21 Eylül 2024 Cumartesi

İnsanı Kurtaracak Olan Nedir?

 

“De ki: ‘Muhakkak beni Allah’tan (Dünyâ’da yada âhirette gelebilecek bir azâba karşı) hiç kimse aslâ kurtaramaz ve O’nun dışında aslâ bir sığınak da bulamam” (Cin 22).

 

O-hâlde:

 

“Ben, O’ndan başka ilahlar edinir miyim ki, Rahmân (olan Allah), bana bir zarar dileyecek olsa, ne onların şefaati bana bir şeyle yarar sağlar, ne de onlar beni kurtarabilirler” (Yâsîn 23).

 

Târih boyunca insanlar, Dünyâ yada âhiret hayatlarında başlarına gelen ve gelebilecek olan şeylerden dolayı kurtulma çâreleri aramışlar ve bu-bağlamda çeşitli düşünceler ve fikirler üretmişler, amel-eylemlerde bulunmuşlardır. Fakat bu düşünce, fikir ve amel-eylemler ancak; Allah’a, âhirete, vahye, peygamber örnekliklerine, dîne yâni İslâm’a uygun olunca ve aykırı olmayınca fayda vermiş, aksi-takdirde bir fayda vermediği gibi çeşitli zararlar da açığa çıkarmıştır ve bu hâlen de böyledir. Modern insan Allah’a, âhirete, vahye, peygamber örnekliklerine, dîne yâni İslâm’a sırt döndüğünden dolayı onları işe karıştırmadığı için, genelde kötü, üzücü ve elim sonuçlar Dünyâ’yı yaşanma bir yer hâline getirmektedir. Ortaya koydukları düşünce, fikir ve amel-eylemlerle kurtarıcı olarak ortaya çıkanlar ya işi sonuna kadar götürememektedirler yada daha işin başında yaptıkları işler fiyaskoyla sonuçlanmaktadır.

 

Buna şaşmamak gerekir. Zîrâ hem insanı hem de tüm varlığı yaratan Allah’ı hesâba katmadan yapılan tüm düşünce ve işler fiyaskoyla sonuçlanmaya mahkûmdur. Çünkü insanların akılları sınırlıdır ve aşırı zorlandığında akıl “akıl” olmaktan çıkarak “şeytânî zekâya” dönüşür ve bu şeytânî zekâ da ancak şeytanın dostlarına fayda verebilir. Tüm insanlık târihi işte bu yüzden bir türlü düzene, nizâma, adâlete, eşitliğe, hakka, hakîkate, ahlâka, mutluluğa ve huzûra kavuşamamıştır ve kavuşamamaktadır, bu yolla gittiğinde de hiç-bir zaman kavuşması mümkün değildir.      

 

İnsanlar düzensizlikten, nizamsızlıktan, adâletsizlikten, eşitsizlikten, haksızlıktan, ahlâksızlıktan, şirkten, küfürden, münâfıklıktan ve zulümden kurtulmak için bildiği-bilmediği her-şeyden medet umar hâle gelmiştir. Târih boyunca; putların her çeşidinden, mitolojiden, cinlerden, meleklerden, perilerden, rüyâlardan, bâtıl öğreti ve fikirlerden, mistisizmden, ezoterizmden, bâtınîlikten, tasavvuftan, çeşitli mezheplerden, târikat ve cemaatlerden, hizip, parti ve liderlerden, atalardan, ötelerden, uzak-doğu dinlerinden, kahramanlardan, silahlardan, ordulardan, yerden, gökten, Allahsızlıktan, dinsizlikten, felsefeden, sosyolojiden, psikolojiden, modern-bilimden, teknolojiden, astronomiden ve astrolojiden, faldan, büyüden, şanstan, rastlantıdan, içkiden, kumardan, sigaradan, uyuşturucudan, zinâdan, her türlü günahtan, haramdan, suçtan, ayıptan, lâiklikten, sekülerizmden, demokrasiden, feminizmden, liberâlizmden, sosyâlizmden, komünizmden, milliyetçilikten, modernizmden, post-modernizmden, post-truthtan, meta-versten, yapay zekâdan, modern tıptan ve elbette her zaman en büyük put olmuş olan paradan vs. medet umarak bunların kendilerini koruyacağını ve kurtarabileceği zehabına kapılmışlardır, üstelik hâlen de kapılmaya devâm etmekte ve Allah’a her-şey ile şirk koşmaktadırlar. Oysa insanı Allah’tan başka gerçek anlamda kurtaracak kimse ve hiç-bir şey yoktur, olmayacaktır:

 

“De ki: Ondan ve her türlü sıkıntıdan sizi Allah kurtarmaktadır. Sonra siz yine şirk koşmaktasınız” (En-âm 64).

 

O-hâlde yapılması gereken şey şudur:

 

Şu Ev (Kâbe)nin Rabbine kulluk etsinler; ki O, kendilerini açlıktan (kurtarıp) doyuran ve korkudan güvenliğe kavuşturandır” (Kureyş 3-4).

 

İnsanlar târih boyunca en çok; bâtıl din ve inanışlar, felsefe, modern ideolojiler, modern-bilim ve teknolojiyi yâni insanı ve aklı “en yüce kurtarıcılar” olarak görmüşlerdir.

 

Vahiy-merkezli olmayan dinler kurtarıcılık yapamazlar. Çünkü bir kere onların “kurtarmak” gibi bir niyetleri ve buna yönelik bir düşünce ve hareketleri yoktur. Uzak-doğu din ve felsefeleri bireysel ve bencildirler ve ancak sükûnet içinde ve sessiz kalarak, bireylerin kendilerini kurtarmasını öğütlerler. Zâten bâtıl dinler Allah’tan gelmediği için ve kendilerine örneklik yapacak bir peygamberleri de olmadığı için kurtarmak ve kurtarıcılık gibi bir misyonları yoktur.

 

Felsefe de öyledir. Akıl ile sınırlıdır ve akıl-üstünü pek de hesâba katmadıkları için ancak boş laf yaparak beyin fırtınaları sergilerler ama bunlar hiç-bir yaraya merhem olmaz. Zâten onların da misyonlarında kurtarmak niyeti ve düşüncesi yoktur. Onlar kendilerini “çözümleyici” olarak görürler, “çözümcü” olarak değil. Yaptıkları çözümlemeler ise ancak zihinleri orgazm eder de başka da bir işe yaranmaz. Bu nedenle felsefe ile kurtulacağını zannedenler boş bir bekleyiş ve oyalanma içinde ömürlerini tüketmektedirler.

 

Heidegger: “Felsefe Dünyâ’nın mevcut durumunu bir-anda değiştirecek etki üretemez. Bu yalnızca felsefe için değil, ama insan açısından kaygıların ve özlemlerin konusu olan her-şey için geçerlidir. Yalnızca bir tanrı bizi hâlâ kurtarabilir” der. 

 

Dünyâ’da beşerî ideolojilerin her türlüsü kullanılmıştır ve kullanılmaktadır. Fakat hiç-biri de hem herkes için hem de her zaman için yeterli olmamış ve çâreler üreterek insanları kurtaramamıştır, kurtaramamaktadır, kurtaramaz da. Çünkü beşerî ideolojiler Allah bağlarını koparmış ve dinden uzaklaşmışlardır. Oysa Allah, âhiret, gayb, vahiy, peygamber, din yâni İslâm-merkezli ve şûrâ-temelli olan yönetim-şekli insanların dertlerine devâ olacak ve onları maddî ve mânevi olan tüm sorunlarında ve korkularından hem Dünyâ’da hem de âhirette kurtarabilecektir. Çünkü insanları hem Dünyâ’da hem de âhirette ancak Allah-merkezli ve Allah garantili bir idâre ve yaşam-şekli kurtarabilir.

 

Modern-insan “en büyük kurtarıcı” olarak gördüğü ve bu nedenle tüm zamanlarda en yoğun olarak taptığı put olan modern-bilim ve teknolojiyle her türlü kötülükten, musîbetten, belâdan, doğal âfetlerden ve hattâ ölümden bile kurtulabileceğini ve sonsuza kadar mutlu-mesut yaşayabileceğini zannetmekte ve sürekli olarak bunun hayâlini kurarak böyle bir beklenti içine girmektedir. Hâlbuki şimdiye kadar modern-bilim ve teknoloji ile, târih boyunca insanlığın başına belâ olmuş bir kötülüğü, sorunu ve musîbeti giderdiği görülmemiştir ve hattâ tam-aksine, bir-çok sorunlar ve belâlar açığa çıkarmıştır ve bu belâlar günden-güne fazlalaşarak arttığı için insanları mutsuz ve perişan etmektedir. Meselâ  modern-bilim ve teknolojinin herhangi bir kronik hastalığı ”şifâ” anlamında tamâmen tedâvi edip iyileştirdiği görülmüş-duyulmuş bir şey değildir. Beğenmediğiniz bir romatizmayı bile giderememekte ve insanlar ağrılar içinde kalmakta ve büyük sıkıntılar çekmektedirler. Modern-bilim ve teknoloji bir-anda patlayıverecek çok şişirilmiş büyük bir balon, kitlesel bir hipnoz, büyülenmişlik ve kandırmacadır. Bu nedenle de hiç kimseyi kurtaramaz.       

 

Evet; vahiy-merkezli olmadıkça ve işletilmedikçe, insanların o çok güvendikleri ve yüce bir put hâline getirdikleri akıl, ne de süpermen gibi gördükleri üstün akıl-sâhipleri, insanları sıkıntılarından ve korkularından kurtaramaz. Zîrâ Allah hesâba katılmadığında ve işe karıştırılmadığında bu mümkün değildir.

 

Din, insanları günahtan ve dolayısı ile sıkıntılardan kurtarmak ister; modernizm ise din’den kurtarmak peşinde. Din, insanların sâdece rûhu için değildir. Din, insanın sâdece rûhunu değil, bedenini de kurtarmayı hedefler. Böylece hem ruhlar hem de bedenler Dünyâ’da kölelikten ve rezillikten, âhirette ise cehennemden ve azaptan kurtulur.

 

Tüm peygamberler insanları maddî ve mânevî anlamda kurtarmak için seçilip gönderilmişlerdir. Bu kurtarma sâdece iç-âlemleri ve ruhları kurtarmak ve sâdece “âhiret kurtuluşu” alanında olmayıp, dış-âlemde de yâni Dünyâ’da da her türlü kölelikten ve ezilmişlikten kurtarmak içindir. Tüm peygamberler bunun için çalışmışlar, sonuçta da kendilerine inanan mü’minlerle birlikte kurtarılmışlar, geride kalan kâfir ve müşrik kavimler ise helâka ve azâba uğramışlardır. Üstelik bir de âhiret pişmanlığı ve azâbıyla karşılaşacaklardır. Zîrâ güvendikleri hiç-bir şey ve hiç kimse onlara fayda sağlamamıştır ve sağlamayacaktır. Çünkü onlar Allah’ı hesâba katmamışlar ve unutmuşlardır:

 

“Sonra biz, elçilerimizi ve îman edenleri böyle kurtarırız; mü’minleri kurtarmamız bizim üzerimize bir haktır” (Yûnus 103).

 

İnsanlar bir türlü akıllanıp da hakkıyla îman etmiyorlar ve Allah’a dönüp de ona duâ ve şükür etmiyorlar. Bunun yerine gidip, Dünyâ’yı kaosa çevirmiş olanlardan medet umuyorlar. Dünyâ’yı kaosa çevirmiş olanların bizi kaostan kurtaracağını beklemek ahmaklığın daniskasıdır. Oysa Allah keremdir ve bizi her dâim muhtâç olmaktan kurtarır:

 

“Doğrusu, muhtâç olmaktan O kurtardı ve sermâye verip-hoşnut kıldı” (Necm 48).

 

İnsanlar Allah’ın koruyuculuğuna ve kurtarmasına sığınmayı ancak en zor zamanda ve çâresiz durumdayken yapar. Fakat sonunda yine de akıllanmaz da şirk koşmaya devâm eder:

 

“Karada ve denizde sizi gezdiren O’dur. Öyle ki siz gemide bulunduğunuz zaman, onlar da güzel bir rüzgârla onu yüzdürürlerken ve (tam) bununla sevinmektelerken, ona çılgınca bir rüzgâr gelip çatar ve her yandan dalgalar onları kuşatıverir; onlar artık bu (dalgalarla) gerçekten kuşatıldıklarını sanmışlarken, dinde O’na ‘gönülden katıksız bağlılar (muhlîsler)’ olarak Allah’a duâ etmeye başlarlar: ‘Andolsun eğer bundan bizi kurtaracak olursan, muhakkak sana şükredenlerden olacağız’. Ama (Allah) onları kurtarınca, hemen haksız yere, yeryüzünde taşkınlığa koyulurlar. Ey insanlar, sizin taşkınlığınız, ancak kendi aleyhinizedir; (bu) dünyâ-hayâtının geçici metaıdır. Sonra dönüşünüz bizedir, biz de yaptıklarınızı size haber vereceğiz” (Yûnus 22-23).

 

“De ki: ‘Sizi karanın ve denizin karanlıklarından kim kurtarmaktadır ki, siz (açıktan ve) gizliden-gizliye ona yalvararak duâ etmektesiniz: Andolsun, bizi bundan kurtarırsan, gerçekten şükredenlerden oluruz” (En-âm 64).

 

“Onları kara gölgeler gibi dalgalar sarıverdiği zaman, dîni yalnızca O’na hâlis kılan gönülden bağlılar olarak Allah’a yalvarıp yakarırlar (duâ ederler). Böylece onları karaya çıkarıp-kurtarınca, artık onlardan (ancak) bir kısmı orta-yolu tutuyor. Bizim âyetlerimizi gaddar, nankör olandan başkası inkâr etmez” (Lokman 32

 

Türkiye’de 15 Temmuz’daki mâlûm olaydan sonra kendilerini “FETÖ câhiliyesi”nden kurtaranlar, “Allah’a sığınmak” ve “Peygamber’i örnek almak” varken, bir kısmı gidip bu sefer de “AKP câhiliyesi”ne sığındılar. Kendilerini ikisinden de kurtaranlar ise “Allah’a sığınmak ve Peygamber’i örnek almak” varken, gidip de “Türkiye’deki en büyük kurtarıcı” olarak gördükleri ölmüş bir kişinin kendisine ve Allahsız sistemine sığındılar. Buna, “bâtıldan bâtıla kaçmak” denir. Bir bâtıldan diğer bir bâtıla kaçanlar elbette hiç-bir şeyden kurtulmuş olmazlar ve ancak, yiyecekleri yeni bir tokada kadar belki bir nebze olsun kendilerini rahatlatırlar.

 

Bir kişi; “Allah’tan başka Allah gibi güçler vardır ve ben de onlardan biriyim yada ben de onlardan birine tapıyorum” diyerek apaçık bir şirki dillendirse ve sonra da, meselâ Dünyâ’ya doğru hızla gelen ve Dünyâ’yı, insanları ve tüm canlılığı yok edecek bir gök-taşını durdurarak tüm insanları, tüm canlıları ve Dünyâ’yı kurtarsa bile, yine de müşrik ve cehennemlik olmuş ve kendini bile kurtaramamış olur.

 

Birinin yada birilerinin sana verdiği hak, seni o kişiye bağımlı yapar. Allah’ın verdiği haklara göre yaşarsan, Allah’a bağımlı/bağlı olursun. Bu seni, kula kulluktan kurtarır.

 

Kırmızı ışıkta geçmeyi bile göze alamayan insanlar, Dünyâ’yı kurtarma hayâlleri kurmasın boşuna. Dünyâ “kurallara uyularak” kurtarılamaz çünkü.

 

Kişiyi, kuru-kuruya sâdece “inandım” demek (Ankebût 2) demek kurtarmaz. Kişiyi hem Dünyâ’da hem de âhirette kurtaracak olan şey kuru-kuruya inanmak değil, hakkıyla Îman etmek ve îmâna yönelik sâlih ameller işlemektir.

 

İnsanı değerli yapacak ve kurtaracak olan şey, “kuru-kuruya bilgili olmak” değil, o bilgiyle yaptığı sâlih amellerdir. Kendini bilen insanlar, bilgileriyle değil, olgun sözleriyle ve olgun davranışlarında açığa çıkar. Davranışa yansımayan bilgi, kişiyi “çiğ”likten bile kurtaramaz.

 

Peygamberimiz, Mekke’yi kurtarmadan önce Medîne’yi kurtarmıştı. Allah’ın dînin hâkim olduğu “kurtarılmış bir bölge” olmadıkça diğer yerleri ve insanları kurtarmak pek mümkün değildir. İslâm’ın, beşer-merkezli olanlardan farkı, “kurtarma”yı, “kurtulmaktan sonra kurtarmak” şeklinde yapmasıdır.

 

İnsanın “kalıcı” eserler bırakması güzel bir şeydir. Fakat onu kurtaracak olan şey “geride bıraktıkları” değil, “âhirete yâni ileriye taşıdıkları ve gönderdikleri” olacaktır.

 

İslâm hayâta karışmayarak sâdece vicdanlarda kalmalıymış. Hâlbuki Allah, dînini, vicdanlara hapsolmaktan kurtarıp, İslâm’ı hayâtın tam ortasında hâkim kılmak için göndermiştir. Peygamber-örnekliği de bunu gösterir. İslâm bir “hayat dîni”dir. Hayatta hâkim ol(a)mayan bir din, “ölmeye başlamış” demektir. Dîni hayâta hâkim kılmak için çalışmayanlar da, dinden-îmandan haberleri olmadığından dolayı “ölü”dürler. Bir ölünün bir diriyi kurtarması söz-konusu bile değildir

 

İnsanı; okunmuş pirinç, okunmuş su, okunmuş sakal, okunmuş muskalar vs. değil; “okunmuş Kur’ân” kurtarır ancak. Okunmuş ve sonra da gereği yapılmış olan Kur’ân, insanı hem Dünyâ’da hem de âhirette düzlüğe çıkarır.

 

İslâm, insanı siliklikten ve siniklikten kurtarır-kurtarmıştır.

 

Kişinin; “ben lâikim, hayâtıma dîni karıştırmam” demesi, onu “sorgu” ve “hesap”tan kurtarmaz.

 

Kızlar için; “çalışın da hayâtınızı kurtarın” sözü yanlıştır. Doğrusu şudur: “Ey kızlar!; çalışıp da hayâtınızı karartmayın”.

 

Kur’ân kurtuluşun çâresini çeşitli şekillerde açıklar. Bunlardan biri de şudur:

 

“Ey îman edenler!; sizi acı bir azaptan kurtaracak bir ticâreti haber vereyim mi?. Allah’a ve Resûlü’ne îman edersiniz, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Bu, sizin için daha hayırlıdır; eğer bilirseniz. O da sizin günahlarınızı bağışlar, sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere ve Adn cennetlerindeki güzel konaklara yerleştirir. İşte ‘büyük mutluluk ve kurtuluş’ budur” (Saff 10-12).

 

İslâm hayâta hâkim kılındığında, her tarafa: “İnsanlık, ilâhi sistemden ayrılmanın bir sonucu olarak ciddî bir sapmadan kurtarıldı” diye yazılacaktır.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Eylül 2024

 

Devamını Oku »

18 Eylül 2024 Çarşamba

Kur’ân’a Göre Dünyâ Dönüyor Mu?

 

“Geceyi, gündüzü, Güneş’i ve Ay’ı yaratan O’dur; her biri bir yörüngede yüzüp gidiyor” (Enbiyâ 33).

 

Peki ya Dünyâ?. Dünyâ da bir yörüngede yüzüp dönüyor mu?. Eğer dönseydi Kur’ân bunu da söylerdi. “Güneş ve Ay bir yörüngede yüzüyor/dönüyor” diyor da, Dünyâ için neden “dönüyor” demeyecek ki!. Demiyor, çünkü Dünyâ dönmüyor. Kur’ân’a göre Dünyâ ne kendi etrâfında ne Güneş etrâfında ne de başka bir şeyin etrâfında dönüyor. Tam-aksine her-şey -eskiden yaşayan insanların doğru olarak bildikleri ve söyledikleri gibi- Dünyâ’nın etrâfında dönüyor. Her-şey Dünyâ’nın etrafında dönüyor. 

 

Bir kere şunu söyleyelim ki, Dünyâ’nın yuvarlak olduğu ve Dünyâ’nın kendi etrâfında ve Güneş çevresinde döndüğü, “insan gözüyle” görülmüş (ve görülebilecek) değildir. Gösterilen resimler ve videolar ya stüdyolarda çekilmiş filmlerden alınma yada masa-başında bilgisayarlarla hazırlanmış sahte görüntülerdir. NASA çalışanı Robert Simmon, Dünyâ’nın uzaydan fotoğrafının çekilemediğini, “alçak Dünyâ yörüngesi”nden alınan fotoğrafların birleştirilerek Dünyâ fotoğrafını yaptıklarını yâni photoshop kullandıklarını söyler. Ayrıntıyı şu linkteki videodan izleyebilirsiniz: https://twitter.com/lukedefrost/status/1073844155372236805

 

Kur’ân hiç-bir yerde Dünyâ’nın döndüğünü söylemez ve hattâ böyle bir îmâda bile bulunmaz. Göklerdeki her-şeyin hep birlikte döndüğü söylenir ama Dünyâ’nın, ne kendi ne de Güneş etrâfında döndüğü ile ilgili tek bir âyet bile yoktur. Çünkü Dünyâ dönmez ve her-şey onun etrâfında döner.

 

Kur’ân’da Güneş ve Ay’ın döngüleriyle ilgili olan âye4tkler şunlardır:

 

“Güneş, kendisi için belirlenmiş yerde akar. İşte bu, güçlü, bilen (Allah)’ın ölçüsüdür” (Yâsîn 38).

 

“Geceyi, gündüzü, Güneş’i ve Ay’ı yaratan O’dur; her biri bir yörüngede yüzüp gidiyor” (Enbiyâ 33).

 

“Ne Güneş’in Ay’a erişip yetişmesi gerekir, ne de gecenin gündüzün önüne geçmesi. Her biri bir yörüngede yüzüp gitmektedirler” (Yâsîn 40).

 

Peki bunlar neyin etrâfında yüzerler yada dönerler?. Etrâfında döndükleri o belirlenmiş merkez nedir, neresidir?. O belirlenmiş yer elbette Dünyâ’dır. Güneş, Ay, diğer gezegenler ve nihâyet her-şey Dünyâ merkezli olarak dönüp dururlar.  çevresidir. Tüm her-şey Dünyâ etrâfında kararlı bir şekilde dönmektedir.

 

Bu-arada, “dönerler” yerine “yüzerler” ifâdesi kullanılması, bir uzay-boşluğunun olmadığı anlamına gelir. Çünkü boşlukta yüzülmez ve yol alınmaz. Demek ki bir uzay-boşluğu yoktur ve kâinat tıka-basa bir şeylerle doludur. Eskiden “eter” ve “esir” denilen, şimdilerde “karanlık enerji” yada “kara madde” denilen şeyin içinde yüzerek dönüyor her-şey. Aynen denizdeki balıklar gibi. 

 

Dünyâ’nın döndüğüne delil olarak gösterilen en popüler âyet şudur:

 

“Dağları görürsün de, donmuş sanırsın; oysa onlar bulutların sürüklenmesi gibi sürüklenirler. Her-şeyi sapasağlam ve yerli-yerinde yapan Allah’ın sanatı (yapısı)dır (bu). Şüphesiz O, işlediklerinizden haberdardır” (Neml 88).

 

Oysa bu âyet kıyâmet sırasında olacak olan şeylerden bahsediyor. Zâten bir-önceki âyette yâni Neml 87. âyette bu çok açıktır:

 

“Sûra üfürüleceği gün, Allah’ın dilediği kimseler dışında, göklerde ve yerde olan herkes artık korkuya kapılmıştır ve her biri boyun bükmüş olarak O’na gelmişlerdir” (Neml 87).

 

Yâni “kıyâmet ânında dağlar yerlerinden sökülecek ve bulutlar gibi sürüklenecekler” diyor. Âyetleri/Kur’ân’ı anlamada siyak ve sibak denilen, söz-konusu bir âyeti, bir yada bir-kaç âyet öncesi ve sonrası ile birlikte okumak çok önemlidir hattâ olmazsa-olmazdır.

 

Şimdi verilen şu verilere bir bakın ve söylenenlerin mümkün olup-olmadığını düşünün…

 

1- Dünyâ’nın kendi etrâfında ekvatordaki dönüş hızı saatte yaklaşık 1.670 km’dir.

 

2- Dünyâ’nın Güneş etrâfındaki dönüş hızı saatte yaklaşık 107,000 km’dir. (Dünyâ bir günde; saatte 107,627 km. hızla 2.6 milyon kilometre yol almaktadır. Dünyâ bir yılda yaklaşık 940 milyon kilometre yol kat ediyor).

 

3- Güneş Sistemi, Samanyolu’nda belli bir yörüngede sâniyede 200 km. veyâ saatte 720.000 km. hızla dönüyor.

 

4- Samanyolu Galaksisi ise, 29 galaksi ile birlikte, içinde bulunduğu Yerel Küme’nin içinde olarak sâniyede 627 km. hızla yol almaktadır. Samanyolu Galaksisi saatte 2,26 milyon km. hızla, 652 milyon ışık-yılı uzaktaki gizemli bir noktaya doğru çekiliyor.

 

Diyorlar ki; içinde yaşadığımız Dünyâ, kendi etrâfında saatte 1.670 km. hızla dönerken, aynı-zamanda Güneş etrâfında da saatte 107.000 km. hızla dönüyormuş. Üstelik bununla birlikte, içinde bulunduğumuz Güneş Sistemi de Samanyolu Galaksisi içinde bir yörüngede saatte 720.000 km. hızla dönüyormuş. Tüm bunlardan sonra Samanyolu Galaksisi de içinde bulunduğu galaksi kümesi ile birlikte saatte 2,26 milyon km. hızla uzaydaki belirsiz bir noktaya doğru yol alıyormuş. Buna rağmen bizlerin bu hızı hissetmememizin nedeni yerçekimi imiş. Şöyle diyorlar: “Şu-anda uzayda bizlerin uzaya savrulmasının hiç-bir yolu yoktur. Çünkü Dünyâ’nın yer-çekimi, dönme hızına kıyasla daha fazladır”.

 

Ulan siz çocuk mu kandırıyorsunuz!. Beyni modern-bilim ile iğdiş olmuş olanların dışında kim inanır bu zırvalıklara!. Bir kere bunların hesaplanabilmesi söz-konusu bile değildir ki zâten buna gerek de yoktur, çünkü Dünyâ’nın döndüğü falan yoktur ve hiç-bir şey de hiç-bir yere gitmiyor. Dönen “gök”tür “Dünyâ” değil. Gökler, Allah’ın mükemmel düzenine ve muhteşem ve şaşmaz nizâmına  göre, Dünyâ’yı merkeze alacak şekilde dönüp durmaktadır: “Dönüp duran göğe andolsun!” (Târık 11).

 

Dînî açıdan gâyet mantıklı olan şöyle bir söz ederler: “İçinde Kâbe bulunan Dünyâ hiç-bir zaman Güneş’in etrâfını tavâf etmez”. Elbette!; çünkü tüm kâinât Dünyâ’nın, dolayısı ile Kâbe’nin etrâfında döner. Zâten haccın emredilmesinin bir nedeni de, insanların da tüm kâinatla birlikte bu döngüye katılmasıdır. Böylece insanlar da dâhil her-şey Kâbe’nin etrâfında dönmüş olur.

 

Dünyâ dönmez ve Güneş, Ay, gezegenler, diğer yıldızlar ve tüm gökler Dünyâ’nın etrâfında döner. Bu dönüşün bir ucu Dünyâ iken, diğer ucu ise kanımca, hiç dönmeyen ve yerinden hiç kıpırdamayan Kutup Yıldızı’dır.

 

Kur’ân’a göre Dünyâ, Allahsız modern-bilimin dediği gibi dönmez ve hiç-bir yere de gitmez. Fakat ille de dönen bir şeyden bahsedeceksek modern insandan bahsetmemiz gerekir. Çünkü modern insan, maddenin ve eşyânın etrâfında, maddenin parçacıklarından bile daha yüksek bir hızla dönmekte, daha doğrusu savrulmaktadır.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Eylül 2024

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »

Allah’ın Hâkimiyetini Âhirete Bırakmak

 

“Göklerde ilah ve yerde ilah O’dur. O, hüküm ve hikmet sâhibidir, bilendir” (Zuhrûf 84).

 

Allah katındaki tek hak din olan İslâm’ın temeli tevhid üzerine kuruludur. Tevhid ise, Dünyâ ve insanlar arasındaki her türlü iş dâhil, tüm kâinatta Allah’ın yaratma sanatının, yasalarının, kânun ve kurallarının mutlak anlamda geçerli olması ve her-şeyin Allah’a göre hareket etmesi demektir. Zâten kâinattaki muhteşem düzenin, nizâmın ve şaşmaz döngünün sebebi tevhid, yâni Allah’ın istisnâsız tüm kâinatta hâkim olmasıdır.

 

Tevhid, bu düzen ve nizâmın Dünyâ’da ve insanlar arasında da ikâme edilip yerleşerek, “insanlar arasında da mutlak anlamda Allah-merkezliliğin hâkim olması” demektir. Böylece Allah göklerin ve yerin Rabbi olarak kabûl edilip insanlar buna göre konum ve tavır aldığında tevhid bilinçli ve şuurlu bir şekilde gerçekleşmiş olacaktır.

 

Şu da var ki insanların Allah-merkezli olarak değil de insan/beşer-merkezli bir yolda giderek çeşitli sapmalara uğramaları da sünnetullahın yâni Allah’ın yasalarının bir sonucu olduğu için, Allah aslında her zaman, göklerde olduğu gibi yeryüzünün de “mutlak İlahı”dır. Fakat Allah’ın murâdı, insanların Allah’ın yeryüzündeki ilahlığını bilinçli-şuurlu şekilde ve kâlpten isteyerek onaylamaları ve buna göre yaşamalarıdır.

 

Lâkin böyle olmamakta ve insanlar Allah’ın mutlak ilahlığını ya sâdece göklere hasrediyorlar ki, gökleri ve düzenlemeye güçleri yetmediği için bunu mecbûren yapıyorlar, yada Allah’ın hâkimiyetini âhirete has kılıyorlar. Yâni târih boyunca mü’minlerin dışındaki insanlar Allah’ın hâkimiyetini ya göklere yada âhirete hasretmekte ve hapsetmektedirler.

 

Düşünsenize.. Allah her-şeyi yaratacak ama yarattığı her-şeye hâkim olamayacak. Bu mümkün olabilir mi?. Siz hiç, sâhibi olduğunuz bir şey üzerinde, sizi işe karıştırmayı yasaklayarak ve sizi hiç kâle almayarak, sizin malınız ve mülkünüz üzerinde başkasının irâde ve idâresini kabûl eder misiniz?. Modernler bunu kabûl etmemizi bekliyorlar ve lâiklik adı altında Allah’ı Dünyâ işlerine karıştırmayarak O’nun göklerdeki gibi yeryüzünde de hâkim olmasını engellemeyi savunuyorlar ve insanları da bunu kabûl etmeye zorluyorlar.

 

İşin acı tarafı ise, müslümanlardan da çoğu kişi mevcut modern yaşamdan râzı ve çok memnun olduğu için Allah’ın sözünün, dîninin ve gücünün yâni hâkimiyetinin âhirette gerçekleşeceğini zannetmeye ve söylemeye başladı. Böyle olduğu için hiç-bir yaptırımın Dünyâ’da gerçekleşmeyeceğini düşünüyorlar. Müslümanlarda, her ne günah işlenirse-işlensin, Allah’a, Peygamber’e, Kur’ân’a,  Dîne ve İslâm’a hangi hakâret yapılırsa-yapılsın, tüm bedelin ve yaptırımın âhirette olacağı düşüncesi oluştu. Kendilerini bu düşünceyle rahatlatıyorlar ve işin içinden sıyrıldıklarını zannediyorlar. Çünkü, “hayır!, günahların, haramların, suçların ve hattâ ayıpların bile Dünyâ’da da bir bedeli ve yaptırımı vardır” dedikleri anda, kafa ve beden konforları bozulacak ve bir şeyler yapmak zorunda kalacaklardır ki bir şeyler yapmak “yük altına girmek ve bedeli göze almak” demektir. Oysa mü’minlerin, Allah’ın hâkimiyetini -aynen göklerde olduğu gibi- yeryüzünde de kurmak ve ikâme etmek sorumluluğu ve görevi vardır.

 

Allah’ın hâkimiyetini göklere yada daha çok âhirete bırakanlar sâdece insanlardır. Diğer tüm varlık Allah’ın gökte olduğu gibi yeryüzünde de mutlak anlamda hâkim olduğu gerçeği üzerine hareket etmektedir:

 

“Orada (yerde) onun üstünde sarsılmaz dağlar vâr etti, onda bereketler yarattı ve isteyip-arayanlar için eşit olmak üzere oradaki rızıkları dört günde takdir etti. Sonra, duman hâlinde olan göğe yöneldi; böylece ona ve yere dedi ki: ‘İsteyerek veyâ istemeyerek gelin’. İkisi de: ‘İsteyerek (İtaat ederek) geldik’ dediler” (Fussilet 10-11).

 

Hz. Âdem’den bu yana tüm peygamberler Allah’ın hâkimiyetini yeryüzünde de ikâme etmek ve hâkim kılmak için çalışmıştır:

 

“Allah, dinden Nûh’a vasiyet ettiği (farz kıldığı) ettiği, sana vahyettiğimiz, İbrâhim’e, Mûsâ’ya ve Îsâ’ya vasiyet ettiğimiz (farz kıldığımız) ‘Allah’ın dînini hayâta egemen kılın (ekîmûd dîn) ve bu konuda görüş ayrılığına düşmeyin’ direktifini sizin için bir ‘hayat düsturu’ olarak öngördü. Fakat kendilerini çağırdığın bu düstur Allah’a ortak koşanlara ağır geldi. Allah dilediğini kendisine seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir” (Şûrâ 13).

 

“Tanrının/göklerin krallığı” şeklinde “Allah’ın hâkimiyetini yeryüzünde de kurmak” düşüncesi ve çabasından İncil’de ve Kitab-ı Mukaddes’te de bahsedilir:

 

“O günlerde Vaftizci Yahyâ, Yahudiye Çölü’nde ortaya çıktı. Şu çağrıyı yapıyordu: Tövbe edin!. Göklerin Egemenliği yaklaşmıştır” (Matta 3:1-2).

 

“Bu kralların zamanında, göklerin Tanrısı ‘asla yıkılmayacak bir krallık’ kuracak. O krallık başka bir halkın eline geçmeyecek. Bütün bu krallıkları ezip sona erdirecek ve kendisi sonsuza dek duracak” (Daniel 2:44).

 

Hz. Yahyâ olsun, Hz. Îsâ olsun, göklerin/Tanrının krallığını yeryüzünde de ikame etmek ve hâkim kılmak için çalışıp çabalamışlar, bu uğurda hayatlarını ortaya koymuşlar ve en sonunda fedâ etmişlerdir. O zamanlar “çarmıha gererek öldürmek” cezâsı, devlete karşı isyan çıkararak sistemi ve düzeni yıkmak ve onun yerine yeni bir düzen kurmak isteyenlere verilen bir cezâlandırma yöntemiydi. Hz. Yahyâ da Hz. Îsâ da, mevcut küfür, şirk ve zulüm düzenini yıkarak yerine Allah’ın krallığını yâni Allah’ın hâkimiyetini ikâme ederek ve hâkim kılarak bu -sözde- suçu işlemişlerdi de ölün ve çarmıh cezâsına çarptırılmışlardı. Yoksa Hz. Yahyâ da Hz. Îsâ da, Allah’ın hâkimiyetini göklere hapseden ve âhirete hasreden pasif ve tâvizci kişiler falan değillerdi.  

 

Allah’ın, insanlar içinden seçtiği ahlâk-timsâli bir kişiye vahyederek, hem bilgi ve bilincin kaynağı olan Kur’ân’ı, hem de “en güzel Peygamber örnekliği” (Ahzâb 21) ile Kur’ân-merkezli bir İslâmî hareket metodu ve ideâl bir yaşayış-davranış modeli ortaya koyarak amel ve eylemin kaynağı olan Sünnet’i ortaya koyması, dolayısıyla İslâm’ı indirmesi, insanların Allah’ın hâkimiyetini yeryüzünde de sağlamaları, ikâme etmeleri ve hâkim kılmaları içindir. Zîrâ Allah yeryüzünde hâkim olmadığında Dünyâ’da bir düzenin, nizâmın ve sonuçta adâletin, eşitliğin, hakkın, hakikatin, ahlâkın ve iyiliğin hâkim kılınması mümkün değildir. Göklerdeki düzenin ve nizâmın hiç bozulmamasının nedeni, insanların göklere karışamaması ve döngüye dokunamamasıdır. Yeryüzünde bir türlü düzenin ve nizâmın sağlanamamasının nedeni ise, Allah’ın yeryüzünde hâkim kılınmaması, hâkimiyetinin tanınmaması, O’nun emir ve nehiylerine göre yaşanmaması ve Allah-merkezli bir düşünce ve yaşayışta olunamamasıdır.

 

Göklerdeki muhteşem düzenin ve muazzam nizâmın hiç bozulmadan döngüsünü sürdürmesi, ancak ve sâdece Allah’a göre hareket etmesi iken, yeryüzünde düzenin ve nizâmın bir türlü kurulamaması ve kurulmak da istenmemesi, hayâtın Allah’a, âhirete, gayba, vahye, Kur’ân’a, Peygamber’e, Sünnet’e, dîn’e yâni İslâm’a göre değil de; şeytana, nefse ve tâğutlara göre düzenlenmesinin bir sonucudur. İşte tüm mücâdele ve mücâhede, göklerdeki hâkimiyetin yeryüzünde de kurulmasını sağlamak yada bunu önlemek mücâdelesidir. Müşrikler ve kâfirler bunu tüm güçleri ile önlemek için çalışırlarken, mü’minler ise Allah’ın Dünyâ’da da hâkim olması gereken hâkimiyetini göklere yada âhirete bırakmayarak, O’nun hâkimiyetini yeryüzünde de ikâme etmek ve hâkim kılmak çalışmaktadırlar ve çalışmalıdırlar. İnsanın ulaşabileceği en büyük hedef, amaç ve cihad, “tevhidi gerçekleştirmek için “Allah’ın yeryüzündeki hâkimiyetini sağlamak ve ikâme etmek” olmalıdır.

 

“Şüphesiz, bu, asıl büyük kurtuluş ve mutluluğun ta kendisidir. Böylece çalışanlar da bunun için çalışmalıdır” (Sâffât 60-61).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Eylül 2024

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »

11 Eylül 2024 Çarşamba

Allah’a ve Dîn’e İhtiyaç Duymamak

 

“O (bütün gerçek), yalnızca bizim (yaşamakta olduğumuz bu) dünyâ-hayâtımızdan ibârettir; ölürüz ve yaşarız, biz diriltilecekler değiliz” (Mü’minûn 37).

 

Târih boyunca bütün kâfir, müşrik, ateist-dehrî ve kendini ilah gibi gören tâğutların repliğidir bu âyet. Güyâ, “zamânı geldiğinde ölürüz ve yok olup gideriz, bu nedenle bizim ne Allah’a, ne âhirete, ne cennete-cehenneme, ne gayba, ne vahye, ne peygamberlere, ne dîn’e-îmâna ne de İslâm’a ihtiyâcımız yok” derler. Lâkin şu-anda hepsi de Allah’ın huzûrunda el-pençe divan durmuş olarak ve korku içinde nasıl hesap vereceklerinin derdine düşmüş durumdadırlar ve de şöyle demektedirler:

 

Dediler ki: ‘Biz yer (toprağın için) de yok olup gittikten sonra, gerçekten biz mi yeniden yaratılmış olacağız?’. Hayır, onlar Rablerine kavuşmayı inkâr edenlerdir. De ki: ‘Size vekil kılınan ölüm meleği, hayâtınıza son verecek, sonra Rabbinize döndürülmüş olacaksınız’. Suçlu-günahkârları, Rableri huzûrunda başları öne eğilmiş olarak: ‘Rabbimiz, gördük ve işittik; şimdi bizi (bir kere daha Dünyâ’ya) geri çevir, sâlih bir amelde bulunalım, artık biz gerçekten kesin bilgiyle inananlarız’ (diye yalvaracakları zamânı) bir görsen” (Secde 10-12).

 

Fakat Allah onlara kulak asmayacak ve Kur’ân’ın şu âyetleri, Dünyâ’da Allah’a ve dîne ihtiyaç duymayanların kulaklarında çınlayacak:

 

Hayır; onlar, geçmiştekilerin söylediklerinin benzerini söylediler. Dediler ki: Öldüğümüz, toprak ve kemik olduğumuz zaman, gerçekten biz mi diriltilecek mişiz?. Andolsun, bu tehdit, bize ve bizden önceki atalarımıza yapılmıştı; bu, geçmişlerin uydurma masallarından başka bir şey değildir” (Mü’minûn 81-83).

 

İnsanlar ikiye ayrılır: 1-Bedeninin ihtiyaçlarını öne alanlar; 2-Rûhunun ihtiyaçlarını öne alanlar. Bedenin ihtiyaçlarının sonu olmadığı için Allah’a ve dîne ihtiyaç duymaya sıra gelmez. Rûhunun ihtiyaçlarını öne alanlar ise bedenin ihtiyaç duyduğu şeylerin bir-çoğunun gerçek ihtiyaçlar olmadığını çok net bilip-gördükleri için daha çok Allah’a ve dîne ihtiyaç duyarlar ve onlar için çaba harcarlar. Zîrâ insan en çok neye ihtiyaç duyarsa, en çok o şey için çabalar.

 

Daha çok ihtiyaç sâhibi olmak değil, “daha yüce ihtiyaç sâhibi olmak” değerli yapar insanı. Yüce ihtiyaçlar olan Allah’a ve dîne ihtiyaç duymaktır insanı insan yapan. Aksi-takdirde hayvan gibi yaşamak kaçınılmaz olur. Çünkü hayvanlar ancak bedenlerinin ihtiyaçlarını ihtiyaç olarak görürler ve onun ardından koştukça koşarlar.

 

İhtiraslar arttıkça ihtiyaçlar fazlalaşır. Tabi bu ihtiyaçlar gerçek ihtiyaçlar değildir. Gerçek olmayan ihtiyaçlar yozlaştırır. Ne kadar çok şeye ihtiyaç duyarsanız o kadar çok yozlaşırsınız. Modern dünyânın hâl-i pür melâlinin nedeni budur.

 

Peki Allah’a ve dîne ihtiyaç duymayanlar buna niçin ihtiyaç duymazlar?. Çünkü inanmazlar. İnsan inanmadığı şeye ihtiyaç duymaz. Neye inanırsa ona ihtiyaç duyar ve en çok inandığı şey en çok ihtiyaç duyduğu şeydir. O-hâlde “bana ihtiyâcını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim” diye bir laf edilse yanlış olmaz. 

 

İşte aynen bunun gibi, inananlar da inandığı şeye ihtiyaç duymaya başlarlar. Ne kadar inanırlarsa o kadar ihtiyaç duyarlar. İhtiyâcın şiddeti îmânın şiddetini gösterir.

 

Allah, âhiret, gayb, vahiy, peygamberlik, din ve İslâm; bunların varlığı ve kutsallığı, îman edenler için gerekçelendirilmeye ihtiyaç duymaz. Zîrâ bunlar îman ile sâbittir, îman edenler için sâbittir. Îman edenler için îman unsurlarının varlığı ve hakîkati konusunda bir sorun yoktur ki!. Her-şey bellidir ve apaçık şekilde ortadadır.

 

Allah’a ve dîne ihtiyaç duymayan ateistler, agnostikler ve deistler; “inanmadığımız” için ihtiyaç duymuyoruz diye kendilerince mantıklı bir şey söylerlerken, Allah’a ve dîne inandığını söylemesine rağmen Allah ve din için kılını bile kıpırdatmayanların bu tavırları, Allah’a ve dîne “ihtiyaç duymadıkları” içindir. İnanıyorlarmış ama ihtiyaç duymadıkları için din ile ilgilenmiyorlar. Geçin bunları, siz kimi kandırıyorsunuz!..

 

Peki 2000-2500 yıl öncesine dayanan zırvalıklar olan demokrasi ve cumhûriyete neden inanıyorsunuz ve bunlara ihtiyaç duyuyorsunuz?. Allah’a ve dîne ihtiyaç duymayanlar, nefislerine uygun olmadığı için ihtiyaç duymuyorlar. Eğer eğlenceli, keyifli, zevkli ve bedelsiz olsaydı Allah ve din ile ilgilenirlerdi ve ilgilendikleri ölçüde bunlara ihtiyaç da duyarlardı. Meselâ Allah ve din ile kafalarına ve nefislerine uydurdukları şekilde ilgilenenler gibi. 

 

İnsanların çoğu, ne kadar absürd, saçma, yalan, bâtıl, hurâfe vs. varsa onlarla ilgileniyorlar ve onlarla ilgilenmeye ihtiyaç duyuyorlar. Bu, Allah ve din ile ilgilenmemenin ve onlara ihtiyaç duymamanın Dünyâ’daki cezâsından başkası değildir. Çünkü yapılması gerekeni yapmayanlar mutlakâ -bir cezâ olarak- yapılmaması gereken şeyleri yapmaya başlarlar. Hakîkatin peşine düşmeyen insanlar, masal, mitoloji ve hurâfelerle ilgilenmeye ihtiyaç duymaya başlarlar.

 

Birileri de “Kur’ân bize yeter” diyerek Peygamberimiz’e ve vahiy-merkezli amel-eylem demek olan Sünnet’e ihtiyaç duymuyor. “Sünnet’e ihtiyaç olmaması”, “Peygamber’e ihtiyaç olmaması” demektir. Peygamber’e ihtiyaç olmaması ise, Kur’ân’ın amel-eyleme dönüşmesine ihtiyacın olmaması anlamına gelir. Sâdece îman, ibâdet ve ahlâk içeren dinler, bir peygambere ihtiyaç duymazlar. İslâm’ı kuru îman ve ibâdet dînine çevirmeye çalışanlar, bu nedenle  Peygamberimiz’i gündem-dışı etmek istiyorlar.

 

Şu da var ki, “bizim Allah’a ve dîne ihtiyâcımız yok” diyenler, yeri geldiğinde ve Allah’tan başkasına ihtiyaç duymayacak hâle geldiklerinde Allah’a ve dîne öyle bir sığınırlar ki:

 

“Karada ve denizde sizi gezdiren O’dur. Öyle ki siz gemide bulunduğunuz zaman, onlar da güzel bir rüzgârla onu yüzdürürlerken ve (tam) bununla sevinmektelerken, ona çılgınca bir rüzgâr gelip çatar ve her yandan dalgalar onları kuşatıverir; onlar artık bu (dalgalarla) gerçekten kuşatıldıklarını sanmışlarken, dinde O’na ‘gönülden katıksız bağlılar (muhlîsler)’ olarak Allah’a duâ etmeye başlarlar: Andolsun eğer bundan bizi kurtaracak olursan, muhakkak sana şükredenlerden olacağız derler” (Yûnus 22).

 

O korku içinde gözleri Allah’tan ve din’den başkasını görmez ve başka da bir şey düşünemezler. Çünkü onara o-anda Allah’tan başka yardım edebilecek hiç kimse ve hiç-bir şey yoktur. Ama ne fayda. Karaya çıkınca iş değişir:

 

“Ama (Allah) onları kurtarınca, hemen haksız yere, yeryüzünde taşkınlığa koyulurlar. Ey insanlar!, sizin taşkınlığınız, ancak kendi aleyhinizedir; (bu) dünyâ-hayâtının geçici metaıdır. Sonra dönüşünüz bizedir, biz de yaptıklarınızı size haber vereceğiz” (Yûnus 23).

 

Allah muhtaç olunmaya en lâyık olandır. Allah’a ihtiyaç duyup da muhtâç olunmayacak da neye ve kime muhtâç olunacak?. Meselâ uzunca bir süre yağmur yağmayacak ve barajlar dip yapacak olsa, yağmurun yağmasını kimden ve neyden bekleyeceksiniz ki!:

 

“De ki: Haber verin; eğer suyunuz yerin dibine göçüverecek olsa, bu durumda kim size bir akar su kaynağı getirebilir?” (Mülk 30).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Eylül 2024

Devamını Oku »