2 Mart 2024 Cumartesi

İdeâl Kulluk

 

“Ancak îman edip sâlih amellerde bulunanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka” (Asr 3).

 

Bir insanın en üst düzeyde yaşayabileceği hâl, “kulluk hâli”dir. Hakkıyla yapılan kulluk insanın ulaşabileceği zirvedir. Mü’minlerin görevi “Allah’ı aramak” yada “O’nu bulmak” değil, “O’na hakkıyla kul olabilmek”tir. Allah’a hakkıyla nasıl kul olunacağının en güzel örnekleri peygamberlerdir. Onlar ideâl kulluğun modelleridir.

 

Allah, vahiy aracılığı ile peygamberler üzerinden; bir şahsiyet modeli, bir ahlâk modeli, bir duruş ve direniş modeli, bir İslâmî hareket metodu-modeli, bir toplum modeli, bir devlet modeli, bir medeniyet modeli yâni ideâl bir kulluk modeli ortaya koymuştur. Kıssalar, bu örnekliklerin ve en ideâl kulluğun anlatılarıdır. İdeâl kulluk örneği son olarak Hz. Muhammed üzerinden ortaya konmuştur. İşte “usvetun hasenetun” yâni “güzel örneklik” yada “ideâl kulluk” denen ve adına literatürde “Sünnet” denilen şey, örnek bir kulluk modeldir. Bu “örnek model”, yapılan yanlışların Allah tarafından vahiyle düzeltilmesiyle meydana gelmiş en ideâl kulluk modeldir. “Allah kontrôlünde” ortaya konmuş bir kulluk. Bu en ideâl kulluk yâni “yaşanmışlık”tır (Ahzâb 21). İdeâl kulluk, Kur’ân’ın ete-kemiğe ve söze bürünmüş hâlidir. Kur’ân’ın pratiği gösterilmiştir bu örneklikle. Bu nedenle bu ideâl kulluk örnekliğinin göz-ardı edilmesi yanlıştır. Bu ideâl kulluk modeli, “amel ve eylemin kaynağı” olmak bakımından kıyâmete kadar bağlayıcıdır. Kur’ân, “bilgi ve bilincin kaynağı” iken, Sünnet ise, “amel ve eylemin kaynağı yâni en ideâl kulluğun en güzel örnekliğidir.

 

Kur'ân'ın ideâl pratiği olan Sünnet’i terk edenler ve hesâba katmayanlar, ömürlerini boş yere “Kur’ân âyetlerinin anlamının ne olduğunu araştırma”la tüketirler.Kur’ân’ın en ideâl anlama ve yaşama yâni kulluk şekli, Hz Muhammed’in anladığı, açıkladığı ve yaşadığı gibi olan bir kulluk-şeklidir. Peygamberimiz’in “güzel örnekliği” (Ahzâb 21) apaçıkken, “ideâl kul”un nasıl olması gerektiği sorusu, “moderniteye uygun bir kulluk nasıl yapılır” sorusudur.

 

Peygamber’in en ideâl örnekliği olan sünnetini hesâba katmayanlar, İslâm’ın “uygulanamaz bir din” olduğunu zannederler. Bu yüzden de yüzeysel bir kullukla İslâm’ı geçiştiriyorlar. Peygamberimiz’in “Kur’ân’ın ideâl uygulama tarzı ve hayat pratiği” olan “Sünnet”ini yok sayarak, “sâdece Kur’ân” ve “Kur’ân yeterlidir” diyenlerin; bir zaman sonra “Kur’ân da yetmez” diyerek deizme ve agnostisizme (sonra da -maazallah- ateizme) doğru kaydığı görülür.

 

Kur’ân’ı “en ideâl hayat senaryosu” olarak kabûl edersek, Hz. Muhammed de o senaryonun baş-rôl oyuncusudur. Hz. Muhammed’in “güzel örneklik” denilen vahiy-merkezli “en ideâl kulluk pratikliği” olan Sünnet’i, “aşılamaz bir örneklik” ve en ideâl kulluk örneğidir.

 

Peygamberler bilgileriyle değil; îman, ahlâk, takvâ ve amel-eylemleriyle yâni ideâl kulluklarıyla öne çıkan güzel örnekliklerdir. Sünnet; ideâl bir mü’minlik ve kulluk şeklidir.

 

Kibir, “kul”luğu kabûl edememekten doğar. Allah’a teslim olamayan, nefsine (kendisine) teslim olarak kibre düşer ve kibrin kulu-kölesi olur. Dünyâ, “kibrini ilahlaştırmış” olan insanlarla, “El- Mütekebbir olan Allah’a kulluk yapan” insanların savaş alanıdır.

 

Siz Allah’a ne kadar “kulluk” yaparsanız, Allah da size o kadar “Allah’lık” yapar. Allah’a hakkıyla “kul” ol(a)mayanlar, O’nu kendilerine -hâşâ- “uşak” yapmak isterler. Allah’a kulluk etmeyenler, O’nu, “her istenileni ânında yerine getiren bir uşak” olarak görmek isterler.

 

Allah’a kul ol(a)mayanlar, beşeri ve beşerî sistemleri ilahlaştırmaya başlarlar. Allah’a kul olmaktan imtinâ eden toplumların, beşeri sistemlerden birine kul olmaktan başka yapacak bir şeyleri yoktur.

 

Beşerî sistemler, “kula kulluk” sitemleridir. Demokrasi, bir “kula kulluk sistemi”dir. Diyorlar ki “oy kullanmayanlar ikinci sınıf vatandaştır”. Bu söz liberâl-demokrasiye göre doğrudur. Evet; oy kullanmayanlar ikinci sınıf vatandaştır. Fakat oy kullananlar da “üçüncü sınıf kuldur”lar.

 

Deizm, Agnostisizm ve Ateizm; “Allah’a kul olamamanın” ve üstelik “Allah’ı kendine kul yapamamanın” bir sonucudur. Bakıyor ki ne Allah’a kulluk yapabiliyor ne de Allah’ı -hâşâ- kendine kul yapabiliyor, O’nu tümden inkâr etme yada işlevsizleştirme yoluna gidiyorlar.

 

Maddeye teslîmiyet, insanı “maddenin kulu” yaparken; Allah’a teslîmiyet, kişiyi “Allah’ın kulu” yapar. Gerçek hürriyet ancak Allah’a kul olmakla elde edilir.

 

Modern dünyâda, nefsinin militan bir kulu olduğu hâlde, “aklına uyduğunu” zanneden ahmaklar vardır. Şeytandan, nefsten, tâğuttan, seküler-liberâl-kapitâlist sistemden zihnen ve kâlben kurtulup özgürleşmedikçe Allah’a hakkıyla kul olunamaz. Modern müslümanların ana-sorunu budur.

 

Tasavvufçular, zırvaladıkları mekânlarda kendilerini Allah gibi görürlerken, maddî hayatları için çalıştıkları işyerlerinde yada kamusal alanda beşerî sistemlere ve “beşerden ilahlar”a kulluğu zirveye çıkarırlar. Tasavvufta bu bir sorunda değildir. Tasavvufta, “insan-ı kâmil’e kul olmak” ile “âlemlerin rabbi olan Allah’a kul olmak” arasında fark yoktur. Diri olan Allah’a kulluk yapmayanlar, “ölü” olan insanlara kölelik yaparlar. Tasavvufçularla mü’minler arasındaki fark, onlar “Allah olmak” için uğraşıyorlarken, mü’minlerin ise “on numara bir kul” olmak için uğraşmasıdır.

 

Bir insan neden namaz kılmaz?. Bu sorunun cevabını: “Allah dilemediği için” diye cevaplayabiliriz. Peki Allah’ın dilemesi ne demektir?. “Allah’ın uygun görmesi” demektir. Allah bir şeyi kimler için uygun görür/bulur?. Lâyık gördüklerine uygun görür. Yâni bir insan Allah lâyık görmedikçe namaz kılamaz. Namaz bir nîmettir. Allah o nîmeti namaz kılmayan kişiye uygun görmediği için lâyık görmez. Peki o kişi ne zaman lâyık olur namaz kılmaya?. Namaza başladığında ve namaz kıldığında. Yâni bizzat kişi dilediğinde/istediğinde/başladığında. İşte o anda Allah da o kişi için namazı lâyık görür ve onun namaz kılmasını dilemiş olur. Bu durum Allah ile kulun aynı-anda verdikleri bir dilemedir. Yâni kul kendine namazı lâyık bulduğu anda Allah da lâyık bulur. Allah lâyık bulduğunda anda kul da lâyık bulur. Kişi kulluğu kendine lâyık bulmadan lâyıkıyla bir kulluk yapamaz.

 

Allah, aklın “var” demesiyle vâr olan bir varlık değildir. O’nun varlığı, akıl ile değil, kâlp ile kabûl edilebilir. Zâten ancak kâlpten îman edenler O’na hakkıyla kulluk yapabilirler.

 

Kulluk, sâdece ibâdetle ilgili konularda değildir. Sosyâl, siyâsal, ekonomik ve hukûki alanda da “sâdece Allah’a” kulluk yapılmalıdır. Kur’ân’da sürekli söylenen; “yalnızca Allah’a kulluk edin” sözü, “yalnızca Allah’ın kânunlarına uyun” demektir.

 

Gayri-İslâmî sistemlerde yaygın eğitim-öğretim(!), “sisteme ve sistemin taşeronlarına kulluğun nasıl yapılacağı müfredâtı” programıdır. Modern eğitim, mêzunları sermâyenin kulu yapar.

 

Birinin yada birilerinin sana verdiği hak, seni o kişiye bağımlı yapar. Allah’ın verdiği haklara göre yaşarsan, Allah’a bağımlı/bağlı olursun. Bu seni, kula kulluktan kurtarır.

 

Allah ile kul arasına hiç kimse ve hiç-bir şey giremez diye-diye insanları deist yaptılar. Dînin “Allah ile kul arasındaki özel ilişki” olduğunu söyleyenler, İslâm’ı bir-kaç ibâdet ve ritüele hapsetmiş olurlar.

 

İnsan, “insanın oğlu” ve “Allah’ın kulu” iken, hristiyanlar insanı; “Tanrı’nın oğlu” ve “insanın kulu” hâline getirmişlerdir. İnsanlara her türlü kulluğu yapanlar, kendilerini “Tanrı’nın oğlu” zannetmektedirler.

 

En hızlı iletişim, kulun Allah’a elini açtığı anda olur.

 

İnsanlar ancak “kul” olduklarında “köle”likten kurtulurlar.

 

Kime borçluysanız ona kul olursunuz. Mü’minlik “sâdece Allah’a borçlu olmak” demektir.

 

İslâm toplumlarında, ideâl olanı arayıp gerçekleştirmektense, mevcut olan’ı “normâl” ve “makbûl” sayma alışkanlığı oluştu. Bu da kulluğun pasif hâle gelmesine neden oldu. Çünkü lüks ve sefahat içinde yaşayanlar, tatmine ulaştıkları ve artık bir ideâlleri ve hedefleri kalmadığı için, “yüce hedefler” için koşturmaktan vazgeçerler.

 

Günümüzde ise ideâl kulluğu sâdece Gazzeli mü’minler yapmaktadırlar ki zâten onlardan başka “normâl kulluk” yapan bile neredeyse yoktur.

 

İdeâl bir kul olamayanlar yada ideâl bir kul olmak için çabalamayanlar, zamanla ya ideâl bir münâfık yada ideâl bir müşrik olurlar.

 

 Şirk; Allah’ın ekmeğini yiyip durduğu hâlde, şeytana, nefse ve tâğutlara kulluk yapmaktır.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Mart 2024

 

 

Devamını Oku »

Hakîkat ve Fantezi

 

“Onlar, yalnızca zanna uymaktadırlar. Oysa gerçekte zan, haktan (ve hakîkatten) yana hiç-bir yarar sağlamaz” (Necm 28).

 

Fantezi: “Sonsuz, sınırsız düş. Fantezi kelimesinin ilk anlamı ‘hayâl mahsûlü’dür. Gerçek olmayan, zihin yada bilinç-altı tarafından üretilen tüm görüntüler ‘fantezi’ olarak nitelendirilir. Değişik heves, değişik beğeni, değişik düşünüş. Sonsuz, sınırsız hayâl. Süslü ve türü değişik olan”.

 

“Fantezi müzik” denilen, “serbest biçimli beste veyâ alaturkada serbest biçimli şarkı” anlamı buradan gelir.

 

Fransızca fantaisie “görüntü, hayâl, hayâl mahsûlü, düş gücü” sözcüğünden alıntıdır. Bu sözcük Eski Yunanca “phantasía”, “görüntü, hayâlât” sözcüğünden alıntıdır. Bu sözcük Eski Yunanca “phaínō”, “aydınlanmak, görünmek, aydınlatmak, görünür kılmak” fiilinden türetilmiştir. Bu kelimenin doğru yazılışı “fantezi” şeklinde olan değil, “fantezi” olarak yazılandır.

 

İnsanın bir özelliği de “ideâlleştirmek”tir. İnsan, doğal ve normâl olan bir şey üzerinde fantezi kurarak onu hayâlinde ideâlleştirir ve olduğundan çok farklı ve kusursuz bir hâle getirir. Bunun nedeni kanımca, kusursuz ve ideâl bir sonsuz nîmet diyârı olan cennete ayarlı olana göre yaratıldığı içindir. Fakat bu aynı-zamanda bir imtihandır da. Çünkü fantezilere uygun hattâ ondan da öte hakîki bir karşılığı olan tek yer cennettir. Dünyâ’da ideâlleştirilen hiç-bir şey fantezi olarak hayâl edilen gibi değildir ve olmaz da. Çünkü Dünyâ fanteziye uygun karşılık üretecek bir yer değildir. Bu nedenle fantezi, hayâli ve düşsel olmak zorundadır. Zâten bir şey fanteziyle hayâl edilen şekilde kusursuzca olsaydı cennet anlamsızlaşırdı. Demek ki Dünyâ’da hiç-bir zaman, fantezilerdeki gibi, zannedildiği gibi ve beklenildiği gibi olağan-üstü olmayacak.

 

Mü’minler Dünyâ’da cenneti anlamsızlaştıracak şekilde yaşayamayacakları için fantezi-merkezli bir hayat yaşamazlar-yaşayamazlar. Onlar ancak cennet üzerinden fantezi kurabilirler. Çünkü Allah cennet için şöyle der:

 

Orada nefislerinizin arzuladığı her-şey sizindir ve istediğiniz her-şey de sizindir” (Fussilet 31)

 

  Hakîkatten başka her-şey fantezidir. Hakîkat ise “Hak’tan gelen”dir. O-hâlde Allah’a değil de insana mahsus her türlü; dînî, felsefî, kültürel, siyâsî, askerî, ekonomik, hukûkî, bilimsel ve teknolojik düşünceler fantezidir ve bunlara dayanarak ortaya konulanlar da fantezinin ürünleri ve uygulamalarıdır. İnsana has olan, ideâl zaman, mekân, ev, eşyâ, araçlar, kadın, erkek, çocuk, iş, zenginlik, kısaca dünyevî olan her-şey fıtrî, doğal ve normâlden kopmuş ve yapay, sûnî ve beşer-ürünü olan her-şey fantezidir, fantezi ürünüdür.

 

İnsanlığın geldiği ve “en ileri insanlık seviyesi” olarak görülen ve kabûl edilen modernizm bir “fantezi uygarlığı”dır. Modernizm hayâtiyetini fanteziden alır. Bu-bağlamda hakîkatten uzak kalır ve kalması gerekir. Çünkü fantezi bâtıldır ve bu nedenle de fantezi ile hakîkatin bir-arada olması mümkün olmadığı gibi İslâm ‘a göre bu şirktir ki şirk zâten budur.

 

Modern insanın merkezinde fantezi vardır ve Dünyâ’yı -hakîkate aykırı olsa bile- fantezilerine uygun olarak görmek ister ve bunun için çalışır. Ev, araba, eşya, kadın, çocuklar, torunlar, eğitim, yollar, dağlar, denizler, yazlık, kışlık, arkadaşlar, bilgi, eğitim, iş, para, ömür, emeklilik, yaşlılık, ölüm ve mezarların bile fantezilerine göre olmasını ister bunun hayâlini kurar. Neşe, haz, zevk ve konfor içinde, dertsiz-tasasız, kavgasız-gürültüsüz, kazâsız-belâsız, sağlıklı, güçlü, heybetli bir beden, zihin, akıl, ve zekânın en üst seviyedeki hayâlini kurar durur. Fakat fantezi üreterek hayâlini kurduğu bu şeylerin ancak en fazla %20’sine ulaşabilir. Aslında insan bir cennet fantezisi üretmektedir ve cenneti Dünyâ’da istemektedir. Zâten modern insanın cinnetinin nedeni budur. Zîrâ cenneti Dünyâ’da kurmak ve istemek çabası bir cinnettir, cinnet ile sonuçlanır. Çünkü Dünyâ’nın formatı, kaynakları ve imkânları buna uygun değildir. Böyle olduğu için bir kısım insanlar kaynakları ve imkânları “sâdece kendileri için” isterler ve kaynakları ve imkânları zâlimce ve şerefsizce ele geçirenler (çünkü başka şekilde ele geçirilemez), paylaşmamak için başkalarını üzmekten, ezmekten ve onları sınırlı bir yaşam içinde bırakmaktan çekinmezler. İşte tüm bunlar, hakîkatten uzaklaşılıp kopmanın sonucunda ortaya çıkan  “fanteziler” nedeniyledir. Âhiret-merkezli olmayan insan mecbûren fantezi-merkezli olacak ve dünyevîleştikçe dünyevîleşecektir.

 

Modern-bilim ve teknoloji fantezinin bir sonucudur. Sürekli olarak fanteziler ve fantezilere uygun ürünler üretir. Teknoloji modern insanın fantezilerini fazla-fazla karşılar hattâ fantezik ürünleri insanın gözüne-gözüne sokup durmaktadır. Bu ürünleri almayanlar ve almak istemeyenler ise garipsenir ve “geri kafalı” olarak görülür.

 

Modern-bilimin -sözde- yaptığı gözlemler sonucu ortaya koyduğu teoriler, düşünceler ve hipotezler tam bir fantezidir. Hattâ modern-bilimin teorileri ve hipotezleri “fantezinin zirvesi”dir. Big-Bang Teorisi, Evrim Teorisi, Kâinâtın Genişlediği Teorisi, Genel ve Özel Görecelik Teorileri, Ay’a ve Mars’a gidileceği-gidildiği hattâ Dünyâ’nın yuvarlak olduğu döndüğü, uzaya çıkılabileceği ve uzay yolculuğu gibi teoriler ve söylemler hep birer fantezidirler. Adamların uzayla ilgili olan şehvetli bir fantezisi şöyledir: Yakın bir zaman önce Dünyâ’dan bilmem kaç milyon km. uzaklıktaki bir meteora, içinde bir sondaj makinesi olan uzay aracı ile gidilip meteora inildiği, o meteorda sondaj yapılıp meteorun içinden örnekler alınıp tahlil edildiği ve hem tahlil sonuçlarının Dünyâ’ya gönderildiği hem de o örneklerle birlikte geri Dünyâ’ya dönüldüğü söylenmiştir. Kanımca bu, insanoğlunun ürettiği en büyük bir-kaç fanteziden biridir ve hakîkatle uzaktan-yakından bir alâkası yoktur.

 

Yine ışınlanma, ölümsüzlük, tüm hastalıkların iyileştirilmesi, robotların Dünyâýı işgâl etmesi, geleceğe yada geçmişe gitmek, bir-anda kâinâtın diğer ucundan çıkmak vs. gibi fanteziler vardır. Fanteziler bu kadar artınca komplo teorisyenleri de boş durmamakta ve onlar da fanteziler üretmektedir. Bu-bağlamda mesela, modern-bilim ve özellikle son sürüm teknolojiyle; çeşitli şekillerde bulutların oluşturulabileceğine, yağmur, kar ve dolu yağdırılabileceğine, fırtına ve tipi oluşturulacağına yâni mevsimlerin değiştirilebileceğine, sellerin, heyelanların, yangınların ve en önemlisi de depremlerin ve -hâşâ- Allah’ın bile yapmadığı-yapamadığı büyük depremlerin yapılabileceğine, yanar-dağların harekete geçirilebileceğine, havanın, suyun, toprağın, bitkilerin, hayvanların ve insanların başkalaştırılabileceğine, sûnî Güneş, Ay ve yıldızların yapılabileceğine, gök-taşlarının yönlendirilebileceğine, bir gök-taşının bir uzay aracına çarpmasıyla yönünün değiştirilebileceğine, Ay’da ve Mars’ta koloniler kurulabileceğine ve neredeyse Güneş’in ve Ay’ın karartılabileceğine, dağların yürütülebileceğine, denizlerin kaynatılabileceğine, hortumların çıkartılabileceğine, denizde girdaplar oluşturulabileceğine, yıldızların düşürülebileceğine vs. ve en nihâyet, insanın ilahlaşabileceği gibi absürd ve olmadık-olmayacak fanteziler bile üretilmektedir. İnsan etkisiyle ancak çok küçük etkiler oluşturulabilecekken, modern-bilim ve teknolojiyi elinde tutan büyük devletlerin ve bilim-adamlarının, HAARP, Chemtrail ve uydularla istedikleri her-şeyi yapabileceklerine inanılıyor. Peki neden?. Çünkü modern-bilim ve teknolojinin %90’ı fantezidir.

 

Yine fantezilere göre düşünen ve yaşayan insanlar; “büyük” denilen devletlerin ve bilim-adamlarının olağan-üstü bilgilere ve güçlere sâhip oldukları zannetmektedirler. Bu nedenle de modern-bilim ve teknolojiye hiç-bir eleştiri getirmeden, hiç îtirâz etmeden sonsuz bir îman ve güven duymaktadırlar. Fakat bilinsin ki bu şirktir ki şirk zâten budur. Eğer sizin birilerine yada bir şeye karşı sorgusuz-suâlsiz ve koşulsuz-şartsız bir güveniniz varsa ve bunları hiç eleştirmiyor ve îtirâz etmiyorsanız, siz bunlar üzerinden şirk koşuyorsunuz demektir. Bu-bağlamda en önemli görevi fantezi üretmek olan modern-bilim ve teknoloji neredeyse tüm Dünyâ’da putlaştırılmış ve ilahlaştırılmıştır ve bunlarla şirk koşulmaktadır, bunlara tapılmaktadır. Modern dünyâda modern şirk, modern-bilim ve teknolojiyle koşulmaktadır ve bu şirk ve de küfür, insanlık târihinde ortaya çıkmış olan en yaygın şirk, küfür ve zulümdür. Çünkü hakîkate değil, fanteziye dayalıdır.            

 

Fantezi bir şeyi gerçekliğine ve hakîkatine zıt olarak tasarlamak demektir. Fantezi hep olmayan şeyi tasarlar ve ideâlleştirir. Mükemmeliyetçidir ama tasarlanan mükemmeller gerçek değildir, olamaz da. Geçici bir imtihan dünyâsında mükemmellik olmaz. Belki motivasyon için mükemmel bir ideâl ve hedef belirleyebilirsiniz ve ona yaklaşabildikçe-yaklaşmaya çalışırsınız ama mükemmelliğe hiç-bir zaman ulaşamazsınız. Çünkü madde formunda bu mümkün değildir ve mükemmellik sâdece Allah’a ve -belki- cennete mahsustur. Zîrâ maddede mükemmelliğin olması, cennetin anlamsızlaşması demek olur.

 

Mistisizm, ezoterizm, bâtınîlik, tasavvuf, mezhep, meşrep, târikatlar, cemaatler, hizipler ve partiler kendilerini hep kusursuz ve mükemmel görürler. Fakat mükemmel olmadıkları ortaya çıkınca da “gerçeği yoksa bâri hayâli olsun” diyerek başlarlar hayâller kurmaya ve fanteziler üretmeye.

 

Vahiy-merkezli olmayan akıl ancak fantezi üretebilir. Aklı ilahlaştırmanın ve akla gereğinden fazla değer vermenin kendisi de  bir fantezidir. Hâlbuki vahiyden uzak yada kopuk olan aklın ürettiği fanteziler Dünyâ’yı yaşanmaz bir yer hâline getirmiştir. Buna rağmen yine de dinden kopuk bir akla vurgu yapılmakta ruhsuz-kâlpsiz bir akıldan medet umulmaktadır.

 

İnsanlar mükemmelliğe ulaşamayınca fanteziler kurmaya başlarlar böylece kendilerini bir nebze olsun rahatlatmak isterler. Oysa hakîkatin olmadığı yer yalanın kuşattığı bir alandır ve burada her-şey kurgudur, hayâldir, fantezidir.

 

Zavallı insan, bir türlü hakka ve hakîkate bağlanamadığı, Allah’a ve İslâm’a tam bir teslîmiyetle teslim olmadığı için fantezilere sığınmakta ve fantezileri din edinmektedir. Tâ ki son saate kadar. Ondan sonra artık fanteziler biter ve hakîkat başlar. Fakat hakîkatin hâkim olması çoğu kişi için hüsrân olacaktır.

 

Hakîkat ortaya çıktığında fanteziler yok olur gider.   

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Mart 2024

 

 

Devamını Oku »

İslâm’ın Amacı

 

“Allah, dinden Nûh’a vasiyet ettiği, sana vahyettiğimiz, İbrâhim’e, Mûsâ’ya ve Îsâ‘ya vasiyet ettiğimiz, ‘Allah’ın dînini hayâta egemen kılın ve bu konuda görüş ayrılığına düşmeyin’ direktifini sizin için bir hayat-düsturu olarak yasalaştırdı (şeriat kıldı). Fakat kendilerini çağırdığın bu düstur, Allah’a ortak koşanlara ağır geldi. Allah dilediğini kendisine seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir” (Şûrâ 13).

 

Allah “amaç”ı da yaratandır, “bir amaç ortaya koyan”dır.    Yarattığı şeyler bir amaç ve hedef içerir. Yaratılmış olan tüm varlıklarda Allah’ın emrine göre olan bir amaç ve hedef mündemiçtir. Bu nedenle “Allah’ın amacı-hedefi” olmaz. Bu durumda “Allah kâinatı niçin yarattı” sorusu sorulamaz. Fakat yaratılanlar şuurlu bir-şekilde yaratıldıkları için bir amaç ve hedef üzeredirler. Elbette, indirdiği vahiylerle ve seçtiği peygamberler ile tezâhür eden İslâm’ın da bir amacı ve hedefi vardır. Bu amaç ve hedef, üstteki âyette tüm peygamberle verilen emir ve direktifle ifâde edilmiştir. Buna göre İslâm’ın amacı, Allah’ın “göklerde tek ve mutlak ilah” olduğu gibi yeryüzünde ve insanlar arasında da “her alanda tek ve mutlak ilah olması”dır.

 

İslâm kısaca, “Allah’ın göklerde tek ve mutlak ilah olarak hâkim olması” gibi “yeryüzünde de tüm mekânlarda ve her alanda tek ve mutlak ilah olması” demektir. İslâm’ın amacı, “Allah’ın tüm göklerde ve Dünyâ’da yâni doğa, tabiat, hayvan, bitki ve insanın fizîkî bedeni üzerinde mutlak hâkim olması gibi, insanlar arasındaki sosyâl, kültürel, âilevî, ekonomik, hukûkî, kânûnî, askerî ve siyâsî işler dâhil her alanda da, tek ilah, tek belirleyici ve mutlak hâkim olmasını sağlamak”tır. İslâm’ın amacı, “Allah’tan kopuk ve Allah’tan bağımsız hiç-bir işin yapılmaması”dır. Bu-bağlamda İslâm ilk-önce insanın iç-âlemini bu ideâle göre inşâ edip düzenler ve sonra da dış-âlemi de bu ideâle göre inşâ edip düzenleyerek tevhidi gerçekleştirmek ister. İslâm’ın amacı, din gökte olduğu gibi yeryüzünde de tamâmen ve sâdece Allah’ın oluncaya ve fitne kalmayıncaya kadar savaşmak ve mücâhede-mücâdele etmektir:

 

Fitne kalmayıncaya ve dînin hepsi Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Şâyet vazgeçecek olurlarsa, şüphesiz Allah, yaptıklarını görendir” (Enfâl 39).

 

Evet; İslâm’ın ana-amacı “İslâm’ı tüm zamanlarda, tüm mekânlarda ve her alanda Dünyâ’ya hâkim kılmak”tır. Mü’minlerin amacı ve hedefi budur ve bu olmalıdır. Hattâ böyle bir amaç, bir insanın amaç ve hedef edinebileceği en yüce amaçtır.

 

İslâm’ı hayâta hâkim kılma amacı ve hedefi olmadığında, Dünyâ bir oyun ve oyalanma alanıdır. Eğer ilâhi ve yüce bir amacımız yok ise, biz bu dünyâya “ölmeye gelmişiz” demektir. Hayâtınıza anlam katan ideâl bir amaç ve hedefiniz  yoksa, “siz bir hayvansınız” demektir. Hattâ hayvandan da aşağı. Bir “büyük amaç”a hizmet etmeyen şey, en-nihâyetinde boşa çıkar, çürür gider. Büyük amaçları/hedefleri olmayanlar, hazların peşine düşmeye ve hazları düşlemeye başlarlar. En sonunda da şeytanın, nefsin ve tâğutların oyuncağı olarak mahvolur gider.

 

Müslümanlar da dâhil insanlar, Dünyâ’da bulunmanın yegâne amacının, “Dünyâ’dan olabildiğince haz ve zevk almak” ve “Dünyâ’nın tadının çıkarmak” olduğunu zannediyor. Müslümanlar post-modernite ile birlikte, İslâm’ın büyük hedeflerinden ve ideâllerinden vazgeçerek, batı(l)-merkezli, kişisel gelişim ve mutluluk (haz) odaklı bireysel amaçları ve rahatlığı seçtiler.

 

İnsanın düşüncesi, amaçladığı hedef ile şekillenir. Hedefi olmayanın ise, zâten düşüncesi de yoktur. Şu iyi bilinsin ki, yüce bir hedef-amaç üzere olmayanlar, ya hazzın kuşatması, yada ölümü düşünmenin buhrânı içinde yaşarlar.

 

Bir şeyin “İslâmî” olması için, o şeyin “Allah rızâsı amacıyla” yapılması gerekir. Allah rızâsından başka hiç-bir şey “kesin amaç” olamaz.

 

Allah’ın yarattığı varlıklarda sünnetullah gereğince şuurlu yada şuursuz bir hedef vardır. Tüm varlıklar o hedef-merkezinde hareket ederler. Yoksa varlık, deistlerin zannettiği gibi amaçsız ve hedefsiz yaratılıp başı-boş bırakılmamıştır. Allah, varlığı, yanlışlıkla yada kazâ ile yaratmış değildir ki!.

 

Amel ve eylemin zorluğunu göze al(a)mayanlar, “Kur’ân’ı anlayarak okuma”yı hayâtın tek amacı yapıyor.fakat idrak ettikten sonra İslâm’ın amacını hakim kılmak için bir şey yapmıyorlar. Ölene kadar “anlama” ile uğraşacağına, ölene kadar cihad (yapma) ile uğraş daha iyi. Amacın cennet değil mi?. Allah “Hallâk” olduğu için sürekli olarak yaratır. Fakat bu O’nun zorunlu bir eylemi değildir. Allah, bir yasaya göre yarattığı için, yaratılanlar anlamlı olurlar ve içlerinde bir amaç taşırlar.

 

Allah ilahlığını kimseye vermez. Çünkü Yaratan Kendisi’dir. Yarattığı varlıkların üzerine kimsenin çökmesine izin vermez. Bunun için gerektiğinde ve kritik eşik aşıldığında, insanları bir-anda yok edebilir. Allah tevhidin hâkim kılınması amacının bir sistem ve yasalar çerçevesinde ve şuurlu eylemlerin sonunda yerine getirilmesini ister. İslâm’ın amacı, tevhidin sistemli bir şekilde hâkim kılınması yada bunun için çalışılmasıdır.  

 

Kur’ân’daki tekrarlar Kur’ân’ın salt bilgi amaçlı olmadığını ve onun inanç, amel ve eylem yönünün de olduğunu gösterir. İslâm’ın amacı, Allah’ın birliğini ve tek mutlak ilah olduğunu sâdece zihinlerde ve kâlplerde değil, hayâtın tam ortasında da pratik olarak göstermek ister.

 

İslâm’da mutluluk bir amaç ve hedef değil, bir sonuçtur. İslâm’ın amacı ve hedefi, Allah’ın rızâsını kazanmaktır. Allah’ın rızâsını kazananlar sonunda mutluluk diyârında ebedî mutluluğu kazanırlar.

 

Yeterli ve gerekli araçlara sâhip ol(a)mayanlar, amaçlarını ve hedeflerini yeterince gerçekleştiremezler. Bu nedenle hedefi gerçekleştirmek için gerekli olan araçları sağlamak da bir amaçtır.

 

İslâm’ın ana-amacı şu âyetlerde çok açık bir şekilde ortaya koyulur:

 

“Resûlünü, hidâyet ve hak dinle gönderdi ki o hak dîni, bütün dinlere üstün kılsın. Şâhid olarak Allah yeter” (Fetih 28).

 

“Biz Peygamberlerimizi kesin kanıtlarla gönderdik, insanlar arasında âdil bir düzen kurulsun diye onlarla birlikte kitabı ve ölçüyü indirdik. Ayrıca büyük caydırıcılığı ve sertliği yanında insanlara yönelik bir-çok faydaları olan demiri indirdik. Böylece kimlerin görmedikleri hâlde Allah’ı ve Peygamberi destekleyeceklerini ortaya çıkarmak istedik. Hiç kuşkusuz Allah güçlü ve üstün irâdelidir” (Hadîd 25).

 

“Onlar ağızlarıyla Allah’ın nûrunu söndürmek istiyorlar. Hâlbuki zâlimler istemese de Allah nûrunu tamamlayacaktır. Müşrikler istemese de dînini bütün dinlere üstün kılmak için peygamberini hidâyet ve hak ile gönderen O’dur” (Saff 8-9).

 

“Ey îman edenler!. Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticâreti size göstereyim mi?. Allah’a ve Resûlüne îman eder, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda savaşırsınız. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır. İşte bu takdirde O, sizin günahlarınızı bağışlar, sizi zemininden ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerindeki güzel meskenlere koyar. İşte en büyük kurtuluş budur. Seveceğiniz başka bir şey daha var: Allah’tan yardım/zafer ve yakın bir fetih. Mü’minleri bununla müjdele!” (Saff 10-13).

 

“Allah, içinizden îman edenlere ve sâlih amellerde bulunanlara vâdetmiştir: Hiç şüphesiz onlardan öncekileri nasıl güç ve iktidâr sâhibi kıldıysa, onları da yer-yüzünde güç ve iktidâr sâhibi kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca bana ibâdet ederler ve bana hiç-bir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkâr ederse, işte onlar fâsıktır. Dosdoğru namazı kılın, zekatı verin ve elçiye itaat edin. Umulur ki, rahmete kavuşturulmuş olursunuz” (Nûr 55-56).

 

O-hâlde insan için iki amaç ve hedef vardır; ya Allah’ın dîni olan İslâm’ı yeryüzünde hâkim kılmak ve adâlet, eşitlik, hak, hakîkat, ahlâk, düzen ve nizâm içinde tevhid-merkezli yaşamak; yada şeytanın, nefsin ve tâğutların emrinde ve yolunda kısa ve geçici dünyâ hayâtında haz, zevk ve neşenin peşinde koşmak amacıyla Dünyâ’da hüsrân, âhirette ise acı azap içinde mahvolmaktır.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Mart 2024

 

 

 

Devamını Oku »

1 Mart 2024 Cuma

Acıdan Kaçmak

 

“Kulumuz Eyyûb’u da hatırla. Hani o: ‘Herhâlde şeytan, bana kahredici bir acı ve azab dokundurdu’ diye Rabbine seslenmişti” (Sâd 41).

 

Hz. Eyyûb, kendisine büyük zorluk ve “kahredici bir acı” ve azap veren bir hastalığın yada derdin nedenini Allah’a değil de şeytana bağlıyor. Çünkü biz hem başımızdaki derdin ve acının bizim için hayır mı şer mi olduğunu bilemeyiz: “…Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz” (Bakara 216), hem de başımıza gelen şey gerçekten kötüyse, o Allah’tan değil, kendi yaptıklarımız yüzünden başımıza gelmiştir: “Sana iyilikten her ne gelirse Allah’tandır, kötülükten de sana ne gelirse o da kendindendir…” (Nîsâ 79).

 

O-hâlde insan, ya kendisi için kısa bir zaman sonra hayra dönüşecek olan bir acıdan, yada aslında kendisi yüzünden başına gelen bir acıdan kaçmaktadır.

 

Târih, “acıların târihi”dir. Derinlemesine düşünüldüğünde, Dünyâ’da ne kadar da çok acı var. Peki neden?. Çünkü Dünyâ cennet değildir ve “geçici bir imtihan yurdu”dur. İmtihanın olduğu yerde acının, zorluğun, sıkıntıların ve derdin olmaması düşünülemez. Fakat sorun şu ki, Dünyâ’nın doğal zorlukları, dertleri ve acıları vardır. Meselâ sıcak, soğuk, ağır gibi şeyler doğal zorluklardır. Sel, yangın, deprem, bir âletin, aracın yada düzenin bozulması doğal dertlerdir. Kazâ, belâ, hastalıklar ve ölüm ise doğal acılardır. Doğal zorluklar, dertler ve acılar, bir nebze tedbir alınsa da kesin olarak kurtulamayacağımız imtihanlarımızdır. Fakat bir de insanlardan kaynaklanan zorluklar, dertler ve acılar vardır ki işte asıl zorluk, dert ve acılar insanların ortaya çıkardığı nedeniyle çekilmektedir. İnsanların ortaya çıkardığı zorlukların daha zor olmasının nedeni doğal olmamasından dolayıdır. Doğal olmayan şeyler insanlara büyük acılar vermektedir.    

 

Peki doğal olmayan avcılar ne zaman ortaya çıkar?. İnsan “sâdece Allah’a” bağlanmayıp da şeytana, nefsine ve tâğutlara göre düşündüğünde, konuştuğunda ve davrandığında ortaya çıkar. Zâten “acıdan kaçmak” düşüncesi de, “doğal olmayan acılardan kaçmak”tır.  

 

Tüm kâinat Allah’ın akorduna göre güzel bir ses çıkarır. İnsan ise Dünyâ’yı bir-türlü akord edememekte ve bu yüzden de acının sesinden başka bir ses çıkmamaktadır. İşin garibi, modern insan bu acılara alışmaktadır da.

 

Modern insan, acılardan kaçmak yada acılarını susturmak uğruna acılar içinde kalan varlıktır. Oysa acı, “çekmek” içindir. Acıyı çekmeyen o acıdan kurtulamaz. Allah bizi kendi ellerimizin yaptığı yüzünden ortaya çıkan acılarla da imtihan ettiği için, o acıyı çekmek de kaçınılmazdır. Tabi bir de zorlukları ve acıyı ortaya çıkarıp da kaçan şerefsizler de vardır.

 

Fransız Yurttaşlık Bildirgesi’nde: “İnsanoğlunun nihâi hedefi mutluluğa ulaşmaktır, mutluluk ise ekonomik refahta gizlidir” denir. O-hâlde mutluluğa ulaşmak için paraya ulaşmak, paraya ulaşmak için de para kazanmaya kilitlenmek gerekecektir. Fakat bu durum insanın ruhsal-psikolojik yönünü olumsuz etkileyecek ve onu daha da mutsuz edecektir. Üstelik para çoğaldıkça insanın merhâmeti azalır ve acımasız olmaya başlar. Çok para, acıyı azaltmaz yada bitirmez ve ancak para-sâhibini acımasız kılar. Nefiste meydana gelen acımasızlık insanın rûhuna acı verir. Bu nedenle çok para sâhip olmakla acıdan kaçmak sürdürülebilir değildir.

 

Acısızlık olarak kabûl edilen mutluluk, peşinde koşmakla elde edilebilecek bir şey değildir. Zâten mutluluk bireysel ve bencil değildir. Bencil ve bireysel olana haz ve zevk denir. Mutluluk, tüm insanları hem Dünyâ’da hem de âhirette mutlu edecek şeyler ile gerçekleşebilir.

 

Hedonistler (hazcılar), mutluluk zannettikleri hazzın, “insanın biricik hedefi” olması gerektiğini söylerler. Epikür insanın biricik amacının mutluluk olduğunu söyler ve bunu da şöyle tanımlar: “Yaşamın tadını çıkarmak ve acılardan kaçınmak!”.

 

Hazcılar hazzı kesintiye uğratmamak ve hazlarını en üst seviyede sürdürmek isterler. Bir yazıda hazcılık için şunlar söylenir:

 

“Bu yaklaşımın kurucusu Aristippos, temsilcisi Epiküros’tur. Hoşa giden bir şeyin yarattığı, uyandırdığı duyguya haz adı verilir. Bu yaklaşıma göre ahlâki eylemlerin amacı hazdır. Haz ise mutluluktur. Bir eylem, haz getiren eylemse doğru ve iyi eylemdir. İnsan, doğası gereği acıdan kaçınıp, hazza yönelen bir varlıktır. Bu nedenle davranışlarımızın amacı haz olmalıdır. Hedonizmin kurucularından biri olan Aristippos bedensel zevkin önemini vurgular. Diğer kurucu Epiküros ise duygusal hazzın da önemli olduğunu savunur.

 

Hedonistler devamlı olarak zevk ve hazzın peşinde koşarlar ve bunun en doğru yaşama biçimi olduğuna inanırlar. Kişinin, anlık istek, zevk ve hazzının karşısındaki diğer insanları önemsemeden yaşaması gerektiğini savunurlar. Hattâ ‘bilgi’nin bile ‘an’da yaşanan duygulardan oluştuğu düşünülür. Hedonistlerde sıklıkla görülen ortak özellikler; bencillik, kendini beğenme, başkalarını kendi çıkarları için kullanma, eleştiriye kapalı olma şeklinde özetlenebilir”.

 

İnsanları “insan” yapan, biraz da korkuları, acıları, endişeleri ve umutlarıdır. Psikolojik ilaçlar bu duyguları blôke etmek üzerine kuruludur. Bu ilaçları kullananlar -güyâ- acıdan kaçmak ve mutluluğa ulaşmak için irâdelerini kaybetmeyi göze alabilmektedirler. 

Anlam daha çok acı ile birliktedir. Haz ve zevk ile anlamın bir-arada olması mümkün değildir. Hazda anlam yoktur. O bir “kendinden geçme hâli”dir. Anlam ise insanı kendine getirir. Hazlar geçicidir, acılar kalıcıdır.

 

Acıdan kaçmak acımasız insanlar ortaya çıkarır. Bu en çok da “ticârette acımasızlık” olarak kendini gösterir. “Ticârette acımasız olacaksın” sözü dilden-dile dolaşmaktadır. Böyleleri kurnaz da olurlar. Çünkü acımasız olanlar kurnaz olur, yada kurnaz olanlar acımasızdır. Zîrâ acımasızlık insanı kurnazlaştırır. Acımazsız olanlar acıdan en çok kaçmak isteyenlerdir. Acıdan kaçmak için çeşitli kurnazlıklar düşünürler ve kurnazlıklar yaparlar.

 

İşte İslâm ‘da zekat, infâk ve hayır-hasenat bu nedenle vardır ve olmalıdır. Böylece başkalarının dertleri ve acıları azaltılabilir. Zâten insan ancak başkalarının acılarını azaltabildiği oranda acımazsızlıktan kurtulabilir. Fakat bu üç kuruşluk yardımlarla pek olacak şey değildir. Zekatın ve infâkın oranı ve miktarı, biraz acıtacak düzeyde olmalıdır, yoksa “cimrinin zekatı” olmaktan kurtulamaz ve çok da işe yaramaz.

 

Acısı olmayanın ahlâkı da olmaz. Çünkü ahlâksızlık daha çok haz, neşe, konfor ve zevk içindeyken ortaya çıktığı gibi, ahlâk ise zorluk, dert ve acı içindeyken ortaya çıkar. İnsanlar ikiye ayrılır. 1-Bedeni fiyakalı olanlar; 2-Rûhu fiyakalı olanlar. Rûhun fiyakalı olması için “acı çekmesi” gerekir.

 

İnsanın gâyesi “Dünyâ’da mutlu olmak” değil, “cennette mutlu olmak”tır. Çünkü mutluluk bir sonuçtur ve Dünyâ’da Allah’ın râzı olacağı şekilde yaşayanlara verilecek olan “cennet ödülü”dür. Cennete herkes mutludur. Mutluluk bir sonuçtur, bu nedenle “mutlu olmak için bir şeyler yapmak” değil, “bir şeyler yapıldıktan sonra mutlu olmak” vardır.

 

Dînin en yüce amacı insanı mutlu etmek değildir yada din insanı Dünyâ’da mutlu etmek için değil, cennette mutlu etmek için vardır. Çünkü “mutluluk herkesin kesintisiz bir şekilde mutlu olması” demektir. Dünyâda ise anlık mutluluklar olabilir. Acıdan kaçmak ise, Dünyâ’daki acılardan değil, “cehennem azâbından” dolayı olan acıdan kaçmaktır ki bunun yolu da, Dünyâ’da mutlulukların azalmasına ve bâzı acıların ve zorlukların olmasına neden olan, icâbında malların ve canların bile Allah için ortaya konulup zorluklara ve acılara mâruz kalabilmeyi kabûl etmek ve hakkıyla kulluk yapmaktan geçer. Yoksa öyle acılardan kaça-kaça âhirette mutluluğa ulaşmak mümkün değildir. Peygamberler içinde mutlu-mesut ve dertsiz-tasasız yaşayan bir peygamber örneği yoktur.

 

“Bize Dünyâ’da da iyilik ver âhirette iyilik ver” âyeti, “bizi her iki âlemde de haz ve neşe içinde yaşat” demek değildir. Asıl olan yurt âhiret yurdu olduğundan dolayı, “âhireti kazanabilmek için Dünyâ’da hakkıyla kulluk yapabilmeyi nasip et” demektir ki Dünyâ-yaşamı için en iyi şey budur. Dünyâ’daki iyilik, Allah’ın râzı olacağı ama bâzı bedelleri olan bir yaşam üzere olmaktır.

 

Felsefe, modern-bilim, teknoloji, beşerî ideolojiler, bâtıl dinler, İslâmî olmayan düşünceler vs. herkes ve her-şey insanı Dünyâ’da mutlu etmek için ortaya çıktığını söyler. Oysa Kur’ân’da yâni İslâm’da böyle bir amaç ve hedef yoktur. Çünkü Dünyâ imtihan dünyâsıdır ve imtihan dünyâsında sürekli ve kesintisiz bir mutluluk olmaz ve sâdece mutlu anlar vardır. Diğerleri ise, âhireti, cenneti ve cehennemi iptâl ve inkâr ettiğinden yada cennet ve cehennem çok da belirgin ve îman esâsı olarak görülmediği için insanları Dünyâ’da mutlu etmeye çalışırlar. Tabi kesintisiz şekilde Dünyâ’da mutlu olmak mümkün olmadığı yada “herkes için” mümkün olmadığından dolayı sâdece bâzıları -sözde- mutlu olur ve bu nedenle de sonuçta bencil bir Dünyâ ortaya çıkar. Fakat mutluluk “herkes için mutluluk” olacağından ve herkes mutlu ise gerçek mutluluğa ulaşılabileceğinden ve bu da ancak cennette olabileceğinden dolayı, azınlığın ulaştığı şey de mutluluk değil, “kısa sürekliğine acıdan uzak kalmak”tan başkası değildir. Mutluluk ile haz her zaman karıştırılmakta ve haz, zevk ve neşe mutluluk zannedilmektedir. Cennete herkes mutlu olduğu için gerçek ve kesintisiz mutluluk vardır orada.

 

Farâbi, felsefe ile dînin amacını aynı görmekte ve bunun “en yüce mutluluk” olduğunu belirtmektedir. Mutluluk kavramı, Farâbi’nin ahlâk felsefesinin ve hattâ genel felsefesinin en temel konusunu oluşturmaktadır. Çünkü Farâbi’de cennet-cehennem semboliktir. Ona göre cennet ve cehennem diye bir yer yoktur ve ölümle birlikte bedenden ayrılan nefs, düşünce-gücünün ulaşmış olduğu mertebeye göre ya mutluluk içerisinde ya da mutsuzluk ve azap içerisinde bozulmaya uğramadan bedenden ayrı olarak vâr olmaya devâm edecektir.

 

“Îman edip sâlih amellerde bulunanlar, ne mutlu onlara. Varılacak yerin güzel olanı (onlarındır)” (Ra’d 29).

 

Evet; gerçek mutluluğa ancak, Dünyâ’da îman edip sâlih amel işlemekle ve böylece cenneti hak ederek oraya girmekle ulaşılabilir:

 

 “Îman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenlerin Allah katında büyük dereceleri vardır. İşte ‘kurtuluşa ve mutluluğa’ erenler bunlardır” (Tevbe 20)

 

Teoride olumlu gibi gözükmesine rağmen pratikte bilim ve teknoloji, insanlığın anasını ağlatmış durumdadır. Bilimin “mutlak iyi” olduğunu zannedenler, insanın nefsini hiç hesâba katmıyorlar. Bilim-adamları ahlâk-timsali kişiler değildir ki!. Bilim özünde “mutlak iyi” bir şey değildir. Kötüye kullanılmaya çok fazla müsâittir ve kullanılmaktadır da. Hattâ bilim ve teknolojinin kuşatmasında insanoğlu, târih boyunca hiç olmadığı oranda zulüm görmekte ve acı çekmektedir. Modern-bilim ve teknolojinin faydasından ziyâde zarârı vardır ve acı vermektedir.

 

Peki acı mı daha gerçektir, yoksa acının yokluğu mu?. İlki daha gerçektir, çünkü acıyı an-an yaşarsınız. Ölmek ise bâzen, acı içinde yaşamaktan daha iyidir. Zîrâ acı içinde yaşamak, “hayat sürmek” değildir.

 

Yeni bir bilinçli nesil için, sezaryenin yasaklanması mı gerekir acaba?. Zîrâ sezaryen “bilinçsiz ve acısız doğum”dur. Oysa “doğum” bilinçsiz ve acısız olamaz.

 

Aşırı bağlılıklardan kaynaklanan körlükleri, yaşanacak “aşırı acılar” açabilir ancak: “O pek acı azâbı görünceye kadar ona inanmazlar” (Şuârâ 201). Modern insana belâ yetmiyor ve ille de acı azap ile karşılaşması gerekiyor. Çünkü nefsi kışkırtılmış ve yoldan çıkmış insana azap yetmez-yetmiyor. Onu ancak “acı azap” kendine getirir.

 

İnsanın yiyeceği bir sopa yada aldığı bir yara, şeytanın vesvesesini önler. Çünkü sopayı yiyen insan, onun acısını çekerken şeytanın vesvesesini duyamaz. “Dayak cennetten çıkmadır” sözünü doğrulayan şeylerden biri de budur. Şeytan acı çeken insana vesvese veremez. O acıdan kaçmak için yol arayanlara vesveseler verir.

 

Tevhid acıdır, zîrâ bedeli vardır; şirk ise tatlıdır, insanı kendinden geçirir, çünkü bedeli yoktur. Modern insanın tevhidten şirke doğru kaçmasının nedeni budur. Fakat şu bilinsin ki bâtıldan geriye bir tek acılar kalır.

 

Modern insan, modernizmin kıskacında acı çekmektedir.

 

Göz yaşı acının sıvı haklidir. Efkâr, feryat, figân ve öfke ise sesli hâlidir.

 

Putlar, kendilerine tapanlara hiç acımazlar. Allah ise, “Rahmân ve Rahîm”dir. O-hâlde putlardan kaçıp Allah’a sığınmak gerekir.

 

Acıdan kaçılamayacağının ve kaçılmaması gerektiğinin farkında olanlar, “acının insana kattığı değeri bilenler”dir.

 

Modernizm bir “seyretme uygarlığı”dır. Öyle ki, derin zulümler ve acılar da “yalnızca seyredilen” şeyler hâline geldi. Üstelik birilerinin yaşadığı derin acılar, haz, zevk ve konfor içinde seyrediliyor.

 

Modern insan, “başkalarına” bakarak rahatlayan yada acı çeken insandır. Onu huzurlu yada huzursuz eden şey, başkalarına bakarak yaptığı kıyaslamadır.

 

Acısızlık için beşikteki bebeğe bile acımayan zâlimlere sevgi göstermek yada acı çekenleri görmezden gelmek, ezikliğin daniskasıdır.

 

Bâzen de acı üzerinize o kadar boca edilmiştir ki, artık bir an olsun acıdan kaçmak isteseniz bile kaçacak yer bulamazsınız. Çünkü acı her yeri sarmış ve kuşatmıştır. Herkes ve her yer acı içindedir. Her yer acıyla öyle bir dolmuştur ki, kaçacak ve göçecek bir yer kalmamıştır. Ancak bir acıdan başka bir acıya kaçılabilmektedir. Mevcut acılar da yeni acılara gebedir. Üstelik herkes kendi dünyevî menfaatlerine ve çıkarlarına kilitlenmiş durumda olduğu için bu acıları sâdece izlemektedir. İşte bu acıların mağdurları olanlar Gazze ve Gazzeli mü’minlerdir. Müslüman olduğunu söyleyen fakat aslında on numara münâfık olan müslümanlar acıdan kaçmak için bir yerlerini yırtarlarken taşı-toprağıyla tüm Gazze ve çoluğu-çocuğu ile tüm Gazzeli mü’minler acı içinde yoğrulmaktadır. Böyle bir durumda acıdan kaçmayı düşünmek şerefsizlikten başka bir şey değildir.  .

 

“Acı gerçek” şu ki; acı gerçektir.

 

“Sâdece Allah’a” sığınmak, acının en iyi ilacıdır.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Mart 2024

 

 

Devamını Oku »