anne-babaya iyilikle-davranmayı emretti. Şâyet onlardan biri veyâ ikisi yanında yaşlılığa ulaşırsa, onlara: ‘Öf’ bile deme ve onları azarlama; onlara güzel söz söyle. Onlara acıyarak alçak-gönüllülük kanadını ger ve de ki: ‘Rabbim, onlar beni küçükken nasıl terbiye ettilerse Sen de onları esirge’. Rabbiniz, içinizdekini daha iyi bilir. Eğer sâlih olursanız, şüphesiz O da, (kendisine) yönelip dönenleri bağışlayıcıdır. Akrabâya hakkını ver, yoksula ve yolda kalmışa da. İsrâf ederek saçıp-savurma. Çünkü saçıp-savuranlar, şeytanın kardeşleri olmuşlardır; şeytan ise Rabbine karşı nankördür. Eğer Rabbinden ummakta olduğun bir rahmeti beklerken (darlıkta olduğundan) onlara sırt çevirecek olursan, bu durumda onlara yumuşak söz söyle. Elini boynunda bağlanmış olarak kılma, büsbütün de açık tutma. Sonra kınanır, hasret (pişmanlık) içinde kalakalırsın. Şüphesiz senin Rabbin, rızkı dilediğine -genişletir- yayar ve daraltır. Gerçekten O, kullarından haberi olandır, görendir. Yoksulluk endişesiyle çocuklarınızı öldürmeyin; onlara ve size biz rızık veririz. Şüphesiz, onları öldürmek büyük bir hâtâ (suç ve günah)dır. Zinâya yaklaşmayın, gerçekten o, ‘çirkin bir hayâsızlık’ ve kötü bir yoldur. Haklı bir sebep olmaksızın Allah’ın haram kıldığı bir kimseyi öldürmeyin. Kim mazlum olarak öldürülürse onun velîsine yetki vermişizdir; o da öldürmede ölçüyü aşmasın. Çünkü o, gerçekten yardım görmüştür. Erginlik çağına erişinceye kadar, -o da en güzel bir tarz olması- dışında yetimin malına yaklaşmayın. Ahde vefâ gösterin. Çünkü ahid bir sorumluluktur. Ölçtüğünüz zaman ölçüyü tam tutun ve dosdoğru bir tartıyla tartın; bu, daha hayırlıdır ve sonuç bakımından daha güzeldir. Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme; çünkü kulak, göz ve kâlp, bunların hepsi ondan sorumludur. Yeryüzünde böbürlenerek yürüme; çünkü sen ne yeri yarabilirsin, ne dağlara boyca erişebilirsin. Bütün bunlar, kötülüğü olan, Rabbinin katında da hoş olmayanlardır (mekrûhen)” (İsrâ 22-38).

 

Allah katında hoşa gitmeyen ve çirkin yâni mekruh=kerih görülen davranışlar; “geçim endişesiyle çocukları öldürmek, zinâya yaklaşmak, haklı bir sebep olmadıkça Allah’ın saygın kıldığı cana kıymak, yetimin malını haksız yere yemek, ölçüye ve tartıya riâyet etmemek, hakkında bilgi-sâhibi olunmayan şeyin ardına düşmek, yeryüzünde böbürlenerek yürümek” şeklinde sayılmıştır.  

 

Allah bütün bunları söylüyor ve bu emir ve yasakların yerine getirilmemesine “mekruh” diyor. Peki biz bu durumda “bunlar mekruh olarak söylenmiş, yapmasak iyi ama yapılmasa da olur” mu diyeceğiz?. Hayır’, zinhar. Bunların tamâmı emir ve yasaklardır ve yapılmaması durumu şirk, küfür ve haddini bilmezlik bağlamında haram ve günahtır. Dolayısıyla mekruh da haramdır, haram da haramdır ve ikisi aynı oranda haramdır. 

 

“Dinde ikrah (çirkinlik-iğrençlik-baskı) yoktur. Şüphesiz, doğruluk (rüşd) sapıklıktan apaçık ayrılmıştır. Artık kim tâğutu tanımayıp Allah’a inanırsa, o, sapasağlam bir kulpa yapışmıştır; bunun kopması yoktur. Allah, işitendir, bilendir” (Bakara 256).

 

Kerih-İkrah kelimesi TDK sözlüğünde; “tiksindirici”, “iğrenç”, “tiksinme”, “iğrenme” anlamındadır. Lûgatta ise; “İğrenmek”, “tiksinmek,” “bir işi istemeyerek yapmak”, “birine zorla iş yaptırmak veyâ muâmele yapmak” anlamındadır.

 

Bu âyetin çevirisinde “ikrah” kelimesine; pislik, çirkinlik, iğrençlik anlamı değil de; hatâlı olarak ve modernizm ile uyumlu bir şekilde “zorlama” anlamı veriliyor ve sanki İslâm dîninin uzak-doğu “ahlâk dinleri” gibi ya da Hristiyanlığın “ne yapsan serbest” düşüncesini ve modern-liberâl ideolojilerle uyumlu bir anlamı varmış gibi yansıtılmaktadır. Hâlbuki âyet, “dinde bir iğrençlik, çirkinlik yoktur, çünkü hak ile bâtıl, doğruluk ile sapıklık bir-birinden ayrılmıştır” anlamındadır.

 

Kur’ân’da mekruh-kerih olanın yaptırımları vardır ve bunlar özetle şöyledir:

 

“İşte böyle; çünkü onlar, Allah’ın indirdiğini çirkin (kerih) gördüler, bundan dolayı, O da, onların amellerini boşa çıkardı” (Muhammed 9).

 

“Ve bilin ki Allah’ın Resûlü içinizdedir. Eğer o, size bir-çok işte uysaydı, elbette sıkıntıya düşerdiniz. Ancak Allah size îmânı sevdirdi, onu kâlplerinizde süsleyip-çekici kıldı ve size inkârı, fıskı ve isyânı çirkin (kerih) gösterdi. İşte onlar, doğru yolu bulmuş (irşâd) olanlardır” (Hucurât 7).

 

“Allah, suçlu-günahkârlar istemese de (kerih görse de), hakkı (hak olarak) kendi kelimeleriyle gerçekleştirecektir” (Yûnus 82).

 

“İşte böyle; çünkü gerçekten onlar, Allah’ı gazaplandıran şeye uydular ve O’nu râzı edecek şeyleri çirkin (kerih) karşıladılar; bundan dolayı (Allah,) amellerini boşa çıkardı” (Muhammed 28).

 

Görüldüğü gibi mekruh Kur’ân boyunca olumsuz anlamda kullanılır ve mekruh olanın ağır yaptırımlarından bahsedilir.

 

Mekruhun “tahrîmen mekruh” şeklinde “harama yakın” yada uzak olanı falan yoktur. Mekruh düpedüz haramdır. Çünkü iğrençtir, tiksindiricidir, çirkindir, zararlıdır ve pistir. Buna rağmen kalkıp da “mekruh olduğu için, işlendiğinde cezâyı gerektirmediği”ni söyleyebiliyorlar. Düşünebiliyor musunuz; iğrenç, pis, çirkin, iğrenç ve tiksindirici bir şey yapıyorsunuz ama bu yaptığınızın bir cezâsı olmuyor. Peki niye?. Mekruh ile haram keyfî bir şekilde ayrıldığı ve mekruhun cezâ gerektirmeyeceği iftirâsı nedeniyle. Peki kim yapmış bunu?. Bu, güce ve iktidâra yakınlığı ve hayranlığı olanların yaptığı bir şeydir ki en çok da, zaman-zaman çok gevşekçe davranmayı onaylayan Hanefilik’te görülür.

 

Mekruhun en çok da gündeme geldiği yerlerden biri de sigaradır. “Sigara haram değildir, mekruhtur” derler. Eğer İslâm’ın ortaya çıktığı zamanlarda sigara çok yaygın olarak kullanılıyor olsaydı ve meselâ Mekke ve Medîne’de de yaygın şekilde kullanılıyor olsaydı ve her türlü zarârı ve verdiği her türlü rahatsızlık nedeniyle “açıkça” haram kılınırdı. Böyle olmadığı için, pis, zararlı, haram, günah, ayıp ve suç” olarak “genel yasak” kapsamına alınmıştır.

 

“Sigara günah ve haram değildir, sâdece mekruhtur” demek boş bir laftır. İslâm’da mekruh olan her-şey haramdır, günahtır, ayıptır, suçtur ve yasaktır. Mekruh; “iğrenti verici, tiksindirici, iğrenç olan şey” demektir. Kerih görülen, iğrenç, tiksinti verici ve pis olan bir şey elbette haramdır, kullanması günahtır, ayıptır, suçtur ve yasaktır. Kur’ân “kendinizi tehlikeye atmayın” der. O-hâlde insanın kendini düşüreceği her-şey haramdır ve günahtır, yapılması da yasaktır.  

 

İslâm’da haram ve yasak ayrımı yoktur. Bir şey yasaksa haram, haramsa yasaktır. Yine, bir şey pis ise mekruh, mekruh ise pistir. Bir şey haramsa mekruh, mekruhsa haramdır. Üstelik “tahrîmen” falan da değil, direkt olarak mekruhtur. O-hâlde bir şey pis ise ve pislik üretiyorsa o şey mekruh ve dolayısı ile haramdır.

 

Mekruh, câhilce; “şâriin (yâni, Allah’ın) yapılmamasını kesin ve bağlayıcı olmayan bir tarzda istediği fiil” şeklinde târif edilir. Allah bir şeye pis, iğrenç, tiksinç ve zararlı diyecek ama bunu kesin bir dille söylemeyecek öyle mi?. Böyle bir laf etmek etmek, üstte verdiğimiz âyetler bağlamında cehâletten başka bir şey değildir. “Hile ve tuzak” kelimeleri ile bağlantılandırıp, güce yaltaklanmak için “hile-i şeriyye” yöntemiyle falan nice günahlar “haram değil mekruh” denilerek “günah” olmaktan çıkarılmıştır-çıkarılmaktadır. Bu da müslümanların gevşemesine ve sonra da yavşamasına neden olmaktadır.

 

Vâcib kelimesinde de benzer yanlışlar yapılmaktadır ve vâcib, farzdan ayırılarak yine bir tahrife sebep olunmaktadır. Sözlükte “düşen; meydana geldiği kesinlikle bilinen; sâbit, bağlayıcı, gerekli” anlamlarındaki vâcib (Lisânü’l-ʿArab, “vcb” md.) terim olarak “şâriin mükelleften yapmasını kesin ve bağlayıcı biçimde istediği fiil” demektir. Fakihlerin çoğunluğu bu terimi farz ile aynı mânâda kullanırken Hanefîler, “bir fiilin yapılmasının kesin ve bağlayıcı tarzda istendiğini gösteren delil kat‘î ise bunu farz, zannî ise vâcible ifade eder” diyerek, dînin, babalarının malı olduğunu zannetmeye devâm ederler. Allah’ın “yap” dediği de “yapma” dediği de kesindir ve nettir. Bu nedenle de vâcib ve farz ayırımı yapılamaz. Her vâcib farz, her farz da vâcibtir yâni zorunludur, yapılması mutlakâ îcâb eden şeydir.  

 

Kur’ân’da vâcib kelimesi geçmez ve sâdece Hac 36. âyette; “vecebet”=”düştüğünde” şeklinde geçer. Arapça wcb kökünden gelen wâcib “borç, ödev” sözcüğünden alıntıdır. Bu sözcük Arapça wacaba “borç veyâ ödev idi, gerekti” fiilinin fâil vezninde etken fiil sıfatıdır. Zorunluluk, görev, vecibe demektir. Zâten Allah’ın mutlak varlığı için “vâcibü’l-vücûd yâni “varlığı zorunlu olan” demektir. Çünkü vâcib, “zorunlu” demektir. Bu nedenle vâcib, “kesin ve bağlayıcı tarzda yapılması istenen şeyler” demektir.

 

Bu-bağlamda vitir namazı için “vitir vâcib” denilerek, hem  “vâcib olduğu için” farz gibi görülmemesine neden olunmuş, hem de aslında “gece namazının bir parçası” olmasına rağmen yatsı namazının arkasına yerleştirilerek vakti değiştirilmiştir. Oysa Peygamberimiz bu namazı hep teheccüd namazından sonra tek rekat olarak kılmıştır. Üstelik kanımca bu namaz farzdır. Vacib denilerek farzlıktan çıkarılmıştır. Gerçi bir yandan da teheccüdün ve vitirin farzlığını tamâmen iptâl etmemek için vâcib demişlerdir ama vâcib zâten farz ile aynıdır. Kur’ân’ı okuduğumda anladığım ve gördüğüm budur. Dolayısıyla aslında namaz 6 vakittir. Teheccüd namazı farzdır ve bu namaz tek rekatlık vitir namazı ile biter. Teheccüd ve dolayısı ile vitir namazının farzlığı şu âyetlerde çok açıktır::    

 

“Gerçekten Rabbin, senin gecenin üçte ikisinden biraz eksiğinde, yarısında ve üçte birinde (namaz için) kalktığını bilir; seninle birlikte olanlardan bir topluluğun da (böyle yaptığını bilir). Geceyi ve gündüzü Allah takdir eder. Sizin bunu sayamayacağınızı bildi, böylece tevbenizi (O’na dönüşünüzü) kabûl etti. Şu hâlde Kur’ân’dan kolay geleni okuyun. Allah sizden hastalar olduğunu, başkalarının Allah’ın fazlından aramak için yeryüzünde gezip-dolaşacaklarını ve diğerlerinin Allah yolunda çarpışacaklarını bilmiştir. Öyleyse ondan (Kur’ân’dan) kolay geleni okuyun. Namazı dosdoğru kılın, zekatı verin ve Allah’a güzel bir borç verin. Hayır olarak kendi nefisleriniz için önceden takdim ettiğiniz şeyleri daha hayırlı ve daha büyük bir ecir (karşılık) olarak Allah katında bulursunuz. Allah’tan mağfiret dileyin. Şüphesiz Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir” (Müzzemmil 20).

 

“Gecenin bir kısmında kalk, sana âit nâfile (ilâve) olarak onunla (Kur’ân’la) namaz kıl. Umulur ki Rabbin seni övülmüş bir makâma ulaştırır” (İsrâ 79).

 

“Bizim âyetlerimize, ancak kendilerine hatırlatıldığı zaman, hemen secdeye kapananlar, Rablerini hamd ile tesbih edenler ve büyüklük taslamayan (müstekbir olmayan)lar îman eder. Onların yanları (gece-namazına kalkmak için) yataklarından uzaklaşır. Rablerine korku ve umutla duâ ederler ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infâk ederler” (Secde 15-16).

 

“Yoksa o, gece saatinde kalkıp da secde ederek ve kıyâma durarak gönülden itaat (ibâdet) eden, âhiretten sakınan ve Rabbinin rahmetini umud eden (gibi) midir?. De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?. Şüphesiz, temiz akıl-sâhipleri öğüt alıp-düşünürler” (Zümer 9).

 

Biz namazlarımızın ayrıntılarını Peygamberimizden öğrendik. Fakat niçin teheccüd namazının ayrıntısını da ondan öğrenmiyoruz?. 5 vakit namazı Peygamberimiz’e bakarak öğrendik ve kılıyoruz. Onun kıldığı 6. vakit olan teheccüd namazını niye “o kıldığı için” kılmıyoruz?. “Sana âit” denince ne anlamalıyız ki?. Sâdece 1.400 yıl önce yaşayan Hz. Muhammed’e midir bu hitâp ve emir?. Bu hitâp ve emir sâdece Peygamberimiz’e ise, şimdi ne oldu?, âyet ve âyetler nesh mi oldu yâni?. Tabî ki de hayır. Âyet şimdi de bize hitâp ve emrediyor ve “teheccüd için kalk ve namaz kıl, Kur’ân oku” diyor. Aksi-hâlde tüm Kur’ân Peygamberimiz’e indirildiğine göre “Kur’ân’ın hiç-bir âyeti bize hitâp etmiyor” anlamı ortaya çıkar. Hayır!; Kur’ân’ın diğer tüm âyetleri gibi teheccüd namazı ile ilgili âyetleri de bize hitâp ediyor ve teheccüdü emrediyor. Görüldüğü gibi teheccüdü emreden âyet bir tâne değil. Beş tâne âyet var teheccüdden bahseden. Dolayısı ile “sana âit” denilirken, ben bu sözü kendi üstüme alırım. Çünkü Kur’ân sâdece târihsel olan bir metin değildir. Lafzı târihsel olsa da hitâbı ve emri tüm zamanlar içindir ve Kur’ân 1.400 yıl önce “sana” derken Peygamberimizi kastettiği gibi, şu-anda “sana” diyerek “beni” kastediyor ve “bana” sesleniyor. Tabi bu hitâp herkese olduğu için tüm ümmetin kastedilmesidir. “Bu namazı kendine âit kıl” diyor. “Teheccüdü kendi özel ilmî ve kalbî gelişimin için yap” anlamında yâni. Evet; teheccüd namazı farz bir namazdır ve sâdece Peygamberimize değil, tüm ümmete ve tüm zamanlar için farzdır. Müzzemmil Sûresi’nde teheccüd namazını kısaltmanın kolaylığı, “hastalar, rızık peşinde koşanlar ve Allah yolunda savaşanlar” nedeniyledir. Yoksa keyfî bir şey değildir. Teheccüd namazı farzdır ve farz olduğu için cemaatle de kılınabilir. Zâten ilk-başta Peygamberimiz ve sahabe cemaatle kılıyorlardı.

Farz olan “vâcib” ile yumuşatıldığı için insanlar farz olanı yapmaktan uzaklaştıkları gibi, günah da “mekruh” ile yumuşatıldığı için insanlar günah olanı yapmaktan imtinâ etmiyorlar. Bu da müslümanların gevşemesine ve takvâdan uzaklaşmasına neden oluyor.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Hazîran 2024

 

 

 

 

 

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder