“Göklerde ilah ve yerde ilah O’dur. O, hüküm
ve hikmet sâhibidir, bilendir” (Zuhrûf 84).
Allah
katındaki tek hak din olan İslâm’ın temeli tevhid üzerine kuruludur. Tevhid
ise, Dünyâ ve insanlar arasındaki her türlü iş dâhil, tüm kâinatta Allah’ın
yaratma sanatının, yasalarının, kânun ve kurallarının mutlak anlamda geçerli olması
ve her-şeyin Allah’a göre hareket etmesi demektir. Zâten kâinattaki muhteşem
düzenin, nizâmın ve şaşmaz döngünün sebebi tevhid, yâni Allah’ın istisnâsız tüm
kâinatta hâkim olmasıdır.
Tevhid,
bu düzen ve nizâmın Dünyâ’da ve insanlar arasında da ikâme edilip yerleşerek, “insanlar
arasında da mutlak anlamda Allah-merkezliliğin hâkim olması” demektir. Böylece
Allah göklerin ve yerin Rabbi olarak kabûl edilip insanlar buna göre konum ve
tavır aldığında tevhid bilinçli ve şuurlu bir şekilde gerçekleşmiş olacaktır.
Şu da
var ki insanların Allah-merkezli olarak değil de insan/beşer-merkezli bir yolda
giderek çeşitli sapmalara uğramaları da sünnetullahın yâni Allah’ın yasalarının
bir sonucu olduğu için, Allah aslında her zaman, göklerde olduğu gibi
yeryüzünün de “mutlak İlahı”dır. Fakat Allah’ın murâdı, insanların Allah’ın
yeryüzündeki ilahlığını bilinçli-şuurlu şekilde ve kâlpten isteyerek onaylamaları
ve buna göre yaşamalarıdır.
Lâkin
böyle olmamakta ve insanlar Allah’ın mutlak ilahlığını ya sâdece göklere hasrediyorlar
ki, gökleri ve düzenlemeye güçleri yetmediği için bunu mecbûren yapıyorlar, yada
Allah’ın hâkimiyetini âhirete has kılıyorlar. Yâni târih boyunca mü’minlerin
dışındaki insanlar Allah’ın hâkimiyetini ya göklere yada âhirete hasretmekte ve
hapsetmektedirler.
Düşünsenize..
Allah her-şeyi yaratacak ama yarattığı her-şeye hâkim olamayacak. Bu mümkün
olabilir mi?. Siz hiç, sâhibi olduğunuz bir şey üzerinde, sizi işe karıştırmayı
yasaklayarak ve sizi hiç kâle almayarak, sizin malınız ve mülkünüz üzerinde
başkasının irâde ve idâresini kabûl eder misiniz?. Modernler bunu kabûl etmemizi
bekliyorlar ve lâiklik adı altında Allah’ı Dünyâ işlerine karıştırmayarak O’nun
göklerdeki gibi yeryüzünde de hâkim olmasını engellemeyi savunuyorlar ve
insanları da bunu kabûl etmeye zorluyorlar.
İşin
acı tarafı ise, müslümanlardan da çoğu kişi mevcut modern yaşamdan râzı ve çok
memnun olduğu için Allah’ın sözünün, dîninin ve gücünün yâni hâkimiyetinin
âhirette gerçekleşeceğini zannetmeye ve söylemeye başladı. Böyle olduğu için
hiç-bir yaptırımın Dünyâ’da gerçekleşmeyeceğini düşünüyorlar. Müslümanlarda, her
ne günah işlenirse-işlensin, Allah’a, Peygamber’e, Kur’ân’a, Dîne ve İslâm’a hangi hakâret yapılırsa-yapılsın,
tüm bedelin ve yaptırımın âhirette olacağı düşüncesi oluştu. Kendilerini bu düşünceyle
rahatlatıyorlar ve işin içinden sıyrıldıklarını zannediyorlar. Çünkü, “hayır!,
günahların, haramların, suçların ve hattâ ayıpların bile Dünyâ’da da bir bedeli
ve yaptırımı vardır” dedikleri anda, kafa ve beden konforları bozulacak ve bir
şeyler yapmak zorunda kalacaklardır ki bir şeyler yapmak “yük altına girmek ve
bedeli göze almak” demektir. Oysa mü’minlerin, Allah’ın hâkimiyetini -aynen
göklerde olduğu gibi- yeryüzünde de kurmak ve ikâme etmek sorumluluğu ve görevi
vardır.
Allah’ın
hâkimiyetini göklere yada daha çok âhirete bırakanlar sâdece insanlardır. Diğer
tüm varlık Allah’ın gökte olduğu gibi yeryüzünde de mutlak anlamda hâkim olduğu
gerçeği üzerine hareket etmektedir:
“Orada (yerde) onun üstünde sarsılmaz dağlar
vâr etti, onda bereketler yarattı ve isteyip-arayanlar için eşit olmak üzere
oradaki rızıkları dört günde takdir etti. Sonra, duman hâlinde olan göğe
yöneldi; böylece ona ve yere dedi ki: ‘İsteyerek veyâ istemeyerek gelin’. İkisi
de: ‘İsteyerek (İtaat ederek) geldik’ dediler” (Fussilet
10-11).
Hz. Âdem’den
bu yana tüm peygamberler Allah’ın hâkimiyetini yeryüzünde de ikâme etmek ve
hâkim kılmak için çalışmıştır:
“Allah, dinden Nûh’a vasiyet ettiği (farz
kıldığı) ettiği, sana vahyettiğimiz, İbrâhim’e, Mûsâ’ya ve Îsâ’ya vasiyet
ettiğimiz (farz kıldığımız) ‘Allah’ın dînini hayâta egemen kılın (ekîmûd
dîn) ve bu konuda görüş ayrılığına düşmeyin’ direktifini sizin için bir ‘hayat
düsturu’ olarak öngördü. Fakat kendilerini çağırdığın bu düstur Allah’a
ortak koşanlara ağır geldi. Allah dilediğini kendisine seçer ve kendisine
yöneleni de doğru yola iletir” (Şûrâ 13).
“Tanrının/göklerin
krallığı” şeklinde “Allah’ın hâkimiyetini yeryüzünde de kurmak” düşüncesi ve
çabasından İncil’de ve Kitab-ı Mukaddes’te de bahsedilir:
“O
günlerde Vaftizci Yahyâ, Yahudiye Çölü’nde ortaya çıktı. Şu çağrıyı yapıyordu: Tövbe
edin!. Göklerin Egemenliği yaklaşmıştır” (Matta 3:1-2).
“Bu
kralların zamanında, göklerin Tanrısı ‘asla yıkılmayacak bir krallık’ kuracak.
O krallık başka bir halkın eline geçmeyecek. Bütün bu krallıkları ezip sona
erdirecek ve kendisi sonsuza dek duracak” (Daniel 2:44).
Hz. Yahyâ
olsun, Hz. Îsâ olsun, göklerin/Tanrının krallığını yeryüzünde de ikame etmek ve
hâkim kılmak için çalışıp çabalamışlar, bu uğurda hayatlarını ortaya koymuşlar
ve en sonunda fedâ etmişlerdir. O zamanlar “çarmıha gererek öldürmek” cezâsı, devlete
karşı isyan çıkararak sistemi ve düzeni yıkmak ve onun yerine yeni bir düzen
kurmak isteyenlere verilen bir cezâlandırma yöntemiydi. Hz. Yahyâ da Hz. Îsâ
da, mevcut küfür, şirk ve zulüm düzenini yıkarak yerine Allah’ın krallığını
yâni Allah’ın hâkimiyetini ikâme ederek ve hâkim kılarak bu -sözde- suçu
işlemişlerdi de ölün ve çarmıh cezâsına çarptırılmışlardı. Yoksa Hz. Yahyâ da
Hz. Îsâ da, Allah’ın hâkimiyetini göklere hapseden ve âhirete hasreden pasif ve
tâvizci kişiler falan değillerdi.
Allah’ın,
insanlar içinden seçtiği ahlâk-timsâli bir kişiye vahyederek, hem bilgi ve
bilincin kaynağı olan Kur’ân’ı, hem de “en güzel Peygamber örnekliği” (Ahzâb
21) ile Kur’ân-merkezli bir İslâmî hareket metodu ve ideâl bir yaşayış-davranış
modeli ortaya koyarak amel ve eylemin kaynağı olan Sünnet’i ortaya koyması,
dolayısıyla İslâm’ı indirmesi, insanların Allah’ın hâkimiyetini yeryüzünde de sağlamaları,
ikâme etmeleri ve hâkim kılmaları içindir. Zîrâ Allah yeryüzünde hâkim olmadığında
Dünyâ’da bir düzenin, nizâmın ve sonuçta adâletin, eşitliğin, hakkın, hakikatin,
ahlâkın ve iyiliğin hâkim kılınması mümkün değildir. Göklerdeki düzenin ve nizâmın
hiç bozulmamasının nedeni, insanların göklere karışamaması ve döngüye
dokunamamasıdır. Yeryüzünde bir türlü düzenin ve nizâmın sağlanamamasının nedeni
ise, Allah’ın yeryüzünde hâkim kılınmaması, hâkimiyetinin tanınmaması, O’nun emir
ve nehiylerine göre yaşanmaması ve Allah-merkezli bir düşünce ve yaşayışta olunamamasıdır.
Göklerdeki
muhteşem düzenin ve muazzam nizâmın hiç bozulmadan döngüsünü sürdürmesi, ancak ve
sâdece Allah’a göre hareket etmesi iken, yeryüzünde düzenin ve nizâmın bir türlü
kurulamaması ve kurulmak da istenmemesi, hayâtın Allah’a, âhirete, gayba, vahye,
Kur’ân’a, Peygamber’e, Sünnet’e, dîn’e yâni İslâm’a göre değil de; şeytana,
nefse ve tâğutlara göre düzenlenmesinin bir sonucudur. İşte tüm mücâdele ve
mücâhede, göklerdeki hâkimiyetin yeryüzünde de kurulmasını sağlamak yada bunu
önlemek mücâdelesidir. Müşrikler ve kâfirler bunu tüm güçleri ile önlemek için
çalışırlarken, mü’minler ise Allah’ın Dünyâ’da da hâkim olması gereken
hâkimiyetini göklere yada âhirete bırakmayarak, O’nun hâkimiyetini yeryüzünde
de ikâme etmek ve hâkim kılmak çalışmaktadırlar ve çalışmalıdırlar. İnsanın
ulaşabileceği en büyük hedef, amaç ve cihad, “tevhidi gerçekleştirmek için “Allah’ın
yeryüzündeki hâkimiyetini sağlamak ve ikâme etmek” olmalıdır.
“Şüphesiz,
bu, asıl büyük kurtuluş ve mutluluğun ta kendisidir. Böylece çalışanlar da
bunun için çalışmalıdır” (Sâffât 60-61).
En
doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Eylül 2024
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder