6 Aralık 2023 Çarşamba

Statü ve Statükoculuk

 

“Ne zaman onlara: ‘Allah’ın indirdiklerine uyun’ denilse, onlar: ‘Hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye (geleneğe) uyarız’ derler. (Peki) ya atalarının aklı bir şeye ermez ve doğru yolu da bulamamış idiyseler?” (Bakara 170).

 

Statü: Bir kimsenin bir toplumda yada topluluk içindeki durumu, yeri, kazandığı saygınlık, makam. Yürürlükte bulunan antlaşmalara göre olması gereken veyâ süregelen durum. Öteden bêri sürüp gelen yada vâr olan, şu-andaki durum.

 

Statükocu: Süregelen durumu korumaya meyilli olan. Kalıplaşmış ve sorgulamayan, bağnaz düşünüş içinde olan. “Status quo” veyâ statüko, bir olgunun günümüzdeki durumunu belirten bir Latince deyiştir. “Statükoyu sürdürmek, vâr olan durumu olduğu gibi korumak” anlamına gelir.

 

Tüm peygamberler ve inen vahiyler, statüyü değiştirmek ve statükocuları ber-tarâf etmek için gönderilmişlerdir. Bu nedenle de peygamberlere ilk başta karşı çıkanlar, onlara zulmedenler ve onlarla savaşanlar hep statülerini korumak isteyen statü sâhipleri ve statükocular olmuştur.

 

Allah’ın kânunları yerine ortaya çıkarılan beşerî kânunlar, “ayrıcalıklı(!)” olan statü-sâhiplerinin, “ayrıcalıklarını korumak için” uydurduğu metinlerdir. İnsanlık târihi, ayrıcalık (imtiyaz) isteyenlerle eşitlik (adâlet) isteyenlerin çatışmasının târihidir. Seküler, lâik ve demokratik devlet, ayrıcalıklı sınıfların temsilcisidir ve hep onları korumaya ve kayırmaya uğraşır. Zîrâ lâik, seküler, demokratik, modern sistemleri ve ideolojileri kuranlar işte bu statü-sâhipleri ve onların yalakalığını yapan statükoculardır. Bir de daha düşük ama durumundan memnun olan küçük statü-sâhipleri vardır.

 

İslâm devleti dışında aslında “devlet” denilen kurum, sınıflar arasındaki düzeni ve statüyü korumak için vardır. İslâm’da ise üstünlük sâdece takvâda ve liyâkatte olduğundan dolayı, İslâm’da statü de, statüko da, statükoculuk da yoktur. Statükocular, statüyü koruyanlardır.

 

İnsanlar ikiye ayrılır: 1- Statü kazanmak için çabalayanlar. 2- Anlam ve adâlet kazanmaya çalışanlar.

 

Statü ve statükoculuk, güçlü olmayı ve zenginliği veyâ güçlü ve zengin olanı kutsar. İnsanların çoğu statü kazanma yada küçük çıkarlar için de olsa statükoculuk yapma yolundadır. Statüko aslında tüm zamanlarda bir kast sistemi oluşturmak için uğraşır. Çünkü eğer insanlar arasında ekonomik ve fizîki asçıdan bir fark yoksa statü-sâhibi olmak anlamsızlaşır. Statüko, “bende olsun ama diğerinde bendeki kadar olmasın” ister. Çünkü böylece kendisinde bir ayrıcalık görecektir ve böyle olduğunda arada bir fark oluşacaktır.  

 

Statüko; devlet, millet, ülke, eşyâ üstünlüğü, ekonomik güç farkı, daha küçük ölçekte, başkan, bakan, vekil, üst-düzey mêmur, mêmur, işçi ve işsiz olarak yukarıdan aşağıya doğru bir piramit çizer ve piramit değişmesin ister. Açıkçası anlam ve adâlet için çalışmayan statükocular hep birilerinin kendinden daha aşağı, daha düşük ve daha yetersiz olmasını ister. Daha aşağıdakinin kendilerine yaklaşmasından hattâ bâzı durumlarda kendisini geçmesinden çok rahatsızlık duyar. Bu durum devletler arasında olduğu gibi şirketler arasında, şehirler arasında, yaşam-yerleri arasında, meslekler arasında, binâlar arasında, akrabâlar arasında hattâ kardeşler arasında bile olur. Birileri -görece- yüksek konumlarını sürekli olarak yükseltmek isterken, aşağıda olanların ise aşağıda kalmasını hattâ daha da aşağıya düşmesini isterler. Böylece kendilerini rahatlatırlar. Çünkü onlarda İslâm bilinci ve anlam arayışı yoktur ve bu durum iç-âlemde bir eksikliğe yol açtığı için, sıkıntıyı statükonun yükselmesiyle aşmak isterler. Zîrâ ancak bu-şekilde rahat ederler.

 

En büyük statükocu devletler ve hükûmetlerdir. Devletler ve hükûmetler statü-sâhiplerinin statülerini koruyup-kolladıkça kendilerini garantiye almış olurlar. Çünkü para onlarda toplanır ve vergi yada borç en çok onlardan alınır. Bu-bağlamda devlet, yukarıdan aşağıya doğru statüleri belirler. En zenginlerin servetleri ve dolayısı ile statüleri sürekli olarak yükselirken en aşağıdakiler ya yerinde sayar yada aşağıya doğru düşmeye devâm eder. Tâ ki bir isyan çıkana yada devletin-hükûmetin onlardan bir çıkarı oluşuna kadar.

 

Meselâ statüler, üst ve orta düzeydeki mêmurlar ve aşağıdakiler yâni ülkenin yükünü omuzlarında taşıyan emekli ve asgarî ücretliler için şöyle belirlenir; herkesin maaşına aynı miktarda zam yapılır ve bu “adâlet” olarak gösterilir. Fakat meselâ %50 zam yapıldığı düşünüldüğünde, 60.000 TL maaşı olanın maaşı 90.000 TL’ye çıkarken, orta-düzeydeki mêmurun maaşı 30.000 TL’den 45.000 TL’ye çıkar. Fakat 10.000 TL maaş alan emekli ve asgarî ücretlinin maaşı 15.000 TL’ye çıkar. Yâni en üstteki 30.000 TL, ortadaki 15.000 TL fark alırken, emekli ve asgarî ücretli sâdece 5.000 TL fark alır. Bu da farkın gittikçe açılmasına neden olur. Buna rağmen modern firavunlar tarafından aşağılanıp durdukları için küçük düşürülmüş olan aşağı sınıftan câhiller, üsttekilerin statükoculuğunu yapar ve hattâ en büyük statükoculuğu da bunlar yapar. Onların statülerinin yükselmesini ve aradaki farkın günden-güne çoğalmasını haklı bulur. Oysa böyle bir farkın oluşması ancak şerefsizlikle açıklanabilir. Buna ne aşağı sınıf ne de orta ve üst sınıf bir şey demez de statünün aynen devâm etmesini sağlarlar. Hâlbuki bu açıkça isyân edilmesi gereken bir uygulamadır. Bu uygulamayı eleştirmeyen, îtirâz ve isyân etmeyenler ya câhildir, ya uğraşacak mecâli yoktur yada apaçık bir şerefsizdir. Üstelik orta ve üst-düzeyden bu farkı normâl olarak gören şerefsizler de vardır. En üsttekiler ise böyle bir farka yol açtıkları için zâten şerefsizin önde gidenleridirler.         

 

Statü, “çıkar” demektir. Çıkar neredeyse statü ve statükocular oradadır. Daha düne kadar çok güçlü bir statü kurmuş olan FETÖ-AKP ikilisi, bir çıkar çatışmasının sonucunda birbirlerine girmiş ve birbirlerine can-düşman olmuşlardır. Daha düne kadar birbirlerini öven halk tabakası ise, statükoyu yâni çıkarı nerede gördüyse onun statükoculuğunu yapmaya başlamış ve diğerini “öteki” olarak îlân etmiştir.

 

Bir toplumda statünün, statükonun ve statükocuların olmasını normâl gören ve durumu savunamadığı yerde ise dînden dem vurup, “ne yapacaksın kader” diyerek bir de Allah’a iftirâ atan şerefsiz-oğlu şerefsizler vardır. Böylece mevcut adâletsiz ve sapkın durumu normâlleştirmeye çalışırlar. Devletin kuklalığını yapan DİB başkanlığı ise ne hutbelerde ne de yaptığı açıklamalarda buna hiç değinmez bile. Hâlbuki ekonomik alan dînin ana-konularından biridir.

 

Bu sistemi ortaya çıkaranlar da en üsttekilerdir. İslâmî olmayan devletler ve hükûmetler, bu ezen ve belirleyen sınıfın sömürü mekanizmasını korumak için kurulmuş yapılardır. İslâmî olmayan devlet, bu şeytânî sistemi kuran en üsttekilerin ve üst-düzeydekilerin statülerini korumakla ve yükseltmekle görevli bir yapıdır. Alttakilere ise ancak vaatte bulunur ve umut dağıtır. Parmağına çaldığı balı uzun süre yalatır ve onları oyalar durur.

 

Statüyü korumak tâ eski zamanlara ve ilk çağlara kadar geri gider. Zamânında Kassitler ile Hititler bir dostluk ve dayanışma anlaşması yapmıştı. Bu anlaşmaya göre taraf olan her iki devlet krallarından biri öldüğünde, diğeri ölenin oğlunun babasının yerine geçmesi için yardım edecekti. Buna göre Kadasman Turgu ölünce, yapılan yardımlaşma anlaşması gereğince Hitit kralı Hattuşili, Kardunaj’a gelerek Turgu’nun küçük yaştaki oğlu II.Kadasman Enlil’i (M.Ö. 1279-1265) kral tahtına oturtmuştu. Böylece statü aynen korunmuş ve devâm ettirilmişti.

 

Statüko, kural hâline getirilmiş geleneklere bağlı bir yaklaşımı ve vâr olan durumu savunmayı ifâde ederken, vâr olan durumu korumaya meyilli olan, bu durumun değiştirilmesine direnen kişiler ise statükocu olarak tanımlanır. Bu kavramların karşılığı ise değişimdir. Başka bir deyişle devrim. Değişimi savunan kişiler ise devrimcidir, inkılapçıdır. Şirk de statünün ve statükoculuğun sonucudur. Tüm peygamberler işte bununla mücâdele etmiştir. Âyette şöyle denir:

 

“Onlar, bir aşırılık (fâhişeten) yaptıklarında: ‘atalarımızı bunun üzerinde bulduk. Allah bunu bize emretti’ derler. De ki: Şüphesiz Allah, ‘çirkin hayâsızlıkları’ emretmez. Bilmediğiniz bir şeyi Allah’a karşı mı söylüyorsunuz?” (A’raf 28).

 

Statü-sâhipleri ve statükocular, yapılan bir aşırılığı yâni sınırı aşmayı atalara, oradan da Allah’a bağlayarak her zaman aynı yönteme başvurmaktadırlar.

 

Abraham Maslow’un statükocu teorisi şöyledir: “Maslow Teorisi, insanların belirli kategorilerdeki ihtiyaçlarını karşılamalarıyla, kendi içlerinde bir hiyerarşi oluşturan daha ‘üst ihtiyaçlar’ı tatmin etme arayışına girdiklerini ve bireyin kişilik gelişiminin, o-an için baskın olan ihtiyaç kategorisinin niteliği tarafından belirlendiğini söz-konusu etmektedir. Maslow’un kişilik kategorileri kendi aralarında bir dizilim oluştururlar ve her ihtiyaç kategorisine bir kişilik gelişme düzeyi karşılık gelir. Birey, bir kategorideki ihtiyaçları tam olarak gideremeden bir üst düzeydeki ihtiyaç kategorisine, dolayısıyla kişilik gelişme düzeyine geçemez”. Maslow; “insanlar ne kadara sâhipse, değeri de, bilgisi de ve kişisel gelişmişliği de o seviyededir” diyor. Tam bir vahşî kapitâlizm yorumudur bu. İhtiyaçlar ancak statüye tapanlar ve statükocular için geçerlidir. Anlamın ve adâletin peşinde olanların kişiliklerini ihtiyaçlar ve ulaştığı seviyeler değil, vahiy yâni İslâm belirler. 

 

Statüko, en bâriz şekilde iş ve kariyer ile görünür olur. Kadınlar kariyer peşinde koşunca, anneliği ertelemek yada iptâl etmek zorunda kaldıklarından dolayı “çocuk da yaparım kariyer de” diyerek kariyerden yâni statükodan zinhar vazgeçmeyeceklerini söylemiş olurlar. Bu, anneliği bitiren bir şeydir. Çünkü annelik kariyer ve statüye engeldir.

 

Statü; statüko anlayışına göre, bireyin toplumdaki durumunu gösterir. İnsanın hayattaki çapı, gücü ve yerini gösterir. İnsanın durumunun ne olduğunu doğru olarak sâdece Allah bilebilir. Fakat statü denilen şey ile toplum tarafından -görece- bir belirleme ve sınıflandırma yapılır. Bu belirlemeyi toplumun yaptığı söylense de aslında şeytanın ve nefsin kontrôlü ve yönlendirmesindeki tâğutlar yâni kendilerinde Allah gibi bitr güç ve statü görenler tarafından yapılır. Peki bu neye göre yapılır yâni kıstas ve kriter nedir?. Kriter ve kıstas, tâğutların görüşleri, arzuları ve çıkarlarına göre yapılır. Meselâ “dağdaki çoban” neden “kentteki manken”den yada bir iş-adamından daha düşük statüde görülüyor?. Oysa çobanlık yapmayan bir peygamber yoktur ve insanlar içinde Allah’a göre en üstün insanlar peygamberlerdir. Demek ki statüyü Allah değil de insanlar belirlediğinde işe şeytan ve nefs karışıyor. Toplumdaki çatışmanın ana-nedeni budur.

 

Şeytan Hz. Âdem ve Havvâ’yı, statülerinin yükseleceği yalanıyla kandırmıştı. İlk kavga ve ilk cinâyet de yine statüko nedeniyle olmuştu. Kâbil’in kardeşi Hâbil’i öldürmesinin nedeni, daha takvâlı davranan Hâbil’in kurbanının kabûl edilmesiyle statüsünün yükselmiş olmasıydı. İşte Kâbil bunu kabûl edemedi ki, bu kabûl edemeyiş durumu hâlen devâm etmektedir.

 

Karşılaştığınız ve yeni tanıştığınız insanların size konuşmanın daha başlarında ne iş yaptığınızı sormasının nedeni, işinize ve dolayısıyla gelirinize göre sisin statünüzü öğrenmek istemesidir. İş ve dolayısıyla gelir seviyesi, modern dünyâda statüyü belirleyen en önemli ve bâriz göstergedir. İşinizi dolayısı ile gelirinizi tahmin eden kişi sizinle ona göre konuşacaktır ve sizi ona göre değerlendirecektir. Sevilay Zorlu bu konuda şöyle der:

 

“Günümüzdeki toplumun başarı kıstası güç ve para. Gücünüz ve paranız varsa o kadar statünüz vardır demektir. İdeâl insana ulaşmak için güç ve para sâdece bir araçtır, amaç değil. Fakat toplum için, kişinin gücü ve parası varsa o kadar değerlidir. Toplum tarafından statü bu-şekilde belirlenirken, bireyler de bu statüye ulaşmak için güç ve parayı amaç edinirler. Durum bu-şekilde olduğu takdirde birey, amaçlarını ve araçlarını karıştırarak sosyoloji dilinde tipik bir yabancılaşma örneği yaşadığını fark edemez bile.

 

Peki bizler bireysel olarak tesâdüfen bir-araya gelmiş bir toplumun tartışmaya açık kriterlerine ve kıstaslarına göre neden statümüzü belirleyelim ki?. Önemli olan bizim kendimizi nerede gördüğümüzdür. Yabancılaşma insanın hayâtının herhangi bir ânında, yaptığı işin, içinde bulunduğu faaliyetin yerini ve anlamını belirleyecek genel bir hayat felsefesine sâhip olmaması veyâ benimsediği hayat-felsefesi ile aradaki ilişkiyi kuramamasıdır. Bu tanımdan yola çıkarak ilk olarak genel bir hayat-felsefesine sâhip olamamakla kastedilen nedir?. İnsan Dünyâ’ya geldikten sonra yaşamını idâme etmeye çalışır. Bunun için gerekli olan ihtiyaçlarını gidermeye çalışır. Fakat bu yaşamı değerli kılacak olan nedir?. Hayat-felsefesi, ‘hayâtı belli erdemlere ve düzene göre yaşamak’tır. Yâni doğumla ölüm arasındaki o büyük boşluğa bir anlam yüklemektir. ‘Neye göre, nasıl yaşıyorum’ diyen bir insanın hayâtına başlık atması durumudur. Örneğin; bir öğrencinin tek amacı sâdece üniversitede okuduğu dersleri geçmek olduğunda o öğrencinin hayat-felsefesi ‘sâdece dersleri geçmek’tir. Hâlbuki hayat-felsefesi bu kadar dar bir kalıba sığdırılmamalıdır. Bir başka durum, bir çalışanın sadece işten eve, evden işe gitmesi yaşamını anlamlandıracak bir felsefeye sahip olmaması bir yabancılaşmadır.

 

Örneğin; bir uluslararası ilişkiler fakültesi öğrencisini ele alalım: Öğrenci fakültede derslere gider, notlarını alır, sınavlarına girip başarılı olur. Ardından daha iyi iş imkânları bulmak için YDS, ALES gibi sınavlara girer ve yüksek puanlar alır. Dolayısıyla yüksek maaşlı güvenli bir iş-ortamı sağlar. Ve artık o öğrenci amacına ulaşmıştır. Peki soru şu; bu uluslararası ilişkiler fakültesi öğrencisinin hayat-felsefesi nedir?. İşte sorun da tam olarak budur. Bu öğrenci genel bir hayat-felsefesine sâhip değildir. Çünkü amacı yüksek maaşlı ve güvenli bir iş-ortamı bulmaktır. Ve bunun için de hayâtı boyunca bir-çok engelleri aşmaktadır. Neden?. Sırf yüksek maaşlı ve güvenli bir iş-ortamı bulmak için.

 

Amaçlarla araçları karıştırmamaktır önemli olan. Kişi benimsediği hayat felsefesi ile aradaki ilişkiyi kuramaz. İnsanların çoğunluğu amaçlarını unutmuş, araçlara takılıp kalmışlardır. Araçları amaç zannetmeleri sonucunda bir kısır-döngü oluşmuş ve insanlar amaç ideâlinin yerine araçları ideâl olarak görmeye başlamışlardır. Böylece bireyler alt basamaktaki araç ihtiyaçları amaç edinerek yabancılaşma yaşamaya başlarlar ve bunu fark etmezler. Günümüz tüketim toplumunun en büyük sorunu temel ihtiyaçları amaç edinmeleridir. Oysa amaç, ideâl insan olmak ve kendini gerçekleştirmektir. Her ne olursa-olsun amacı belirlerken yüksek bir gâye yâni bir hayat-felsefesini iyi belirlememiz gereklidir. Aksi-hâlde belli bir hayat-felsefesine sâhip olmayan insan, bâzı çevreler tarafından yapılan telkin, propaganda, reklâm gibi şeylere kanacak ve onların isteği doğrultusunda vida çeviren hayvan, homo consumer (tüketici hayvan), mutlu robot’a (Kozak) dönüşebilecektir”.

 

Klâsik ve geleneksel zamanlarda insanların ne iş yapacağı ve nasıl geçineceği genel hatlarıyla belli idi ve statü herkes için bir amaç ve hedef değildi. Modern zamanlarla ama özellikle 2. Dünyâ Savaşı’ndan sonra zamanla tüm Dünyâ’da insanlar bir statü kazanma yarışına girdiler. Bu, statükoculuğu da yanında getirdi. Artık erkek olsun kadın olsun, herkes bir statü kazanma derdinde ve yarışındadır. Bir statüye sâhip olmak modern insanın en büyük amacı ve hedefi olmuştur. Hattâ belli bir statüye kavuşmuş olanlar “üstün” görülmeye başlamışlardır. Tabi bir statü elde edememiş olanlar ise “zavallı” olarak görülmektedir. Bir statüye kavuşulsun da nasıl kavuşulursa-kavuşulsun. İster torpil ile, ister yolsuzlukla, isterse şerefsizlikle. Bu modern insan için fark etmez.

 

Tabi böyle olunca insanı hayvandan ayıran rûh, kâlp, zihin ve akıl güdük kalmakta, “bir ideâl ve dâvâ uğruna yaşamak” düşüncesi boşa çıkmaktadır. Dünyâ’nın yarısının açlık, susuzluk, evsizlik, işsizlik, adâletsizlik ve perişanlık; diğer yarısının ise ahlâksızlık, sapkınlık, küfür, şirk, amaçsızlık ve boşluk içinde yaşamasının nedeni budur.

 

Takvânın terk-edilip yerine statünün, statükonun ve statükoculuğun geçirilmesi, Dünyâ’nın hâl-i pür melâlinin nedenidir.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Aralık 2023

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder