29 Mart 2024 Cuma

İnsanı Melekleştirmek

 

“Şeytan, kendilerinden örtülüp gizlenen çirkin yerlerini açığa çıkarmak için onlara vesvese verdi ve dedi ki: Rabbinizin size bu ağacı yasaklaması, yalnızca, sizin iki melek olmamanız veyâ ebedî yaşayanlardan kılınmamanız içindir” (A’raf 20).

 

Şeytan tâ ilk baştan yâni Hz. Âdem ve Havvâ’dan bêri insanları “melek olmak”la kandırmış ve ayartmıştır. Böylece insan, ulaşabileceği en üst aşamaya yâni meleklik aşamasına çıkacak ve nefsinden arınmış hâliyle Allah’ın her emrini yerine getirecektir. Fakat insan melek olarak yaratılmamıştır ve onda imtihan gereğince mücâdele edip duracağı terbiye etmesi gereken bir nefsi vardır ve nefs sürekli olarak kötülüğü emreder: (Yine de) ben nefsimi temize çıkaramam. Çünkü gerçekten nefis, -Rabbimin kendisini esirgediği dışında- var-gücüyle kötülüğü emredendir. Şüphesiz, benim Rabbim, bağışlayandır, esirgeyendir (Yûsuf 53).

 

İnsanların, “melekleşmek” gibi bir sorumlulukları yoktur. Allah insanlardan böyle bir şey beklemez. Zâten insanı insan olarak yaratmıştır. Fakat buna rağmen insanlar insanları melekleştirmeye çalışırlar. Melekleştirmek aslında “günahsızlaştırmak” demektir. Böylece Dünyâ’da melekler gibi günahsız insanlar olacak ve kavga, gürültü, kötülük, çirkinlik vs. olmayacak ve dünyâ huzurla dolacaktır. Dünyâ’yı ve insanları melekler yönetseydi ve insanlar da “melek gibi” olsaydı bile, sünnetullah gereğince insanlar, “doğal imtihan”ın zorluklarıyla karşılaşmaya devâm ederlerdi.

 

Şu da var ki melekler zâten vardır ve onların bulunduğu yerde Allah’ın emrinden başka bir şey olmaz. Dünyâ’yı meleklerle yada melekleşmiş insanlarla doldurmanın bir anlamı ve mânâsı yoktur. İnsan “insan”dır ve insan gibi davranacaktır. Fakat insanın “insan gibi” davranması, “melek gibi” davranması demek değildir.

 

İnsanı melekleştirmek adına, insanların en mâsum ve güzel olanlarına “melek gibi” denir. Çünkü sürekli olarak bir melekleştirme isteği vardır insanda. İnsanların en mâsumu bebeklerken, en güzelleri ise kadınlar-kızlar olduğu için bebeklere ve kızlara-kadınlara hep “meleğim” diye hitâp ederler. Özellikle dişi olan bebekler, sonra kızlar, kadınlar ve anneler melek gibi görülür ve onlara “meleğim” diye hitâp edilir. Zâten modernite, kadınları melekleştirirken, erkekleri ise şeytanlaştırır. Eğer kadınsanız otomatik olarak melek, ama erkekseniz otomatik olarak şeytansınızdır. Çünkü modernite varlığını kadın üzerinden sürdürdüğü için kadınları ve kızları melekleştirmek zorundadır. Bu nedenle kadınlara melek ismi verilir de erkeklere verilmez. Oysa meleklerin dişi olduğuna dâir bir bilgi yoktur. Melekleri dişi olarak kabûl etmek özellikle âhiret bilgi ve bilinci olmayan insanların bir zannıdır sâdece:

 

“Yoksa onlar, şâhidlik etmekteyken biz melekleri dişiler olarak mı yarattık?” (Sâffât 150).

 

“Gerçek şu ki, âhirete îman etmeyenler, melekleri dişi isimlerle isimlendiriyorlar. Oysa onların bununla ilgili hiç-bir bilgileri yoktur. Onlar, yalnızca zanna uymaktadırlar. Oysa gerçekte zan, haktan yana hiç-bir yarar sağlamaz” (Necm 27-28).

 

Allah elçileri hep erkeklerden göndermiştir. Bu-bağlamda melekleri dişileştirenlere karşı şöyle der:

 

“Onu eğer bir melek kılsaydık, elbette erkek (sûretinde bir melek) kılardık ve mutlakâ katmakta oldukları (şüpheleri) yine katardık” (En-âm 9).

 

Allah’ın, meleklerin dişi addedilmesine çok kızmasının nedeni, kâfirlerin, melekleri “Allah’ın kızları” olarak görüyor olmalarıydı. Buradaki “kızları” ifâdesinden anlaşılması gereken şey, “Allah’tan olma kızlar” değil, -hâşâ- “Allah’ın haremindeki kızlar”dır.

 

İnsanı melekleştirmek sâdece yaşarken değil, ölünce de yapılır. Bir insan öldüğünde -kim olursa ve ne yapmış olursa-olsun, “melek oldu” derler. Yâni melek oldu ve cennete uçtu gitti” anlamında. Bir de, ölenler için “o bizi hep görüyor ve izliyor” inancı vardır. Tabi bizi sürekli görenler ve izleyenler “melek olmuş yâni melekleşmiş olan insanlar” olacaktır ki İslâmî bilgi ve bilinci olmayanlar hep böyle düşünürler ve hayâl ederler. Çünkü insanlar genelde, sevdiklerine şeytanlığı konduramazlar. Böylece ölünce herkes -sözde  melek olur. Hattâ bizim tasavvufçular, Firavun’un bile ölmeden önce “îman ettim” dediği için tüm günahları affedildiğinden dolayı tertemiz ve günahsız olarak yâni melek olduğunu söylerler. Oysa Kur’ân “son dakîka îmânı”nın geçerli olmadığını söyler.  

 

Hümanizm de insanı melekleştirmek ister. Çünkü Hümanizm bir “insan tapıcılığı”dır. Allah’a tapmayı bırakmış ve insana tapmaya başlamıştır. Bu yüzden insanı kusursuz olarak görmek ve tanımlamak istediği için onu melekleştirir. 

 

İnsan melek değildir ve hiç-bir zaman da melekleşmeyecektir. Fakat insanda mü’minlik melek hâline gelmelidir. Çünkü meleke hâline gelmeyen şey ızdırap verir seve-isteye yapılmaz.

 

İnsanlar kendilerine bakınca tüm insanlardan umûdunu kesiyor. “Bu da benim gibi her haltı yiyen bir insan, o zaman ben niye onu dinleyeyim ve ona niye uyayım ki” diyor. Bu yüzden de “ben ancak melekler bana gelip tebliğ-dâvet yaparsa dinlerim ve onlara inanırım” diye düşünüyor. Bu tüm peygamberlerin karşılaştığı bir sözdür. Peygamberler, meleklerin kendilerine getirdiği Allah’ın sözlerinin yâni vahiylerin örnekliğini yapmak için vardırlar. İnsanlara örnek olacak kişiler elbette yine insanlar olacaktır, melekler değil. O-hâlde insanlara niye melekler gelsin ki?: 

 

“Kendilerine hidâyet geldiği zaman, insanları inanmaktan alıkoyan şey, onların: ‘Allah, elçi olarak bir beşeri mi gönderdi?’ demelerinden başkası değildir. De ki: Eğer yeryüzünde (insan değil de) salına-salına yürüyenler melekler olsaydı, biz de onlara gökten elçi olarak elbette melek gönderirdik”srâ 94-95).

 

“Eğer biz dilemiş olsaydık, elbette sizden melekler kılardık; yeryüzünde (size) halef (yerinize geçenler) olurlardı” (Zuhrûf 60).

 

İnsan hiç-bir zaman “melek gibi” olamaz, olmamalıdır da. İnsan “Allah’ın râzı olduğu bir insan” gibi olmalıdır. İnsanda bir nefs vardır, meleklerde ise nefs yoktur ve mutlak anlamda tam da Allah’ın bildirdiği kadarını bilirler ve emirlerine göre yaparlar.

 

“İnsanın nefsinden dolayı bir hayvâniyeti vardır ve bu hayvâniyet yeme-içme ve cinsellikle ortaya çıkar. Oruç işte bunları sınırladığından dolayı, insanı bir süreliğine de olsa hayvanlıktan arındırmış olur. Böylece oruçlu insan ‘melek gibi’ olur” denir. Hâlbuki oruçlu insan “mü’mince yaşayan bir insan” dan başkası değildir.

 

İslâm ve Kur’ân, insanı melekeleştirmeye çalışmaz. Kur’ân’da insanın iç-âlemini inşâ edecek âyetler de vardır ve iş böyle başlar. İç-âlemi İslâm ve Kur’ân ile inşâ ve teskin olmuş olanların melekleştiği söylenir ama bu melekleşmek değil, mü’minleşmektir. İslâm; mistisizmde, uzak-doğu dinlerinde ve tasavvufta olduğu gibi insanı melekleştirmeye çalışmaz. Çünkü bu insanı insanlığından çıkarmak anlamına gelir. Tasavvufta ve Hrisitiyanlık’ta “vurana elsiz, sövene dilsiz” düşüncesi vardır. Melekleşen insanlar güyâ böyle davranırlar. Hz. Îsâ, “bir yanağınıza vurana diğer yanağınızı da çevirin”    falan demez. Çünkü bu İslâm’a uygun değildir. İslâm’da ne zulmetmek ne de zulmedilmeye râzı olmak vardır.

 

“Kur’ân’ın hedefi insanlardır. İnsanlara indiğine göre ve onları muhâtap aldığına göre, asıl amacı insanların ahlâkî seciyelerini yükseltmektir” denir. Elbette iş böyle başlar ama burada kalmaz. İslâm iç-âlemlerin inşâsıyla başlar ama iç-âlemlerde kalıp da insanın melek gibi olmasını beklemez. İç-âlemlerin inşâsından sonra dış-âlemin de inşâsı yapılmalı ve İslâm dış-âleme de hâkim kılınmalıdır. Çünkü bu Dünyâ’da kâfir var, müşrik var, münâfık var, ahlâksız var, zâlimler var. Bunlara karşı mücâdele etmek var. Meselâ hırsızın elinin kesilmesi, kâtilin öldürülmesi, zinâkârın kırbaçlanması, iftirâcının dövülmesi var. Melekleşmiş insan bunları yapamaz. Yine; savaşmak var, adam öldürmek var. İnsanların içinde, “âlemlere rahmet” ve “muhteşem bir ahlâka sâhip” olan Peygamberimiz bile melek değildir ve melekleşmekten bahsetmez. Peygamberimiz bir insandır ve insana mahsus ve meşrû olan her-şeyi yapmıştır ki savaşta adam bile öldürmüştür. Uhud Savaşı’nda müşrik Ubey bin Halef’i öldürmüştür. Yine bâzıların şiddet olarak gördüğü kurban kesme işini defâlarca yapmıştır. Çünkü melek değildir.

 

Tasavvufta Celâleddin Rûmi insanları melekleştirenlerden biri olarak; “ne olursan ol gel” diyor ama Kur’ân öyle demiyor. Cennet “yol geçen hanı” değildir, “dingonun ahırına girer gibi” cennete girmek yoktur. Cennetin bir bedeli vardır. O bedeli ödemeyenler cennete giremezler:

 

“Yoksa sizden önce gelip-geçenlerin hâli başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?. Onlara öyle bir yoksulluk, öyle dayanılmaz bir zorluk çattı ve öylesine sarsıldılar ki, sonunda elçi, berâberindeki mü’minlerle; ‘Allah’ın yardımı ne zaman?’ diyordu. Dikkat edin. Şüphesiz Allah’ın yardımı pek yakındır” (Bakara 214).

 

“Yoksa siz, Allah, içinizden cihad edenleri belirtip-ayırdetmeden ve sabredenleri de belirtip-ayırdetmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?” (Âl-i İmran 142).

 

“İnsanlar, (sâdece) ‘îman ettik’ diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebût 2).

 

Tüm Dünyâ’da Mevlâna’yı bu kadar sevmelerinin nedeni, kara kaşı kara gözü değil, insanları melekleştirdiği ve hayvanların içinde melek gibi görülen koyunlar gibi koyunlaştırdığı içindir. Koyunlaşan insanlar “gelene ağam gidene paşam” dedikleri için emperyâlistler bir engelle karşılaşmadan diledikleri gibi at koşturabilmektedirler.

 

Kur’ân’ın sâdece Arapçasından teberrüken okunması konusu da böyledir. Tamam bu okuma da insana bir huzûr ve sürûr veriyor, ama Kur’ân kendisinin idrâk edilip uygulanmasını istediği için Kur’ân idrâk edilerek yâni anlaşılarak ve okunup öğrenilerek uygulanmalıdır ki bu da ister-istemez insanın keyfini kaçıracağı için melekleşmesinin önüne geçer.

 

İnsanlar kendilerine yapılan tebliğ ve dâvete icâbet etmek için ya melekleri görmek, ya melekleşmiş bir insan görmek yada en azında peygamberin yanında bir melek görmek isterler:

 

Veyâ öne sürdüğün gibi, gökyüzünü üstümüze parça-parça düşürmeli yada Allah’ı ve melekleri karşımıza (şâhid olarak) getirmelisin”srâ 92).

 

“Şimdi onların: ‘Ona bir hazîne indirilmeli veyâ onunla birlikte bir melek gelmeli değil miydi?’ demeleri dolayısıyla göğsün daralıp sana vahyolunanlardan bir kısmını terk mi edeceksin?. Sen yalnızca bir uyarıcısın. Allah her-şeye vekildir” (Hûd 12).

 

Bilmiyorlar ki, melek geldiği anda inkârları nedeniyle işleri biterdi:

 “Eğer doğruyu söylüyor isen, bizlere melekleri getirmeli değil miydin?. Hak olmaksızın biz melekleri indirmeyiz. O zaman da onlara göz açtırılmaz” (Hicr 7-8).

 

“Ve derler ki: ‘Ona bir melek indirilmeli değil miydi?’. Eğer bir melek indirilseydi, elbette iş bitirilmiş olurdu da sonra kendilerine göz açtırılmazdı” (En-âm 8).

 

Üstelik bu işe de yaramazdı:

 

“Gerçek şu ki, biz onlara melekler indirseydik, onlarla ölüler konuşsaydı ve her-şeyi karşılarına toplasaydık, -Allah’ın dilediği dışında- yine inanmayacaklardı. Ancak onların çoğu câhillik ediyorlar” (En-âm 111).

 

Tabi onlar bunu melekler geldiğinde inanacaklarından değil, alay etmek için söylüyorlardı ve “hani melek” diyorlardı. Fakat sonunda pişmân oldular:

 

“(Küfre sapanlar) kendilerine meleklerin gelmesinden veyâ Rabbinin emrinin gelmesinden başka bir şey mi gözlüyorlar?. Onlardan öncekiler de öyle yapmıştı. Allah onlara zulmetmedi, fakat onlar kendi nefislerine zulmediyorlardı. Böylece işledikleri kötülükleri kendilerine isâbet etti ve alaya aldıkları şey, kendilerini sarıp-kuşatıverdi” (Nâhl 33-34).

 

İnsanlar içinde ahlâk-timsâli olan peygamberler bile melek değildir. Gerçi bâzı insanların, peygamberlerin içinden bâzılarını meleklere benzettikleri de olmuştur:

 

“Ben size Allah’ın hazîneleri yanımdadır demiyorum, gaybı da bilmiyorum. Melek olduğumu söylemiyorum ve gözlerinizin aşağılık gördüklerine, Allah kesin olarak bir hayır vermez de demiyorum. Nefislerinde olanı Allah daha iyi bilir. Bu durumda (bunun aksini yaparsam) gerçekten o zaman zâlimlerdenim (demek)dir” (Hûd 31).

 

“(Kadın) onların düzenlerini işitince, onlara (bir dâvetçi) yolladı, oturup dayanacakları yerler hazırladı ve her birinin eline (önlerindeki meyveleri soymaları için) bıçak verdi. (Yûsuf’a da:) ‘Çık, onlara (görün)’ dedi. Böylece onu (olağan-üstü güzellikte) görünce (insan-üstü bir varlıkmış gibi gözlerinde) büyüttüler, (şaşkınlıklarından) ellerini kestiler ve: ‘Allah’ı tenzih ederiz; bu bir beşer değildir. Bu, ancak üstün bir melektir’ dediler” (Yûsuf 31).

 

Melekler de insanların kendilerine tapmasından ve insanları kendilerine benzetmesinden rahatsızdırlar:

 

“O gün, onların hepsini bir-arada toplayacak (haşredecek), sonra meleklere diyecek ki: ‘Size tapanlar bunlar mıydı?’. (Melekler) derler ki: Sen yücesin, bizim velîmiz sensin, onlar değil. Hayır, onlar cinlere tapıyordu ve çoğu onlara îman etmişlerdi” (Sebe’ 40-41).

 

Allah zâten tüm melekleri insana secde ettirmişken, insanların meleklere tapması, insanları meleklere benzetmesi ve onları melekleştirmesi çok absürdtür. Şu da var ki, tüm insanlar değil ama, “Allah’ın râzı olduğu bir hayat yaşayan” insanlar zâten meleklerden de üstündürler. Böyleleri melekleşmiş olmaz ve tam-tersine melekler müjde vermek için onların üzerlerine inerler:

 

“Şüphesiz: ‘Rabbimiz Allah’tır’ deyip sonra dosdoğru bir istikâmet tutturanlar (yok mu); onların üzerine melekler iner (ve der ki:) Korkmayın ve hüzne kapılmayın, size vaâd-olunan cennetle sevinin” (Fussilet 30).

 

O-hâlde melekleşmeye çalışmayın ve melekleri tâkipçileriniz ve müjdecileriniz yapmaya bakın. Çünkü insanın en sıkı tâkipçileri, her-şeyi yazıp duran Kirâmen-Kâtibîn melekleridir.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Mart 2024

 

 

 

Devamını Oku »

24 Mart 2024 Pazar

Zulüm Altında Güzellemeler Yapmak


“Size ne oluyor da, Allah yolunda ve o ezilen erkekler, kadınlar ve yavrular uğrunda savaşmıyorsunuz?. Baksanıza: ‘Ey bizim Rabbimiz!, bizleri zâlim olan bu memleketten kurtar, bize bir yiğit, bir bahâdır gönder’ diye yalvarıp duruyorlar” (Nîsâ 75).

 

Güzelleme: “Halk yazınında sevgiliyi, güzel şeyleri, doğa güzelliklerini vb. övmek için yazılan, biçimi koşma olan lirik bir koşuk türü. Bu tür bir koşuğun bestelenmesiyle oluşmuş türkülerde özel bir ezgi”.

 

Güzelleme yapmak zımnen; “komşunun evi cayır-cayır yanıyorken ve alevler göklere ulaşmışken, yan evdeki yada sokaktaki evlerde sevgiliye serenatlar yapılması, çiçekten-böcekten sohbetlerin edilmesi, gıdının-gıdısı gereksiz araştırmalara girilmiş olması, bilgiçlik taslayan ve hiç-bir faydası olmayan, gündem-hârici konuşmalar yapmak, yazılar yazmak, şiirler-şarkılar söylemek ve alâkasız konulardan bahsetmek” demektir. “Komşunun evi yanıyorken ve yangının bize sıçraması ihtimâli de varken, ateşin kimyâsını, bilimini yapmak, şarksını söylemek, “kim yakmış bu ateşi” demek, “bir-an önce söndürmek lâzım” demek ama oturduğu yerden kıpırdamamak, “ay!, insanlar yanıyor, ölüyor” diye üzülmek, “bir şey yapamayız, mecbur yanacak” demek, “niye dikkat etmemişler ki” diye çıkışmak, “itfâiyeyi arayın” diye bağırmak vs. ama kalkıp da bir bardak olsun su dökmemek” demektir.

 

Esâsen zulüm göklere çıkmışken ve insanın gözüne-gözüne sokularak yapılırken güzellemeler yapmak, zulmü umursamamaktan başka bir anlama gelmez. Sosyolojik bir kânundur; “mutlakâ yapılması gereken şeyleri yapmayanlar, yapılmasına çok da gerek olmayan şeyleri yapmaya başlarlar”. Belki de bu bir cezâdır. İşin gereğini yapmayınca cezâ olarak boş işler yapamaya mahkûm edilir insanlar.

 

Îman; “uğruna ne yaptığınla” alâkalıdır. Ahlâk, fedâkârlıkla ve vazgeçişle ilgilidir. Ahlâk, yaptıklarından çok, yapmadıklarınla alâkalıdır. İmtihan; gâlip gelmek yada mağlûb olmaktan ziyâde, direnip-direnmemek ile alâkalıdır. Olgunluk, “eğitimlilik”le değil, “çiğlikten kurtulmak”la alâkalıdır. Nice eğitimliler vardır ki çiğdirler.

 

İnsanlık-târihi boyunca üretilen dînî literatürün %90’ının “hak din” olan İslâm ile alâkası yoktur. Çünkü insanlar târih boyunca zulüm altında güzellemeler yapmakla zamanlarını tüketmişlerdir. Bu da söylenenlerin, yazılanların ve yapılanların %90’ının boş ve faydasız şeyler olmasıyla sonuçlanmıştır.

 

Son 75 yıldır genelde tüm Dünyâ’da özelde ise Türkiye’de müslümanların yaptığı tüm şeylerin hemen hiç-bir faydasının olmadığı Gazze Savaşı ile ortaya çıkmıştır. Son 75 yıldır yapılan okuma, araştırma, konuşma, yazı, kitap, dergi, makâle, dernek, vakıf vs. şeylerin %90’ı yapılan güzellemelerden başkası değildir. Gazze Savaşı müslümanların yaptıklarının hiç-bir işe yaramayan, hiç-bir zulmü gidermeyen, hiç-bir acıyı ve gözyaşını dindirmeyen, hiç teselli vermeyen boş işler ve güzellemeler olduğunu ortaya çıkarmıştır ve bunu apaçık şekilde göstermiştir. Yapılanların güzellemelerden başka bir şey olmadığı net bir şekilde ortaya çıkmıştır.

 

Dünyâ’da 2. Dünyâ Savaşı’ndan sonra, Türkiye’de ise 28 Şubat sürecinden sonra müslümanlar gevşeyip yavşadıkları, o târihten önce yaptıkları bâzı hak arama, eleştiri-îtirâz etme ve tebliğ-dâvetlerin dışında son 25 yıldır gerçekçi bir şey yapmadıkları, amele-eyleme dönük olmadıkları ve sâdece güzellemeler yaptıklarını ve gönüllerini eğlendirip hoş tuttukları ortaya çıkmıştır.

 

Tüm İslâm âleminde ana-gündem hiç olmadığı kadar yoğun ve şiddetli bir şekilde Gazze/Lübnan Savaşı ve orada yaşanan zulüm, acılar, açlık, susuzluk, hastalıklar ve mahrûmiyetler olması gerekirken ve buna gerçekçi ve ciddî, yaptırıma dönük çâreler üretilmesi ve kararlar alınması hattâ çoktan alınmış olması gerekirken ve zâlimler ile mücâdele içinde olmamız gerekirken, müslümanlar, sanki Gazze diye bir yer ve olay yokmuş gibi, konuyla hiç alâkası olmayan yazılar, makâleler ve kitaplar yazmakla, konuşmalar yapmakla, etkinlikler, piknikler, toplantılar, iftar ziyâfetleri düzenlemekle meşgûller. Çiçek-böcek, kurt-kuş, sakal-sarık muhabbetleri yapıyorlar. “İslâm’da var mı yok mu” tartışmalarına giriyorlar. Şeytânî-nefsî-beşeri ideolojilerle, seçimlerle, zamlarla, mêmur ve emekli maaşlarıyla, hastalıklarla, yollarla, köprülerle, yeme-içmeyle, giymeyle-gezmeyle, aşkla-meşkle, gece hayâtıyla, serveti katlamakla uğraşıyor ve güzellemeler yapıyorlar.

 

Hiç kıvırmaya gerek yok; Gazze/Lübnan Savaşı ve zulmü tüm müslüman âleminin korkak birer kâfir, müşrik ve münâfık olduğunu açığa çıkarmıştır. İnsanların ciddî ve samîmi olmadığı, şeytan, nefs ve tâğutlar tarafından esir alındığı, tüm dertlerinin günlerini gün etmek, zevk, neşe, haz, keyif, rahatlık, konfor, varlık, zenginlik, lüks, şatafat olduğu, görünüşte ciddî şeyler gibi gözüken şeylerin bile aslında birer hobi olarak yapıldığı çok net olarak ortaya çıkmıştır. Çünkü ortada güzellemeler yapmaktan başka  bir şey yoktur. Bu-bağlamda Atasoy Müftüoğlu şöyle der:

 

“İslâmî iddiâlarla kurulan vakıflar, dernekler, sivil toplum örgütleri, bu-gün canla-başla muhâfazakâr yapılara hizmet ediyor. Her İslâmî eğilim/cemaat/hizip Kur’ân-ı Kerîm’e kendi istediğini söyletiyor. İslâm bireyselleştiği için, İslâmî otoritenin yerini keyfilikler aldığı için, temel İslâmî ilkeler zaman-dışı ilkeler hâline geliyor. İslâmî ilkelerin zaman-dışı ilkeler hâline getirildiği bir toplumda, müslümanlar, İslâm medeniyeti tasavvuru etrâfında sınırsız güzellemeler yapabiliyor”.

 

Tüm bunlara karşı Allah şunu diyor:

 

“Size ne oluyor da, Allah yolunda ve o ezilen erkekler, kadınlar ve yavrular uğrunda savaşmıyorsunuz?. Baksanıza: ‘Ey bizim Rabbimiz!, bizleri zâlim olan bu memleketten kurtar, bize bir yiğit, bir bahâdır gönder’ diye yalvarıp duruyorlar” (Nîsâ 75).

 

Gazzeliler müslümandırlar ve müslümanlar bizim din-kardeşlerimizdir. İslâm’da din-kardeşliği çok önemlidir ve hattâ bâzı durumlarda kan-kardeşliğinden bile daha önemli ve üstündür. Peygamberimiz mü’minlerin birbirlerine sâhip çıkması noktasında şöyle der:

 

“Mü’minler birbirlerini sevmekte, merhâmet etmekte ve korumakta bir vücûda benzerler. Vücûdun bir uzvu hasta olduğunda, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar”. (Buhârî, Edeb, 27; Müslim, Birr, 66).

 

Şeyh Sâdî bu hadîs-i şeriften ilhamla şöyle der: “Başkalarının dert ve acılarıyla muzdarip olmazsan, sen ‘insan’ diye adlanmaya lâyık değilsin!”.

 

Gazzeliler ve bölgedeki diğer müslümanlar açlık, susuzluk, evsizlik ve kıyâfetsizlikle muzdariptirler. Durum böyle olduğundan dolayı bâri Gazze’ye maddî yardım edilmesinin önünü açmaya çalışın ve yardımın engellemesini kaldırtın da böylece tüm Dünyâ’dan akan yardımlarla insanlar bir nebze de olsa rahatlasınlar, hem de biz yardım etmekle bir nebze de olsa sevinelim. Çünkü İslâm’da biri yerken değeri bakıyorsa orada bir zulüm var demektir. Bu-bağlamda Peygamberimiz’in şu hadisi çok meşhurdur: “Komşusu açken tok olarak yatan kimse bizden değildir” (Hakim, Müstedrek, 4/183, h. no: 7307). Komşusu açken böyleyse kardeşi açken tok yatmak da neyin nesidir?.

 

Peygamberimiz bugün burada olsaydı kanımca şöyle derdi: “Mü’min kardeşi zulüm altındayken güzellemeler yapanlar da bizden değildir”.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Mart 2024

 

Devamını Oku »

İslâm’ı Takıntılara Göre Yorumlamak

 

“(Şeytan) onlara vaâd ediyor, onları en olmadık kuruntulara düşürüyor. Oysa şeytan, onlara bir aldanıştan başka bir şey vaat etmez” (Nîsâ 120)

 

Takıntı: “Bir şeye hastalık derecesinde düşkünlük, obsesyon. Dâimi endişe. Kişiyi rahatsız eden, istediği hâlde kafasından atamadığı düşünceler. Fikri sâbit, nöroz, saplantı”.

 

Takıntılar yada tıbbi literatürde daha yaygın kullanım şekliyle obsesyonlar, kişiyi rahatsız eden, tekrarlayıcı ve zorlayıcı düşünceler, duygu veyâ dürtülerdir. Kişi çoğunlukla obsesyonunun mantıksız olduğunun farkındadır ancak yine de zihninden atmakta zorlanır.

 

İslâm ve onun kitabı olan Kur’ân’ın ne dediğinin, neyi emrettiğinin, neyi yasakladığının ve tavsiyelerinin anlaşılıp idrâk edilebilmesi için, yıllarca üzerinde çalışarak uzmanlaşmaya, dâhi olmaya, o işe yıllarını vermeye, onu inceden-inceye araştırmaya gerek yoktur. Çünkü Kur’ân, okunduğunda yada dinlenildiğinde hemen anlaşılabilecek açılıkta bir Kitap’tır, İslâm da yaşandığında kolayca benimsenebilecek bir din’dir. Çünkü Allah ne demek istiyorsa apaçık şekilde söyler ve bundan çekinmez. Bir şeyi gizli-kapaklı ve üstü-örtülü bir şekilde söylemez. Kur’ân bir bilmece-bulmaca kitabı olmadığı gibi, gizemli, içinde esrârengiz bilgiler bulunduran bir sırlar kitabı da değildir. Kur’ân apaçık bir kitaptır ve anlaşılıp idrâk edilebilmesi için kolaylaştırılmıştır. Zâten vahyin en ideâl örneği olan Peygamberimiz ile birlikte İslâm ve Kur’ân ete-kemiğe büründürülerek hayatın tam ortasında göstere-göstere yaşanmış ve “en güzel örneklik” olarak ortaya konulmuştur.

 

Bu nedenle Allah’ın ne dediği apaçık olduğu gibi ne ve nasıl yapılması gerektiği de apaçıktır. Bundan dolayı “acaba Kur’ân burada ne demek istedi”, “buradan ne anlamalıyız”, “bunun semantiği, etimolojisi, kökü, sapı nedir”  vs diyerek âyetleri anlayabilmek için yıllarca okumaya, araştırmaya, incelemeye, onu didik-didik etmeye gerek yoktur. Bu zâten vahyin raconuna terstir. Kur’ân’ı anlayıp idrâk edebilmek için onu ciddi-samîmi bir şekilde, takıntılara ve ön-yargılara fazla yer vermeden odaklanarak dikkatli bir şekilde okumak yeterlidir. Çünkü Kur’ân icâbında hayatlarında hiçbir kitap bile görmemiş yada bir kitaba dokunmamış, çoğunluğu okuma-yazma da bilmeyen insanlara gönderilmiştir. Böyle olmasına rağmen indirilen vahiyler kendilerine okunduğunda söylenenleri mü’minler kabûl etmiş, kâfir ve müşrikler ise kabûl etmemiştir. Hattâ ilginçtir, Kur’ân’ı ve Peygamberimiz’i kabûl etmeyenler büyük oranda, okuma-yazma bile, toplumun dâhi dedikleri kişilerdi. Zîrâ Kur’ân beyinlerden ziyâde kâlplere ve ruhlara hitâp ettiği için beyni ve cebi dolu olanlardan çok, gönlü zengin olanlara etki etmiştir.

 

İnsanlık-târihi boyunca insanlar vahyin apaçık bildirisine karşı hep, te’vile ve yoruma yönelmiştir. Çünkü yaşam-tarzları ve alışkanlıklarından dolayı Kur’ân’ı ve İslâm’ı “olduğu gibi” kabûl edememişlerdir. İnsanların İslâm’ı “olduğu gibi” kabûl edememesinin başka bir nedeni de, herkesin bir şeylere takmış olmasıdır. Kimisi parasına, kimisi îtibârına, kimisi makam ve mevkisine, kimisi mesleğine takmış ve İslâm’ı kabûl ettiği anda bunları kaybetme riskiyle karşı-karşıya kalabileceklerini ânında anladıkları için vahye ve Peygamberimiz’e îtirâz etmiş hattâ düşman olmuşlardır. Bundan sonra da hem korkuları, hem takıntıları hem de düşmanlıkları artmıştır. Allah mü’minlere yardımını ulaştırıp İslâm’ı hâkim kıldıktan ve insanlar akın-akın İslâm’a girdikten sonra da insanlar takıntılarında kurtulamamışlar ve Kur’ân’ı kafalarına ve takıntılarına göre yorumlamaya başlamışlardır. Kim neye takmışsa Kur’ân’ı ona göre yorumlamaya başlamıştır. Müslüman olmadan önce Kur’ân’a ve Peygamberimiz’e karşı takıntılarına göre îtirâz edenler, bu sefer de Kur’ân’ı takıntılarına göre anlayıp yorumlamaya başlamıştır. İnsanların çoğunun şirk koşmadan inanmamasının nedeni kanımca budur.

 

Cemel, Nehrevan ve Sıffin savaşları hep birilerinin bir şeylere takmış olmasının sonucudur. Yine ortaya çıkan mezhep, meşrep, târikat, tasavvuf, hizip, akım, cemaat, felsefe, bilim hep insanların takıntılarına göre farklılaşmış ve diğerlerine göre bambaşka bir şekle bürünmüştür.

 

Modernizm ile birlikteyse iyice çoğalmış, artık kelle-başı takıntılar ortaya çıkmıştır. Herkesin farklı bir takıntısı olduğu için herkes dîni, İslâm’ı ve Kur’ân’ı kendi kafasına yâni takıntısına göre yorumlamaya başlamıştır. Bu durum son 100-150 yıldır zirveye ulaşmıştır.

 

Ana-takıntıları merkeze alarak söyleyecek olursak; kimisi Kur’ân’ı da bir kenara bırakarak büyük çoğunluğu uydurma olan hadisler ve rivâyetlere takmıştır ve bu merkezde dîni anlamaya ve anlatmaya çalışmaktadır, üstelik efendilerinin, şeylerinin ve lîderlerinin sözlerini ve rüyâlarını bile dîne dâhil etmekten çekinmemektedirler. Kimisi de hâkim modern paradigma olan batılı düşünme ve eylem biçimlerini kafaya takmış ve vahyi ona uydurmaya çalışmaktadır. Bir kısmı lâikliğe, bir kısmı demokrasiye, cumhûriyete, diğeri seküler sisteme, kapitâlizme, liberâlizme, komünizme, sosyâlizme, faşizme, feminizme, özgürlüğe, hümanizme, modern-bilimi ve teknolojiye, kimisi uzaylılara, ruhlara, cinlere, perilere, komplô teorilerine, masallara, kehânetlere, kimisi, şehvete, şöhrete, servete, siyâsete, cehâlete, şirke, küfre, münâfıklığa, emperyâlizme, zulme, kimisi sûnîliğe, yapay zekâya, internete, sosyâl medyaya, sinyâllere, kırmızı ve yeşil renklere, kânunlara, ekonomiye, kâra, partilere, lîderlere, kahramanlara, savaşa, silahlara, harama, günaha, suça vs. takmaktadır. Herkes İslâm’ı, Kur’ân’ı ve hayâtı bunlara göre yâni herkes kendi aşırı bağlılık duyduğu ve takıntı hâline getirdiği şeye göre yorumlamakta ve öyle kabûl etmektedir. Modernite ile birlikte özellikle ekonomik-bilimsel-teknolojik gelişme(!), bir “takıntı” hâline gelmiştir.

 

Takıntılarını din yapmış olan ama özellikle Peygamberimiz’e takmış olan birileri de, Peygamberimiz’in övüldüğü iki âyeti, takmış oldukları “matematik formülüne uymuyor” diye Kur’ân’dan çıkarmışlardır. Diğer bâzı takıntılı sapıklar da işin bokunu çıkarmış ve Medenî âyetleri tümden iptâl ve inkâr etme yoluna girmişlerdir. Birileri ise tepkilerden çekindikleri için ama aslın da göt korkusundan dolayı Kur’ân’ın hiç-bir âyetini iptâl ve inkâr etmemekle birlikte ahlâk ve ibâdetlerle ilgili olanlar dışındaki âyetlerin artık günümüzde geçerliliğini kaybettiği için “teberrüken okunması gereken târihsel âyetler” olarak görmekte ve meydanı boş buldukları için bunu her yerde söyleyebilmektedirler.

 

Yine kimisi de, Kur’ân’ı ancak, takıntı hâline getirdikleri modernizme, seküler-lâik sisteme, modern-bilim ve teknolojiye, son moda verilere ve teorilere uydurabildikleri oranda kabûl edebilmekte ve buna uydurmak için de icâbında Kur’ân’a işkence etmekten ve onu absürtlükler içinde boğmaktan çekinmemektedirler. Üstelik resûl-nebî ayırımı gibi falan kâfirliklerle Peygamberimiz’i boşa çıkarmakta ve böylece, tek-başınayken yoruma açık olan Kur’ân’ı tam da moderne uydurmak için bir yerlerini yırtmaktadırlar. Peygamberimiz’in resûl yâni -sözde- tebliğ yanını öne çıkarıp ona itaat edileceğini ama nebî yönüne itaat edilmesi gerekmediğini söylemektedirler. Hâlbuki Kur’ân Ahzâb Suresi 21. Âyette bize o’nu “en güzel örneklik” olarak göstermiştir ki bunu Kur’ân’da gösterdiği için Peygamberimiz bizim için kıyâmete kadar en güzel örnektir. Fakat sorun şu ki, bu örneklik modernizme yâni mevcut paradigmaya, seküler sisteme, modern-bilim ve teknolojiye uymamaktadır. Bu örneklik bir “yaşanmışlık” olduğu ve yaşanmışlığın yorumu yapılamayacak olduğu için, Peygamberimiz’i tümden etkisizleştirme ve o’nu sâdece bir postacı gibi göstermek zorunda kalmaktadırlar. İşte bunların hepsi de şeytanın onlara yüklediği sapık takıntılar yüzünden olmaktadır.    

 

Oysa Kur’ân apaçık bir kitaptır ve okundukça da daha iyi idrâk edilebilmektedir. Üstelik ne denildiği ve nasıl yapılması gerektiği de apaçık bir şekilde en güzel örnekliğimiz Peygamberimiz’in 23 yılık resûl-nebî örnekliği ile ortaya konmuş ve din tamamlanmıştır. Buna rağmen “tamam ama şu nasıl, bu ne” gibi sorular bitmemektedir çünkü apaçık emirlere rağmen insanlar yine de takıntılarına göre hareket etmekte, vahiy, korkuları, çıkarları, bağlılıkları, sapkın düşünce ve inançları yüzünden kâlplere işleyememektedir. Kâlplere işlemeyince de insanlar apaçık vahyi kabûl edip ve benimseyip de ona göre yaşayamamaktadır. Bu da takıntıların artarak devâm etmesine neden olmaktadır.

 

Oysa İslâm, “insanların takıntıları bitsin ve sâdece Allah’a bağlansınlar ve Peygamber’i rehber edinsinler” diye vâr olan tek hak din’dir. Zâten İslâm “tam bir teslîmiyetle sâdece Allah’a bağlanmak” demektir. Sâdece Allah’a bağlanmak, diğer tüm bağlılıkları ve dolayısıyla takıntıları yok eder ve kişiyi hür kılar. Aksi-hâlde takıntılar artarak devâm eder ve kuşatır insanları. Sonuçta da insanlar takıntılar içinde oyalanır durur.

 

Takıntılar doğal ve doğuştan gelen şeyler değildir. Sâdece Allah’a bağlanmanın ve hakkı-hakîkati, adâleti-eşitliği, ahlâkı ve tevhidi hâkim kılmayı kafaya takmayanlarda oluşan bir bozukluk hâlidir. Şeytan zâten takıntılara sebep olan vesveselerini “sâdece Allah’a” bağlanıp “sâdece O’na”  güvenmeyenlere verir. Çünkü diğerlerine vesveseler etki etmez.

 

Modernizm bir takıntı uygarlığıdır. İnsanların takıntılarından geçinir. Bu nedenle de sürekli olarak yeni takıntılar ortaya çıkarır. İnsanlar da bu takıntılar nedeniyle sürüklenip giderler. Üstelik herkes kendi takıntısını üstün tutar ve dîni İslâm’ı da kendi takıntısına göre yorumladığı için kendi takıntısını ve bağlılığını en üstün takıntı ve bağlılık olarak görür. Oysa en güçlü bağlılık “sâdece Allah’a” olan bağlılıktır ki sâdece Allah’a bağlanmak tüm bâtıl bağlılıkları iptâl eder ve böylece takıntılarından kurtulmuş olan insanlar tertemiz bir şekilde İslâm ile karşı-karşıya kalırlar.

 

Takıntılara göre yapılan hiç-bir yorum İslâm’ın ve Kur’ân’ın gerçek yorumu ve açıklaması değildir. Çünkü İslâm bir takıntı değil, “tam bir teslîmiyetle teslim olma dîni”dir.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Mart 2024

 

 

 

Devamını Oku »

Şımarıklık Üzerine


“Biz, yaşama biçimleriyle ‘refah içinde şımarıp azmış’ nice şehri yıkıma uğrattık. İşte meskenleri; çok az (bir zaman) dışında (onlar da) kendilerinden sonra oturulabilmiş değildir. (Onlara) vâris olanlar biziz” (Kasas 58).

 

Şımarık: “Kendisine karşı gösterilen sevgiden, ilgiden, hoşgörüden yada kendisine verilen değerden yüreklenerek yersiz ve aşırı davranışlarda, isteklerde bulunmak”. Farsça şumār “sayı, sayım, itibar” sözcüğünden türetilmiş olabilir. Etrâfına aldırmadan uygun sayılmayan davranışlarda bulunan kimse. “İşmar sözünün bağlantılı olduğu şımar köküne -ık eki getirilerek oluşturulduğu” görüşü vardır.

 

Allah’a karşı haddini bilmemenin en açık göstergelerinden biri de şımarıklıktır. Şımarmak Kur’ân boyunca refah ile ilişkili olarak geçmiştir. Çünkü insanı şımartacak bir etken olmalıdır ki bu da en çok “refahtan dolayı şımarmak” olarak tezâhür eder. Kur’ân, refahtan dolayı şımaranların örneğini en etkili şekilde Kârûn üzerinden verir:

 

 “Böylelikle kendi ihtişamlı-süsü içinde kavminin karşısına çıktı. Dünyâ-hayâtını istemekte olanlar: ‘Ah keşke, Kârûn’a verilenin bir benzeri bizim de olsaydı. Gerçekten o, büyük bir pay-sâhibidir’ dediler. Kendilerine ilim verilenler ise: ‘Yazıklar olsun size, Allah’ın sevâbı, îman eden ve sâlih amellerde bulunan kimse için daha hayırlıdır; buna da sabredenlerden başkası kavuşturulmaz’ dediler. Sonunda onu da, konağını da yerin dibine geçirdik. Böylece Allah’a karşı ona yardım edecek bir topluluğu olmadı. Ve o, kendi-kendine yardım edebileceklerden de değildi. Dün, onun yerinde olmayı dileyenler, sabahladıklarında: ‘Vay, demek ki Allah, kullarından dilediğinin rızkını genişletip-yaymakta ve kısıp-daraltmaktadır. Eğer Allah, bize lûtfetmiş olmasaydı, bizi de şüphesiz batırırdı. Vay, demek gerçekten inkârcılar felâh bulamaz’ demeye başladılar” (Kasas 79-82).

 

İhtişam, süs, elbise, altın, mücevher, takılar göreni etkilemekte, belki de bunun da etkisiyle bunları kulanlar şımarmaya başlamaktadır. İnsanlar böyle şımarık tiplere hep hayrân olmuşlar ve onun gibi olmak istemişlerdir. Fakat şımarıkların sonu genelde hüsrân ve perişanlık olduğu için sonunda ona özenenler, en azından bir süreliğine; “bunlar boş şeyler” demeye başlamışlardır. Refahtan dolayı şımarmış olanlar kendilerinde toplanan refahı yâni malı-mülkü ve serveti hep üstün akıllarına bağlamışlardır. Şu da var ki refahtan dolayı şımarmış olan şımarıkların sonu kötü birmiş, üstelik en zor zamanlarında yanlarında kimseyi bulamamışlardır.

 

İsa Nas bu konuda şunalrı söyler:

 

“Şımarıklık kelimesi sözlüklerde gördüğü fazla ilgiden, verilen yüzden veyâ kavuştuğu imkânlardan cesâret alarak etrâfa aldırmadan aklına estiği gibi aşırı ve taşkın davranışlarda bulunur duruma gelmek, haddini aşmak anlamlarını ifâde etmektedir. Ayrıca kapris yapmak, azmak, aşırı bolluk ve refahtan dolayı kibre, gurûra ve isrâfa kaçmak, fazla müsâmaha yüzünden kusurlar peydahlamak veyâ kusurları artmak gibi anlamlara gelmektedir.

 

Kur’ân-ı Kerîm’in sözünü ettiği şımarıklık inkârcıların bir karakter özelliğidir İnkârcı insanın bir karakter özelliği olarak Kur’ân’da eşer, betar, itrâf-mütref, merah, ferah ve ferâhe  şeklindeki kelime ve kavramlarla ifâde edilen şımarıklık, insanın haddini aşması, azgınlık ve taşkınlık etmesi, sâhip olduğu servet ve nîmetlerle övünüp böbürlenmesi, içinde bulunduğu refah dolayısıyla şımarması anlamlarına gelmektedir.

 

Allah’ın şımarık olarak nitelediği inkârcılar, peygamberin getirdiği ilâhî değerlere uymayı, boyun eğmeyi gururlarına yedirememişlerdir. Çünkü şımarıklık, başı-bozukluğu, itaatsizliği, istediği gibi yaşamayı, itaat edecek bir merci tanımamayı ve başkalarını itaat altına alıp hükmetmeyi gerektiren bir tutumdur. Bu yüzden şımarık inkârcılar peygambere ve onun getirdiği ilâhî mesajlara karşı çıkmışlardır.

 

Enfâl Sûresi’nde ise betar kelimesi, insanlara gösteriş yapma ile birlikte kullanılarak bu durumla aşırı coşku ve şımarıklık hâli arasındaki ilişkiye dikkat çekilmiştir”.

 

Şımarıklık cimriliğe de neden olur, insanların zenginleştikçe çoğunlukla cimrileşmesimim nedeni budur.

 

Kısaca 2S, 2Ş ve 1C olarak formülleşen servet-siyâset, şehvet-şöhret ve cehâlet, insanı şımartan ve yoldan çıkaran 5 temel etkendir. Malın, mülkün, servetin, makâm ve mevkînin özünde, kişiyi yoldan çıkartacak ve şımartacak özellikler ve etkenler vardır. Çünkü bunlar nefse dönüktür ve nefsi kışkırtır durur. Bu nedenle bunlar rûhu, kâlbi, aklı, vicdânı, merhâmeti, adâleti ve ahlâkı çok kolay saptırabilir. Tabi bu saydıklarımız haddi aşmadıkça, sınırını korudukça ve meşrû şekilde kullanıldıkça yasak değildir. Fakat bunları bu şekilde kullanabilecek ve bunlar yüzünden şımarmayacak insan sayısı çok azdır. Kur’ân’da buna örnek gösterilen kişi Hz. Süleyman’dır.  

 

Kanımca insan “yarı-mahrûmiyete uygun” yaratılmıştır. Refah onu hasta eder ve şımartır. Hele “sahte refah” (aslında refah içinde olunmadığı hâlde refah içindeymiş gibi yaşama) ise, “aptal hasta” eder ve “salak şımarık” hâline getirir. Dünya şu-anda bu durumdadır. Modern insan şımarıklıkla mâlûldür. Oysa insan, “özlem odaklı” yaratılmıştır. Bu özlem “cennet özlemi”dir. Dünyâ’da hiç-bir zaman oluşamayacak ve ondan başka insanı tatmin edemeyecek olan cennet. Âhirete has olan. Mahrûmiyet insanın fıtrî bir terapisidir. Refah, insanları hasta etti. “Yalancı refah” ise insanları perişân etti. İnsanlar mahrûmiyetten mahrumdur. Bu yüzden de şımardıkça şımarmaktadırlar. Ne yazık ki insanları “şımarmayın” diye uyarması gereken müslümanlar ve dindarlar da şımarmışlardır. Şımarık bir dindarlık türemiştir.

 

Modernizm bir “şımarıklık uygarlığı”dır. Hayâtiyetini şımarıklıktan sağlar. İnsanlar ne kadar çok şımarırlarsa modernizm de o oranda güçlü olur. Çünkü modernizm refaha dayanır ve insanları refaha yönlendirir ve özendirir. İnsanlar da refahları arttıkça şımarırlar, şımardıkça da refahlarını daha çok arttırma yoluna giderler. Sonuçta da şeytanı, nefisleri, tâğutları ve modernizmi besleyecek olan her-şeyi yaparlar. Şımarıklığın en bâriz göstergesi israftır.   

 

Toplumların zayıflaması, yozlaşması, çürümesi ve yıkılması; lüks, isrâf ve refah özlemiyle başlar, şımarıklıkla sona erer.

 

“Nihâyet, onların refahtan şımaran önde gelenlerini azab ile yakalayıverdiğimiz zaman, onlar hemen feryâdı basacaklar” (Mü’minûn 64).

 

İnsanlar Allah’a ihtiyaçlarının olmadığını ve kendi-kendilerine yeteceklerini düşündükleri anda şımarmaya başlarlar:

 

“Biz hangi ülkeye bir uyarıcı gönderdikse, mutlakâ oranın ‘refah içinde şımaran önde gelenleri’: ‘Gerçekten biz, sizin kendisiyle gönderildiğiniz şeyi tanımıyoruz’ demişlerdir. Ve: “Biz mallar ve evlatlar bakımından daha çoğunluktayız ve bir azâba uğratılacak da değiliz” de demişlerdir” (Sebe’ 34-35).

 

Cehennem Dünyâ’da refah ve güç ile şımarmış ve Allah’a karşı küstahlaşmış olanlara dolu olacaktır:

 

“Ashâb-ı Şimâl, ne (mutsuzdur o) Ashâb-ı Şimâl. Hücrelere işleyen kavurucu bir sıcaklık ve kaynar su, ve kapkara dumandan bir gölge içindedirler. Ki o, ne serindir, ne ferahlatıcı (kerim). Çünkü onlar, bundan önce varlık içinde şımartılmış olanlardı. Onlar, büyük günah üzerinde ısrarlı davrananlardı. Ve derlerdi ki: Biz öldüğümüz, toprak ve kemik olduğumuzda mı, gerçekten biz mi diriltilecekmişiz?. Önceden gelip-geçmiş atalarımız da mı?” (Vâkıa 41-48).

 

Allah’a dayanmayan ve vahiy-merkezli olarak yaşamayan insan çok nankör ve kör bir varlıktır. İnsanların başına ara-ara gelen dertler, musîbetler, sıkıntılar, zorluklar ve acılar kendi ellerinin yaptıklarının bir sonucudur ama bunların, onları düşünüp kendine getirme özelliği vardır. Hiç yada çok dert ve sıkıntı görmeyenlerin ve sıkıntılardan sonra rahmete erenlerin şımarması kaçınılmaz olmaktadır. Fakat dediğimiz gibi, Îman edip sâlih amel işleyenler başkadır:

 

“Andolsun, biz insana tarafımızdan bir rahmet tattırıp sonra bunu kendisinden çekip-alsak, kuşkusuz o, (artık) umûdunu kesmiş bir nankördür. Ve andolsun, kendisine dokunan bir sıkıntıdan sonra, ona bir nîmet tattırsak, kuşkusuz; ‘Kötülükler benden gidiverdi’ der. Çünkü o, şımarıktır, böbürlenendir. Sabredenler ve sâlih amellerde bulunanlar başka. İşte bağışlanma ve büyük ecir bunlarındır” (Hûd 9-11).

 

Cehennemliklerin orada en çok soracağı soru kanımca “neden buradayım?” sorusu olacaktır. Allah bu soruya Kur’ân’da şimdiden şöyle cevap veriyor:

 

“İşte bu, sizin yeryüzünde haksız yere şımarıp-azmanız ve azgınca ölçüyü taşırmanız dolayısıyladır” (Mü’min 75).

 

Şımarıkların Dünyâ’da sonları genelde kötü bittiği gibi, âhirette de şımarıklılarının ve şımarıklıktan kaynaklanan küstahlıklarının cezâsıyla karşılaşacaklardır fakat son pişmanlık fayda etmeyecektir:

 

“Bizim zorlu-azâbımızı hissettikleri zaman, oradan büyük bir hızla uzaklaşıp kaçıyorlardı. Uzaklaşıp-kaçmayın, içinde şımarıp azdığınız refaha ve yurtlarınıza dönün; çünkü sorguya çekileceksiniz. Yazıklar bize dediler. Gerçekten biz, zâlimmişiz” (Enbiyâ 12-14).

 

Çağımızda şımarıklık özenilecek bir şey hâline gelmiştir. İnsanlar şımaramamanın ızdırâbını çekmektedirler ve kendilerinin de şımartılmasını istemektedirler. Çocuklarını şımartan annelere özenilmektedir. Burnundan kıl aldırmayan şımarık insanlar kuşatmıştır Dünyâ’yı. Okulda şımarık, işte şımarık, evde şımarık, düğünde-dernekte şımarık, kamusal alanda şımarık, dînî alanda şımarık, hattâ cenâzede şımarıklık yapan şımarıklar vardır. Müslümanlar ve dindarlar da şımarmışlardır. İki kitap okuyup da âlim olduğunu zanneden şımarıklar, çok ibâdet ettiğini düşünen şımarıklar, giyimiyle-kuşamıyla kendini gösteren şımarıklar, ünvânıyla, bilgisiyle, makâmıyla, parasıyla, işiyle, karısı ve kocasıyla, çocuklarıyla, eviyle, arabasıyla, eşyasıyla, gezmesiyle şımarıklık yapanlar çıkmıştır ortaya. Kırmızı çizgileri ve hadlerini aşan şımarıkların haddi-hesâbı yoktur.

 

Oysa İslâm “sınır” demektir, “kırmız çizgi” demektir. İslâm “haddini bilmek” demektir. Bu nedenle de İslâm’da şımarıklığa yer yoktur ve şımarıklar olmaz. İslâm şımarıklara hadlerini bildiren tek hak din’dir.    

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Mart 2024

 

 

Devamını Oku »