11 Aralık 2023 Pazartesi

Boş Laflar Antolojisi: Edebiyat


“Şâirler (yâni edebiyatçılar) ise; gerçekten onlara azgın-sapıklar uyar. Görmedin mi; onlar, her bir vâdide vehmedip duruyorlar ve gerçekten onlar, yapmayacakları şeyleri söylüyorlar. Ancak îman edenler, sâlih amellerde bulunanlar ve Allah’ı çokça zikredenler ile zulme uğratıldıktan sonra zafer kazananlar (veyâ öçlerini alanlar) başka…” (Şuârâ 224-227).

 

Bu âyet inince şâirlerden Hasan bin Sâbit, Abdullah bin Revâha ve Kâb bin Mâlik ağlayarak Peygamberimiz’e gelirler. “Allah, bu âyeti indirdiğinde bizim şâir olduğumuzu biliyordu” derler. Bunun üzerine Peygamberimiz; “îman etmiş olanlar ve iyi amel işleyenler müstesnâ” âyetini okur ve “işte bunlar sizlersiniz” der. Böyleleri ne kadar da azdır.

 

Rivâyetten anlaşılana göre İslâm, edebî olan metnin kendisine değil, lüzumsuz ve gereksiz uzun olan söze, insana âfâkî şeyler sunan metinleri ve onların yazarlarını kınar fakat hem “îman etmiş olanlar ve iyi amel işleyenler”i müstesnâ tutar hem de şâirin ve yazarın yâni edebiyatçının nasıl bir çizgide olmasını gerektiğini gösterir. Bu-bağlamda aslında İslâm ve Kur’ân, edebiyatı sınırlar ve kısıtlar. Zîrâ Peygamberimiz’den önce Mekke bir edebiyat merkeziydi ama edebiyat onları şirkten, küfürden, adâletsizlikten, ahlâksızlıktan ve zulümden kurtaramamıştı ve hattâ edebiyat bunlara yol açmıştı. Çünkü Mekke müşrikleri atalarını genelde şiirleriyle ve sözleriyle yâni edebiyatla anarlardı. Edebiyat Mekke müşriklerinin dinlerinin afyonuydu.  

 

Müslümanlar cihangir oldukları yaklaşık bin yıl boyunca, gâvura “gâvur” demenin terk edildiği ve tam-aksine gâvura yalakalık yapılmaya başlanan Tanzimat’a gelinceye kadar, yunanın felsefesiyle ilgilenmişler ama şiir ve edebiyatı ile ilgilenmemişlerdi.

 

Bir yazıda edebiyat şöyle târif edilir: “Edebiyat yada yazın, yazarın düşünce ve duygularını, okuyanın estetik bir tat almasını sağlamak amacıyla yazılmış yada böyle bir amaç gütmese de biçimsel olarak bu düzeye ulaşmış yazılı yapıtların tümüne verilen isimdir. Bu batı’da ‘literatür’ kelimesi ile karşılık bulan edebiyatın tanımıdır. Müslüman toplumlarında ise literatür kelimesi, edebiyat kelimesi ile karşılık bulur. Kelimenin kökünü incelediğimizde menşeine dâir çeşitli görüşlerin bulunduğunu görürüz. ‘Edeb’, bâzılarına göre İslâm-öncesi şiirde de görüldüğü üzere ‘de’b’ kökünden gelen Arapça bir kelimedir ve umûmiyetle ‘sünnet’ ve ‘terbiye’ mânâsında kullanılmıştır. ‘Edb’ kökünden geldiğini iddiâ edenler ise, kelimenin ‘dâvet’ mânâsına geldiğini belirterek, ‘ziyâfet yemeği, düğün yemeği’ anlamındaki ‘üdbe’, ‘me’debe/me’dübe’ şekliyle sıkça kullanıldığını söyler. (Lisânü’l-Arab, ‘edb’ md.; İbn Kuteybe, s. 162, 558). Menşei hangi kelime olursa-olsun ‘edeb’, İslâm coğrafyasında olduğu gibi dilimizde de birden fazla ve zaman içinde genişleyen mânâlarda kullanılmıştır. Bu kelime ilk zamanlarda ‘gelenek, görenek, ahlâk’ gibi anlamları ihtivâ ederken, zamanla ferdî ve içtimâî uyulması lâzım gelen bilgi ve davranış tarzları için kullanılan geniş yelpazeli bir terime dönüşmüştür”.

 

Antoloji: “Yazınsal ürünlerden güzel parçalar seçilerek oluşturulan ve türlü yöntemlere göre düzenlenen yapıt”.

 

Edebiyatın yüzde doksan mitoloji ve mâzi üzerine kurulmuştur. Bu mitolojinin kimin mitolojisi ve kimin mâzisi olacağı zamâna göre değişir ve değişmiştir. Meselâ modern edebiyat, İslâmî geçmişi ve mâziyi “eski” diye reddeder ama ondan daha eski olan batı-yunan ve İslâm-öncesi Türk edebiyatına sığınır. Bu da yeni akımlar ve yeni bağlılıklar ortaya çıkarır.

 

Edebiyat baştan-sona “bir hayâlin peşinde koşmak”tır. Edebiyat demek “hayâl” demektir. Zaten çoğunlukla mitolojiden ve uydurma destanlardan falan beslenir. Edebiyatçılar da yalanın, uydurmanın ve boş lafların temsilciliğini yaparlar. Çünkü edebiyat gerçeklikten kopmadan ortaya çıkamaz. Bu nedenle Allah, gerçeklikten kopuk olan edebiyat yerine hakkın ve hakîkatin kaynağı olan vahyi ve vahyin uygulanma alanı olan hayâtı göstermiştir. Bu aslında İslâm’ın, edebiyatı kısması ve kısıtlaması anlamına gelmiştir. Lâkin Allah: “Kullarıma, sözün en güzel olanını söylemelerini söyle. Çünkü şeytan aralarını açıp bozmaktadır. Şüphesiz şeytan insanın açıkça bir düşmanıdır” (İsrâ 53) diyerek edebiyata gerektiği kadar bir alan da bırakır. Biz bu yazıda, sınırını aşmış ve çığırından çıkmış olan edebiyatı eleştiriyoruz ve yeriyoruz.  

 

Vahiyi kişiyi edebiyata değil, hayâta yönlendirir. Bu nedenle dîni kötüleyen şâirlere ve şiire karşıdır. Fakat vahye aykırı olamayan ve hakkı-hakîkati savunan şiirlere hoş bakar ve hattâ kullanır.

 

Aslında edebiyat, “boş laflar antolojisi”dir. Tek yararı güzel laflar etmek, etkili ve zarif cümleler kurmak ve sözler söylemeyi öğretmektir. Bu da iyi, güzel ve yararlı bir şeydir tabi.

 

Edebiyat ve edebiyatçılar “körler sağırlar, birbirini ağırlar” sözü bağlamında, ancak kendi aralarında konuşan kişilerdir. Halkın büyük çoğunluğunun edebiyatla işi yoktur ve anadan-atadan duydukları halk edebiyatı tarzındaki edebiyat dışında edebiyatı bilmezler. Çünkü halk tümüyle hayâtın içindedir, edebiyatın değil.

 

Edebiyatçılar ve şâirler biraz “gevşek” olur. Ali Bulaç: “İslâmî hareket romancı ve şâirler yüzünden geri kalmıştır” der. Doğrudur. Çünkü edebiyatçılar İslâmcılığa karşıdırlar. Zîrâ onlar muhâfazakârdırlar. Hep iktidardaki kişinin, yeni ideolojinin ve düşüncenin etkisinde ve peşinde giderler ve bu nedenle de dün söylediklerinin tam-aksini yarın farklı söylediklerini görürsünüz. Bu “büyük” edebiyatçılarda bile böyledir. Sürekli olarak hükümdarların, pâdişahların ve zenginlerin himmetlerine muhtaçtırlar. Eserlerini onlara ithâf etmek ve iyi bir bahşiş almak için çırpınıp dururlar.

 

Hem edebiyatın kendisi hem de edebiyatçılar muhâfazakârdırlar ve öyle olmak zorundadırlar. Bu da yalakalığı yanında getirir. Çok-çok az istisnâları saymazsak, hem edebiyatta hem de edebiyatçılarda sürekli olarak yoğun bir gevşeme ve yavşama hâli vardır.

 

Edebiyatçılar sürekli olarak çok kısa süre içinde bir o yana bir bu yana savrulur durur ve daha dün söylediklerinin tam-tersini bugün değiştiriverirler. Bu nedenle dönek olarak suçlanırlar. Zâten edebiyat bu dönekliğe bir şey demez. Dönekliğin bile edebiyatını yapan edebiyattan, buna bir şey demesi beklenemez.

 

Edebiyatçılar hâkim zihniyete göre konumlandıkları için yeniye çabuk uyum sağlarlar yada sağlamaya çalışırlar. Bu-bağlamda, bir Pâris gezisinin sonucunda bir-anda değişerek Yunan hayrânı olan Yahyâ Kemal şöyle der:

 

“Tarihte hayy ve muhyî bir insâniyet var: Bahr-ı Sefîd Havzası (Akdeniz Havzası), hayâta susayanlar, o havzanın sâhiline doğru koşuyor. Târihin bu karn’ı fenâ bulmadan insanlar, Athena Pallas etrâfında birleşecektir. Bizim de artık doğu-uygarlığından çıkıp batı-uygarlığına dönmek gerekir. Yeniden doğuş (Rönesans) döneminin bizde de açılması için bir zamanlar barbar olan çeşitli milletlerin yaptığı gibi bizim de Akdeniz kıyısından hayat-suyunu içmemiz gerekir”.

 

Edebiyatçılar o kadar hayâl-peresttirler ki, yaşanmış bitmiş ve iyi bilinen bir târihi bile hayâllerine uydurmaya çalışırlar ve bambaşka şeyler söylerler. Bir-zaman sonra da -bâzı nedenlerden dolayı- bundan pişmân olurlar ve önceki sözlerini reddeden şeyler söylemeye başlarlar. Mesela ünlü edebiyatçılardan biri, belli bir zamâna kadar Yunan’a toz kondurmazken, sonradan görüşünü değiştirir ve önceki söylediklerinin tam tersini söylemeye başlar.

 

Edebiyat yalan, hayâl ve uydurma merkezli olduğu için söylediklerini belgelendirmesi gerekmez. Bu nedenle edebiyatın belgesi olmaz. Hayâlin belgesi olmaz çünkü. Edebiyatta ne desen gider, yeter ki onu güzel ve etkileyici bir cümle ile söyle. Zâten edebiyatın ve edebiyatçıların tüm gücü -hakkını vermeliyiz ki- “sözü etkili bir şekilde söylemek”tedir.

 

Edebiyat ve felsefe küçük toplumların ve küçük devletlerin işidir. Büyük devletlerde edebiyat ve felsefe pek olmaz. Çünkü onlar zâten edebiyatın kurduğu hayâli gerçekleştirmektedirler. Edebiyat ve edebiyatçılar “hayâli kahramanlar”a ihtiyaç duyarlar ama imparatorluklar ve büyük devletler zâten o kahramanları yetiştirmişlerdir ve nice kahramanlık örnekleri göstermişlerdir. İmparatorluklar felsefeye ve edebiyata ihtiyaç duymazlar. Bu nedenle de Roma, Moğol, Selçuklu, Osmanlı ve İngiliz imparatorlukları gibi büyük devletlerde edebiyat olmamış yada kısıtlı bir alanda olmuş ve destanlar gibi hayâli olaylar yazılmamıştır. Çünkü dediğimiz gibi, edebiyat, felsefe, hayâlî olay ve kahramanlar yâni destanlar ve boş laflar ancak küçük ülkelerde ve İslâm-öncesi Türkler gibi göçebe yada yarı-göçebe toplumlarda ortaya çıkmıştır. Çünkü küçük devletler ancak, yapamadığının hayâlini kurabilir. Böyle toplumlar sürekli olarak mitolojiler, destanlar, uydurma olay ve kahramanlar ve netliğe ulaşamayan boş laflar antolojisinin diğer yönü olan felsefeler (yunan gibi) ve de modern zamanlara doğru da romanlar yazmışlar ve üretmişlerdir.

 

Zâten edebiyatın ve edebiyatçıların hak ve hakîkat uğruna bir eleştiri yaptıkları, îtirâz ettikleri ve bir isyân körüklediklerini göremezsiniz. Hattâ tam-aksine, böyle yapanları kınar ve eleştirirler ve de onlara düşman olurlar. Meselâ Necip Fâzıl, Kur’ân ve Sünnet-merkezli İslâm’ın önemli savunucuları ve aktörleri olan Mevdûdi’yi ve Seyyid Kutub’u kötülerken, gidip kendisi gibi boş laflar eden -sözde- İslâm şehyi olan Arvâsi’nin dizlerinin dibine çöker. Yine, Mehmet Âkif de ilk-başta Abdulhamit’e karşı çıkıp ittihatçılarla birlik olur ama sonra yeni cumhuriyetin yaptıklarını görünce, onlara destek verdiğine pişmân olup da onları eleştirince, cumhûriyetçiler onu dışlar ve hayâtının uzunca bir bölümünü yurt-dışında zorluklar ve hasret içinde geçirmek zorunda kalır. Hattâ bu zorluk oğlunun bile berbat bir hayat içinde yaşayıp ölüp gitmesine sebep olur.

 

Tabi artık radyo, televizyon, internet, bilgisayar ve cep telefonu ile birlikte edebiyat çer-çöp olmaya başlamış ve yok olmaya doğru gitmektedir. Çünkü yeni teknolojiler ile birlikte insanlar artık modern yalanlara inanmaya başlamışlardır. 2. Dünyâ Savaşı ile birlikte edebiyat ve özellikle roman büyük yara almış ve sönmeye başlamıştır. Çünkü dediğimiz gibi, artık televizyon, internet, bilgisayar ve cep telefonu vs. çıkmış ve destan ve romanların yaptığı ve yaydığı fitne ve ifsâd görevini bu teknolojiler devralmıştır. Bir nesneyi yada bir insanı sayfalarca yazıyla anlatan ve târif eden romanlara ne gerek vardır?. Televizyon ve diğer ekranlar onu ânında göstermektedir ve bir bakışta o şeyin ne olduğu anlaşılmaktadır. Bu nedenle destanlar ve romanlar insana artık hiç-bir şey kazandıramaz. Romanlar zâten daha önce de insanlara pek bir şey kazandırmadığı gibi, kaybettirdiği çok şey olmuştur. En çok kaybettirdiği şey ise “zaman”dır.

 

Tanzimat edebiyatçıları ile başlayan süreçte Türk müslümanlar, eskiye karşı nefret duymaya ve yeniye hayran ve meftûn olmaya başlamışlar ve onlarda -aslında çok daha eski olan- yunan hayranlığı başlamıştır. Nev-Yunânilik ve Nayrîlik akımını başlatan şey budur. Batı’nın havasını-suyunu soluyup yudumlayanlar zihniyet değiştirmiş ve İslâm’dan ve Îran’dan yüz çevirerek, yönünü Yunan’a doğru dönmüştür. Fakat 1. Balkan Savaşı’nda Osmanlı’nın karşısında Yunan da olduğu için ve balkan milletleri türklerin-müslümanların  babalarını kesmeye ve kadınlara ve kızlara tecâvüz etmeye başlayınca bu zırvalıkları terk etmek zorunda kalmışlardır. Zâten daha sonra da Yunan ile yapılan savaş bu meftunluğu bitirmiştir. Fakat buna rağmen Hasan Ali Yücel, Dünyâ Klâsikleri adı altında batı ve yunan-latin düşüncesini ve zihniyetini türklerin beynine sokmuştur. Bu-arada, o klâsikleri de çok büyütmemek gerekir. Klâsikler netîcede putperestlerin putlarını öven ve paganizmin tanrılarını ve anlamsız sözlerini yücelten kitaplardır. Ondan sonra ise İslâm-öncesi Türk destanları ve zırvalıkları ile türk milleti İslâm’dan ve dinden soğutulmuş, hakîkat yerine bâtıl öne çıkarılmıştır ki bunu yapanlar yada en çok destek verenler, “boş laflar antolojisi” olan edebiyat ve yalaka edebiyatçılardır.

 

Târih boyunca türk edebiyatı Îran ve Yunan edebiyatları arasında gidip-gelmiş ve en sonunda da “ülüg-bülük” gibi sözlerle yazılmış olan İslâm-öncesi türk destanları ve kitâbelerine bel bağlamıştır. Tabi bunları yapmak ve halka yayabilmek için yeni “edebiyat devleri”ne ihtiyaç duyulmuştur. Aslında 1930’lu yıllarda Burhan Toprak’ın yayınladığı “Yûnus Emre divânı” ve daha sonra da Fuat Köprülü’nün tanıtmasına kadar kimsenin tanımadığı Yûnus Emre ve Hoca Ahmet Yesevi, bu yıllarda aşırı öne çıkarıldı, kendilerinden çok fazla bahsedildi ve herkese “Türk’ün mânevî babaları” olarak gösterildi. Bu kişilerin ve daha öncelerden tanınmasına rağmen ismi aşırı abartılarak iyice öne çıkarılan Celâleddin Rûmi ve onun saçma-sapan, yalan-yanlış ve ahlâksız içerikler ve anlatımlar, cinsellik, zevk, erotizm ve porno ile buram-buram küfür ve şirk kokan Mesnevisi sanki vahiy gibi kabûl edilmiş, Kur’ân ve Sünnet ile ifâdesini ve anlamını bulan İslâm yerine, “Anadolu İslâm’ı”, “Türk İslâm’ı” gibi Kur’ân ve Sünnet İslâmına aykırı yorum, düşünce ve zihniyeti türk insanına kitlemişlerdir. Türk insanını İslâm’dan soğutan ve vazgeçiren şey, bahsedilen bu edebiyatçıların bahsettikleri bâtıl din düşüncesidir.

 

Edebiyatta bir “kadın tapıcılığı” da vardır. Edebiyat ve edebiyatçılar mutlakâ bir kadını yüceltirler. Leyla ile Mecnun, Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şirin, Tâhir ile Zühre, Yusuf ile Züleyhâ, Zenbilfiroş vs. gibi uydurma hikâyeler ve destanlar üretir ve “insan tapımı”nı kutsar. Edebiyat büyük oranda, kadın ve şarap üzerine yâni şehvet üzerine kuruludur. Hep bir kadın, aşk, meşk, zevk, kendinden geçme ve masal-dünyâsı huzûru gibi şeyler hayâl edip bunlardan bahsederler. Öyle ki en muhâfazakâr ve İslâmcı diyebileceğimiz şâirler içinde, “kadın bacağı”na şiir yazanlar olduğu gibi, âşık olduğu kadına akrostiş şiirler yazanlar vardır. Yine meselâ Yahyâ Kemal’in hayâl-dünyâsı şu şekildedir:

 

“Yunan beldesi; fikir, zevk, şiir, kadın, şehvet ve incelik içinde yaşanan, vücûdu tüllerle örtülü mahlûkların dolaştığı bir diyardır. Burada Güneş, denizden şarkılarla yükseliyor, şarkılarla  batıyor. Hayat gündüz coşkun, gece seyyâl bir mûsikî hâlinde. Erkekler uryân kahramanlar, kadınlar da ince tüllerle örtülü sebûlar gibi. Erkek çocuklar hıyâbânlarda demirden dâireler atarak uryân koşuşurken, kız çocuklar uryân, bahçelerde raksediyorlar; gözleri çukurlanan yüksek ihtiyarlar da çamlar altında felsefeden konuşuyorlar. Zevce ve zevçleri gördüm, kollarını birbirinin omuzlarına atmış yürüyorlardı. Yirmi yaşında gençler de, beyaz nişanlılarını, metîn kolları üstünde birer kahraman gibi götürerek öpüyordular. Hepsinin başları açık, ayaklarında beyaz sandallar vardı. Bezminiz ne kadar kahkaha-âbâd!. Karlı Olimpus tepelerinde, şehevî oyunlarla sarhoş, sarı saçlı ilâhlar gibi gür seslerle gülüyorsunuz. Sinirlerinizde hâlâ bir sekrin bakiyesi var”.

 

Kur’ân kıssaları ise edebiyat değil, hayattır. Hayâtın içinden ve gerçeklerden bahsederler. Çünkü İslâm ve Kur’ân edebiyat değil hayattır. Kişiyi hayâle değil hayâta yönlendirir. Hayâlî değil, hakîkidir. Zîrâ vahiy, hakkı ve hakîkati gerçeklik yada örnekler üzerinden verir, saçma-sapan edebiyat üzerinden değil. Tasavvuf ise zâten “İslâm’ın bir yorumu” gibi görünse ve gösterilse de aslında İslâm’dan değildir. Aliya İzzetbegoviç, “İslâm edebiyat değil, hayattır” sözünü, hayâtın tüm ağırlığının üzerine çöktüğü zamanda ve yerde söylemişti. İslâm’ın edebiyat olmadığı ancak böyle zamanlarda ve yerlerde anlaşılır çünkü. Yoksa fildişi kulelerde, kâşânelerde yada kahvehâne köşelerinde ve dört duvar arasında değil. Bu nedenle şunu söylemeliyiz ki, müslümanlar da edebiyat yapmıştır ve yapmaktadır ama “İslâm edebiyatı” diye bir şey yoktur ve olamaz. Zîrâ İslâm edebiyata değil de hayâta dönük olduğu için İslâm ‘da edebiyat çok sönük ve cılızdır. Bu-bağlamda bir yazıda şunlar söylenir:

 

“Batı’da ki edebiyat algısı, estetik, haz ve biçimsel düzey noktasında her-şeye verilen tanımken, İslâm edebiyatında bu, ‘ahlâkî bir yapının etrâfında oluşan en güzel ifâde biçimi’ olarak kendini gösterir. Kant: ‘Edebiyatın kendi dışında hiç-bir amacı yoktur, yalnız zevk almak için yapılır ve biter’ der. Kant’ın yaptığı bu tanım, bizdeki edebiyat anlayışının muhtevâsına uygun değildir. Çünkü İslâm edebiyatı, belâgat kelimesi ile birleşerek muhteviyatlı bir anlam bütünlüğü oluşturur. Sözü en iyi şekilde söyleme sanatı olan ‘beliğ’ kökünden gelen belâgat, edebiyatın tanımı yapılırken bu tanımın dışında tutulamayacak bir mânânın da hâmisidir.

 

Amaçsız, sâdece haz almak için söylenen söz, bir gâye boşluğu oluşturduğu, bir hedefsizliğe işâret ettiği için, İslâmiyet’in men ettiği bir yaklaşım-biçimi olduğunu görebiliriz. Kur’ân, cenneti tanımlarken: ‘Orada ne bir boş söz ne de yalan işitmezsiniz’ (35/78) diyerek, gereksiz hedefi olmayan cümlelerin kişide bir zaman-isrâfı, beyin meşgûliyeti olacağını ifâde eder. Buna karşılık kişiye Dünyâ ve âhiret mutluğu verebilecek olan sözün; ‘işte bu sana okuduğumuz âyetlerden ve hikmetli kurandandır’ (3/58) diyerek, mü’minlerin hikmetin ve faydanın peşinden gitmeleri gerektiğini telkin eder.

 

Batı’da edebiyat dediğimiz şey, zamanla sinema, tiyatro diğer çizimlerle iç-içe geçerek ‘sanat’ adını alırken, İslâm edebiyatında böyle bir yapılanma, ciddî anlamda söz-konusu olmamıştır. Ayrıca İslâmiyet, inananlarını eylemlerinden sorumlu tuttuğu gibi söylemlerinden de sorumlu tutar. Bunun bir sonucu olarak bir söylem güzergâhı olan edebiyatın, ancak Allah’ın sınırlarına riâyet edildiği takdirde yapılmasını teşvik etmiş ve bunu ‘hikmetin bir gereği’ şeklinde ifâde etmiştir.

 

Batı’daki bu türlü algı, edebiyatı yazarlarının da sâdece kendi rûh-dünyâlarının tecrübe ettiği şeylerde kitâbileşme, yada roman, hikâye formunda yazılar yazarak çeşitli varyasyonlarla edebî akımlar meydana getirmeleri ile sonuçlanmıştır. Netîcesinde Hümanizm, Klâsizm, Panslavizm. Realizm, Romantizm, Natürâlizm, en son olarak da Postmodernizm dediğimiz daha ismine yer vermediğimiz onlarca edebî düşünce-akımı ortaya çıkmıştır. Tüm bu akımların çıkış nedeni, belirttiğimiz gibi batı’lı edebiyatçıların edebiyat dedikleri şeye yükledikleri anlamın hazza ve biçimsel kurama dayalı olmasından kaynaklıdır. İslâm edebiyatında ise edebî kültür, söylem ve anlayış, ‘Allah’ın emir ve nehiylerinin toplumun sosyo-kültürel, siyâsî, ekonomik alanında kalem tutanlarının bunu en edip edebe muhayyer tarzda verme çabası’ şeklindedir. Batı’nın aksine İslâmî edebiyat, ‘insan çıkışlı’ bir yaklaşımı değil, İlâhî emrin altında şekillenen bir söylem-biçimini destekler. Yine de İslâm anlayışı, insan-çıkışlı eylemlerin netîcesinde oluşacak olan durum için de her zaman bir çıkış-kapısını açık bırakmıştır”.

 

Edebiyat aslında kısır bir daldır. Özellikle modernizm ile değişen dünyâ, edebiyat yapmaya yâni hayâl kurmaya izin vermediği için artık edebiyat bitme noktasına gelmiştir. Zâten eskiden bêri edebiyatçılar, bir zaman sonra edebiyatı tükettikleri için (yada bâzen edebiyatın boş iş olduğunu gördüklerinden dolayı) ya onun-bunun edebiyâtına yönelmişler yada felsefeye, dîne ve siyâsete kaymışlardır.

 

Felsefe ve edebiyat gibi, temeli ve kökü olmayan konuları anlatmak da anlamak da, bunlarda bir yalınlık olmadığı için zor olur. Bu nedenle de bu konularla pek ilgilenen olmaz.

 

Yine; edebiyat ve edebiyatçılar iç-âleme çok aşırı yöneldikleri için dış-âlemi hesâba katmazlar ve onlar sâdece o-anki mevcut lîdere ve iktidâra yalakalık yaparlar ki zâten bununla geçinirler. Halkın soru ve sorunları onları pek de ilgilendirmez. Bir isyân başlatan edebiyatçı yoktur, olmamıştır. Hattâ eleştirel ve îtirazcı bir edebiyatçı bile zor bulursunuz.

 

Edebiyatçılarda mevcut lîdere yalakalık had seviyededir. Lîderi peygamber ve hattâ Allah yerine koymalar çok normâldir. Zamânında Celâleddin Rûmî, yalakalık ve ajanlık yaptığı Moğolların noyanlarından birini peygamber îlân ettiği gibi Cengiz Han’a da ilah demişti. Modern türk edebiyatçıları ise Atatürk hakkında ağza alınmayacak ve yenilir-yutulur cinsten olmayan sözleri edebilmişlerdi.

 

Edebiyat denilen şey bir “hurâfe yığını”dır ve sonunda da söylenen şeylerin çoğu “hurâfe mezarlığı”ndaki yerini alır.

 

Şunu da söyleyelim ki edebiyat %90 oranında “sanat” da değildir. Uydurma, yalan ve zırvalıklardan sanat çıkmaz. Fakat şiir alanında sanatsal ürünler vardır.

 

Edebiyat ve edebiyatçılar hep nefse oynamışlar ve nefse nişan almışlardır. Nefse çok uygun olan aşk, meşk, zevk ve kendinden geçme gibi hasletleri çok öne çıkaran ve bunlarla ayakta duran edebiyat, nefse uygunluğundan dolayı eleştirilmekten uzak tutulmuştur. O-hâlde edebiyat edepsizlere bırakılmamalıdır. Çünkü edebiyatı genelde edepsizler yapmıştır. Bu nedenle edebiyatın İslâm-merkezli olarak adamakıllı bir şekilde eleştirilmeye ihtiyâcı vardır. Zîrâ edebiyatın çıtası sınırı çok aşmıştır ve o çıtayı düşürmek ve normâl ve doğal sınırına döndürmek gerekmektedir.

 

Vel hâsıl kelam; edebiyat “boş zaman işi” olduğu gibi, Kur’ân’dan haberi olmayan “boş adamların işi”dir.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Aralık 2023

 

 

Devamını Oku »

6 Aralık 2023 Çarşamba

Allah’a Neden İnanıyorum?

 

“De ki: O, her-şeyin Rabbi iken, ben Allah’tan başka bir Rab mi arayayım?” (En-âm 164).

 

Allah bilin(e)mez, O’na inanılır. Çünkü Allah’ı bilip idrâk edebilecek bir şeye sâhip değiliz. Meselâ Allah akıl ile bilinebilecek bir varlık değildir. Zâten “bilen”, “bilinen”den üstün olur. Fakat Allah’tan daha üstün bir varlık yada “şey” olmadığı için O “bilinebilecek olanlardan” değildir. Akıl Allah’ı bilecek çapta ve yetenekte bir varlık yada cevher değildir. Fakat Allah’a inanma yolunda kişiye yardımcı olabilir. Allah “doğrulanacak” değil de “inanılacak” bir varlık olduğu için O’nun varlığına aklı kullanarak bir kanıt ve delil aramak abestir. Zâten inanmayacak olana hiç-bir delil yetmez. Akıl Allah’ı niçin bilemez ve O’na inanmak sâdece akıl ile olmaz?. Çünkü Allah, bizim aklımızla anlayıp târif edilebileceğimiz kadar basit bir varlık değildir. Bu nedenle Allah aklın değil, inancın konusudur.

 

Allah’a inanmak, O’na inanıldığında mutlakâ yüklenilmesi gereken sorumlulukları kabûl edip teslîmiyet gösterebilmekle alâkalıdır. Bu nedenle de aslında Allah’a inanmak delikanlılık işidir. Allah’a inananlar, Allah’ı aramazlar; Allah’ı arayıp duranlar ise, Allah’a inanmayanlardır. Zîrâ Allah, aranacak değil, inanılacak olandır. Zâten inancın belgesi olmaz.

 

Târih boyunca modernizme gelene kadar Allah’a, “en yüce yaratıcı” anlamında inanmamak yâni ateizm sâdece çok küçük topluluklar hattâ bâzı kişiler arasında olmuştu. Peygamberlerin gönderildiği kavimler de hep Allah’a inanıyorlardı fakat O’na ortak-şirk koşuyorlardı. Yâni sorun, “mutlak hâkimiyeti sâdece Allah’a vermemek” idi. Allah’a “inanıyor” olmak, “Allah’ı inkâr etmemek” demek değildir. 300 yıl öncesine kadar durum böyleydi. Fakat Allah’ın, âhiretin, gaybın, vahyin, peygamberliğin ve dînin inkâr ve iptâl edilip doğaya, eşyâya, maddeye, akla ve insana tapılmaya başlamanın startı olan modernizm ile birlikte Allah’a inanmamak yâni ateizm ve ateistlik çoğalmış ve hattâ günümüzde insanların yarıya yakını Allah’a inanmamakta ve “Allah’a neden inanayım ki?” diye sormaktadır. Bu soruya târih boyunca bir-çok cevaplar verilmiştir ve verilip durmaktadır. Fakat “Allah’a neden inanayım?” sorusuna öyle uzun ve karmaşık cevaplar yerine basit bir cevap vermek gerekmektedir. Bu nedenle ben “Allah’a neden inanıyorum?” sorusunu şu kısa cümle ile cevaplıyorum: “Çünkü varlığı, Allah dışında bir şey ile açıklamak beni iknâ ve tatmin etmiyor”.   

 

Varlığın nasıl ortaya çıktığını -sözde- açıkladığı kabûl edilen teoriler gerçekten iknâ ve tatmin edici açıklamalar yapmış değillerdir. Bir-çok soruya cevap veremeyen ve içinde bir-çok çelişkiler barındıran, meselâ Big-Bang Teorisi, Evrim Teorisi ve modern-bilim ve teknoloji ile ortaya atılan bir-çok teori, câhil yada Allahsız bir açıklama bekleyen ve isteyenlerin “mal bulmuş mağribi” ve sazan gibi hemen atlayıp kabûl ettikleri ve inandıkları, “resmî olarak henüz çürütülmemiş” olan hipotezler, modellemeler ve masa-başında ortaya atılmış “zırvalık” türünden üretimlerdir. Bunlar masal anlatmaktadırlar ve klâsik hurâfelerin yerine “modern hurâfeler” üretmektedirler. Astrolojinin söyledikleri şeyler “klâsik hurâfeler” iken, astronominin yada kozmogoninin söyledikleri şeyler ise “modern hurâfeler”den başkası değildir. Yine; uzak geçmişe âit olan yaratılış destanları ne kadar ilkel ve uydurma ise, modern biyolojinin söyledikleri de o kadar ilkel ve uydurma hattâ zırvalıktır. Bunların hiç-biri iknâ ve tatmin edici açıklamalar yapmış değillerdir ve yaptıkları sâdece propagandadır. Bilgiyi televizyon ve internetten, sâdece manşet olarak öğrenen insanlar, söylenenleri anladıklarından değil de propagandadan etkilendiklerinden dolayı, uydurmaları ve zırvalıkları hiç sorgulamadıkları için yapılan -sözde- bilimsel açıklamaları “doğru ve gerçek bir açıklama” zannediyorlar ve artık duydukları gibi inanıyorlar.

 

Oysa varlığın nasıl vâr olduğunun bir açıklaması yapılamaz. Çünkü varlık Allah’ın “ol” demesiyle bir-anda vâr olmuştur. Bir-anda olanın ve ansızın ortaya çıkanın bir işâreti olmaz. İşâreti olmayan şeyin açıklaması yapılamaz ve onun hakkında sâdece atıp-tutmalar yapılabilir ki bunlar hiç de iknâ edici olmazlar. İnsanın Allah’a neden inanması gerektiğinin -gerçekten iknâ ve tatmin edecek şekilde yapılacak- açıklaması ise sâdece bir cümledir: “Çünkü varlığı, Allah dışında bir şey ile açıklamak beni iknâ ve tatmin etmiyor”.

 

Evet; iknâ ve tatmin etmiyor, edemez de. Varlığın varlığını Allah dışında bir şeyle açıklamaya çalışmak geçici tamponlar olabilir ancak. Zâten yapılan açıklama bir süre sonra popülerliğini ve parıltısını yitirip sönmeye başlayacağı, üstelik vicdan da sürekli olarak sorular sorup eleştiriler yaptığı için, yapılmış olan açıklamalar bir süre sonra değerini, önemini ve iknâ ediciliğini kaybedeceğinden dolayı yeni bir açıklamaya ihtiyaç duyulur. Çünkü bunlar gerçek ve hakîki açıklamalar olmadığı ve olamayacağı için, “Allah’a inanmak istemeyenlerin geçici olarak kullanımıma sunulan tamponlar” olmaktan kurtulamayacaklardır.  

 

İlginçtir; insanları Allah’a inanmaktan alıkoyan ve çeşitli zırvalıklara inanmaları için onlara fısıldayıp duran şeytan ateist değildir, yâni Allah’a kesin olarak inanır. Şeytanın “şeytan” olması, Allah’a inanmasına rağmen emrini yerine getirmemesinden dolayıdır. “Secde et” emrini yerine getirmemesi onu şeytanlaştırmıştır.

 

Peki Allah’a inanmayanlar neden inanmıyorlar?. Çünkü sürekli olarak Allah’ın zâtı hakkında; “ne zaman, nerede ve nasıl?” sorusu üzerinde düşünüyorlar. Oysa Allah’ın zâtı düşünüldükçe Allah inancı zayıflar ve zamanla bitip gider. Allah’ın zâtını düşünmek ve O’nu zâtıyla bilmek, “o’nu sınırlamak” demektir. Zîrâ insanın görmesi, duyması ve bilmesi ancak sınırlayarak olur. Çünkü ancak “sınırı olanı” görebilir, duyabilir ve bilebilir. Peki Allah sınırsız olduğuna göre O’nu neyle ve nasıl bilebilecektir?. Allah kâinâtın hiç-bir yerinde zâtıyla ve mutlak varlığı ile yoktur. Fakat Allah, kâinâtın tamâmında sanatıyla, kânunlarıyla ve yaratıp durmasıyla vardır. Allah’ı bilmek, görmek ve duymak mümkün ve önemli değildir ama O’na inanmak önemlidir. Bu da ancak ve ancak, Allah’ın yarattıklarını, sanatını ve kânunlarını bilmekle, görmekle ve duymakla olabilir. Allah’a olan inanç ve îman,   O’nun yarattıklarına bakarak başlar ve artar. Allah’ın yarattıklarına yâni sanatına baktıkça ve sünnetullah denen kânunlarını gördükçe insan düşünmeye başlar ve inat etmeyi bıraktığında, tüm bu muhteşem düzenin, nizâmın ve fevkalâdeliğin gerçek anlamda ancak Allah ile açıklanabileceğini idrâk eder ve der ki: “Evet, Allah yaratmıştır”. Böylece îman başlar. İdrâk ettikçe îman ve inanç artar ve “Allah’a neden inanıyorum?” sorusuna bir cümle ile cevap verir: “Çünkü varlığı, Allah dışında bir şey ile açıklamak beni iknâ ve tatmin etmiyor”.

 

Allah’ın kontrôl etmesinden rahatsız olan modern insan, “Allahsız dinler”e inanmaya başlamaktadır. Greko-Romen uygarlık ve onun uzantısı modernizm, Allah’a inanmaktan vazgeçip, “dört elemente ve türevlerine inanma uygarlığı”dır. Zîrâ Hakka inanmamanın kaçınılmaz sonucu “bâtıllardan birine inanmak”tır.

 

Allah’ın varlığını -sözde- kabûl eden Deizm; “Allah’ın dînini ve emirlerini kabûl etmez ve tınlamazken, Allah’ın mutlak varlığına inandığını söyleme” küstahlığı ve yalanıdır. Eğer Allah, her-şeyi yaratıp -hâşâ- çekip gittiyse ve hiç-bir şeye karışmıyorsa, o zaman Allah’ın varlığını kabûl etmenin ne önemi kalıyor?. Deizm’e göre, Allah’ın varlığını kabûl etmemenin ne önemi var?. Allah’a inanmadığımda ne olacak ki?. Deistler aslında “utangaç ateistler”dir ve “Allah’ın varlığını kabûl ediyoruz” demelerinin hiç-bir önemi ve anlamı yoktur.

 

Eksik-yanlış bir inanış olan “Allah’ın gökte olduğu” düşüncesi, Allah’ı göklere hapsedip, insanların yeryüzünde Allahsız bir şekilde istedikleri gibi yaşama arzusundan kaynaklanır. Modern insan istiyor ki, inanılması gereken şeye, “kendi istediği gibi” inansın. Allah’ın varlığına inanıp da yaşamında o îmânı hesâba katmayanların îmânı sorunludur. Kâfirlik târihi, “Allah inancından ve dînî sorumluluktan kurtulmanın verildiği savaşım”ın târihidir. İnsanlar ikiye ayrılır: 1-Nefsine göre düşünce ve inanış belirleyenler; 2-İnancına göre düşüncesini ve davranışını belirleyenler.

 

Bir de; “gözümle görmediğime inanmam” diyenler vardır. Ben de; “gözümle gördüğüme inanmam” diyorum. Çünkü inanç zâten görünmeyene olur. Görüp durduğumun nesine inanayım?. İnanmak için, bir de “inanmama durumu” olması gerekir. Görüp durduğum şeyin gördüğüm gibi olduğuna inanmama durumu yoktur ki!. O zâten gördüğüm gibidir. O, inanmanın değil, görmenin konusudur. Allah ise îmânın konusudur:

 

“Dedi ki: (Allah) göklerin, yerin ve bu ikisi arasında olan her-şeyin Rabbidir. Eğer kesin bilgiyle inanıyorsanız (böyledir)” (Şuârâ 24).

 

Allah’a inanmamak zavallılıktır ve de çok zor bir şeydir. Oysa Allah’a inanmak insana büyük bir güven ve huzûr verir. Allah’a inanmak birilerinin zannettiği gibi akılsızca ve mantıksızca değildir. Tam-aksine, Allah’a inanmak, akla, mantığa ve sağ-duyuya çok uygundur. İnat etmeden ve ön-yargısız bir şekilde odaklanarak baktığınızda ve düşündüğünüzde, varlığın vâr olmasının nedeninin Allah olduğunu, -sizi iknâ ve tatmin edecek şekilde- görüp idrâk edersiniz. Bundan sonra da; “Allah’a neden inanıyorum?” sorusuna basit bir cümle ile cevap verebilirsiniz: “Çünkü varlığı, Allah dışında bir şey ile açıklamak beni iknâ ve tatmin etmiyor”.

 

“O, göklerin ve yerin yaratıcısıdır. Size kendi nefislerinizden eşler, davarlardan çiftler vâr etti. Sizleri bu tarzda türetip-yayıyor. O’nun benzeri gibi olan hiç-bir şey yoktur. O, işitendir, görendir” (Şûrâ 11).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Aralık 2023

 

 

Devamını Oku »

Statü ve Statükoculuk

 

“Ne zaman onlara: ‘Allah’ın indirdiklerine uyun’ denilse, onlar: ‘Hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye (geleneğe) uyarız’ derler. (Peki) ya atalarının aklı bir şeye ermez ve doğru yolu da bulamamış idiyseler?” (Bakara 170).

 

Statü: Bir kimsenin bir toplumda yada topluluk içindeki durumu, yeri, kazandığı saygınlık, makam. Yürürlükte bulunan antlaşmalara göre olması gereken veyâ süregelen durum. Öteden bêri sürüp gelen yada vâr olan, şu-andaki durum.

 

Statükocu: Süregelen durumu korumaya meyilli olan. Kalıplaşmış ve sorgulamayan, bağnaz düşünüş içinde olan. “Status quo” veyâ statüko, bir olgunun günümüzdeki durumunu belirten bir Latince deyiştir. “Statükoyu sürdürmek, vâr olan durumu olduğu gibi korumak” anlamına gelir.

 

Tüm peygamberler ve inen vahiyler, statüyü değiştirmek ve statükocuları ber-tarâf etmek için gönderilmişlerdir. Bu nedenle de peygamberlere ilk başta karşı çıkanlar, onlara zulmedenler ve onlarla savaşanlar hep statülerini korumak isteyen statü sâhipleri ve statükocular olmuştur.

 

Allah’ın kânunları yerine ortaya çıkarılan beşerî kânunlar, “ayrıcalıklı(!)” olan statü-sâhiplerinin, “ayrıcalıklarını korumak için” uydurduğu metinlerdir. İnsanlık târihi, ayrıcalık (imtiyaz) isteyenlerle eşitlik (adâlet) isteyenlerin çatışmasının târihidir. Seküler, lâik ve demokratik devlet, ayrıcalıklı sınıfların temsilcisidir ve hep onları korumaya ve kayırmaya uğraşır. Zîrâ lâik, seküler, demokratik, modern sistemleri ve ideolojileri kuranlar işte bu statü-sâhipleri ve onların yalakalığını yapan statükoculardır. Bir de daha düşük ama durumundan memnun olan küçük statü-sâhipleri vardır.

 

İslâm devleti dışında aslında “devlet” denilen kurum, sınıflar arasındaki düzeni ve statüyü korumak için vardır. İslâm’da ise üstünlük sâdece takvâda ve liyâkatte olduğundan dolayı, İslâm’da statü de, statüko da, statükoculuk da yoktur. Statükocular, statüyü koruyanlardır.

 

İnsanlar ikiye ayrılır: 1- Statü kazanmak için çabalayanlar. 2- Anlam ve adâlet kazanmaya çalışanlar.

 

Statü ve statükoculuk, güçlü olmayı ve zenginliği veyâ güçlü ve zengin olanı kutsar. İnsanların çoğu statü kazanma yada küçük çıkarlar için de olsa statükoculuk yapma yolundadır. Statüko aslında tüm zamanlarda bir kast sistemi oluşturmak için uğraşır. Çünkü eğer insanlar arasında ekonomik ve fizîki asçıdan bir fark yoksa statü-sâhibi olmak anlamsızlaşır. Statüko, “bende olsun ama diğerinde bendeki kadar olmasın” ister. Çünkü böylece kendisinde bir ayrıcalık görecektir ve böyle olduğunda arada bir fark oluşacaktır.  

 

Statüko; devlet, millet, ülke, eşyâ üstünlüğü, ekonomik güç farkı, daha küçük ölçekte, başkan, bakan, vekil, üst-düzey mêmur, mêmur, işçi ve işsiz olarak yukarıdan aşağıya doğru bir piramit çizer ve piramit değişmesin ister. Açıkçası anlam ve adâlet için çalışmayan statükocular hep birilerinin kendinden daha aşağı, daha düşük ve daha yetersiz olmasını ister. Daha aşağıdakinin kendilerine yaklaşmasından hattâ bâzı durumlarda kendisini geçmesinden çok rahatsızlık duyar. Bu durum devletler arasında olduğu gibi şirketler arasında, şehirler arasında, yaşam-yerleri arasında, meslekler arasında, binâlar arasında, akrabâlar arasında hattâ kardeşler arasında bile olur. Birileri -görece- yüksek konumlarını sürekli olarak yükseltmek isterken, aşağıda olanların ise aşağıda kalmasını hattâ daha da aşağıya düşmesini isterler. Böylece kendilerini rahatlatırlar. Çünkü onlarda İslâm bilinci ve anlam arayışı yoktur ve bu durum iç-âlemde bir eksikliğe yol açtığı için, sıkıntıyı statükonun yükselmesiyle aşmak isterler. Zîrâ ancak bu-şekilde rahat ederler.

 

En büyük statükocu devletler ve hükûmetlerdir. Devletler ve hükûmetler statü-sâhiplerinin statülerini koruyup-kolladıkça kendilerini garantiye almış olurlar. Çünkü para onlarda toplanır ve vergi yada borç en çok onlardan alınır. Bu-bağlamda devlet, yukarıdan aşağıya doğru statüleri belirler. En zenginlerin servetleri ve dolayısı ile statüleri sürekli olarak yükselirken en aşağıdakiler ya yerinde sayar yada aşağıya doğru düşmeye devâm eder. Tâ ki bir isyan çıkana yada devletin-hükûmetin onlardan bir çıkarı oluşuna kadar.

 

Meselâ statüler, üst ve orta düzeydeki mêmurlar ve aşağıdakiler yâni ülkenin yükünü omuzlarında taşıyan emekli ve asgarî ücretliler için şöyle belirlenir; herkesin maaşına aynı miktarda zam yapılır ve bu “adâlet” olarak gösterilir. Fakat meselâ %50 zam yapıldığı düşünüldüğünde, 60.000 TL maaşı olanın maaşı 90.000 TL’ye çıkarken, orta-düzeydeki mêmurun maaşı 30.000 TL’den 45.000 TL’ye çıkar. Fakat 10.000 TL maaş alan emekli ve asgarî ücretlinin maaşı 15.000 TL’ye çıkar. Yâni en üstteki 30.000 TL, ortadaki 15.000 TL fark alırken, emekli ve asgarî ücretli sâdece 5.000 TL fark alır. Bu da farkın gittikçe açılmasına neden olur. Buna rağmen modern firavunlar tarafından aşağılanıp durdukları için küçük düşürülmüş olan aşağı sınıftan câhiller, üsttekilerin statükoculuğunu yapar ve hattâ en büyük statükoculuğu da bunlar yapar. Onların statülerinin yükselmesini ve aradaki farkın günden-güne çoğalmasını haklı bulur. Oysa böyle bir farkın oluşması ancak şerefsizlikle açıklanabilir. Buna ne aşağı sınıf ne de orta ve üst sınıf bir şey demez de statünün aynen devâm etmesini sağlarlar. Hâlbuki bu açıkça isyân edilmesi gereken bir uygulamadır. Bu uygulamayı eleştirmeyen, îtirâz ve isyân etmeyenler ya câhildir, ya uğraşacak mecâli yoktur yada apaçık bir şerefsizdir. Üstelik orta ve üst-düzeyden bu farkı normâl olarak gören şerefsizler de vardır. En üsttekiler ise böyle bir farka yol açtıkları için zâten şerefsizin önde gidenleridirler.         

 

Statü, “çıkar” demektir. Çıkar neredeyse statü ve statükocular oradadır. Daha düne kadar çok güçlü bir statü kurmuş olan FETÖ-AKP ikilisi, bir çıkar çatışmasının sonucunda birbirlerine girmiş ve birbirlerine can-düşman olmuşlardır. Daha düne kadar birbirlerini öven halk tabakası ise, statükoyu yâni çıkarı nerede gördüyse onun statükoculuğunu yapmaya başlamış ve diğerini “öteki” olarak îlân etmiştir.

 

Bir toplumda statünün, statükonun ve statükocuların olmasını normâl gören ve durumu savunamadığı yerde ise dînden dem vurup, “ne yapacaksın kader” diyerek bir de Allah’a iftirâ atan şerefsiz-oğlu şerefsizler vardır. Böylece mevcut adâletsiz ve sapkın durumu normâlleştirmeye çalışırlar. Devletin kuklalığını yapan DİB başkanlığı ise ne hutbelerde ne de yaptığı açıklamalarda buna hiç değinmez bile. Hâlbuki ekonomik alan dînin ana-konularından biridir.

 

Bu sistemi ortaya çıkaranlar da en üsttekilerdir. İslâmî olmayan devletler ve hükûmetler, bu ezen ve belirleyen sınıfın sömürü mekanizmasını korumak için kurulmuş yapılardır. İslâmî olmayan devlet, bu şeytânî sistemi kuran en üsttekilerin ve üst-düzeydekilerin statülerini korumakla ve yükseltmekle görevli bir yapıdır. Alttakilere ise ancak vaatte bulunur ve umut dağıtır. Parmağına çaldığı balı uzun süre yalatır ve onları oyalar durur.

 

Statüyü korumak tâ eski zamanlara ve ilk çağlara kadar geri gider. Zamânında Kassitler ile Hititler bir dostluk ve dayanışma anlaşması yapmıştı. Bu anlaşmaya göre taraf olan her iki devlet krallarından biri öldüğünde, diğeri ölenin oğlunun babasının yerine geçmesi için yardım edecekti. Buna göre Kadasman Turgu ölünce, yapılan yardımlaşma anlaşması gereğince Hitit kralı Hattuşili, Kardunaj’a gelerek Turgu’nun küçük yaştaki oğlu II.Kadasman Enlil’i (M.Ö. 1279-1265) kral tahtına oturtmuştu. Böylece statü aynen korunmuş ve devâm ettirilmişti.

 

Statüko, kural hâline getirilmiş geleneklere bağlı bir yaklaşımı ve vâr olan durumu savunmayı ifâde ederken, vâr olan durumu korumaya meyilli olan, bu durumun değiştirilmesine direnen kişiler ise statükocu olarak tanımlanır. Bu kavramların karşılığı ise değişimdir. Başka bir deyişle devrim. Değişimi savunan kişiler ise devrimcidir, inkılapçıdır. Şirk de statünün ve statükoculuğun sonucudur. Tüm peygamberler işte bununla mücâdele etmiştir. Âyette şöyle denir:

 

“Onlar, bir aşırılık (fâhişeten) yaptıklarında: ‘atalarımızı bunun üzerinde bulduk. Allah bunu bize emretti’ derler. De ki: Şüphesiz Allah, ‘çirkin hayâsızlıkları’ emretmez. Bilmediğiniz bir şeyi Allah’a karşı mı söylüyorsunuz?” (A’raf 28).

 

Statü-sâhipleri ve statükocular, yapılan bir aşırılığı yâni sınırı aşmayı atalara, oradan da Allah’a bağlayarak her zaman aynı yönteme başvurmaktadırlar.

 

Abraham Maslow’un statükocu teorisi şöyledir: “Maslow Teorisi, insanların belirli kategorilerdeki ihtiyaçlarını karşılamalarıyla, kendi içlerinde bir hiyerarşi oluşturan daha ‘üst ihtiyaçlar’ı tatmin etme arayışına girdiklerini ve bireyin kişilik gelişiminin, o-an için baskın olan ihtiyaç kategorisinin niteliği tarafından belirlendiğini söz-konusu etmektedir. Maslow’un kişilik kategorileri kendi aralarında bir dizilim oluştururlar ve her ihtiyaç kategorisine bir kişilik gelişme düzeyi karşılık gelir. Birey, bir kategorideki ihtiyaçları tam olarak gideremeden bir üst düzeydeki ihtiyaç kategorisine, dolayısıyla kişilik gelişme düzeyine geçemez”. Maslow; “insanlar ne kadara sâhipse, değeri de, bilgisi de ve kişisel gelişmişliği de o seviyededir” diyor. Tam bir vahşî kapitâlizm yorumudur bu. İhtiyaçlar ancak statüye tapanlar ve statükocular için geçerlidir. Anlamın ve adâletin peşinde olanların kişiliklerini ihtiyaçlar ve ulaştığı seviyeler değil, vahiy yâni İslâm belirler. 

 

Statüko, en bâriz şekilde iş ve kariyer ile görünür olur. Kadınlar kariyer peşinde koşunca, anneliği ertelemek yada iptâl etmek zorunda kaldıklarından dolayı “çocuk da yaparım kariyer de” diyerek kariyerden yâni statükodan zinhar vazgeçmeyeceklerini söylemiş olurlar. Bu, anneliği bitiren bir şeydir. Çünkü annelik kariyer ve statüye engeldir.

 

Statü; statüko anlayışına göre, bireyin toplumdaki durumunu gösterir. İnsanın hayattaki çapı, gücü ve yerini gösterir. İnsanın durumunun ne olduğunu doğru olarak sâdece Allah bilebilir. Fakat statü denilen şey ile toplum tarafından -görece- bir belirleme ve sınıflandırma yapılır. Bu belirlemeyi toplumun yaptığı söylense de aslında şeytanın ve nefsin kontrôlü ve yönlendirmesindeki tâğutlar yâni kendilerinde Allah gibi bitr güç ve statü görenler tarafından yapılır. Peki bu neye göre yapılır yâni kıstas ve kriter nedir?. Kriter ve kıstas, tâğutların görüşleri, arzuları ve çıkarlarına göre yapılır. Meselâ “dağdaki çoban” neden “kentteki manken”den yada bir iş-adamından daha düşük statüde görülüyor?. Oysa çobanlık yapmayan bir peygamber yoktur ve insanlar içinde Allah’a göre en üstün insanlar peygamberlerdir. Demek ki statüyü Allah değil de insanlar belirlediğinde işe şeytan ve nefs karışıyor. Toplumdaki çatışmanın ana-nedeni budur.

 

Şeytan Hz. Âdem ve Havvâ’yı, statülerinin yükseleceği yalanıyla kandırmıştı. İlk kavga ve ilk cinâyet de yine statüko nedeniyle olmuştu. Kâbil’in kardeşi Hâbil’i öldürmesinin nedeni, daha takvâlı davranan Hâbil’in kurbanının kabûl edilmesiyle statüsünün yükselmiş olmasıydı. İşte Kâbil bunu kabûl edemedi ki, bu kabûl edemeyiş durumu hâlen devâm etmektedir.

 

Karşılaştığınız ve yeni tanıştığınız insanların size konuşmanın daha başlarında ne iş yaptığınızı sormasının nedeni, işinize ve dolayısıyla gelirinize göre sisin statünüzü öğrenmek istemesidir. İş ve dolayısıyla gelir seviyesi, modern dünyâda statüyü belirleyen en önemli ve bâriz göstergedir. İşinizi dolayısı ile gelirinizi tahmin eden kişi sizinle ona göre konuşacaktır ve sizi ona göre değerlendirecektir. Sevilay Zorlu bu konuda şöyle der:

 

“Günümüzdeki toplumun başarı kıstası güç ve para. Gücünüz ve paranız varsa o kadar statünüz vardır demektir. İdeâl insana ulaşmak için güç ve para sâdece bir araçtır, amaç değil. Fakat toplum için, kişinin gücü ve parası varsa o kadar değerlidir. Toplum tarafından statü bu-şekilde belirlenirken, bireyler de bu statüye ulaşmak için güç ve parayı amaç edinirler. Durum bu-şekilde olduğu takdirde birey, amaçlarını ve araçlarını karıştırarak sosyoloji dilinde tipik bir yabancılaşma örneği yaşadığını fark edemez bile.

 

Peki bizler bireysel olarak tesâdüfen bir-araya gelmiş bir toplumun tartışmaya açık kriterlerine ve kıstaslarına göre neden statümüzü belirleyelim ki?. Önemli olan bizim kendimizi nerede gördüğümüzdür. Yabancılaşma insanın hayâtının herhangi bir ânında, yaptığı işin, içinde bulunduğu faaliyetin yerini ve anlamını belirleyecek genel bir hayat felsefesine sâhip olmaması veyâ benimsediği hayat-felsefesi ile aradaki ilişkiyi kuramamasıdır. Bu tanımdan yola çıkarak ilk olarak genel bir hayat-felsefesine sâhip olamamakla kastedilen nedir?. İnsan Dünyâ’ya geldikten sonra yaşamını idâme etmeye çalışır. Bunun için gerekli olan ihtiyaçlarını gidermeye çalışır. Fakat bu yaşamı değerli kılacak olan nedir?. Hayat-felsefesi, ‘hayâtı belli erdemlere ve düzene göre yaşamak’tır. Yâni doğumla ölüm arasındaki o büyük boşluğa bir anlam yüklemektir. ‘Neye göre, nasıl yaşıyorum’ diyen bir insanın hayâtına başlık atması durumudur. Örneğin; bir öğrencinin tek amacı sâdece üniversitede okuduğu dersleri geçmek olduğunda o öğrencinin hayat-felsefesi ‘sâdece dersleri geçmek’tir. Hâlbuki hayat-felsefesi bu kadar dar bir kalıba sığdırılmamalıdır. Bir başka durum, bir çalışanın sadece işten eve, evden işe gitmesi yaşamını anlamlandıracak bir felsefeye sahip olmaması bir yabancılaşmadır.

 

Örneğin; bir uluslararası ilişkiler fakültesi öğrencisini ele alalım: Öğrenci fakültede derslere gider, notlarını alır, sınavlarına girip başarılı olur. Ardından daha iyi iş imkânları bulmak için YDS, ALES gibi sınavlara girer ve yüksek puanlar alır. Dolayısıyla yüksek maaşlı güvenli bir iş-ortamı sağlar. Ve artık o öğrenci amacına ulaşmıştır. Peki soru şu; bu uluslararası ilişkiler fakültesi öğrencisinin hayat-felsefesi nedir?. İşte sorun da tam olarak budur. Bu öğrenci genel bir hayat-felsefesine sâhip değildir. Çünkü amacı yüksek maaşlı ve güvenli bir iş-ortamı bulmaktır. Ve bunun için de hayâtı boyunca bir-çok engelleri aşmaktadır. Neden?. Sırf yüksek maaşlı ve güvenli bir iş-ortamı bulmak için.

 

Amaçlarla araçları karıştırmamaktır önemli olan. Kişi benimsediği hayat felsefesi ile aradaki ilişkiyi kuramaz. İnsanların çoğunluğu amaçlarını unutmuş, araçlara takılıp kalmışlardır. Araçları amaç zannetmeleri sonucunda bir kısır-döngü oluşmuş ve insanlar amaç ideâlinin yerine araçları ideâl olarak görmeye başlamışlardır. Böylece bireyler alt basamaktaki araç ihtiyaçları amaç edinerek yabancılaşma yaşamaya başlarlar ve bunu fark etmezler. Günümüz tüketim toplumunun en büyük sorunu temel ihtiyaçları amaç edinmeleridir. Oysa amaç, ideâl insan olmak ve kendini gerçekleştirmektir. Her ne olursa-olsun amacı belirlerken yüksek bir gâye yâni bir hayat-felsefesini iyi belirlememiz gereklidir. Aksi-hâlde belli bir hayat-felsefesine sâhip olmayan insan, bâzı çevreler tarafından yapılan telkin, propaganda, reklâm gibi şeylere kanacak ve onların isteği doğrultusunda vida çeviren hayvan, homo consumer (tüketici hayvan), mutlu robot’a (Kozak) dönüşebilecektir”.

 

Klâsik ve geleneksel zamanlarda insanların ne iş yapacağı ve nasıl geçineceği genel hatlarıyla belli idi ve statü herkes için bir amaç ve hedef değildi. Modern zamanlarla ama özellikle 2. Dünyâ Savaşı’ndan sonra zamanla tüm Dünyâ’da insanlar bir statü kazanma yarışına girdiler. Bu, statükoculuğu da yanında getirdi. Artık erkek olsun kadın olsun, herkes bir statü kazanma derdinde ve yarışındadır. Bir statüye sâhip olmak modern insanın en büyük amacı ve hedefi olmuştur. Hattâ belli bir statüye kavuşmuş olanlar “üstün” görülmeye başlamışlardır. Tabi bir statü elde edememiş olanlar ise “zavallı” olarak görülmektedir. Bir statüye kavuşulsun da nasıl kavuşulursa-kavuşulsun. İster torpil ile, ister yolsuzlukla, isterse şerefsizlikle. Bu modern insan için fark etmez.

 

Tabi böyle olunca insanı hayvandan ayıran rûh, kâlp, zihin ve akıl güdük kalmakta, “bir ideâl ve dâvâ uğruna yaşamak” düşüncesi boşa çıkmaktadır. Dünyâ’nın yarısının açlık, susuzluk, evsizlik, işsizlik, adâletsizlik ve perişanlık; diğer yarısının ise ahlâksızlık, sapkınlık, küfür, şirk, amaçsızlık ve boşluk içinde yaşamasının nedeni budur.

 

Takvânın terk-edilip yerine statünün, statükonun ve statükoculuğun geçirilmesi, Dünyâ’nın hâl-i pür melâlinin nedenidir.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Aralık 2023

 

 

Devamını Oku »

Hakîkatin Gürültüsü, Bâtılın Dinginliği

 

“De ki: Hak geldi, bâtıl yok oldu. Hiç şüphesiz bâtıl yok olucudur” (İsrâ 81).

 

Dingin: Devinmeyen, kımıldamayan, hareketsiz duran, durgun, kımıltısız. Sâkin, taşkınlığı, telâşı olmayan, coşku göstermeyen, durgun, sessiz.

 

Hem genel anlamda tüm Dünyâ insanlarında hem de aslında kendilerine İslâm tarafından ağır sorumluluklar ve görevler yüklenmiş olan müslümanlarda “her-şeyden kaçarak, hiç-bir şeye ve hiç kimseye karışmadan, kavgasız, gürültüsüz-patırtısız, sessiz-sedâsız, bir dinginlik, huzûr ve neşe içinde yaşamak” diyebileceğimiz bir düşünce, istek ve özlem var. Üstelik bunu düşünmeyi ve istemeyi mâsum ve iyi bir düşünce, istek ve “yapılacak en doğru şey” olarak görüyorlar.

 

Peki böyle bir yaşamın Dünyâ’da karşılığı var mı?. Allah bizi “Dünyâ’da böyle yaşasınlar” diye mi yarattı?. Herkes bu şekilde yaşayabilir mi?. İnsanda bir nefsin de bulunduğunu ve şeytanın etkisinde olduğunu düşündüğümüzde sorunsuz bir yaşam mümkün olur mu?. En önemlisi de, böyle bir yaşamın bir anlamı, önemi ve amacı var mıdır?. “Îman ettim” diyerek ve “kıl beşi bil işi” şeklinde bir İslâm olur mu?. Elbette bu soruların hepsinin de cevâbı “hayır!” olacaktır. Çünkü Allah Kur’ân’da şöyle der:

 

“Yoksa sizden önce gelip-geçenlerin hâli başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?. Onlara öyle bir yoksulluk, öyle dayanılmaz bir zorluk çattı ve öylesine sarsıldılar ki, sonunda elçi, berâberindeki mü’minlerle; ‘Allah’ın yardımı ne zaman?’ diyordu. Dikkat edin. Şüphesiz Allah’ın yardımı pek yakındır” (Bakara 214).

 

“Yoksa siz, Allah, içinizden cihad edenleri belirtip-ayırdetmeden ve sabredenleri de belirtip-ayırdetmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?” (Âl-i İmran 142).

 

“İnsanlar, (sâdece) ‘îman ettik’ diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebût 2).

 

Bu âyetlerden sonra şunu söyleyebiliriz ki, “huzûr İslâm’da” sözü aslında “huzûr İslâm’la” şeklinde olmalıdır. Allah’ın huzûruna yüz-akıyla ancak İslâm ile çıkılabilir ve cennetteki o huzûra da ancak İslâm ile ulaşılabilir. İslâm üzere olmak ise, yukarıdaki âyetlerle karşılaşmayı gerektirir. Zîrâ İslâm, uzak-doğu dinleri gibi her-şeyden vazgeçip, bir köşeye çekilip de huzûr içinde yaşamayı kabûl etmez. İsterse bu yaşam, günahsız, lekesiz ve herkesin alkışladığı ve örnek gösterdiği bir yaşam olsun, yine de fark etmez. Peygamberimiz, peygamberlikten önce işte böyle bir insan olmasına rağmen Allah o’nu bu hâl üzere bırakmadı da ona ağır sorumluluklar ve yükler yükledi. Artık ondan sonra hayâtı boyunca yoğun bir uğraş içinde bulundu. Öyle ki, son nefesini vermeden az-önce savaş için bir ordu tertiplemişti. Peygamberimiz bize “güzel bir örnek” olarak gösterildiğine göre, o-hâlde biz de aynı uğraş ve sorumluluklar ile yükümlüyüz demektir. Zâten Kur’ân da insana ağır sorumluluklar yükler ve icâbında malları ve canları ortaya koymayı gerektirir. Bu yüzden insanın huzûr kaçar ve dinginliği bozulur. Evet, huzur İslâm’dadır. İslâm, kişiyi, Dünyâ’daki imtihanı başarıyla bitince âhirette cennete ve huzûra taşır.

 

Modern müslümanlar, “düzeltmek ve ıslah” noktasında, hiç-bir şeyi kırıp-dökmeden, hiç gürültü-patırtı yapmadan bir düzeltmenin olabileceğini zannediyorlar. Oysa insanlık-târihinde yaşanmış (Belki Hz. Yûnus’un ikinci görev yeri ve kavmi istisnâ tutulacak olursa) sessiz-sedâsız ve gürültüsüz-patırtısız yapılmış bir “düzeltme” örneği yoktur. Sapmalardan ve fitne-fesattan kaynaklanan bir zulmün ve şirkin, güzellikle, sessiz-sedâsız, gürültüsüz-patırtısız bertarâf edilip düzelmesi pek mümkün de değildir. Zâten eğer böyle bir şey mümkün olabilseydi bunu yapabilecek olanlar ilk başta, ahlâk timsâli ve tebliğ ve dâvetin önderleri peygamberler olurdu

 

Şu âyet varken sessiz-sedâsız bir müslümanlık nasıl olacaktır?:

 

“Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve: ‘Rabbimiz, bizi halkı zâlim olan bu ülkeden çıkar, bize katından bir velî (koruyucu sâhib) gönder, bize katından bir yardım eden yolla’ diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına savaşmıyorsunuz?” (Nîsâ 75).

 

Bu âyet mecbûren sessiz-sedâsız olmayı iptâl edecektir. Çünkü bu âyetin hakkını vermek ve işin gereğini yapmak için harekete geçmek ve biraz gürültü çıkarmak gerekecektir. Bu bağlamda Malcolm X şöyle der: Hayâtımın erken dönemlerinde öğrendim ki eğer bir şeyi istiyorsan, biraz gürültü yapsan iyi olur”.

 

İnsanlar sessiz-sedâsız bir yaşam özlemiyle, apaçık hak yerine bâtılı seçebiliyor ve doğruyu savunmak yerine yanlışı savunabiliyorlar. Kavga-gürültü çıkmasın diye hak yerine bâtılı savunmak ve doğru yerine yanlış tarafta olmak ne kadar doğru bilmiyorum. Bir hakkı açığa çıkarmaktan ve söylemekten, “arada kalmayayım” diye imtinâ ediyor. Fakat bu-arada hak söylenmemiş ve ortaya dökülmemiş oluyor. Kimseyi kızdırmayalım ve kendimizi de sıkıntıya sokmayalım diyerek sürekli olarak doğruyu, hakkı ve gerçeği söylememek yada yapmamak bir çeşit kâfirlik ve münâfıklıktır.    

 

İnsanlık târihi, hak-bâtıl mücâdelesi ve savaşımı târihidir. Bu mücâdele elbette, tartışmaya, kavgaya ve gürültüye neden olacaktır. Çünkü İslâm şunu ister ve emreder: Gökleri, Dünyâ’da tabiatı, hayvanâtı hattâ insanın fizîki yapısını nasıl ki “sâdece O” düzenleyip idâre ediyorsa; insanlar arasındaki sosyâl hayâtı, ekonomiyi ve siyâseti de ‘sâdece O’ belirlesin ve düzenlesin”. Bütün gürültü işte bundan dolayı kopuyor ve kopmalıdır da. Zîrâ sosyâl, kültürel, ekonomik, hukûkî, kânûnî, askerî, siyâsî vs. her alanda Allah’a göre hareket edilmediğinde, Allah hesâba katılmadığı ve işe karıştırılmadığında işe insan karışacak ve ortalığı fitne-fesat kaplayacaktır. Bu da tersinden bir gürültünün ve patırtının ortaya çıkmasına neden olacaktır. Sonuçta da Dünyâ’nın yarısının huzûru adamakıllı kaçacaktır. Böyle olunca bir müslümanın her-şeyden kaçıp dingin ve huzurlu bir yaşaması arzulaması ve özlemesi absürd olacaktır. Zîrâ İslâm Dîni bireysel ve bencil bir din değildir.  

 

Modern insan, “iyi insan olmanın ölçüsü” olarak, “kimseye ve hiç-bir şeye karışmayan ve huzûr ve dingin şekilde yaşayan insanlar”ı târif ediyor. Etliye-sütlüye, iyiye-kötüye, hakka-bâtıla karışmayanlar “iyi insan” olarak görülüyor ve kabûl ediliyor. Fakat iyiliğin ölçüsünü insanlar değil, her-şeyi bilen Allah belirler. Allah iyiliğin târifini şöyle yapmıştır:

 

“Yüzlerinizi doğu’ya ve batı’ya çevirmeniz iyilik değildir. Ama iyilik, Allah’a, âhiret gününe, meleklere, Kitab’a ve peygamberlere îman eden; mala olan sevgisine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, isteyip-dilenene ve kölelere (özgürlükleri için) veren; namazı dosdoğru kılan, zekatı veren ve ahidleştiklerinde ahidlerine vefâ gösterenler ile zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda sabredenler(in tutum ve davranışlarıdır). İşte bunlar, doğru olanlardır ve müttakî olanlar da bunlardır” (Bakara 177).

 

Yüklenilmesi gereken bir yükü yüklenmekten ve hakîkati omuzlamaktan kaçınan, “huzûrumuz kaçmasın” diyerek doğruyu, hakkı, hakîkati ve gerçeği söylemekten imtinâ eden, gürültünün çıkması gereken yerde gürültü yapmayan ve dinginliği bozup sıkıntı verecek şeyleri yapmayanlar Kur’ân’da sert şekilde uyarılır:

 

“Ancak o, sarp yokuşa göğüs germedi. Sarp yokuşun ne olduğunu sana öğreten nedir?. Bir boynu çözmek (bir köleye özgürlük vermek)tir; Yada açlık gününde doyurmaktır, yakın olan bir yetimi, veyâ sürünen bir yoksulu. Sonra îman edenlerden, sabrı bir-birlerine tavsiye edenlerden, merhâmeti bir-birlerine tavsiye edenlerden olmak. İşte bunlar, sağ yanın adamlarıdır (Ashâb-ı Meymene)” (Beled 11-18).

 

Bu âyetler, İslâm’ın, bâtılın dinginliği içinde değil, hakîkatin gürültüsü içinde yaşamanın önemli olduğunu gösterir. Çünkü bu Dünyâ “imtihan dünyâsı”dır ve imtihan kaçınılmazdır. İmtihanın olduğu yerde ise zorlukların olması kaçınılmazdır.

 

Sessiz-sedâsız, dingin ve huzurlu bir yaşamı hayâl edenler ve özleyenler, Dünyâ’da “bulunuyorlar” fakat “yaşamıyorlar” demektir. Çünkü yaşamak, “gürültü çıkartmaktır”. Hakîkati söylemek ve hâkim kılmak, gürültüsüz-patırtısız olacak şey değildir ve hiç-bir zaman da olmamıştır.

 

Bir tanıdığım bana bir gün bir mesaj atmıştı ve mesajında, “Allah hepimizi, depremden, selden, âfetlerden, hastalıktan, kavgadan, belâdan, kötülüklerden” vs. insanın başına yaşamı boyunca mutlakâ gelecek olan ne kadar olumsuz şey varsa sayarak, “Allah bizi bunlardan korusun” demişti. Ben bu duâya âmin demedim. Çünkü bahsedilen şeyler ancak cennette olur. Dünyâ imtihan dünyâsıdır ve imtihandan ve sınanmaktan kaçış yoktur. Bu sayılanlar yaşadığımız müddetçe mutlakâ yavaş-yavaş başımıza gelecektir. Bu yüzden de mesaja, Kur’ân’ın öğrettiği gibi; “Allah bize kaldıramayacağımız yükler yüklemesin” diyerek yanıt verdim.

 

Gürültüden-patırtıdan sonuna kadar kaçmak mümkün değildir. Hiç-bir gürültü olmasa bile kış gelir ve yağmurlu bir günde gök büyük bir gürültüyle ve tüm şehri aydınlatacak bir ışıkla gürleyiverir. Çünkü gök-gürültüsü büyük bir gürültü yapar. Gürlediğinde de insanın dinginliği bozuverir. Aslında bu ses, “rahmet” dediğimiz suyun geliyor olduğunun işâretidir. Hayâtın olmazsa-olmazı olan ve o şırıl-şırıl akan su bile büyük bir gürültü ile birlikte gelmektedir. Allahn rahmeti bile büyük bir gürültü eşliğinde gelirken gürültüden-patırtıdan çok korkarak dinginliğe doğru kaçmak iş değildir. Çünkü böyle bir dünyâda olacak dinginlik, “hakîkatin gürültüsü”ne karşı “bâtılın dinginliği” olacaktır.

 

Bu Dünyâ’da yapılacak şey; ya peygamberlerin yaptığı gibi yoğun bir şekilde ilim, tebliğ ve dâvet ile uğraşıp belli bir süre sonra da icâbında tüm malı ve mülkü ortaya koyarak kâfirle, şirk, küfür ve zulümle çatışıp, vurmak-vurulmak ve şehit veyâ gâzi olmak; yada “bana ne, neme lâzım” diyerek bir deniz kenarında sessizliğin ve dinginliğin huzûruyla kendinden geçmektir. İşte imtihan bunun imtihanıdır. Tercih, iki seçenekten birini seçmektir.

 

Bu-bağlamda, hakîkatin gürültüsünden kaçarak ve uzaklaşarak, televizyon, telefon ve internetin olmadığı ve hiç-bir kötü haber almadığınız sessiz, sâkin, yeşillikler içinde, masmâvi deniz manzarası eşliğinde bir yerde herkesten ve her-şeyden uzak kalabilirsiniz ve dingin bir şekilde yaşayabilirsiniz. Fakat bilin ki bu sessizlik ve dinginlik, “bâtılın sessizliği ve dinginliği” olacaktır.

 

Hakîkatin dinginliği ise ancak cennette olacaktır. O-hâlde mü’minler, Dünyâ’da cenneti anlamsızlaştıracak şekilde yaşayamazlar.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Aralık 2023

 

 

Devamını Oku »