“De ki: O, her-şeyin
Rabbi iken, ben Allah’tan başka bir Rab mi arayayım?” (En-âm 164).
Allah bilin(e)mez, O’na inanılır.
Çünkü Allah’ı bilip idrâk edebilecek bir şeye sâhip değiliz. Meselâ Allah akıl
ile bilinebilecek bir varlık değildir. Zâten “bilen”, “bilinen”den üstün olur.
Fakat Allah’tan daha üstün bir varlık yada “şey” olmadığı için O “bilinebilecek
olanlardan” değildir. Akıl Allah’ı bilecek çapta ve yetenekte bir varlık yada
cevher değildir. Fakat Allah’a inanma yolunda kişiye yardımcı olabilir. Allah
“doğrulanacak” değil de “inanılacak” bir varlık olduğu için O’nun varlığına aklı
kullanarak bir kanıt ve delil aramak abestir. Zâten inanmayacak olana hiç-bir
delil yetmez. Akıl Allah’ı niçin bilemez ve O’na inanmak sâdece akıl ile
olmaz?. Çünkü Allah, bizim aklımızla anlayıp târif edilebileceğimiz kadar basit
bir varlık değildir. Bu nedenle Allah aklın değil, inancın konusudur.
Allah’a inanmak, O’na
inanıldığında mutlakâ yüklenilmesi gereken sorumlulukları kabûl edip teslîmiyet
gösterebilmekle alâkalıdır. Bu nedenle de aslında Allah’a inanmak delikanlılık
işidir. Allah’a inananlar, Allah’ı aramazlar; Allah’ı arayıp duranlar ise,
Allah’a inanmayanlardır. Zîrâ Allah, aranacak değil, inanılacak olandır. Zâten
inancın belgesi olmaz.
Târih boyunca modernizme
gelene kadar Allah’a, “en yüce yaratıcı” anlamında inanmamak yâni ateizm sâdece
çok küçük topluluklar hattâ bâzı kişiler arasında olmuştu. Peygamberlerin
gönderildiği kavimler de hep Allah’a inanıyorlardı fakat O’na ortak-şirk
koşuyorlardı. Yâni sorun, “mutlak hâkimiyeti sâdece Allah’a vermemek” idi.
Allah’a “inanıyor” olmak, “Allah’ı inkâr etmemek” demek değildir. 300 yıl
öncesine kadar durum böyleydi. Fakat Allah’ın, âhiretin, gaybın, vahyin,
peygamberliğin ve dînin inkâr ve iptâl edilip doğaya, eşyâya, maddeye, akla ve
insana tapılmaya başlamanın startı olan modernizm ile birlikte Allah’a
inanmamak yâni ateizm ve ateistlik çoğalmış ve hattâ günümüzde insanların
yarıya yakını Allah’a inanmamakta ve “Allah’a neden inanayım ki?” diye
sormaktadır. Bu soruya târih boyunca bir-çok cevaplar verilmiştir ve verilip
durmaktadır. Fakat “Allah’a neden inanayım?” sorusuna öyle uzun ve karmaşık
cevaplar yerine basit bir cevap vermek gerekmektedir. Bu nedenle ben “Allah’a
neden inanıyorum?” sorusunu şu kısa cümle ile cevaplıyorum: “Çünkü varlığı,
Allah dışında bir şey ile açıklamak beni iknâ ve tatmin etmiyor”.
Varlığın nasıl ortaya
çıktığını -sözde- açıkladığı kabûl edilen teoriler gerçekten iknâ ve tatmin
edici açıklamalar yapmış değillerdir. Bir-çok soruya cevap veremeyen ve içinde
bir-çok çelişkiler barındıran, meselâ Big-Bang Teorisi, Evrim Teorisi ve
modern-bilim ve teknoloji ile ortaya atılan bir-çok teori, câhil yada Allahsız
bir açıklama bekleyen ve isteyenlerin “mal bulmuş mağribi” ve sazan gibi hemen
atlayıp kabûl ettikleri ve inandıkları, “resmî olarak henüz çürütülmemiş” olan
hipotezler, modellemeler ve masa-başında ortaya atılmış “zırvalık” türünden
üretimlerdir. Bunlar masal anlatmaktadırlar ve klâsik hurâfelerin yerine “modern
hurâfeler” üretmektedirler. Astrolojinin söyledikleri şeyler “klâsik hurâfeler”
iken, astronominin yada kozmogoninin söyledikleri şeyler ise “modern hurâfeler”den
başkası değildir. Yine; uzak geçmişe âit olan yaratılış destanları ne kadar
ilkel ve uydurma ise, modern biyolojinin söyledikleri de o kadar ilkel ve
uydurma hattâ zırvalıktır. Bunların hiç-biri iknâ ve tatmin edici açıklamalar
yapmış değillerdir ve yaptıkları sâdece propagandadır. Bilgiyi televizyon ve internetten,
sâdece manşet olarak öğrenen insanlar, söylenenleri anladıklarından değil de
propagandadan etkilendiklerinden dolayı, uydurmaları ve zırvalıkları hiç
sorgulamadıkları için yapılan -sözde- bilimsel açıklamaları “doğru ve gerçek
bir açıklama” zannediyorlar ve artık duydukları gibi inanıyorlar.
Oysa varlığın nasıl vâr
olduğunun bir açıklaması yapılamaz. Çünkü varlık Allah’ın “ol” demesiyle
bir-anda vâr olmuştur. Bir-anda olanın ve ansızın ortaya çıkanın bir işâreti
olmaz. İşâreti olmayan şeyin açıklaması yapılamaz ve onun hakkında sâdece
atıp-tutmalar yapılabilir ki bunlar hiç de iknâ edici olmazlar. İnsanın Allah’a
neden inanması gerektiğinin -gerçekten iknâ ve tatmin edecek şekilde yapılacak-
açıklaması ise sâdece bir cümledir: “Çünkü varlığı, Allah dışında bir şey ile
açıklamak beni iknâ ve tatmin etmiyor”.
Evet; iknâ ve tatmin
etmiyor, edemez de. Varlığın varlığını Allah dışında bir şeyle açıklamaya
çalışmak geçici tamponlar olabilir ancak. Zâten yapılan açıklama bir süre sonra
popülerliğini ve parıltısını yitirip sönmeye başlayacağı, üstelik vicdan da
sürekli olarak sorular sorup eleştiriler yaptığı için, yapılmış olan
açıklamalar bir süre sonra değerini, önemini ve iknâ ediciliğini
kaybedeceğinden dolayı yeni bir açıklamaya ihtiyaç duyulur. Çünkü bunlar gerçek
ve hakîki açıklamalar olmadığı ve olamayacağı için, “Allah’a inanmak
istemeyenlerin geçici olarak kullanımıma sunulan tamponlar” olmaktan
kurtulamayacaklardır.
İlginçtir; insanları Allah’a
inanmaktan alıkoyan ve çeşitli zırvalıklara inanmaları için onlara fısıldayıp
duran şeytan ateist değildir, yâni Allah’a kesin olarak inanır. Şeytanın
“şeytan” olması, Allah’a inanmasına rağmen emrini yerine getirmemesinden
dolayıdır. “Secde et” emrini yerine getirmemesi onu şeytanlaştırmıştır.
Peki Allah’a inanmayanlar
neden inanmıyorlar?. Çünkü sürekli olarak Allah’ın zâtı hakkında; “ne zaman,
nerede ve nasıl?” sorusu üzerinde düşünüyorlar. Oysa Allah’ın zâtı düşünüldükçe
Allah inancı zayıflar ve zamanla bitip gider. Allah’ın zâtını düşünmek ve O’nu
zâtıyla bilmek, “o’nu sınırlamak” demektir. Zîrâ insanın görmesi, duyması ve
bilmesi ancak sınırlayarak olur. Çünkü ancak “sınırı olanı” görebilir,
duyabilir ve bilebilir. Peki Allah sınırsız olduğuna göre O’nu neyle ve nasıl
bilebilecektir?. Allah kâinâtın hiç-bir yerinde zâtıyla ve mutlak varlığı ile
yoktur. Fakat Allah, kâinâtın tamâmında sanatıyla, kânunlarıyla ve yaratıp
durmasıyla vardır. Allah’ı bilmek, görmek ve duymak mümkün ve önemli değildir ama
O’na inanmak önemlidir. Bu da ancak ve ancak, Allah’ın yarattıklarını, sanatını
ve kânunlarını bilmekle, görmekle ve duymakla olabilir. Allah’a olan inanç ve
îman, O’nun yarattıklarına bakarak başlar ve artar.
Allah’ın yarattıklarına yâni sanatına baktıkça ve sünnetullah denen kânunlarını
gördükçe insan düşünmeye başlar ve inat etmeyi bıraktığında, tüm bu muhteşem
düzenin, nizâmın ve fevkalâdeliğin gerçek anlamda ancak Allah ile
açıklanabileceğini idrâk eder ve der ki: “Evet, Allah yaratmıştır”. Böylece
îman başlar. İdrâk ettikçe îman ve inanç artar ve “Allah’a neden inanıyorum?”
sorusuna bir cümle ile cevap verir: “Çünkü varlığı, Allah dışında bir şey ile
açıklamak beni iknâ ve tatmin etmiyor”.
Allah’ın kontrôl etmesinden
rahatsız olan modern insan, “Allahsız dinler”e inanmaya başlamaktadır.
Greko-Romen uygarlık ve onun uzantısı modernizm, Allah’a inanmaktan vazgeçip, “dört
elemente ve türevlerine inanma uygarlığı”dır. Zîrâ Hakka inanmamanın kaçınılmaz
sonucu “bâtıllardan birine inanmak”tır.
Allah’ın varlığını -sözde-
kabûl eden Deizm; “Allah’ın dînini ve emirlerini kabûl etmez ve tınlamazken,
Allah’ın mutlak varlığına inandığını söyleme” küstahlığı ve yalanıdır. Eğer
Allah, her-şeyi yaratıp -hâşâ- çekip gittiyse ve hiç-bir şeye karışmıyorsa, o
zaman Allah’ın varlığını kabûl etmenin ne önemi kalıyor?. Deizm’e göre,
Allah’ın varlığını kabûl etmemenin ne önemi var?. Allah’a inanmadığımda ne
olacak ki?. Deistler aslında “utangaç ateistler”dir ve “Allah’ın varlığını
kabûl ediyoruz” demelerinin hiç-bir önemi ve anlamı yoktur.
Eksik-yanlış bir inanış olan
“Allah’ın gökte olduğu” düşüncesi, Allah’ı göklere hapsedip, insanların
yeryüzünde Allahsız bir şekilde istedikleri gibi yaşama arzusundan kaynaklanır.
Modern insan istiyor ki, inanılması gereken şeye, “kendi istediği gibi”
inansın. Allah’ın varlığına inanıp da yaşamında o îmânı hesâba katmayanların
îmânı sorunludur. Kâfirlik târihi, “Allah inancından ve dînî sorumluluktan
kurtulmanın verildiği savaşım”ın târihidir. İnsanlar ikiye ayrılır: 1-Nefsine
göre düşünce ve inanış belirleyenler; 2-İnancına göre düşüncesini ve
davranışını belirleyenler.
Bir de; “gözümle
görmediğime inanmam” diyenler vardır. Ben de; “gözümle gördüğüme inanmam”
diyorum. Çünkü inanç zâten görünmeyene olur. Görüp durduğumun nesine inanayım?.
İnanmak için, bir de “inanmama durumu” olması gerekir. Görüp durduğum şeyin
gördüğüm gibi olduğuna inanmama durumu yoktur ki!. O zâten gördüğüm gibidir. O,
inanmanın değil, görmenin konusudur. Allah ise îmânın konusudur:
“Dedi ki: (Allah)
göklerin, yerin ve bu ikisi arasında olan her-şeyin Rabbidir. Eğer kesin
bilgiyle inanıyorsanız (böyledir)” (Şuârâ
24).
Allah’a inanmamak
zavallılıktır ve de çok zor bir şeydir. Oysa Allah’a inanmak insana büyük bir
güven ve huzûr verir. Allah’a inanmak birilerinin zannettiği gibi akılsızca ve
mantıksızca değildir. Tam-aksine, Allah’a inanmak, akla, mantığa ve sağ-duyuya
çok uygundur. İnat etmeden ve ön-yargısız bir şekilde odaklanarak baktığınızda
ve düşündüğünüzde, varlığın vâr olmasının nedeninin Allah olduğunu, -sizi iknâ
ve tatmin edecek şekilde- görüp idrâk edersiniz. Bundan sonra da; “Allah’a neden
inanıyorum?” sorusuna basit bir cümle ile cevap verebilirsiniz: “Çünkü varlığı,
Allah dışında bir şey ile açıklamak beni iknâ ve tatmin etmiyor”.
“O, göklerin ve yerin
yaratıcısıdır. Size kendi nefislerinizden eşler, davarlardan çiftler vâr etti.
Sizleri bu tarzda türetip-yayıyor. O’nun benzeri gibi olan hiç-bir şey yoktur.
O, işitendir, görendir” (Şûrâ 11).
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Aralık 2023
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder