29 Kasım 2024 Cuma

Kâlpler Ancak Allah’ın Zikri İle Tatmin Bulabilir

 

“Mü’minler, îman edenler ve kâlpleri Allah’ın zikriyle mutmain olanlardır. Haberiniz olsun; kâlpler yalnızca Allah’ın zikriyle mutmain olur” (Ra’d 28).

 

Kâlpler başka bir şey ile değil, sâdece Allah’ın zikri olan Kur’ân ile tatmin bulabilir. Zîrâ kâlplere Kur’ân gibi dokunan başka bir şey yoktur.

 

Kâlpler ne malla-mülkle, ne parayla-pulla, ne servetle-siyâsetle, ne şehvetle-şöhretle, ne kadınla-erkekle, ne makam-mevkî ile, ne hazla-zevkle, ne keyifle-eğlenceyle, ne konforla-rahatlıkla, ne şeytanla-nefsle tatmin bulamaz. Çünkü kâlpler Dünyâ ile gerçek anlamda tatmin bulamaz ve huzûra eremez. 

 

“Allah’ın zikri” denilen şey ise, tek-başına yada toplu hâlde yapılan zikir törenlerinde Allah’ın adını anmak ve tekrarlamak demek değildir. Bu yolla da belki insan bir sükûna erebilir ama Allah’ın dediği tatmin o değildir. Allah’ın zikri, Kur’ân-ı Kerîm’dir. İşte insanı hem iç-âleminde hem de dış-âlemde, sonunda da âhirette hakîki anlamda tatmin edecek ve huzûra erdirecek tek şey, kudreti sonsuz, yaratan ve yaşatan, âlemlerin Rabbi olan Allah’ın, meleklerin pâdişâhı olan Cebrâil as. aracılığı ile, “âlemlere rahmet” ve muhteşem bir ahlâka sâhip olan Hz. Muhammed’e, 23 yıl boyunca peyderpey indirilmiş olan Kur’ân-ı Kerîm’dir. Başka hiç-bir şey insanı hem iç-âleminde, hem dış-âlemde, hem de âhirette tatmin edip huzûra kavuşturamaz. Bunu ancak Allah’ın vahyi başarabilir ve ancak Kur’ân’ın gücü yeter.       

 

Tabi Allah’ın zikri olan Kur’ân sâdece okunacak, araştırılacak ve üzerine yazılar-kitaplar yazılacak bir “masa-başı kitabı” değildir. Kur’ân; sağlam bir îman, sonsuz bir güven, kesin bir bilgi, bilinç ve idrâk kazandırdığı kişilerden, sâlih amel ve eylemler bekler. Çünkü esâsen kâlpler sâdece söz ile değil, söz ve amel-eylem bütünlüğü ile mutmain olur. Allah’ın zikri sâdece söz değil, söz-amel bütünlüğüdür. Dolayısı ile Allah’ın zikri olan Kur’ân, Ahzâb 21. âyetin dediği gibi, “güzel örneklik” denen Sünnet ile yâni tam da vahye göre olan amel-eylem ile billurlaşır ve ete-kemiğe bürünür. Zihinlerin ve kâlplerin inşâsı, Kur’ân ile başlayıp eylemlerle tamamlanmadıkça, müslümanlık da tamamlanmış olmaz. Kâlpler ancak ve ancak Allah’ın zikriyle; yâni ilim, amel ve eylem bütünlüğü ile tatmin bulur.

 

Varlığı Allah ile anlamayı ve açıklamayı zûl görenlere, varlığı anlamlandırmak için ne “zaman” yeter ne de “mekân”. Bu nedenle de “milyarlarca yıl”dan ve “sonsuz evrenler”den bahsedip dururlar. Fakat bu da tatmin etmez. Çünkü, “kâlpler ancak Allah’ın zikri ile tatmin bulur” (Ra’d 28). Allah’ın zikri olan Kur’ân’a uygun düşmedikçe mü’minlerin kâlplerinin herhangi bir konuda tatmin bulması mümkün değildir.

 

Âhiret bilinci ve “cennet hedefi” ile yaşamayanlar, dolayısıyla kâlpleri Allah’ın zikri olan Kur’ân ile tatmin bulmayanlar, sürekli olarak üst seviyede bir Dünyâ-hayâtı için hayâl kurarlar. Bu aslında şeytan, nefs ve tâğutun dürtmesinin bir sonucudur. Fakat insan madde ile aslâ mutmain olmaz. Zîrâ insan salt maddeden ibâret bir varlık değildir. Madde “kesin tatmin edici” olmadığı için bu tatminsizlik ve eksiklik yine sürekli olarak madde ile desteklenmek ve tamponlanmak zorunda bırakır insanı. Böylece hayat “tatminsizliği tamponlamak”la ziyân olur gider. Oysa insan aynı-zamanda bir kâlbe ve rûha da sâhip olan bir varlıktır. Bu nedenle kâlbi de tatmin olmadıkça gerçek bir tatmine ulaşması mümkün olmaz. Kâlpler ancak Allah’ın zikri olan Kur’ân ile tatmin olur.

 

Şeytan ve nefs kâlplere sürekli olarak vesvese verir ve insanı huzursuz eder. İnsan bu huzursuzluğu Kur’ân ile gidermeye çalışmazsa Dünyâ ile gidermeye çalışır ama Dünyâ-mâlı-mülkü, gözü doyurmadığı gibi kâlbi tatmin de etmez. Bu nedenle Kur’ân bize, vesveseden Rabbe sığınmayı öğütler:

 

“Sinsice, kâlplere vesvese ve şüphe düşürüp duran vesvesecinin şerrinden (insanların Rabbine sığınırım)” (Nâs 4).

 

Dünyâ’da kâlpler ancak Kur’ân ile tatmin  bulduğu gibi, âhirette ancak tatmin bulmuş selîm bir kâlp ile gelenler kurtuluşa ereceklerdir:

 

“Ve beni (insanların) diriltilecekleri gün küçük düşürme. Malın da, çocukların da bir yarar sağlayamadığı günde, ancak Allah’a selîm bir kâlp ile gelenler başka” (Şuârâ 87-89).

 

Kâlpleri tatmin edecek tek Kitap olan Kur’ân’ı yada daha genel anlamda “Allah’ın zikri” demek olan vahyi inkâr edenler ve hayatlarını vahye göre düzenlemeyenlerin kâlpleri damgalanmaya ve pas tutup kararmaya mahkûmdur:

 

“İşte bu ülkeler, sana onların ‘haberlerinden aktarmalar yapıyoruz. Gerçekten, onlara elçileri apaçık belgelerle gelmişlerdi. Ama daha önceden yalanlamaları nedeniyle îman eder olmadılar. İşte Allah, inkâr edenlerin kâlplerini böyle damgalar” (A’raf 101).

 

“Aslâ!, hayır!; onların kazandıkları, kâlpleri üzerinde pas tutmuştur” (Mutaffifîn 14).

 

Üstelik kâlpleri pas tutup kararanlara hiç-bir uyarı ve öğüt fayda vermez:

 

“Kendisine Rabbinin âyetleri öğütle hatırlatıldığı zaman, sırt çeviren ve ellerinin önden gönderdikleri (amelleri)ni unutandan daha zâlim kimdir?. Biz gerçekten, kâlpleri üzerine onu kavrayıp anlamalarını engelleyen bir perde (gerdik), kulaklarına bir ağırlık koyduk. Sen onları hidâyete çağırsan bile, onlar sonsuza kadar aslâ hidâyet bulamazlar” (Kehf 57).

 

Böylelerine çeşitli güçlü deliller getirseniz de yine fayda etmez. Zîrâ inanmayacak olan delil yetmez.

 

“Onlardan seni dinleyenler vardır; oysa biz, onu kavrayıp anlamalarına (bir engel olarak) kâlpleri üzerine kat-kat örtüler ve kulaklarında bir ağırlık kıldık. Çünkü onlar, hangi apaçık-belgeyi görseler, yine ona inanmazlar. Öyle ki, o inkâr edenler, sana geldiklerinde, seninle tartışmaya girerek: ‘Bu, öncekilerin uydurma masallarından başka bir şey değildir’ derler” (Enam 25

 

Kâlpleri Allah’ın zikri olan Kur’ân ile tatmin bulup huzûra ve öz-güvene erenler, küfre, şirke ve zulme başkaldırma cesâretini ve kararlılığını kendilerinde bulacaklar ve kâfirlere, müşriklere ve zâlimlere şöyle diyeceklerdir:

 

“Biz sana onların haberlerini bir gerçek (olay) olarak aktarıyoruz. Gerçekten onlar Rablerine îman etmiş gençlerdi ve biz de onların hidâyetlerini arttırmıştık. Onların kâlpleri üzerinde (sabrı ve kararlılığı) raptetmiştik; (Krala karşı) kıyâm ettiklerinde demişlerdi ki: Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbi’dir; ilah olarak biz O’ndan başkasına kesinlikle tapmayız, (eğer tersini) söyleyecek olursak, andolsun, gerçeğin dışına çıkarız” (Kehf 13-14).

 

Kâlplerin tatmin bulduğu Allah’ın zikri olan tek Kitap Kur’ân, mü’minler için sözlerin en güzeli ve en etkilisidir. Bu yüzden onu duyduklarında kâlpleri ürperir de Allah’a teslim olurlar:

 

“Allah, müteşâbih (benzeşmeli), ikişerli bir kitap olarak sözün en güzelini indirdi. Rablerine karşı içleri titreyerek-korkanların O’ndan derileri ürperir. Sonra onların derileri ve kâlpleri Allah’ın zikrine (karşı) yumuşar-yatışır. İşte bu, Allah’ın yol göstermesidir, onunla dilediğini hidâyete erdirir. Allah kimi saptırırsa, artık onun için bir yol gösterici yoktur” (Zümer 23).

 

“Onlar ki, Allah anıldığı zaman kâlpleri ürperir; kendilerine isâbet eden musîbetlere sabredenler, namazı dosdoğru kılanlar ve rızık olarak verdiklerimizden infâk edenlerdir” (Hacc 35).

 

Tabi Kur’ân ancak, onu okuyup idrâk edenlerin kâlplerini mutmain eder:

 

“Kendilerine ilim verilenlerin, bunun (Kur’ân’ın) hiç tartışmasız Rablerinden olan bir gerçek olduğunu bilmeleri için; böylelikle ona îman etsinler ve kâlpleri ona tatmin bulmuş olarak bağlansın. Şüphesiz Allah, îman edenleri dosdoğru yola yöneltir” (Hacc 54).

 

Kur’ân, şüphe içinde olanların kâlplerine dokunmaz, gırtlaklarından aşağıya inmez ve kulaklarından içeriye girmez. Zîrâ Kur’ân üzerine iyice düşünmedikleri için kâlpleri kilitlidir:

 

“Onlardan kimi gelip seni dinler. Nitekim yanından çıkıp-gittikleri zaman, ilim verilenlere derler ki: ‘O biraz önce ne söyledi?’. İşte onlar; Allah, onların kâlplerini mühürlemiştir ve onlar kendi hevâ(istek ve tutku)larına uymuşlardır” (Muhammed 16).

 

“Öyle olmasa, Kur’ân’ı iyice düşünmezler miydi?. Yoksa bir-takım kâlpler üzerinde kilitler mi vurulmuş?” (Muhammed 24).

 

Üzerinden uzun zaman geçmiş olması mü’minler için sorun teşkil etmez ve onu ne zaman tam bir teslîmiyetle okurlarsa kâlpleri titrer ve tatmin bulurlar:

 

“Îman edenlerin, Allah’ın ve haktan inmiş olanın zikri için kâlplerinin ‘saygı ve korku ile yumuşaması’ zamânı gelmedi mi?. Onlar, bundan önce kendilerine kitap verilmiş, sonra üzerlerinden uzun bir süre geçmiş, böylece kâlpleri de katılaşmış bulunanlar gibi olmasınlar. Onlardan çoğu fâsık olanlardı” (Hadîd 16).

 

Sâdece Peygamberimiz’e değil, Hz. Mûsâ ve Hz. Îsâ’ya indirilenler de “Allah’ın zikri”dir ve kâlpler onlarla da tatmin bulup huzûra kavuşabilir. Tabi bahsettiğimiz zikir, Hz. Mûsâ ve Hz. Îsâ’ya indirilmiş olanlardır. Yoksa yahudileşenlerin uydurdukları ve Pavlus’un paganlara yaranmak için zırvaladıkları değil:

 

“Sonra onların izleri üzerinde elçilerimizi birbiri ardınca gönderdik. Meryem-oğlu Îsâ’yı da arkalarından gönderdik; ona İncil’i verdik ve onu izleyenlerin kâlplerinde bir şefkat ve merhâmet kıldık. (Bir bid’at olarak) türettikleri ruhbanlığı ise, Biz onlara yazmadık (emretmedik). Ancak Allah’ın rızâsını aramak için (türettiler) ama buna da gerektiği gibi uymadılar. Bununla birlikte onlardan îman edenlere ecirlerini verdik, onlardan bir-çoğu fâsık olanlardır” (Hadîd 27).

 

Kur’ân ancak, “Kur’ân-merkezli” olarak okunduğunda kâlpleri tatmin eder. Fakat bir-takım fanteziler ve boş kuruntuları desteklemek için okunup-araştırıldığında kâlpleri kaydırır mâzallah:

 

“Sana Kitab’ı indiren O’dur. O’ndan, Kitab’ın anası (temeli) olan bir kısım âyetler muhkem’dir; diğerleri ise müteşâbihtir. Kâlplerinde bir kayma olanlar, fitne çıkarmak ve olmadık yorumlarını yapmak için ondan müteşâbih olanına uyarlar. Oysa onun te’vilini Allah’tan başkası bilmez. İlimde derinleşenler ise: ‘Biz ona inandık, tümü Rabbimizin katındandır’ derler. Temiz akıl-sâhiplerinden başkası öğüt alıp-düşünmez”l-i İmran 7).

Mü’min olmak için îmânın kâlplere nüfûz etmesi gerekir.Yoksa o sâdece güçlü olmayan bir teslimiyetten ibâret kalır. Kur’ân bu konuda îman henüz kâlplerine işlememiş olanlara şöyle der:

 

“Bedeviler, ‘îman ettik’ dediler. De ki: Siz îman etmediniz; ancak İslâm (müslüman veyâ teslim) olduk deyin. Îman henüz kâlplerinize girmiş değildir. Eğer Allah’a ve Resûlü’ne itaat ederseniz, O, sizin amellerinizden hiç-bir şeyi eksiltmez. Şüphesiz Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir” (Hucurât  14).

 

Vahyin hayâta hâkim olduğu İslâm ülkelerinde; psikolog, kişisel gelişim uzmanı, yaşam koçu, âile terapisti ve sosyâl danışmanlara iş yoktur. Zîrâ “Kur’ân, kâlplere şifâ”dır.

 

Kur’ân, zihinleri ise allak-bullak edip Dünyâ’nın altını üstüne getirse de, “kâlpler için” bir şifâdır; zîrâ o “büyük bir haber (Nebe’)”dir.

 

Kâlpler İslâm’la ve “helâl” ile tatmin olmayınca, nefisler Dünyâ ve “haram” ile tatmin olmak isterler.

 

Zamânın ve mekânın değişimi, “nefsin ve kâlplerin değişiminin bir sonucu”dur.

 

Kur’ân’ın yüzünden arapça olarak okunması, onu okuyana en azından rûhen fayda verir ama; o kişinin Kur’ân’ı yüzünden arapça olarak okumasının mazlumlara ne faydası vardır?. Oysa Kur’ân “kâlplere şifâ” olduktan sonra, mazlumlara da dermandır.

 

Cehennem, kâlpleri tatmin ve huzûr bulmadığı için bomboş olan insanlarla dolacaktır. Çünkü onlar Dünyâ’da Kur’ân’a mesâfeli durmuşlardır. Bu nedenle Peygamberimiz’in âhirette şöyle bir şikâyette bulunacaktır:

 

“Ve elçi dedi ki: Rabbim gerçekten benim kavmim, bu Kur’ân’ı ter-edilmiş (bir kitap) olarak bıraktılar” (Furkân 30).

 

Ne felsefe, ne sosyoloji, ne  psikoloji, ne târih, ne matematik, ne de bir başkası.. Hiç-birinin kâlpleri tatmin etmesi ve huzûr vermesi mümkün değildir. Zîrâ sâdece Allah’ın zikri olan Kur’ân ve İslâm ile kâlpler tatmin bulup huzûra kavuşabilir:

 

“Allah, kimin göğsünü İslâm’a açmışsa, artık o, Rabbinden bir nûr üzerinedir, (öyle) değil mi?. Fakat Allah’ın zikrinden (yana) kâlpleri katılaşmış olanların vay hâline!. İşte onlar, apaçık bir sapıklık içindedirler” (Zümer 22).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Kasım 2024

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »

23 Kasım 2024 Cumartesi

İslâm’ın Kültürü İçinde Yoğrulmak Yada Oryantâlist Yalakası Olmak

 

“Andolsun, sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah’ın Resûlü’nde ‘güzel bir örnek’ vardır” (Ahzâb 21).

 

“İşte böyle; biz, her peygambere suçlu-günahkârlardan bir düşman kıldık. Yol gösterici ve yardımcı olarak Rabbin yeter” (Furkân 31).

 

İslâm yâni Kur’ân ve Sünnet üzere olmanın ilk şartı, şüphe etmemektir. Zîrâ Kur’ân’ı Allah indirmiştir ve Kur’ân O’nun sözü olduğu için şüphe götürmez:

 

Bu, kendisinde şüphe olmayan, muttakîler için yol gösterici bir kitaptır” (Bakara 2).

 

 Peygamber’i de yine O seçmiştir ve Peygamberimiz’in hem peygamberlik-öncesindeki hem de vahiy-merkezli risâlet ve nübüvvet sürecindeki hayâtı en ideâl mü’minlik örneğidir ve bu Allah tarafından tasdik edilmiştir:

 

Gerçekten sen, pek büyük bir ahlâk üzeresin” (Kalem 4).

 

“Andolsun, sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah’ın Resûlü’nde ‘güzel bir örnek’ vardır” (Ahzâb 21).

 

İslâm’ı gerçek anlamda bilme, öğrenme ve idrâk etme, İslâm’ı şüphe duymadan kabûl etme, benimseme ve İslâm-merkezli olarak yaşamakla olur. Dolayısı ile mü’minlik bir adanmanın sonucudur. Yoksa aynen oryantâlistler gibi; İslâm’dan şüphe ederek, onu bir türlü tam anlamıyla kabûl etmeyerek ve İslâm-merkezli bir yaşantı ve amel-eylem içinde olmadan bilmek ve idrâk etmek mümkün değildir. Çünkü İslâm “sâdece söz” değildir, İslâm sâdece bilginin ve bilmenin konusu değildir. İslâm’ı gerçek anlamda bilmek ve idrâk, ancak şüphe duymadan kabûl etmekle ve tâvizsiz bir şekilde İslâm-merkezli yaşamakla olabilir ve tamamlanabilir. Zâten İslâm’ı gerçek anlamda bilenler ancak, şüphe duymadan kabûl edenler ve bu nedenle de tâvizsiz bir şekilde İslâm-merkezli bir yaşantı ve amel-eylem hâlinde olanlardır.

 

İslâm’ı gerçek anlamda bilenler ancak tâvizsiz olarak İslâm-merkezli yaşarlar ve ancak tâvizsiz bir şekilde İslâm-merkezli  yaşayanlar İslâm’ı hakkıyla ve gerçek anlamda bilirler. Oryantâlistlerin ve onların kıçlarını yalayan modernist-târihselci-batı’cı yalakaların, İslâm’ı gerçek anlamda ve hakkıyla bilmemelerinin ve bu yüzden saçma-sapan ve inkâr derecesinde sapkın iddiâlarda bulunmalarının nedeni, İslâm’dan şüphe duydukları için tam bir teslîmiyetle teslim olamamaları ve dolayısıyla İslâm-merkezli yaşamamalarıdır. Zîrâ İslâm, “sâdece okumayla” değil, ancak “okumakla ve yaşamakla” birlikte hakkıyla bilinebilecek olan bir din’dir. İslâm’ı ancak germek anlamda bilenler yaşarlar ve ancak yaşayanlar gerçek anlamda ve hakkıyla bilebilirler.

 

İslâm’ın kültürü içinde yaşamak, aynen Peygamberimiz gibi, vahiy-merkezli bir adanmışlıkla olabilir: “De ki: Şüphesiz benim namazım, ibâdetlerim, dirimim ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah’ındır. O’nun hiç-bir ortağı yoktur. Ben böyle emrolundum ve ben müslüman olanların ilkiyim” (En-âm 162-163). Bu adanmayı kabûl etmediği için İslâm-merkezli yaşamayı benimseyemeyenler, tüm çabalarına rağmen, İslâm’ın bilgisini alsalar da kültürünü bilmedikleri için yanlış yargılara ve çıkarımlara varıyorlar ki bu, yazdıkları kitaplarda ve söyledikleri sözlerde çok bârizdir. Bir kere hem oryantâlistlerin hem de onların yalakalığını yapan yavşamışların yazdıklarına ve sözlerine baktığınızda bâriz bir edepsizliğin ve densizliğin göze çarptığını görürsünüz. Zâten bu yavşamışların oryantâlistlere yalakalık yapmalarının nedeni budur. Aynı düşüncede, aynı söylemde ve inkârda bulunduklarını görürsünüz. İslâm’ın amel-eylem-davranış yönünü yâni Peygamberimiz gibi “Sünnet” denilen vahiy-merkezli en ideâl yaşama örnekliğini benimsemedikleri için İslâm’a düşman oluyorlar. İslâm’dan besleniyorlar ama İslâm’a düşmandırlar. Aynen yalakalığını yaptıkları oryantâlistler gibi.  Bu yüzden, nasıl ki oryantâlistler müslüman değillerse bunlara da müslüman demek doğru değildir. Bunların İslâm’a olan ilgileri, İslâm’a olan bağlılıktan dolayı değil, düşmanlıktan dolayıdır. Bu nedenle “keşke Kur’ân indirilmemiş olsaydı” diyebiliyorlar. Zîrâ İslâm’dan yâni Kur’ân’dan ve İslâm’ın kültürünü güzel bir örneklik ile ortaya koyan “vahiy-merkezli yaşanmışlık” demek olan Sünnet’ten nefret ediyorlar.    

 

Oryantâlistler ve onların yalakalığını yapanlar, Kur’ân’a bilimin bir nesnesi gibi yaklaşırlar. Bu da araştırmanın sonuçlarını doğrudan etkiler. Kur’ân’ı “Allah’ın sözü” olarak görenlerin ulaştıkları sonuçlarla, Kur’ân’ı “Muhammed’in sözü” olarak görenlerin ulaştıkları sonuçlar elbette farklı olur ki bu fark Kur’ân’a, Peygamber’e ve İslâm’a karşı yazılan ve söylenen edepsizce ve densizce sözlerle hemen açığa çıkar. Kur’ân’a yâni İslâm’a hangi zihniyetle yaklaşırsanız o zihniyete uygun bir sonuca ulaşırsınız. İslâm’ı ilâhî bir din olarak kabûl ederek yaklaştığınızda farklı, beşerî bir din olarak kabûl ederek yaklaştığınızda farklı sonuçlara ulaşırsınız.

 

Modernizme ve batı’ya meftûn, râm ve hayrân olan oryantâlist yalakalarına baktığınızda, onların müslüman ve türk gibi değil de, hristiyanlar ve oryantalistler gibi düşündüklerini, yazdıklarını ve konuştuklarını görürsünüz. Peki neden?. Çünkü aslında İslâm’ı sevmiyorlar, benimseyemiyorlar ve İslâm’a göre yaşamıyorlar, dolayısı işle İslâm’ın kültürü içinde yoğrulmamış oluyorlar.  Aslında İslâm’ın bilgisine sâhip olsalar da kültürüne sâhip olmadıkları için İslâm’I hakkıyla da bilmemektedirler. Zâten bu nedenle benimseyemiyorlar ve Kur’ân’ı bir türlü “olduğu gibi” kabûl edemiyorlar. Üstelik bu zihniyette olanlar müslümanların yada esmer renkte olan doğuluların, zâlimler tarafından zor durumda kalmasını da önemsemiyorlar. Hattâ bunu normâl ve doğal karşılıyorlar. Olması gerekenin bu olduğunu düşünüyorlar ve içinde mâsum bebeklerin de olduğu mazlumların bunu hak ettiklerini bile söyleyebiliyorlar. Aynen, benzer şekilde düşünen batı’lı şerefsizler ve oryantâlistler gibi. Sonuçta da Müslüman yada Türk, mazlumların değil de zâlimlerin yanında-yöresinde saf tutuyorlar.

 

Oryantâlist yalakaları, Kur’ân’ın kelimelerini, meâlini ve tefsirini bile oryantâlistlerden okumayı ve öğrenmeyi severler. Peygamberimiz’in hayâtını da yine batı’lılardan ve oryantâlistlerden okuyup-öğrenirler ve kaynak olarak onları gösterirler. Bakın yazdıkları kitapların kaynakçalarına, nerdeyse tamâmı oryantâlistlerin eserleridir. Hâlbuki oryantâlistlerin, İslâm’ın kültürüyle yoğrulmaları gibi bir durum söz-konusu olmadığı için bilgileri sağlam değildir. Zâten Kur’ân’a da ancak bilimsel anlamda ilgi duyarlar  ve Kur’ân’ı bilimsel bir nesne gibi okuyup-incelerler. Tabi yanlış, absürt ve hattâ komik sonuçlara varırlar. Voltair: “Bizim ediplerin pek azı Kur’ân’ın ne olduğunu bilir. Bilginlerimizin onca incelemelerine rağmen, bu konuda edinilen fikirler yanlış ve gülünçtür” der.

 

Batı’lılarda ve dolayısıyla oryantâlistlerde uhrevî, ilâhî, mânevî duygu ve derinlik pek yoktur. Onlar daha ziyâde beşerî, maddî ve aklî şeylerle ilgilenmeye ve onları bilmeye meyyâldirler. Zîrâ onlarda “dînin kültürü” yâni Sünnet yoktur. Allahsız felsefenin, modern-bilimin ve teknolojinin batı’da çıkmasının sebebi kanımca budur. Bu nedenle oryantâlistlerden İslâm’ın kültürünü bilmeleri ve önemsemeleri beklenemez. Fakat oryantâlistler onların yalakaları, bu nedenle İslâm’ı hakkıyla bilememektedirler ve bunun farkında da değildirler. İslâm kültürü ile yoğrulmamış olan oryantâlistler ve onlara yalakalık yapanlar, modernizme mefrûn, râm ve hayrân oldukları için her sözleri modernizm ile uyumlu jargondur.

 

Oryantâlist yalakalarının pek sevdiği oryantâlist Rudi Paret, İslâm’a şüphe ile yaklaştığı ve Kur’ân’ı Allah’ın değil de “Muhammed’in sözü” olarak gördüğü ve kabûl ettiği için, Kur’ân’ın değişmezliğini bir türlü kabûl edemez de, “müslümanların, Kur’ân’ın lafız olarak vahyedildiği ve vahyin mutlak değişmezliği ilkesinden vazgeçip, Kur’ân’ın önerdiği yaşam-düzeninin Muhammed’in çağına hitâp ettiği yâni zamâna bağlı olduğu ve sonraki gelişmeler tarafından aşıldığını kabûl etmelerini” önerir. Tabi bu önerinin sonucu; “Kur’ân’ın çağın gerisinde kaldığı”dır. Bunun anlamı ise şudur: “Müslümanlar, çağdaşlaşmak istiyorsa Kur’ân’dan, Kur’ân’a sâdık kalmak istiyorsa çağdaşlaşmaktan vazgeçmelidir”. İyi de çağdaşlaşan şerefsizler, çağdaşlaşmak istemeyenleri rahat bırakmıyorlar ki!. Çağdaşlaşmayı dayatıyorlar ve zor kullanıyorlar. İşin kötüsü, aynı düşünceyi, oryantâlistlerin kıçlarını yalayan târihselci yalaklar da paylaşıyorlar ve “Kur’ân bütünüyle ‘ölçü’ değildir, örnektir. Örneği kavrayan, Allah’ın karakterini ve insanlardan ne istediğini anlayan mü’min, Allah gibi sorun çözer, kitap yazar, hüküm koyar” gibi sözlerle apaçık bir küfre ve şirke düşüyorlar. Gerçek İslâm’ın bilinmesinden ve yaşanmasından çok korkan iç ve dış mihraklar da tabi bunları desteklerken, İslâm’ın kültürü içinde yoğrulmuş oldukları için, gerçek İslâm’ı bilen ve anlatanları ise köstekliyorlar.  

 

İslâm’ın sâdece bilgisinin edinilmesi ve bununla yetinilmesi fakat İslâm’ın kültürü içinde yoğrulmamış olmanın kaçınılmaz sonucu olarak, Kur’ân’ı 7. yüzyıla hapsetme ve Allah’ın değil de “Muhammed’in sözü” görme eğilimi, hem oryantâlistlerin hem de onların yalakalığını yapanların çalışmaların çoğunun temel düşünceleri hâline gelmiştir. Kur’ân Allah’ın değil de Hz. Muhammed’in sözü olarak görüldüğünde, modernistlik ve târihselcilik denen kâfirlik ve müşriklik ortaya çıkıyor. Tabi bunun daha sonra deizme ve ateizme dönüşmesi çok kolaylaşıyor. tabi.

 

“Lâkin ortada Kur’ân’ın ve Peygamberimiz’in gerçekleştirdiği olağan-üstü ve etkili bir değişim var. Peki bu değişimi yapan etkenler ne olacak?” dediğinizde, hem oryantâlistler hem de onların kıçlarını yalamaktan büyük bir zevk duyan yalakalar; “Kur’ân Muhammed’in sözüdür ve o yüzden sâdece kendi târihini ilgilendirir ve sâdece kendi târihini etkiler, bu zamanda bir etkisi ve geçerliliği olamaz, sâdece ahlâkî yönleri bizi bağlar” derler. Zîrâ onlar İslâm’ın kültürü içinde yaşamadıkları ve yoğrulmadıkları için İslâm’ı hakkıyla bilmemekte ve benimseyememektedirler ve bu nedenle de sapkınca konuşmaktadırlar. Tabi bu sözleri bu kadar kolay edebilmelerinin önemli bir sebebi de, “meydanı boş bulmuş olmaları”dır. İslâm’ın hâkim ve belirleyici olduğu bir ülkede ve devlette İslâm’a hakâret içeren bu sözleri edebilecek cesârete zinhar sâhip değildirler. Çünkü onlar hem İslâm’ın kültürü içinde yaşamamış ve yoğrulmamış oldukları için bir düşünceye ve inanca adanmanın ne demek olduğunu bilmezler hem de onlar sisteme göbeklerinden bağlı oldukları için, uğruna her-şeyi fedâ edebilecekleri bir inançları yoktur.

 

Evet; İslâm’ın bilgisi ve kültürü içinde yoğrulanların çok iyi bildiği gibi; İslâm, zaman değiştikçe, mekân değiştikçe ve bilgi fazlalaştıkça “aşılabilecek ve değişebilecek” bir din değildir.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Kasım 2024

 

 

Devamını Oku »

İslâm’da Savaş ve Barış

 

“Savaş hoşunuza gitmediği hâlde üzerinize yazıldı (farz kılındı). Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz” (Bakara Sûresi 216).

 

Allah barış yurduna çağırır ve kimi dilerse dosdoğru yola yöneltip-iletir” (Yûnus 25).

 

İslâm kelimesi, “teslîmiyet ve barış” demektir. Fakat İslâm, körü-körüne ve pasif bir teslîmiyet ve barış değildir. İslâm’da teslîmiyet “sâdece Allah’a olan teslîmiyet” iken, barış ise, “savaştan sonraki barış”tır. Zîrâ teslîmiyet ancak “sâdece Allah’a”, barış ise “savaştan sonraki barış” olunca anlamlı ve kalıcı olur.

 

Sünnetullah ve imtihan gereğince savaş kaçınılmaz bir şeydir. “Mutlak barış” diye bir şey olamaz. Şu da var ki gerçek barışı ancak İslâm sağlayabilir. Çünkü barışı bile istismâr etmeyecek olan tek etken İslâm’ın kânunlarıdır.

 

Savaş ya Allah yolunda yada tâğut yâni “kendilerinde Allah gibi güç olduğunu sanan ve gösterenler” yolunda olur:   

 

“Îman edenler Allah yolunda savaşırlar; inkâr edenler ise tâğut yolunda savaşırlar. Öyleyse evliyâu’ş şeytan/şeytanın dostlarıyla savaşın. Hiç şüphesiz, şeytan’ın hîleli düzeni pek zayıftır” (Nîsâ 76).

 

İslâm’a göre savaş, kişinin iç-âleminde şeytana ve nefsine karşo yaptığı savaşla başlar ve bu savaş, kâlbin ve rûhun gâlibiyetinden sonra şeytanın ve nefsin dize getirilip barışılmasıyla biter. Bundan sonra ise savaş dış-âleme taşınır ve şeytanın, nefsinin ve tâğutun yönlendirmesi ve yönetmesi altındaki kâfir, müşrik ve zâlimlerin dize getirilip, fitne kalmayıncaya ve İslâm’ın hâkimiyeti altında yapılacak barışa kadar gider: 

 

“Fitne kalmayıncaya ve dînin hepsi Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Şâyet vazgeçecek olurlarsa, şüphesiz Allah, yaptıklarını görendir” (Enfâl 39).

 

İslâm çıkar elde etmek yada zulmetmek için savaş başlatmaz. İslâm’da savaş adâletsizliğe, eşitsizliğe, haksızlığa, ahlâksızlığa, küfre, şirke ve dolayısıyla zulme karşı olur. İslâm, savaşı başlatan taraf olmaz ama İslâm’da savaş, -bâzı yavşakların zannettiği gibi- mutlak ve kesin anlamda “savunma savaşı” falan değildir. Zulme yol açacak yada açmış olan bir durum karşısında İslâm pasif davranmaz ve olayı geçiştirmez de fitneye, fesada, zulme ve zâlimlere karşı savaşı başlatan taraf olur. Bir ölüm-zulüm-mazlûmiyet durumu karşısında yâni savaşmaktan başka yol kalmayan durumlarda, Allah savaşılmamasını kabûl etmez de şöyle der:

 

“Size ne oluyor da, Allah yolunda ve o ezilen erkekler, kadınlar ve yavrular uğrunda savaşmıyorsunuz?. Baksanıza: “Ey bizim Rabbimiz!, bizleri zâlim olan bu memleketten kurtar!, bize bir yiğit, bir bahâdır gönder!” diye yalvarıp duruyorlar” (Nîsâ 75).

 

İslâm, Allah’ın tüm kâinâta, Dünyâ’ya ve insanlar arasında hâkim kılınıp uygulanması için belirlediği tek hak din, sistem ve yoldur. Bu nedenle “savaştan sonraki barış, İslâm, aynen göklerde olduğu gibi insanlar arasındaki her alanda ve her işte mutlak hâkim ve belirleyici olarak düzeni ve nizâmı sağlayabilecek tek yol ve sistem olduğu için, İslâm’ın hâkimiyetinde bir barış olmalıdır. İslâm üstün durumdayken ille de barış-barış diyerek anlaşma yapma  yoluna  girmez: Karşı taraf İslâm’ın üstünlüğünü ve belirleyiciliğini kabûl ettikten sonra ise hakkâniyetli bir anlaşma yapılır:

 

“Gevşemeyin, üstün durumda olduğunuz hâlde antlaşmaya dâvet etmeyin! Allah sizinledir; amellerinizi asla yitirmeyecektir” (Muhammed 35).

 

Eğer onlar barışa eğilim gösterirlerse, sen de ona eğilim göster ve Allah’a tevekkül et. Çünkü O, işitendir, bilendir” (Enfâl 61).

 

İslâm “barış dînidir ama bu “herkesle hangi şartlarda olursa-olsun ille de barış” değildir. İslâm ‘da barış, “pasif bir barış” değildir. İslâm’daki barış, Allah’ın sözü hâkim kılındıktan sonra şartlarını İslâm’ın belirlediği ve karşı tarafın kabûl edeceği mecbûri barıştır. Aksi-hâlde barış falan olmaz.

 

Bu neden böyledir?. Çünkü insanlar acı azâbı ve acı kuvveti-kararlılığı görmedikçe yola gelmezler. Bu çok açık bir şeydir. Bu nedenle Kur’ân, sevgiden ziyâde korkuyu öne çıkarır:

 

“Ey îman edenler!; Allah’tan nasıl korkup-sakınmak gerekiyorsa öylece korkup-sakının ve siz, ancak müslüman olmaktan başka (bir din ve tutum üzerinde) ölmeyin” (Âl-i İmran 102).

 

Peygamberimiz’in de hem müjdeleyici hem de uyarıcı ve korkutucu sıfatları vardır. Kâfirlerin, müşriklerin ve zâlimlerin korkutucusudur fakat aynı-zamanda iyiliği emredici ve kötülükten sakındırıcı gibi sıfatları vardır. İslâm, insanların mallarına-canlarına kasteden emperyâlist hareketlere-sömürgeci zâlim hareketlere karşı bizim korkutucudur.

 

Peygamberimiz; “kafirlerle, müşriklerle ve zâlimlerle savaşmakla emrolundum” der. Zâten tüm peygamberler böyle demiştir ve böyle yapmıştır. İslâm “boş laf dîni” değildir. Amel-eylem de vardır, savaş da vardır, barış da vardır. Çünkü Allah zinhar kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. O-hâlde küfür ve şirk dolayısıyla kâfir, müşrik ve zâlimlere meydan okuyacak ve onlarla mücâdeleye girecektir. Zîrâ İslâm’ın hedefi, “Allah’ın sözünü Dünyâ’ya hâkim kılmak”tır, yoksa tüm insanların müslüman olması değil.

 

İslâm’da savaşın ve barışın nasıl ve ne zaman olacağını Allah belirler. İnsanlar savaş ve barışı Allah’ın emir ve yasaklarına göre değil de vicdanlarına göre belirlemeye kalktıklarında bile gerçek bir barışa ulaşamazlar. Çünkü -sözde- nice vicdandan bahsedenler vardır ki şerefsiz-vicdansızların önde gidenleridirler.

 

Allah; “yahudileri, hristiyanları ve müşrikleri dost yâni veli edinmeyin” diyor. Bu, “onların belirleyiciliğini kabûl etmeyin, onların beşerî sistemlerine, düşüncelerine, ideolojilerine ve sapkın yollarına uymayın ve yörüngelerine girmeyin” demektir. Yoksa onlar belki komşunuz olabilir, iş arkadaşınız olabilir yada vatandaşınız olabilir. Müslümanlar, zamânında İspanya’dan kovulan yahudilere, Dünyâ’da hiç kimse kabûl etmezken kucak açmıştır. Ehl-i kitapla yüzyıllarca sorunsuz bir şekilde iyi geçinmiş ve yaşayıp gitmiştir. Bu niyet bâkîdir. Fakat onlarla olan mesâfenin korunması isteniyor. Çünkü İslâm hâkimdir ve bu hâkimiyeti kabûl etmeyenlerle içli-dışlı dost olmak sırıtır.

 

“İslâm barış dînidir” sözünü öne sürerek, insanı ne yaparsa-yapsın hoş görmek diye bir şey yoktur. Barış varsa savaş da vardır, suç varsa cezâ da vardır, yaşatmak varsa öldürmek de vardır. “İrtidât edeni öldürmek” bile sanıldığı gibi değildir. İslâm’da hiç kimse zorla İslâm’a sokulamadığı gibi, eğer İslâm’ı  bir türlü benimseyemediyse zorla İslâm’da tutulamaz. Fakat irtidât bu kadar basit bir olay değildir ki!. İslâm sâdece inanç değildir. Sâdece iç-âlemlerin neşesi değildir. İslâm iç-âlemlerden sonra dış-âleme de hayâtın her alanında hâkim olmak için indirilmiş bir din’dir. Bu nedenle İslâm’ın sosyâl, kültürel, toplumsal, âilevî, ekonomik, kânûnî, hukûkî, askerî ve siyâsî yönü de vardır. İşte irtidât da bu nedenle “vatan-hâinliği” demektir. Nasıl ki günümüzde vatan-hâinliği affedilmiyorsa bunun cezâsı olarak îdam isteniyorsa, devlet hâline gelmiş olan İslâm’da da “din’den dönme” sözüyle ifâdesini bulan irtidât yâni vatan-hâinliği, özellikle savaş ve düşmanlara ajanlık yapma durumunda cezâ olarak ölümü belirlemiştir. Zâten eleştirilip duran Kurayza-oğullarına verilen “tüm erkelerin öldürülmesi” cezâsı, Hendek Savaşı’nda yaptıkları vatan-hâinliği anlamına gelen ihânetin bir cezâsıydı.  Allahsız-seküler devletler ve kânunlar vatan-hâinliğine ölüm cezâsı verirken haklı ve normâl görülüyor da, İslâm Devleti bu cezâyı verdiğinde neden haklı ve normâl görülmüyor da İslâm öcü gibi gösterilmeye çalışılıyor?. Bu elbette İslâm düşmanlığı nedeniyledir.

 

Yine; niçin vatan için savaşmak, öldürmek, ölmek, kahramanlık, büyük bir onur ve şehitlik olarak görülüyor da, Allah yolunda yada İslâm devleti uğruna savaşmak, öldürmek ve ölmek irticâ, gericilik, yobazlık, câhillik ve terörizm olarak görülüyor?.  Elbette yine aynı sebepten dolayı. Allah yolunda savaşmak yâni cihad etmek ve öldürmek-ölmek elbette büyük bir şeydir. Vatan için ölmek büyük bir şey de, vatanı da yaratan Allah için ölmek mi kötü!.

 

“Niçin barış yerine savaş?; güzellikle, hoş-görüyle, anlaşmayla, uzlaşmayla, konuşarak, sevişerek vs. anlaşmak varken niçin savaşılsın?” diyorlar. Çünkü ağır bir adâletsizlik, eşitsizlik, haksızlık, ahlâksızlık, küfür, şirk, fitne, fesat ve zulüm ancak savaş, zâlimlere karşı gâlibiyet ve savaştan sonraki barış ile ortadan kaldırılabilir. İnsanlık-târihinde ağır bir adâletsizliğin, eşitsizliğin, haksızlığın, ahlâksızlığın, küfrün, şirkin, fitnenin, fesadın ve zulmün, kırmadan-dökmeden, yıkmadan-yakmadan, güzellikle-hoşgörüyle ortadan kaldırılıp da barışın sağlandığının tek bir örneği bile yoktur. Bu nedenle savaş, hoşumuza gitmese bile  kaçınılmaz bir şeydir.

 

Modernizme meftûn, râm ve hayrân oldukları için modernizm tarafından gevşetilmiş ve yavşatılmış olanların, İslâm’ı aşırı ve absürt yorumlara boğarak tam da modernizme uygun düşecek şekilde yorumlayarak İslâm’ın barış dîni olduğunu söyleyip duranlar, İslâm’a saldırdıklarının ve İslâm ile savaştıklarının farkında değildirler. İslâm’da barış vardır ve İslâm’ın anlamlarından biri de “barış”tır ama bu “herkesi hoş-görerek her-şeye katlanmak ve büyük tâvizler vererek olan pasif  bir barış” değiş, “savaştan ve İslâm’ı hâkim kıldıktan sonraki barış”tır.

 

“İslâm savaş dînidir ve kılıçla yükselmiştir” diyorlar. İslâm savaş dîni ve yoludur ve savaştan başka bir şey getirmemiştir de; sanki lâik, seküler, demokrasi ve cumhûriyet, Kemâlizm, Marksizm, Komünizm, Sosyâlizm, Kapitâlizm, Liberâlizm, Feminizm, Faşizm ve her türlü modern din ve yollar barış mı getirdiler?. Dünyâ’nın ve insanların anasını ağlattılar. Ekini ve nesli berbât ve helâk ettiler. Dünyâ’yı yaşanmaz bir hâle soktular. İnsanları maddî yada mânevî anlamda yozlaştırdılar  re bunu hâlen çeşitli şekillerde sürdürüyorlar.

 

Merkeze mutlak anlamda İslâm’ı almasa da İslâm’ın bir geçerliliğinin ve üstünlüğünün olduğu Osmanlı, yüzyıllar boyunca Balkanlar’da ve Orta-doğu’da düzeni, nizâmı ve barışı sağlamıştı. Fakat bu Allahsız-şerefsiz beşerî ideoloji ve sistemler bu bölgelerde bir türlü bitmek bilmeyen savaşları, dinmek bilmeyen kanları ve ortaya konan zulümleri dindiremiyorlar ve barışı sağlayamıyorlar. Zâten sağlamak da istemiyorlar. Zîrâ Allahsız oldukları için sâdece çıkarlarını düşünüyorlar. Bu Allahsız-beşerî ideoloji ve sistemler kandan, göz-yaşından ve zulümden geçindikleri için, sürekli olarak barış-barış deseler de aslında barışı sağlamak gibi bir niyetleri ve hedefleri yoktur.

 

Şu da var ki, “farklı olanlarla bir-arada yaşamak” ancak İslâm’ın hâkimiyetinde olabilir. Diğer beşerî sistem ve ideolojiler bunu sağlayamaz ve sağlayamıyor da. Çünkü zâten sağlama niyeti, hedefi ve güçleri yoktur. İslâm ise hem sağlamak ister hem de sağlayabilir. Zamânında uzun yıllar boyunca sağlamıştı da. Fakat bu barış ancak İslâm’ın hâkimiyetinde olabilir. Zîrâ bu barış ancak Allah’ın sözüyle ve dîniyle sağlanabilir. Belirleyici mutlakâ Allah olmalıdır. Çünkü Yaratan Allah’tır. Yaratmanın sorumluluğunu kim almışsa, belirleme de O’nun hakkıdır. Meselâ Marx “kâinâtı ben yarattım” demiyor ve diyemez de. Çünkü bunun çok ağır ve baş edilemez bir yükü ve sorumluluğu vardır. Fakat Allah; “her-şeyi Ben yarattım” diyor. Bunu ancak Allah söyleyebilir. Çünkü hem her-şeyi yaratmaya ancak Allah’ın gücü yeter hem de yaratmanın sorumluluğunu ve yükünü ancak Allah taşıyabilir. O-hâlde göklerde olduğu gibi yeryüzünde de belirleyicilik O’nun hakkıdır. İş böyle iken Dünyâ ve insan neden Allah-merkezli değil de beşer/insan/akıl-merkezli olsun ki!. Savaşı ve barışı niçin Allah değil de insan belirleyecek?.

 

İslâm insan-beşer sözü değildir ki insana göre değişip dursun ve insanların keyiflerine göre değiştirip-dönüştürdüğü zamâna ve mekâna göre konum alsın ve şekillensin!. İslâm Allah’ın dîni ve sözüdür ve bu nedenle de tüm zamanlar ve mekânlarda İslâm hâkim olmalıdır. En azından mü’minler buna inanırlar ve bunun için çalışırlar, bunun için savaşırlar ve bunun için barışırlar.

 

İslâm; zaman değiştikçe, mekân değiştikçe ve bilgi fazlalaştıkça aşılabilecek bir şey değildir.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Kasım 2024

 

Devamını Oku »

22 Kasım 2024 Cuma

Kelime-i Şehâdet’i Son Nefese Bırakmak

 

“Sizin ilahınız tek bir ilahtır; O’ndan başka ilah yoktur; O, Rahmân’dır, Rahîm’dir (bağışlayan ve esirgeyendir” (Bakara 163).

 

“Muhammed, Allah’ın elçisidir…” (Fetih 29).

 

“Muhammed, sizin erkeklerinizden hiç-birinin babası değildir; ancak o, Allah’ın Resûlü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her-şeyi bilendir” (Ahzâb 40).

 

Kelime-i Şehâdet’in okunuşu ve anlamı şu şekildedir: “Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlühû”. Yâni: “Şehâdet ederim ki Allah'tan başka ilah yoktur ve yine şehâdet ederim ki Muhammed Allah'ın kulu ve resûlü/elçisidir”.

 

Geleneksel müslümanlıkta kelime-i şehâdet yapmak hep son nefese yâni ölmeden hemen önceki bir-kaç dakîka yada bir-kaç sâniyeye bırakılır ve sanki kelime-i şehâdeti son nefeste yapmak daha doğru ve anlamlıymış gibi sunulur. Bu yüzden de  câmilerde ve yapılan duâlarda: “Son nefeste, aşk ile, buyurun” komutuyla; “eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlühû” sözü hep birlikte söylenir. Eğer kişi her ânının son nefesi olabileceğini düşünerek, hem anlamını bilerek hem de bu anlama göre yaşayarak bunu bilinçli olarak yapıyorsa eyvallah; ne güzel bir davranış. Fakat kitlelerin bunu bu-şekilde yapmadıkları çok açıktır ve böyle olduğu için bu sâdece şekilsel bir şehâdet getirme etkinliğidir ki, (Allâhuâlem) insana ne Dünyâ’da ne de âhirette bir faydası olmaz. Zâten hiç kimse şehâdet biter-bitmez öleceğini düşünmez yada ölmeyi istemez ki insanlardan böyle bir şey de istenmez ve beklenmez.

 

Müslümanlardan istenen şey, kelime-i şehâdeti mânâsını bilerek yapmak, bilinçli bir şekilde, “Allah’tan başka bir ilahın olmadığını, Hz. Muhammed’in, Allah’ın hem kulu hem de resûlü olduğunu hem bilmek hem de bunu bilmenin ne demeye geldiği, sonuçta da nasıl yaşamak gerektirdiği”dir. Bu bilinçle bu şekilde yaşadıktan sonra son nefeste kelime-i şehâdet sözü yâni “eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlühû” sözü dile getirilmemiş ve söylenmemiş olsa bile, kişi sürekli olarak o bilinçte olduğu için şehâdet üzere ölmüş olur. Zîrâ şehâdet üzere yaşamış olur. Önemli olan, insanın hangi sözü söyleyerek öldüğü değil, hangi söz üzerine yaşadığıdır. Zâten Peygamberimiz’in dediği gibi; “insan nasıl yaşarsa o-şekilde ölür ve yine o-şekilde diriltilir.

 

Demek ki “son nefeste” değil, “her nefeste” kelime-i şehâdet üzere olmak önemlidir. Şu da var ki, Kur’ân’a göre son nefese bırakılan ve son nefeste yapılan şehâdet geçerli değildir. Bunu Firavun’un boğulmadan önceki son-anda getirdiği şehâdetin kabûl edilmemesinden anlıyoruz.

 

Firavun, Hz. Mûsâ ve kavmini yok etmek maksadıyla bir ordu eşliğinde onları tâkip ederek Kızıldeniz kıyısına gelmiş ve İsrâiloğullarının denizin ikiye ayrılması sûretiyle ortasındaki kuru bir yoldan karşıya geçtiklerini görmüştü. Askerleriyle berâber aynı yolu tâkip eden Firavun, yolu yarılamışken denizin yeniden birleşmesi sonucu dalgalar arasında kalmış, tam da boğulma anında yâni son nefeste; “îmân ettim ki, İsrâiloğullarının inandığı ilâhtan başka tanrı yokmuş. Ben de müslümanlardanım” (Yûnus 90) demişti:

 

“Biz, İsrâiloğullarını denizden geçirdik; Firavun ve askerleri azgınlıkla ve düşmanlıkla peşlerine düştü. Sular onu boğacak düzeye erişince (Firavun): ‘İsrâiloğullarının kendisine inandığı (ilahtan) başka ilah olmadığına inandım ve ben de müslümanlardanım’ dedi” (Yûnus 90).

 

Kelime-i şehâdetin son nefeste yapılmasının makbûl olduğunu sananlar ve bunu insanlara alıştıranlar tasavvuf ve târikatçılar olmuştur. Meselâ İbn-i Arâbi son nefeste yapılan bu son dakîka îmânının geçerli olduğunu söyler ve şöyle der:

 

“Nasıl ki Firavun suda boğulurken Allah’ın kendisine verdiği îman sâyesinde Mûsâ onun için de göz-nûru oldu. Şu hâlde Allah, (bu yüzden) Firavun’u pak ve temiz öldürdü. Çirkin ve fenâ amellerinden onda bir şey kalmadı. Çünkü Allah onun rûhunu yeni bir günah işlemeden önce ve îmâna geldiği anda kabz etti. İslâm (yâni Hakk’a teslim ve onu tasdik) evvelce geçmiş olan günahları ortadan kaldırdı. Allah bu ilim ve mazhâriyeti dilediği kimse için âyet ve alâmet kıldı. Tâ ki hiç kimse ilâhi rahmetten umutsuzluğa düşmesin. Çünkü kâfirlerden başka hiç kimse tanrı rahmetinden umut kesmez. Şu-hâlde Firavun eğer umutsuzlardan olsaydı îmâna yanaşmazdı” (Füsus-ûl- Hikem. Muhyiddin-i Arâbî. Sayfa 301).

 

Oysa Kur’ân apaçık bir şekilde şöyle der:

 

“Allah’ın (kabûlünü) üzerine aldığı tevbe, ancak cehâlet nedeniyle kötülük yapanların, sonra hemencecik tevbe edenlerin(kidir). İşte Allah, böylelerinin tevbelerini kabûl eder. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sâhibidir. Yoksa tevbe; ne, kötülükleri yapıp-edip de onlardan birine ölüm çatınca: ‘Ben şimdi gerçekten tevbe ettim’ diyenler, ne de kâfir olarak ölenler için değil. Böyleleri için acı bir azap hazırlamışızdır” (Nîsâ 17-18).

 

Zâten Firavun’un son nefeste yaptığı şehâdetin kabûl edilmediği, çünkü son-dakîkada yapılan şehâdetin geçersiz olduğu yine başka bir Kur’ân ayeti ile şöyle belli olmuştur:

 

“(Firavun), kıyâmet günü kavminin önüne geçerek, böylece onları ateşe götürecek. Ve girilen yer (ne) kötü bir yerdir” (Hûd 98).

 

Son-dâkîkada ve son nefeste yapılan îman ikrârı da, şehâdet söylemi de geçersizdir. Çünkü son nefesteki îman ikrârı ve şehâdet söyleminden ziyâde, hayat-boyunca îmân etmek ve kelime-i şehâdete göre yaşamak önemlidir. O-hâlde hiç kimse kelime-i şehâdeti son nefese bırakmasın ve son nefesinde kelime-i şehâdet getirmesine güvenmesin.   

 

Evet; hiç kimse, Firavun gibi yaşayıp da Hz. Mûsâ gibi bir âkıbet beklemesin.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Kasım 2024

 

 

Devamını Oku »