“Ne zaman onlara: ‘Allah’ın indirdiklerine uyun’
denilse, onlar: ‘Hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye (geleneğe)
uyarız’ derler. (Peki) ya atalarının aklı bir şeye ermez ve doğru yolu da
bulamamış idiyseler?” (Bakara 170).
Statü: Bir kimsenin bir toplumda yada topluluk içindeki durumu, yeri,
kazandığı saygınlık, makam. Yürürlükte bulunan antlaşmalara göre olması gereken
veyâ süregelen durum. Öteden bêri sürüp gelen yada vâr olan, şu-andaki durum.
Statükocu: Süregelen durumu korumaya meyilli olan. Kalıplaşmış
ve sorgulamayan, bağnaz düşünüş içinde olan.
“Status quo” veyâ statüko, bir olgunun günümüzdeki durumunu belirten
bir Latince deyiştir. “Statükoyu sürdürmek, vâr olan durumu olduğu gibi korumak”
anlamına gelir.
Tüm peygamberler ve inen
vahiyler, statüyü değiştirmek ve statükocuları ber-tarâf etmek için gönderilmişlerdir.
Bu nedenle de peygamberlere ilk başta karşı çıkanlar, onlara zulmedenler ve
onlarla savaşanlar hep statülerini korumak isteyen statü sâhipleri ve
statükocular olmuştur.
Allah’ın
kânunları yerine ortaya çıkarılan beşerî kânunlar, “ayrıcalıklı(!)” olan
statü-sâhiplerinin, “ayrıcalıklarını korumak için” uydurduğu metinlerdir.
İnsanlık târihi, ayrıcalık (imtiyaz) isteyenlerle eşitlik (adâlet) isteyenlerin
çatışmasının târihidir. Seküler, lâik ve
demokratik devlet, ayrıcalıklı sınıfların temsilcisidir ve hep onları korumaya
ve kayırmaya uğraşır. Zîrâ lâik, seküler, demokratik, modern sistemleri ve
ideolojileri kuranlar işte bu statü-sâhipleri ve onların yalakalığını yapan statükoculardır.
Bir de daha düşük ama durumundan memnun olan küçük statü-sâhipleri vardır.
İslâm devleti dışında aslında
“devlet” denilen kurum, sınıflar arasındaki düzeni ve statüyü korumak için
vardır. İslâm’da ise üstünlük sâdece takvâda ve liyâkatte olduğundan dolayı,
İslâm’da statü de, statüko da, statükoculuk da yoktur. Statükocular, statüyü
koruyanlardır.
İnsanlar ikiye ayrılır: 1- Statü kazanmak için çabalayanlar. 2- Anlam ve
adâlet kazanmaya çalışanlar.
Statü ve statükoculuk, güçlü olmayı ve zenginliği
veyâ güçlü ve zengin olanı kutsar. İnsanların çoğu statü kazanma yada küçük
çıkarlar için de olsa statükoculuk yapma yolundadır. Statüko aslında tüm
zamanlarda bir kast sistemi oluşturmak için uğraşır. Çünkü eğer insanlar
arasında ekonomik ve fizîki asçıdan bir fark yoksa statü-sâhibi olmak
anlamsızlaşır. Statüko, “bende olsun ama diğerinde bendeki kadar olmasın”
ister. Çünkü böylece kendisinde bir ayrıcalık görecektir ve böyle olduğunda
arada bir fark oluşacaktır.
Statüko; devlet, millet, ülke, eşyâ üstünlüğü, ekonomik
güç farkı, daha küçük ölçekte, başkan, bakan, vekil, üst-düzey mêmur, mêmur,
işçi ve işsiz olarak yukarıdan aşağıya doğru bir piramit çizer ve piramit
değişmesin ister. Açıkçası anlam ve adâlet için çalışmayan statükocular hep birilerinin
kendinden daha aşağı, daha düşük ve daha yetersiz olmasını ister. Daha
aşağıdakinin kendilerine yaklaşmasından hattâ bâzı durumlarda kendisini geçmesinden
çok rahatsızlık duyar. Bu durum devletler arasında olduğu gibi şirketler arasında,
şehirler arasında, yaşam-yerleri arasında, meslekler arasında, binâlar
arasında, akrabâlar arasında hattâ kardeşler arasında bile olur. Birileri -görece-
yüksek konumlarını sürekli olarak yükseltmek isterken, aşağıda olanların ise
aşağıda kalmasını hattâ daha da aşağıya düşmesini isterler. Böylece kendilerini
rahatlatırlar. Çünkü onlarda İslâm bilinci ve anlam arayışı yoktur ve bu durum
iç-âlemde bir eksikliğe yol açtığı için, sıkıntıyı statükonun yükselmesiyle
aşmak isterler. Zîrâ ancak bu-şekilde rahat ederler.
En büyük statükocu devletler ve hükûmetlerdir.
Devletler ve hükûmetler statü-sâhiplerinin statülerini koruyup-kolladıkça
kendilerini garantiye almış olurlar. Çünkü para onlarda toplanır ve vergi yada
borç en çok onlardan alınır. Bu-bağlamda devlet, yukarıdan aşağıya doğru
statüleri belirler. En zenginlerin servetleri ve dolayısı ile statüleri sürekli
olarak yükselirken en aşağıdakiler ya yerinde sayar yada aşağıya doğru düşmeye
devâm eder. Tâ ki bir isyan çıkana yada devletin-hükûmetin onlardan bir çıkarı
oluşuna kadar.
Meselâ statüler, üst ve orta düzeydeki mêmurlar ve
aşağıdakiler yâni ülkenin yükünü omuzlarında taşıyan emekli ve asgarî
ücretliler için şöyle belirlenir; herkesin maaşına aynı miktarda zam yapılır ve
bu “adâlet” olarak gösterilir. Fakat meselâ %50 zam yapıldığı düşünüldüğünde,
60.000 TL maaşı olanın maaşı 90.000 TL’ye çıkarken, orta-düzeydeki mêmurun
maaşı 30.000 TL’den 45.000 TL’ye çıkar. Fakat 10.000 TL maaş alan emekli ve
asgarî ücretlinin maaşı 15.000 TL’ye çıkar. Yâni en üstteki 30.000 TL, ortadaki
15.000 TL fark alırken, emekli ve asgarî ücretli sâdece 5.000 TL fark alır. Bu
da farkın gittikçe açılmasına neden olur. Buna rağmen modern firavunlar
tarafından aşağılanıp durdukları için küçük düşürülmüş olan aşağı sınıftan
câhiller, üsttekilerin statükoculuğunu yapar ve hattâ en büyük statükoculuğu da
bunlar yapar. Onların statülerinin yükselmesini ve aradaki farkın günden-güne
çoğalmasını haklı bulur. Oysa böyle bir farkın oluşması ancak şerefsizlikle
açıklanabilir. Buna ne aşağı sınıf ne de orta ve üst sınıf bir şey demez de
statünün aynen devâm etmesini sağlarlar. Hâlbuki bu açıkça isyân edilmesi
gereken bir uygulamadır. Bu uygulamayı eleştirmeyen, îtirâz ve isyân etmeyenler
ya câhildir, ya uğraşacak mecâli yoktur yada apaçık bir şerefsizdir. Üstelik
orta ve üst-düzeyden bu farkı normâl olarak gören şerefsizler de vardır. En
üsttekiler ise böyle bir farka yol açtıkları için zâten şerefsizin önde
gidenleridirler.
Statü, “çıkar” demektir. Çıkar neredeyse statü ve
statükocular oradadır. Daha düne kadar çok güçlü bir statü kurmuş olan FETÖ-AKP
ikilisi, bir çıkar çatışmasının sonucunda birbirlerine girmiş ve birbirlerine
can-düşman olmuşlardır. Daha düne kadar birbirlerini öven halk tabakası ise,
statükoyu yâni çıkarı nerede gördüyse onun statükoculuğunu yapmaya başlamış ve
diğerini “öteki” olarak îlân etmiştir.
Bir toplumda statünün, statükonun ve statükocuların
olmasını normâl gören ve durumu savunamadığı yerde ise dînden dem vurup, “ne
yapacaksın kader” diyerek bir de Allah’a iftirâ atan şerefsiz-oğlu şerefsizler
vardır. Böylece mevcut adâletsiz ve sapkın durumu normâlleştirmeye çalışırlar.
Devletin kuklalığını yapan DİB başkanlığı ise ne hutbelerde ne de yaptığı
açıklamalarda buna hiç değinmez bile. Hâlbuki ekonomik alan dînin
ana-konularından biridir.
Bu sistemi ortaya çıkaranlar da en üsttekilerdir.
İslâmî olmayan devletler ve hükûmetler, bu ezen ve belirleyen sınıfın sömürü
mekanizmasını korumak için kurulmuş yapılardır. İslâmî olmayan devlet, bu
şeytânî sistemi kuran en üsttekilerin ve üst-düzeydekilerin statülerini
korumakla ve yükseltmekle görevli bir yapıdır. Alttakilere ise ancak vaatte
bulunur ve umut dağıtır. Parmağına çaldığı balı uzun süre yalatır ve onları
oyalar durur.
Statüyü korumak tâ eski zamanlara ve ilk çağlara
kadar geri gider. Zamânında Kassitler ile Hititler bir dostluk ve dayanışma
anlaşması yapmıştı. Bu anlaşmaya göre taraf olan her iki devlet krallarından
biri öldüğünde, diğeri ölenin oğlunun babasının yerine geçmesi için yardım
edecekti. Buna göre Kadasman Turgu ölünce, yapılan yardımlaşma anlaşması
gereğince Hitit kralı Hattuşili, Kardunaj’a gelerek Turgu’nun küçük yaştaki
oğlu II.Kadasman Enlil’i (M.Ö. 1279-1265) kral tahtına oturtmuştu. Böylece
statü aynen korunmuş ve devâm ettirilmişti.
Statüko, kural hâline getirilmiş geleneklere bağlı bir
yaklaşımı ve vâr olan durumu savunmayı ifâde ederken, vâr olan durumu korumaya
meyilli olan, bu durumun değiştirilmesine direnen kişiler ise statükocu olarak
tanımlanır. Bu kavramların karşılığı ise değişimdir. Başka
bir deyişle devrim. Değişimi savunan kişiler ise devrimcidir, inkılapçıdır.
Şirk de statünün ve statükoculuğun sonucudur. Tüm peygamberler işte bununla
mücâdele etmiştir. Âyette şöyle denir:
“Onlar, bir aşırılık (fâhişeten) yaptıklarında: ‘atalarımızı bunun
üzerinde bulduk. Allah bunu bize emretti’ derler. De ki: Şüphesiz Allah,
‘çirkin hayâsızlıkları’ emretmez. Bilmediğiniz bir şeyi Allah’a karşı mı
söylüyorsunuz?” (A’raf 28).
Statü-sâhipleri ve
statükocular, yapılan bir aşırılığı yâni sınırı aşmayı atalara, oradan da
Allah’a bağlayarak her zaman aynı yönteme başvurmaktadırlar.
Abraham Maslow’un statükocu
teorisi şöyledir: “Maslow Teorisi, insanların
belirli kategorilerdeki ihtiyaçlarını karşılamalarıyla, kendi içlerinde bir
hiyerarşi oluşturan daha ‘üst ihtiyaçlar’ı tatmin etme arayışına girdiklerini
ve bireyin kişilik gelişiminin, o-an için baskın olan ihtiyaç kategorisinin
niteliği tarafından belirlendiğini söz-konusu etmektedir. Maslow’un kişilik
kategorileri kendi aralarında bir dizilim oluştururlar ve her ihtiyaç
kategorisine bir kişilik gelişme düzeyi karşılık gelir. Birey, bir kategorideki
ihtiyaçları tam olarak gideremeden bir üst düzeydeki ihtiyaç kategorisine,
dolayısıyla kişilik gelişme düzeyine geçemez”. Maslow; “insanlar ne kadara
sâhipse, değeri de, bilgisi de ve kişisel gelişmişliği de o seviyededir” diyor.
Tam bir vahşî kapitâlizm yorumudur bu. İhtiyaçlar ancak statüye tapanlar ve
statükocular için geçerlidir. Anlamın ve adâletin peşinde olanların
kişiliklerini ihtiyaçlar ve ulaştığı seviyeler değil, vahiy yâni İslâm
belirler.
Statüko, en bâriz şekilde iş
ve kariyer ile görünür olur. Kadınlar kariyer peşinde koşunca, anneliği
ertelemek yada iptâl etmek zorunda kaldıklarından dolayı “çocuk da yaparım
kariyer de” diyerek kariyerden yâni statükodan zinhar vazgeçmeyeceklerini
söylemiş olurlar. Bu, anneliği bitiren bir şeydir. Çünkü annelik kariyer ve
statüye engeldir.
Statü; statüko anlayışına
göre, bireyin toplumdaki durumunu gösterir. İnsanın hayattaki çapı, gücü ve
yerini gösterir. İnsanın durumunun ne olduğunu doğru olarak sâdece Allah bilebilir.
Fakat statü denilen şey ile toplum tarafından -görece- bir belirleme ve
sınıflandırma yapılır. Bu belirlemeyi toplumun yaptığı söylense de aslında
şeytanın ve nefsin kontrôlü ve yönlendirmesindeki tâğutlar yâni kendilerinde
Allah gibi bitr güç ve statü görenler tarafından yapılır. Peki bu neye göre
yapılır yâni kıstas ve kriter nedir?. Kriter ve kıstas, tâğutların görüşleri,
arzuları ve çıkarlarına göre yapılır. Meselâ “dağdaki çoban” neden “kentteki
manken”den yada bir iş-adamından daha düşük statüde görülüyor?. Oysa çobanlık
yapmayan bir peygamber yoktur ve insanlar içinde Allah’a göre en üstün insanlar
peygamberlerdir. Demek ki statüyü Allah değil de insanlar belirlediğinde işe
şeytan ve nefs karışıyor. Toplumdaki çatışmanın ana-nedeni budur.
Şeytan Hz. Âdem ve Havvâ’yı,
statülerinin yükseleceği yalanıyla kandırmıştı. İlk kavga ve ilk cinâyet de
yine statüko nedeniyle olmuştu. Kâbil’in kardeşi Hâbil’i öldürmesinin nedeni, daha
takvâlı davranan Hâbil’in kurbanının kabûl edilmesiyle statüsünün yükselmiş
olmasıydı. İşte Kâbil bunu kabûl edemedi ki, bu kabûl edemeyiş durumu hâlen
devâm etmektedir.
Karşılaştığınız ve yeni
tanıştığınız insanların size konuşmanın daha başlarında ne iş yaptığınızı
sormasının nedeni, işinize ve dolayısıyla gelirinize göre sisin statünüzü
öğrenmek istemesidir. İş ve dolayısıyla gelir seviyesi, modern dünyâda statüyü
belirleyen en önemli ve bâriz göstergedir. İşinizi dolayısı ile gelirinizi
tahmin eden kişi sizinle ona göre konuşacaktır ve sizi ona göre
değerlendirecektir. Sevilay Zorlu bu konuda şöyle der:
“Günümüzdeki
toplumun başarı kıstası güç ve para. Gücünüz ve paranız varsa o kadar statünüz
vardır demektir. İdeâl insana ulaşmak için güç ve para sâdece bir araçtır, amaç
değil. Fakat toplum için, kişinin gücü ve parası varsa o kadar değerlidir.
Toplum tarafından statü bu-şekilde belirlenirken, bireyler de bu statüye
ulaşmak için güç ve parayı amaç edinirler. Durum bu-şekilde olduğu takdirde
birey, amaçlarını ve araçlarını karıştırarak sosyoloji dilinde tipik bir yabancılaşma
örneği yaşadığını fark edemez bile.
Peki bizler
bireysel olarak tesâdüfen bir-araya gelmiş bir toplumun tartışmaya açık
kriterlerine ve kıstaslarına göre neden statümüzü belirleyelim ki?. Önemli olan
bizim kendimizi nerede gördüğümüzdür. Yabancılaşma insanın hayâtının herhangi
bir ânında, yaptığı işin, içinde bulunduğu faaliyetin yerini ve anlamını
belirleyecek genel bir hayat felsefesine sâhip olmaması veyâ benimsediği hayat-felsefesi
ile aradaki ilişkiyi kuramamasıdır. Bu tanımdan yola çıkarak ilk olarak genel
bir hayat-felsefesine sâhip olamamakla kastedilen nedir?. İnsan Dünyâ’ya
geldikten sonra yaşamını idâme etmeye çalışır. Bunun için gerekli olan
ihtiyaçlarını gidermeye çalışır. Fakat bu yaşamı değerli kılacak olan nedir?.
Hayat-felsefesi, ‘hayâtı belli erdemlere ve düzene göre yaşamak’tır. Yâni
doğumla ölüm arasındaki o büyük boşluğa bir anlam yüklemektir. ‘Neye göre,
nasıl yaşıyorum’ diyen bir insanın hayâtına başlık atması durumudur. Örneğin;
bir öğrencinin tek amacı sâdece üniversitede okuduğu dersleri geçmek olduğunda
o öğrencinin hayat-felsefesi ‘sâdece dersleri geçmek’tir. Hâlbuki hayat-felsefesi
bu kadar dar bir kalıba sığdırılmamalıdır. Bir başka durum, bir çalışanın
sadece işten eve, evden işe gitmesi yaşamını anlamlandıracak bir felsefeye
sahip olmaması bir yabancılaşmadır.
Örneğin;
bir uluslararası ilişkiler fakültesi öğrencisini ele alalım: Öğrenci fakültede
derslere gider, notlarını alır, sınavlarına girip başarılı olur. Ardından daha
iyi iş imkânları bulmak için YDS, ALES gibi sınavlara girer ve yüksek puanlar
alır. Dolayısıyla yüksek maaşlı güvenli bir iş-ortamı sağlar. Ve artık o
öğrenci amacına ulaşmıştır. Peki soru şu; bu uluslararası ilişkiler fakültesi
öğrencisinin hayat-felsefesi nedir?. İşte sorun da tam olarak budur. Bu öğrenci
genel bir hayat-felsefesine sâhip değildir. Çünkü amacı yüksek maaşlı ve
güvenli bir iş-ortamı bulmaktır. Ve bunun için de hayâtı boyunca bir-çok
engelleri aşmaktadır. Neden?. Sırf yüksek maaşlı ve güvenli bir iş-ortamı
bulmak için.
Amaçlarla
araçları karıştırmamaktır önemli olan. Kişi benimsediği hayat felsefesi ile
aradaki ilişkiyi kuramaz. İnsanların çoğunluğu amaçlarını unutmuş, araçlara
takılıp kalmışlardır. Araçları amaç zannetmeleri sonucunda bir kısır-döngü
oluşmuş ve insanlar amaç ideâlinin yerine araçları ideâl olarak görmeye
başlamışlardır. Böylece bireyler alt basamaktaki araç ihtiyaçları amaç edinerek
yabancılaşma yaşamaya başlarlar ve bunu fark etmezler. Günümüz tüketim
toplumunun en büyük sorunu temel ihtiyaçları amaç edinmeleridir. Oysa amaç,
ideâl insan olmak ve kendini gerçekleştirmektir. Her ne olursa-olsun amacı
belirlerken yüksek bir gâye yâni bir hayat-felsefesini iyi belirlememiz
gereklidir. Aksi-hâlde belli bir hayat-felsefesine sâhip olmayan insan, bâzı
çevreler tarafından yapılan telkin, propaganda, reklâm gibi şeylere kanacak ve
onların isteği doğrultusunda vida çeviren hayvan, homo consumer (tüketici
hayvan), mutlu robot’a (Kozak) dönüşebilecektir”.
Klâsik ve geleneksel
zamanlarda insanların ne iş yapacağı ve nasıl geçineceği genel hatlarıyla belli
idi ve statü herkes için bir amaç ve hedef değildi. Modern zamanlarla ama
özellikle 2. Dünyâ Savaşı’ndan sonra zamanla tüm Dünyâ’da insanlar bir statü
kazanma yarışına girdiler. Bu, statükoculuğu da yanında getirdi. Artık erkek olsun
kadın olsun, herkes bir statü kazanma derdinde ve yarışındadır. Bir statüye
sâhip olmak modern insanın en büyük amacı ve hedefi olmuştur. Hattâ belli bir
statüye kavuşmuş olanlar “üstün” görülmeye başlamışlardır. Tabi bir statü elde
edememiş olanlar ise “zavallı” olarak görülmektedir. Bir statüye kavuşulsun da
nasıl kavuşulursa-kavuşulsun. İster torpil ile, ister yolsuzlukla, isterse
şerefsizlikle. Bu modern insan için fark etmez.
Tabi böyle olunca insanı
hayvandan ayıran rûh, kâlp, zihin ve akıl güdük kalmakta, “bir ideâl ve dâvâ
uğruna yaşamak” düşüncesi boşa çıkmaktadır. Dünyâ’nın yarısının açlık,
susuzluk, evsizlik, işsizlik, adâletsizlik ve perişanlık; diğer yarısının ise
ahlâksızlık, sapkınlık, küfür, şirk, amaçsızlık ve boşluk içinde yaşamasının
nedeni budur.
Takvânın terk-edilip yerine
statünün, statükonun ve statükoculuğun geçirilmesi, Dünyâ’nın hâl-i pür
melâlinin nedenidir.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Aralık 2023
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder