“Bütün bunlar, kötülüğü olan, Rabbinin
katında da hoş olmayanlardır (mekrûhen)” (İsrâ 38).
Mekruh:
“Çirkin bulmak, kötü görmek, istememek; meşakkat, sıkıntı, zorluk” gibi
anlamlara gelen kerh (kürh, kerâhet, kerâhiyyet) kökünden türeyen mekrûh
kelimesi “içerisinde zorluk ve sıkıntı bulunan, hoşa gitmeyen, çirkin ve kötü
görülen şey” demektir. Aynı kökten türeyen kerîh “çirkin görülmüş, hoşa
gitmeyen şey”, ikrâh da “bir kimseyi istemediği ve hoşlanmadığı bir fiili
yapmaya zorlamak” anlamına gelir. Arapça “krh”
kökünden gelen makrûh; “nahoş, çirkin, iğrenç” sözcüğünden alıntıdır.
Mekruh,
gereksiz ve yanlış olarak “haram “dan
farklı bir kategoriye alınarak saçma-sapan bir şekilde ikisinin târifi şu
şekilde yapılıyor: Haram; “din kurallarına aykırı olan, dînen yapılması
kesinlikle yasak olan fiil ve şeylerdir. Yapılırsa günah ve ilâhî cezâ
söz-konusudur”. Mekruh; “kesin şekilde haram sayılmamakla birlikte kötü, pis,
zararlı, vs. sayılan şeyler, fiillerdir”.
Kur’ân
boyunca olumsuz anlamda kullanılan mekruh=kerih kelimesinin haramı ifâde
etmediği gibi bir absürdlükten bahsediliyor. Kötü, pis, çirkin, iğrenç,
tiksindirici ve zararlı olan bir şey nasıl olur da haram ve günah olmaz.
Kur’ân’da bir-çok yerde Allah’ın küfür, şirk, haddi aşma ve çirkin gördüğü
şeyler yada emir ve yasaklar mekruh=kerih kelimesi bağlamında söylenmiştir
meselâ onlardan bir bölümü şöyledir:
“Allah ile berâber başka ilahlar edinme,
yoksa kınanmış ve kendi başına (yapayalnız ve yardımcısız) bırakılmış olursun. Rabbin,
O’ndan başkasına kulluk etmemenizi ve anne-babaya iyilikle-davranmayı emretti.
Şâyet onlardan biri veyâ ikisi yanında yaşlılığa ulaşırsa, onlara: ‘Öf’ bile
deme ve onları azarlama; onlara güzel söz söyle. Onlara acıyarak alçak-gönüllülük
kanadını ger ve de ki: ‘Rabbim, onlar beni küçükken nasıl terbiye ettilerse Sen
de onları esirge’. Rabbiniz, içinizdekini daha iyi bilir. Eğer sâlih olursanız,
şüphesiz O da, (kendisine) yönelip dönenleri bağışlayıcıdır. Akrabâya hakkını
ver, yoksula ve yolda kalmışa da. İsrâf ederek saçıp-savurma. Çünkü
saçıp-savuranlar, şeytanın kardeşleri olmuşlardır; şeytan ise Rabbine karşı
nankördür. Eğer Rabbinden ummakta olduğun bir rahmeti beklerken (darlıkta
olduğundan) onlara sırt çevirecek olursan, bu durumda onlara yumuşak söz söyle.
Elini boynunda bağlanmış olarak kılma, büsbütün de açık tutma. Sonra kınanır,
hasret (pişmanlık) içinde kalakalırsın. Şüphesiz senin Rabbin, rızkı dilediğine
-genişletir- yayar ve daraltır. Gerçekten O, kullarından haberi olandır,
görendir. Yoksulluk endişesiyle çocuklarınızı öldürmeyin; onlara ve size biz
rızık veririz. Şüphesiz, onları öldürmek büyük bir hâtâ (suç ve günah)dır. Zinâya
yaklaşmayın, gerçekten o, ‘çirkin bir hayâsızlık’ ve kötü bir yoldur. Haklı bir
sebep olmaksızın Allah’ın haram kıldığı bir kimseyi öldürmeyin. Kim mazlum
olarak öldürülürse onun velîsine yetki vermişizdir; o da öldürmede ölçüyü
aşmasın. Çünkü o, gerçekten yardım görmüştür. Erginlik çağına erişinceye kadar,
-o da en güzel bir tarz olması- dışında yetimin malına yaklaşmayın. Ahde vefâ
gösterin. Çünkü ahid bir sorumluluktur. Ölçtüğünüz zaman ölçüyü tam tutun ve
dosdoğru bir tartıyla tartın; bu, daha hayırlıdır ve sonuç bakımından daha
güzeldir. Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme; çünkü kulak, göz ve kâlp,
bunların hepsi ondan sorumludur. Yeryüzünde böbürlenerek yürüme; çünkü sen ne
yeri yarabilirsin, ne dağlara boyca erişebilirsin. Bütün bunlar, kötülüğü olan,
Rabbinin katında da hoş olmayanlardır (mekrûhen)” (İsrâ
22-38).
Allah
katında hoşa gitmeyen ve çirkin yâni mekruh=kerih görülen davranışlar; “geçim
endişesiyle çocukları öldürmek, zinâya yaklaşmak, haklı bir sebep olmadıkça
Allah’ın saygın kıldığı cana kıymak, yetimin malını haksız yere yemek, ölçüye
ve tartıya riâyet etmemek, hakkında bilgi-sâhibi olunmayan şeyin ardına düşmek,
yeryüzünde böbürlenerek yürümek” şeklinde sayılmıştır.
Allah
bütün bunları söylüyor ve bu emir ve yasakların yerine getirilmemesine “mekruh”
diyor. Peki biz bu durumda “bunlar mekruh olarak söylenmiş, yapmasak iyi ama
yapılmasa da olur” mu diyeceğiz?. Hayır’, zinhar. Bunların tamâmı emir ve
yasaklardır ve yapılmaması durumu şirk, küfür ve haddini bilmezlik bağlamında
haram ve günahtır. Dolayısıyla mekruh da haramdır, haram da haramdır ve ikisi
aynı oranda haramdır.
“Dinde ikrah (çirkinlik-iğrençlik-baskı)
yoktur. Şüphesiz, doğruluk (rüşd) sapıklıktan apaçık ayrılmıştır. Artık kim
tâğutu tanımayıp Allah’a inanırsa, o, sapasağlam bir kulpa yapışmıştır; bunun
kopması yoktur. Allah, işitendir, bilendir” (Bakara 256).
Kerih-İkrah
kelimesi TDK sözlüğünde; “tiksindirici”, “iğrenç”, “tiksinme”, “iğrenme”
anlamındadır. Lûgatta ise; “İğrenmek”, “tiksinmek,” “bir işi istemeyerek
yapmak”, “birine zorla iş yaptırmak veyâ muâmele yapmak” anlamındadır.
Bu
âyetin çevirisinde “ikrah” kelimesine; pislik, çirkinlik, iğrençlik anlamı
değil de; hatâlı olarak ve modernizm ile uyumlu bir şekilde “zorlama” anlamı
veriliyor ve sanki İslâm dîninin uzak-doğu “ahlâk dinleri” gibi ya da Hristiyanlığın
“ne yapsan serbest” düşüncesini ve modern-liberâl ideolojilerle uyumlu bir
anlamı varmış gibi yansıtılmaktadır. Hâlbuki âyet, “dinde bir iğrençlik,
çirkinlik yoktur, çünkü hak ile bâtıl, doğruluk ile sapıklık bir-birinden
ayrılmıştır” anlamındadır.
Kur’ân’da
mekruh-kerih olanın yaptırımları vardır ve bunlar özetle şöyledir:
“İşte
böyle; çünkü onlar, Allah’ın indirdiğini çirkin (kerih) gördüler, bundan dolayı, O da, onların amellerini boşa çıkardı”
(Muhammed 9).
“Ve bilin ki Allah’ın Resûlü içinizdedir. Eğer
o, size bir-çok işte uysaydı, elbette sıkıntıya düşerdiniz. Ancak Allah size
îmânı sevdirdi, onu kâlplerinizde süsleyip-çekici kıldı ve size inkârı, fıskı
ve isyânı çirkin (kerih)
gösterdi. İşte onlar, doğru yolu bulmuş (irşâd)
olanlardır” (Hucurât 7).
“Allah, suçlu-günahkârlar istemese de (kerih
görse de), hakkı (hak olarak) kendi kelimeleriyle
gerçekleştirecektir” (Yûnus
82).
“İşte böyle; çünkü gerçekten onlar, Allah’ı
gazaplandıran şeye uydular ve O’nu râzı edecek şeyleri çirkin (kerih) karşıladılar; bundan dolayı (Allah,)
amellerini boşa çıkardı” (Muhammed
28).
Görüldüğü
gibi mekruh Kur’ân boyunca olumsuz anlamda kullanılır ve mekruh olanın ağır
yaptırımlarından bahsedilir.
Mekruhun
“tahrîmen mekruh” şeklinde “harama yakın” yada uzak olanı falan yoktur. Mekruh
düpedüz haramdır. Çünkü iğrençtir, tiksindiricidir, çirkindir, zararlıdır ve pistir.
Buna rağmen kalkıp da “mekruh olduğu için, işlendiğinde cezâyı
gerektirmediği”ni söyleyebiliyorlar. Düşünebiliyor musunuz; iğrenç, pis, çirkin,
iğrenç ve tiksindirici bir şey yapıyorsunuz ama bu yaptığınızın bir cezâsı olmuyor.
Peki niye?. Mekruh ile haram keyfî bir şekilde ayrıldığı ve mekruhun cezâ
gerektirmeyeceği iftirâsı nedeniyle. Peki kim yapmış bunu?. Bu, güce ve
iktidâra yakınlığı ve hayranlığı olanların yaptığı bir şeydir ki en çok da,
zaman-zaman çok gevşekçe davranmayı onaylayan Hanefilik’te görülür.
Mekruhun
en çok da gündeme geldiği yerlerden biri de sigaradır. “Sigara haram değildir,
mekruhtur” derler. Eğer İslâm’ın ortaya çıktığı zamanlarda sigara çok yaygın
olarak kullanılıyor olsaydı ve meselâ Mekke ve Medîne’de de yaygın şekilde
kullanılıyor olsaydı ve her türlü zarârı ve verdiği her türlü rahatsızlık
nedeniyle “açıkça” haram kılınırdı. Böyle olmadığı için, pis, zararlı, haram,
günah, ayıp ve suç” olarak “genel yasak” kapsamına alınmıştır.
“Sigara
günah ve haram değildir, sâdece mekruhtur” demek boş bir laftır. İslâm’da
mekruh olan her-şey haramdır, günahtır, ayıptır, suçtur ve yasaktır. Mekruh; “iğrenti verici,
tiksindirici, iğrenç olan şey” demektir. Kerih görülen, iğrenç, tiksinti verici
ve pis olan bir şey elbette haramdır, kullanması günahtır, ayıptır, suçtur ve
yasaktır. Kur’ân “kendinizi tehlikeye atmayın” der. O-hâlde insanın kendini
düşüreceği her-şey haramdır ve günahtır, yapılması da yasaktır.
İslâm’da
haram ve yasak ayrımı yoktur. Bir şey yasaksa haram, haramsa yasaktır. Yine,
bir şey pis ise mekruh, mekruh ise pistir. Bir şey haramsa mekruh, mekruhsa
haramdır. Üstelik “tahrîmen” falan da değil, direkt olarak mekruhtur. O-hâlde
bir şey pis ise ve pislik üretiyorsa o şey mekruh ve dolayısı ile haramdır.
Mekruh,
câhilce; “şâriin (yâni, Allah’ın) yapılmamasını kesin ve bağlayıcı olmayan bir
tarzda istediği fiil” şeklinde târif edilir. Allah bir şeye pis, iğrenç,
tiksinç ve zararlı diyecek ama bunu kesin bir dille söylemeyecek öyle mi?.
Böyle bir laf etmek etmek, üstte verdiğimiz âyetler bağlamında cehâletten başka
bir şey değildir. “Hile ve tuzak” kelimeleri ile bağlantılandırıp, güce
yaltaklanmak için “hile-i şeriyye” yöntemiyle falan nice günahlar “haram değil
mekruh” denilerek “günah” olmaktan çıkarılmıştır-çıkarılmaktadır. Bu da
müslümanların gevşemesine ve sonra da yavşamasına neden olmaktadır.
Vâcib
kelimesinde de benzer yanlışlar yapılmaktadır ve vâcib, farzdan ayırılarak yine
bir tahrife sebep olunmaktadır. Sözlükte “düşen; meydana geldiği kesinlikle
bilinen; sâbit, bağlayıcı, gerekli” anlamlarındaki vâcib (Lisânü’l-ʿArab, “vcb”
md.) terim olarak “şâriin mükelleften yapmasını kesin ve bağlayıcı biçimde
istediği fiil” demektir. Fakihlerin çoğunluğu bu terimi farz ile aynı mânâda
kullanırken Hanefîler, “bir fiilin yapılmasının kesin ve bağlayıcı tarzda
istendiğini gösteren delil kat‘î ise bunu farz, zannî ise vâcible ifade eder”
diyerek, dînin, babalarının malı olduğunu zannetmeye devâm ederler. Allah’ın
“yap” dediği de “yapma” dediği de kesindir ve nettir. Bu nedenle de vâcib ve
farz ayırımı yapılamaz. Her vâcib farz, her farz da vâcibtir yâni zorunludur,
yapılması mutlakâ îcâb eden şeydir.
Kur’ân’da
vâcib kelimesi geçmez ve sâdece Hac 36. âyette; “vecebet”=”düştüğünde” şeklinde
geçer. Arapça wcb kökünden gelen wâcib “borç, ödev” sözcüğünden alıntıdır. Bu
sözcük Arapça wacaba “borç veyâ ödev idi, gerekti” fiilinin fâil vezninde etken
fiil sıfatıdır. Zorunluluk, görev, vecibe demektir. Zâten Allah’ın mutlak
varlığı için “vâcibü’l-vücûd yâni “varlığı zorunlu olan” demektir. Çünkü vâcib,
“zorunlu” demektir. Bu nedenle vâcib, “kesin ve bağlayıcı tarzda yapılması
istenen şeyler” demektir.
Bu-bağlamda
vitir namazı için “vitir vâcib” denilerek, hem
“vâcib olduğu için” farz gibi görülmemesine neden olunmuş, hem de
aslında “gece namazının bir parçası” olmasına rağmen yatsı namazının arkasına
yerleştirilerek vakti değiştirilmiştir. Oysa Peygamberimiz bu namazı hep
teheccüd namazından sonra tek rekat olarak kılmıştır. Üstelik kanımca bu namaz
farzdır. Vacib denilerek farzlıktan çıkarılmıştır. Gerçi bir yandan da teheccüdün
ve vitirin farzlığını tamâmen iptâl etmemek için vâcib demişlerdir ama vâcib
zâten farz ile aynıdır. Kur’ân’ı okuduğumda anladığım ve gördüğüm budur. Dolayısıyla
aslında namaz 6 vakittir. Teheccüd namazı farzdır ve bu namaz tek rekatlık
vitir namazı ile biter. Teheccüd ve dolayısı ile vitir namazının farzlığı şu
âyetlerde çok açıktır::
“Gerçekten
Rabbin, senin gecenin üçte ikisinden biraz eksiğinde, yarısında ve üçte birinde
(namaz için) kalktığını bilir; seninle birlikte olanlardan bir topluluğun da
(böyle yaptığını bilir). Geceyi ve gündüzü Allah takdir eder. Sizin bunu
sayamayacağınızı bildi, böylece tevbenizi (O’na dönüşünüzü) kabûl etti. Şu
hâlde Kur’ân’dan kolay geleni okuyun. Allah sizden hastalar olduğunu,
başkalarının Allah’ın fazlından aramak için yeryüzünde gezip-dolaşacaklarını ve
diğerlerinin Allah yolunda çarpışacaklarını bilmiştir. Öyleyse ondan (Kur’ân’dan)
kolay geleni okuyun. Namazı dosdoğru kılın, zekatı verin ve Allah’a güzel
bir borç verin. Hayır olarak kendi nefisleriniz için önceden takdim ettiğiniz
şeyleri daha hayırlı ve daha büyük bir ecir (karşılık) olarak Allah katında
bulursunuz. Allah’tan mağfiret dileyin. Şüphesiz Allah çok bağışlayandır, çok
esirgeyendir” (Müzzemmil
20).
“Gecenin
bir kısmında kalk, sana âit nâfile (ilâve) olarak onunla (Kur’ân’la) namaz kıl. Umulur
ki Rabbin seni övülmüş bir makâma ulaştırır” (İsrâ 79).
“Bizim
âyetlerimize, ancak kendilerine hatırlatıldığı zaman, hemen secdeye kapananlar,
Rablerini hamd ile tesbih edenler ve büyüklük taslamayan (müstekbir olmayan)lar
îman eder. Onların yanları (gece-namazına kalkmak için) yataklarından
uzaklaşır. Rablerine korku ve umutla duâ ederler ve kendilerine rızık olarak
verdiklerimizden infâk ederler” (Secde
15-16).
“Yoksa
o, gece saatinde kalkıp da secde ederek ve kıyâma durarak gönülden itaat
(ibâdet) eden, âhiretten sakınan ve Rabbinin rahmetini umud eden (gibi) midir?.
De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?. Şüphesiz, temiz akıl-sâhipleri
öğüt alıp-düşünürler” (Zümer
9).
Biz
namazlarımızın ayrıntılarını Peygamberimizden öğrendik. Fakat niçin teheccüd
namazının ayrıntısını da ondan öğrenmiyoruz?. 5 vakit namazı Peygamberimiz’e
bakarak öğrendik ve kılıyoruz. Onun kıldığı 6. vakit olan teheccüd namazını
niye “o kıldığı için” kılmıyoruz?. “Sana âit” denince ne anlamalıyız ki?.
Sâdece 1.400 yıl önce yaşayan Hz. Muhammed’e midir bu hitâp ve emir?. Bu hitâp
ve emir sâdece Peygamberimiz’e ise, şimdi ne oldu?, âyet ve âyetler nesh mi
oldu yâni?. Tabî ki de hayır. Âyet şimdi de bize hitâp ve emrediyor ve
“teheccüd için kalk ve namaz kıl, Kur’ân oku” diyor. Aksi-hâlde tüm Kur’ân
Peygamberimiz’e indirildiğine göre “Kur’ân’ın hiç-bir âyeti bize hitâp etmiyor”
anlamı ortaya çıkar. Hayır!; Kur’ân’ın diğer tüm âyetleri gibi teheccüd namazı
ile ilgili âyetleri de bize hitâp ediyor ve teheccüdü emrediyor. Görüldüğü gibi
teheccüdü emreden âyet bir tâne değil. Beş tâne âyet var teheccüdden bahseden.
Dolayısı ile “sana âit” denilirken, ben bu sözü kendi üstüme alırım. Çünkü
Kur’ân sâdece târihsel olan bir metin değildir. Lafzı târihsel olsa da hitâbı
ve emri tüm zamanlar içindir ve Kur’ân 1.400 yıl önce “sana” derken
Peygamberimizi kastettiği gibi, şu-anda “sana” diyerek “beni” kastediyor ve
“bana” sesleniyor. Tabi bu hitâp herkese olduğu için tüm ümmetin
kastedilmesidir. “Bu namazı kendine âit kıl” diyor. “Teheccüdü kendi özel ilmî
ve kalbî gelişimin için yap” anlamında yâni. Evet; teheccüd namazı farz bir
namazdır ve sâdece Peygamberimize değil, tüm ümmete ve tüm zamanlar için
farzdır. Müzzemmil Sûresi’nde teheccüd namazını kısaltmanın kolaylığı, “hastalar,
rızık peşinde koşanlar ve Allah yolunda savaşanlar” nedeniyledir. Yoksa keyfî
bir şey değildir. Teheccüd namazı farzdır ve farz olduğu için cemaatle de
kılınabilir. Zâten ilk-başta Peygamberimiz ve sahabe cemaatle kılıyorlardı.
Farz
olan “vâcib” ile yumuşatıldığı için insanlar farz olanı yapmaktan
uzaklaştıkları gibi, günah da “mekruh” ile yumuşatıldığı için insanlar günah
olanı yapmaktan imtinâ etmiyorlar. Bu da müslümanların gevşemesine ve takvâdan
uzaklaşmasına neden oluyor.
En
doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Hazîran
2024
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder