18 Eylül 2024 Çarşamba

Allah’ın Hâkimiyetini Âhirete Bırakmak

 

“Göklerde ilah ve yerde ilah O’dur. O, hüküm ve hikmet sâhibidir, bilendir” (Zuhrûf 84).

 

Allah katındaki tek hak din olan İslâm’ın temeli tevhid üzerine kuruludur. Tevhid ise, Dünyâ ve insanlar arasındaki her türlü iş dâhil, tüm kâinatta Allah’ın yaratma sanatının, yasalarının, kânun ve kurallarının mutlak anlamda geçerli olması ve her-şeyin Allah’a göre hareket etmesi demektir. Zâten kâinattaki muhteşem düzenin, nizâmın ve şaşmaz döngünün sebebi tevhid, yâni Allah’ın istisnâsız tüm kâinatta hâkim olmasıdır.

 

Tevhid, bu düzen ve nizâmın Dünyâ’da ve insanlar arasında da ikâme edilip yerleşerek, “insanlar arasında da mutlak anlamda Allah-merkezliliğin hâkim olması” demektir. Böylece Allah göklerin ve yerin Rabbi olarak kabûl edilip insanlar buna göre konum ve tavır aldığında tevhid bilinçli ve şuurlu bir şekilde gerçekleşmiş olacaktır.

 

Şu da var ki insanların Allah-merkezli olarak değil de insan/beşer-merkezli bir yolda giderek çeşitli sapmalara uğramaları da sünnetullahın yâni Allah’ın yasalarının bir sonucu olduğu için, Allah aslında her zaman, göklerde olduğu gibi yeryüzünün de “mutlak İlahı”dır. Fakat Allah’ın murâdı, insanların Allah’ın yeryüzündeki ilahlığını bilinçli-şuurlu şekilde ve kâlpten isteyerek onaylamaları ve buna göre yaşamalarıdır.

 

Lâkin böyle olmamakta ve insanlar Allah’ın mutlak ilahlığını ya sâdece göklere hasrediyorlar ki, gökleri ve düzenlemeye güçleri yetmediği için bunu mecbûren yapıyorlar, yada Allah’ın hâkimiyetini âhirete has kılıyorlar. Yâni târih boyunca mü’minlerin dışındaki insanlar Allah’ın hâkimiyetini ya göklere yada âhirete hasretmekte ve hapsetmektedirler.

 

Düşünsenize.. Allah her-şeyi yaratacak ama yarattığı her-şeye hâkim olamayacak. Bu mümkün olabilir mi?. Siz hiç, sâhibi olduğunuz bir şey üzerinde, sizi işe karıştırmayı yasaklayarak ve sizi hiç kâle almayarak, sizin malınız ve mülkünüz üzerinde başkasının irâde ve idâresini kabûl eder misiniz?. Modernler bunu kabûl etmemizi bekliyorlar ve lâiklik adı altında Allah’ı Dünyâ işlerine karıştırmayarak O’nun göklerdeki gibi yeryüzünde de hâkim olmasını engellemeyi savunuyorlar ve insanları da bunu kabûl etmeye zorluyorlar.

 

İşin acı tarafı ise, müslümanlardan da çoğu kişi mevcut modern yaşamdan râzı ve çok memnun olduğu için Allah’ın sözünün, dîninin ve gücünün yâni hâkimiyetinin âhirette gerçekleşeceğini zannetmeye ve söylemeye başladı. Böyle olduğu için hiç-bir yaptırımın Dünyâ’da gerçekleşmeyeceğini düşünüyorlar. Müslümanlarda, her ne günah işlenirse-işlensin, Allah’a, Peygamber’e, Kur’ân’a,  Dîne ve İslâm’a hangi hakâret yapılırsa-yapılsın, tüm bedelin ve yaptırımın âhirette olacağı düşüncesi oluştu. Kendilerini bu düşünceyle rahatlatıyorlar ve işin içinden sıyrıldıklarını zannediyorlar. Çünkü, “hayır!, günahların, haramların, suçların ve hattâ ayıpların bile Dünyâ’da da bir bedeli ve yaptırımı vardır” dedikleri anda, kafa ve beden konforları bozulacak ve bir şeyler yapmak zorunda kalacaklardır ki bir şeyler yapmak “yük altına girmek ve bedeli göze almak” demektir. Oysa mü’minlerin, Allah’ın hâkimiyetini -aynen göklerde olduğu gibi- yeryüzünde de kurmak ve ikâme etmek sorumluluğu ve görevi vardır.

 

Allah’ın hâkimiyetini göklere yada daha çok âhirete bırakanlar sâdece insanlardır. Diğer tüm varlık Allah’ın gökte olduğu gibi yeryüzünde de mutlak anlamda hâkim olduğu gerçeği üzerine hareket etmektedir:

 

“Orada (yerde) onun üstünde sarsılmaz dağlar vâr etti, onda bereketler yarattı ve isteyip-arayanlar için eşit olmak üzere oradaki rızıkları dört günde takdir etti. Sonra, duman hâlinde olan göğe yöneldi; böylece ona ve yere dedi ki: ‘İsteyerek veyâ istemeyerek gelin’. İkisi de: ‘İsteyerek (İtaat ederek) geldik’ dediler” (Fussilet 10-11).

 

Hz. Âdem’den bu yana tüm peygamberler Allah’ın hâkimiyetini yeryüzünde de ikâme etmek ve hâkim kılmak için çalışmıştır:

 

“Allah, dinden Nûh’a vasiyet ettiği (farz kıldığı) ettiği, sana vahyettiğimiz, İbrâhim’e, Mûsâ’ya ve Îsâ’ya vasiyet ettiğimiz (farz kıldığımız) ‘Allah’ın dînini hayâta egemen kılın (ekîmûd dîn) ve bu konuda görüş ayrılığına düşmeyin’ direktifini sizin için bir ‘hayat düsturu’ olarak öngördü. Fakat kendilerini çağırdığın bu düstur Allah’a ortak koşanlara ağır geldi. Allah dilediğini kendisine seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir” (Şûrâ 13).

 

“Tanrının/göklerin krallığı” şeklinde “Allah’ın hâkimiyetini yeryüzünde de kurmak” düşüncesi ve çabasından İncil’de ve Kitab-ı Mukaddes’te de bahsedilir:

 

“O günlerde Vaftizci Yahyâ, Yahudiye Çölü’nde ortaya çıktı. Şu çağrıyı yapıyordu: Tövbe edin!. Göklerin Egemenliği yaklaşmıştır” (Matta 3:1-2).

 

“Bu kralların zamanında, göklerin Tanrısı ‘asla yıkılmayacak bir krallık’ kuracak. O krallık başka bir halkın eline geçmeyecek. Bütün bu krallıkları ezip sona erdirecek ve kendisi sonsuza dek duracak” (Daniel 2:44).

 

Hz. Yahyâ olsun, Hz. Îsâ olsun, göklerin/Tanrının krallığını yeryüzünde de ikame etmek ve hâkim kılmak için çalışıp çabalamışlar, bu uğurda hayatlarını ortaya koymuşlar ve en sonunda fedâ etmişlerdir. O zamanlar “çarmıha gererek öldürmek” cezâsı, devlete karşı isyan çıkararak sistemi ve düzeni yıkmak ve onun yerine yeni bir düzen kurmak isteyenlere verilen bir cezâlandırma yöntemiydi. Hz. Yahyâ da Hz. Îsâ da, mevcut küfür, şirk ve zulüm düzenini yıkarak yerine Allah’ın krallığını yâni Allah’ın hâkimiyetini ikâme ederek ve hâkim kılarak bu -sözde- suçu işlemişlerdi de ölün ve çarmıh cezâsına çarptırılmışlardı. Yoksa Hz. Yahyâ da Hz. Îsâ da, Allah’ın hâkimiyetini göklere hapseden ve âhirete hasreden pasif ve tâvizci kişiler falan değillerdi.  

 

Allah’ın, insanlar içinden seçtiği ahlâk-timsâli bir kişiye vahyederek, hem bilgi ve bilincin kaynağı olan Kur’ân’ı, hem de “en güzel Peygamber örnekliği” (Ahzâb 21) ile Kur’ân-merkezli bir İslâmî hareket metodu ve ideâl bir yaşayış-davranış modeli ortaya koyarak amel ve eylemin kaynağı olan Sünnet’i ortaya koyması, dolayısıyla İslâm’ı indirmesi, insanların Allah’ın hâkimiyetini yeryüzünde de sağlamaları, ikâme etmeleri ve hâkim kılmaları içindir. Zîrâ Allah yeryüzünde hâkim olmadığında Dünyâ’da bir düzenin, nizâmın ve sonuçta adâletin, eşitliğin, hakkın, hakikatin, ahlâkın ve iyiliğin hâkim kılınması mümkün değildir. Göklerdeki düzenin ve nizâmın hiç bozulmamasının nedeni, insanların göklere karışamaması ve döngüye dokunamamasıdır. Yeryüzünde bir türlü düzenin ve nizâmın sağlanamamasının nedeni ise, Allah’ın yeryüzünde hâkim kılınmaması, hâkimiyetinin tanınmaması, O’nun emir ve nehiylerine göre yaşanmaması ve Allah-merkezli bir düşünce ve yaşayışta olunamamasıdır.

 

Göklerdeki muhteşem düzenin ve muazzam nizâmın hiç bozulmadan döngüsünü sürdürmesi, ancak ve sâdece Allah’a göre hareket etmesi iken, yeryüzünde düzenin ve nizâmın bir türlü kurulamaması ve kurulmak da istenmemesi, hayâtın Allah’a, âhirete, gayba, vahye, Kur’ân’a, Peygamber’e, Sünnet’e, dîn’e yâni İslâm’a göre değil de; şeytana, nefse ve tâğutlara göre düzenlenmesinin bir sonucudur. İşte tüm mücâdele ve mücâhede, göklerdeki hâkimiyetin yeryüzünde de kurulmasını sağlamak yada bunu önlemek mücâdelesidir. Müşrikler ve kâfirler bunu tüm güçleri ile önlemek için çalışırlarken, mü’minler ise Allah’ın Dünyâ’da da hâkim olması gereken hâkimiyetini göklere yada âhirete bırakmayarak, O’nun hâkimiyetini yeryüzünde de ikâme etmek ve hâkim kılmak çalışmaktadırlar ve çalışmalıdırlar. İnsanın ulaşabileceği en büyük hedef, amaç ve cihad, “tevhidi gerçekleştirmek için “Allah’ın yeryüzündeki hâkimiyetini sağlamak ve ikâme etmek” olmalıdır.

 

“Şüphesiz, bu, asıl büyük kurtuluş ve mutluluğun ta kendisidir. Böylece çalışanlar da bunun için çalışmalıdır” (Sâffât 60-61).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Eylül 2024

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder