“Şâirler (yâni edebiyatçılar) ise; gerçekten
onlara azgın-sapıklar uyar. Görmedin mi; onlar, her bir vâdide vehmedip
duruyorlar ve gerçekten onlar, yapmayacakları şeyleri söylüyorlar. Ancak îman
edenler, sâlih amellerde bulunanlar ve Allah’ı çokça zikredenler ile zulme
uğratıldıktan sonra zafer kazananlar (veyâ öçlerini alanlar) başka…” (Şuârâ
224-227).
Bu âyet
inince şâirlerden Hasan bin Sâbit, Abdullah bin Revâha ve Kâb bin Mâlik
ağlayarak Peygamberimiz’e gelirler. “Allah, bu âyeti indirdiğinde bizim şâir
olduğumuzu biliyordu” derler. Bunun üzerine Peygamberimiz; “îman etmiş olanlar ve
iyi amel işleyenler müstesnâ” âyetini okur ve “işte bunlar sizlersiniz” der.
Böyleleri ne kadar da azdır.
Rivâyetten
anlaşılana göre İslâm, edebî olan metnin kendisine değil, lüzumsuz ve gereksiz
uzun olan söze, insana âfâkî şeyler sunan metinleri ve onların yazarlarını kınar
fakat hem “îman etmiş olanlar ve iyi amel işleyenler”i müstesnâ tutar hem de şâirin
ve yazarın yâni edebiyatçının nasıl bir çizgide olmasını gerektiğini gösterir.
Bu-bağlamda aslında İslâm ve Kur’ân, edebiyatı sınırlar ve kısıtlar. Zîrâ
Peygamberimiz’den önce Mekke bir edebiyat merkeziydi ama edebiyat onları şirkten,
küfürden, adâletsizlikten, ahlâksızlıktan ve zulümden kurtaramamıştı ve hattâ
edebiyat bunlara yol açmıştı. Çünkü Mekke müşrikleri atalarını genelde şiirleriyle
ve sözleriyle yâni edebiyatla anarlardı. Edebiyat Mekke müşriklerinin
dinlerinin afyonuydu.
Müslümanlar cihangir
oldukları yaklaşık bin yıl boyunca, gâvura “gâvur” demenin terk edildiği ve
tam-aksine gâvura yalakalık yapılmaya başlanan Tanzimat’a gelinceye kadar,
yunanın felsefesiyle ilgilenmişler ama şiir ve edebiyatı ile ilgilenmemişlerdi.
Bir yazıda edebiyat
şöyle târif edilir: “Edebiyat yada yazın, yazarın düşünce ve duygularını,
okuyanın estetik bir tat almasını sağlamak amacıyla yazılmış yada böyle bir
amaç gütmese de biçimsel olarak bu düzeye ulaşmış yazılı yapıtların tümüne
verilen isimdir. Bu batı’da ‘literatür’ kelimesi ile karşılık bulan edebiyatın
tanımıdır. Müslüman toplumlarında ise literatür kelimesi, edebiyat kelimesi ile
karşılık bulur. Kelimenin kökünü incelediğimizde menşeine dâir çeşitli görüşlerin
bulunduğunu görürüz. ‘Edeb’, bâzılarına göre İslâm-öncesi şiirde de görüldüğü
üzere ‘de’b’ kökünden gelen Arapça bir kelimedir ve umûmiyetle ‘sünnet’ ve
‘terbiye’ mânâsında kullanılmıştır. ‘Edb’ kökünden geldiğini iddiâ edenler ise,
kelimenin ‘dâvet’ mânâsına geldiğini belirterek, ‘ziyâfet yemeği, düğün yemeği’
anlamındaki ‘üdbe’, ‘me’debe/me’dübe’ şekliyle sıkça kullanıldığını söyler.
(Lisânü’l-Arab, ‘edb’ md.; İbn Kuteybe, s. 162, 558). Menşei hangi kelime
olursa-olsun ‘edeb’, İslâm coğrafyasında olduğu gibi dilimizde de birden fazla
ve zaman içinde genişleyen mânâlarda kullanılmıştır. Bu kelime ilk zamanlarda
‘gelenek, görenek, ahlâk’ gibi anlamları ihtivâ ederken, zamanla ferdî ve
içtimâî uyulması lâzım gelen bilgi ve davranış tarzları için kullanılan geniş
yelpazeli bir terime dönüşmüştür”.
Antoloji: “Yazınsal ürünlerden güzel parçalar seçilerek
oluşturulan ve türlü yöntemlere göre düzenlenen yapıt”.
Edebiyatın
yüzde doksan mitoloji ve mâzi üzerine kurulmuştur. Bu mitolojinin kimin
mitolojisi ve kimin mâzisi olacağı zamâna göre değişir ve değişmiştir. Meselâ
modern edebiyat, İslâmî geçmişi ve mâziyi “eski” diye reddeder ama ondan daha
eski olan batı-yunan ve İslâm-öncesi Türk edebiyatına sığınır. Bu da yeni
akımlar ve yeni bağlılıklar ortaya çıkarır.
Edebiyat
baştan-sona “bir hayâlin peşinde koşmak”tır. Edebiyat demek “hayâl” demektir.
Zaten çoğunlukla mitolojiden ve uydurma destanlardan falan beslenir.
Edebiyatçılar da yalanın, uydurmanın ve boş lafların temsilciliğini yaparlar.
Çünkü edebiyat gerçeklikten kopmadan ortaya çıkamaz. Bu nedenle Allah,
gerçeklikten kopuk olan edebiyat yerine hakkın ve hakîkatin kaynağı olan vahyi
ve vahyin uygulanma alanı olan hayâtı göstermiştir. Bu aslında İslâm’ın,
edebiyatı kısması ve kısıtlaması anlamına gelmiştir. Lâkin Allah: “Kullarıma,
sözün en güzel olanını söylemelerini söyle. Çünkü şeytan aralarını açıp
bozmaktadır. Şüphesiz şeytan insanın açıkça bir düşmanıdır” (İsrâ 53)
diyerek edebiyata gerektiği kadar bir alan da bırakır. Biz bu yazıda, sınırını
aşmış ve çığırından çıkmış olan edebiyatı eleştiriyoruz ve yeriyoruz.
Vahiyi kişiyi
edebiyata değil, hayâta yönlendirir. Bu nedenle dîni kötüleyen şâirlere ve
şiire karşıdır. Fakat vahye aykırı olamayan ve hakkı-hakîkati savunan şiirlere
hoş bakar ve hattâ kullanır.
Aslında
edebiyat, “boş laflar antolojisi”dir. Tek yararı güzel laflar etmek, etkili ve
zarif cümleler kurmak ve sözler söylemeyi öğretmektir. Bu da iyi, güzel ve
yararlı bir şeydir tabi.
Edebiyat ve
edebiyatçılar “körler sağırlar, birbirini ağırlar” sözü bağlamında, ancak kendi
aralarında konuşan kişilerdir. Halkın büyük çoğunluğunun edebiyatla işi yoktur
ve anadan-atadan duydukları halk edebiyatı tarzındaki edebiyat dışında edebiyatı
bilmezler. Çünkü halk tümüyle hayâtın içindedir, edebiyatın değil.
Edebiyatçılar
ve şâirler biraz “gevşek” olur. Ali Bulaç: “İslâmî hareket romancı ve şâirler
yüzünden geri kalmıştır” der. Doğrudur. Çünkü edebiyatçılar İslâmcılığa
karşıdırlar. Zîrâ onlar muhâfazakârdırlar. Hep iktidardaki kişinin, yeni
ideolojinin ve düşüncenin etkisinde ve peşinde giderler ve bu nedenle de dün
söylediklerinin tam-aksini yarın farklı söylediklerini görürsünüz. Bu “büyük”
edebiyatçılarda bile böyledir. Sürekli olarak hükümdarların, pâdişahların ve zenginlerin
himmetlerine muhtaçtırlar. Eserlerini onlara ithâf etmek ve iyi bir bahşiş
almak için çırpınıp dururlar.
Hem edebiyatın
kendisi hem de edebiyatçılar muhâfazakârdırlar ve öyle olmak zorundadırlar. Bu
da yalakalığı yanında getirir. Çok-çok az istisnâları saymazsak, hem edebiyatta
hem de edebiyatçılarda sürekli olarak yoğun bir gevşeme ve yavşama hâli vardır.
Edebiyatçılar
sürekli olarak çok kısa süre içinde bir o yana bir bu yana savrulur durur ve
daha dün söylediklerinin tam-tersini bugün değiştiriverirler. Bu nedenle dönek
olarak suçlanırlar. Zâten edebiyat bu dönekliğe bir şey demez. Dönekliğin bile
edebiyatını yapan edebiyattan, buna bir şey demesi beklenemez.
Edebiyatçılar hâkim zihniyete göre
konumlandıkları için yeniye çabuk uyum sağlarlar yada sağlamaya çalışırlar.
Bu-bağlamda, bir Pâris gezisinin sonucunda bir-anda değişerek Yunan hayrânı
olan Yahyâ Kemal şöyle der:
“Tarihte hayy ve muhyî
bir insâniyet var: Bahr-ı Sefîd Havzası (Akdeniz Havzası), hayâta susayanlar, o
havzanın sâhiline doğru koşuyor. Târihin bu karn’ı fenâ bulmadan insanlar,
Athena Pallas etrâfında birleşecektir. Bizim de artık doğu-uygarlığından çıkıp
batı-uygarlığına dönmek gerekir. Yeniden doğuş (Rönesans) döneminin bizde de
açılması için bir zamanlar barbar olan çeşitli milletlerin yaptığı gibi bizim
de Akdeniz kıyısından hayat-suyunu içmemiz gerekir”.
Edebiyatçılar o kadar hayâl-peresttirler
ki, yaşanmış bitmiş ve iyi bilinen bir târihi bile hayâllerine uydurmaya
çalışırlar ve bambaşka şeyler söylerler. Bir-zaman sonra da -bâzı nedenlerden
dolayı- bundan pişmân olurlar ve önceki sözlerini reddeden şeyler söylemeye
başlarlar. Mesela ünlü edebiyatçılardan biri, belli bir zamâna kadar Yunan’a toz
kondurmazken, sonradan görüşünü değiştirir ve önceki söylediklerinin tam
tersini söylemeye başlar.
Edebiyat yalan,
hayâl ve uydurma merkezli olduğu için söylediklerini belgelendirmesi gerekmez.
Bu nedenle edebiyatın belgesi olmaz. Hayâlin belgesi olmaz çünkü. Edebiyatta ne
desen gider, yeter ki onu güzel ve etkileyici bir cümle ile söyle. Zâten edebiyatın
ve edebiyatçıların tüm gücü -hakkını vermeliyiz ki- “sözü etkili bir şekilde
söylemek”tedir.
Edebiyat ve
felsefe küçük toplumların ve küçük devletlerin işidir. Büyük devletlerde
edebiyat ve felsefe pek olmaz. Çünkü onlar zâten edebiyatın kurduğu hayâli
gerçekleştirmektedirler. Edebiyat ve edebiyatçılar “hayâli kahramanlar”a
ihtiyaç duyarlar ama imparatorluklar ve büyük devletler zâten o kahramanları
yetiştirmişlerdir ve nice kahramanlık örnekleri göstermişlerdir. İmparatorluklar
felsefeye ve edebiyata ihtiyaç duymazlar. Bu nedenle de Roma, Moğol, Selçuklu,
Osmanlı ve İngiliz imparatorlukları gibi büyük devletlerde edebiyat olmamış
yada kısıtlı bir alanda olmuş ve destanlar gibi hayâli olaylar yazılmamıştır.
Çünkü dediğimiz gibi, edebiyat, felsefe, hayâlî olay ve kahramanlar yâni
destanlar ve boş laflar ancak küçük ülkelerde ve İslâm-öncesi Türkler gibi
göçebe yada yarı-göçebe toplumlarda ortaya çıkmıştır. Çünkü küçük devletler
ancak, yapamadığının hayâlini kurabilir. Böyle toplumlar sürekli olarak
mitolojiler, destanlar, uydurma olay ve kahramanlar ve netliğe ulaşamayan boş
laflar antolojisinin diğer yönü olan felsefeler (yunan gibi) ve de modern
zamanlara doğru da romanlar yazmışlar ve üretmişlerdir.
Zâten
edebiyatın ve edebiyatçıların hak ve hakîkat uğruna bir eleştiri yaptıkları,
îtirâz ettikleri ve bir isyân körüklediklerini göremezsiniz. Hattâ tam-aksine,
böyle yapanları kınar ve eleştirirler ve de onlara düşman olurlar. Meselâ Necip
Fâzıl, Kur’ân ve Sünnet-merkezli İslâm’ın önemli savunucuları ve aktörleri olan
Mevdûdi’yi ve Seyyid Kutub’u kötülerken, gidip kendisi gibi boş laflar eden
-sözde- İslâm şehyi olan Arvâsi’nin dizlerinin dibine çöker. Yine, Mehmet Âkif
de ilk-başta Abdulhamit’e karşı çıkıp ittihatçılarla birlik olur ama sonra yeni
cumhuriyetin yaptıklarını görünce, onlara destek verdiğine pişmân olup da
onları eleştirince, cumhûriyetçiler onu dışlar ve hayâtının uzunca bir bölümünü
yurt-dışında zorluklar ve hasret içinde geçirmek zorunda kalır. Hattâ bu zorluk
oğlunun bile berbat bir hayat içinde yaşayıp ölüp gitmesine sebep olur.
Tabi artık radyo,
televizyon, internet, bilgisayar ve cep telefonu ile birlikte edebiyat çer-çöp olmaya
başlamış ve yok olmaya doğru gitmektedir. Çünkü yeni teknolojiler ile birlikte
insanlar artık modern yalanlara inanmaya başlamışlardır. 2. Dünyâ Savaşı ile
birlikte edebiyat ve özellikle roman büyük yara almış ve sönmeye başlamıştır.
Çünkü dediğimiz gibi, artık televizyon, internet, bilgisayar ve cep telefonu vs.
çıkmış ve destan ve romanların yaptığı ve yaydığı fitne ve ifsâd görevini bu
teknolojiler devralmıştır. Bir nesneyi yada bir insanı sayfalarca yazıyla
anlatan ve târif eden romanlara ne gerek vardır?. Televizyon ve diğer ekranlar
onu ânında göstermektedir ve bir bakışta o şeyin ne olduğu anlaşılmaktadır. Bu
nedenle destanlar ve romanlar insana artık hiç-bir şey kazandıramaz. Romanlar
zâten daha önce de insanlara pek bir şey kazandırmadığı gibi, kaybettirdiği çok
şey olmuştur. En çok kaybettirdiği şey ise “zaman”dır.
Tanzimat
edebiyatçıları ile başlayan süreçte Türk müslümanlar, eskiye karşı nefret duymaya
ve yeniye hayran ve meftûn olmaya başlamışlar ve onlarda -aslında çok daha eski
olan- yunan hayranlığı başlamıştır. Nev-Yunânilik ve Nayrîlik akımını başlatan
şey budur. Batı’nın havasını-suyunu soluyup yudumlayanlar zihniyet değiştirmiş
ve İslâm’dan ve Îran’dan yüz çevirerek, yönünü Yunan’a doğru dönmüştür. Fakat 1.
Balkan Savaşı’nda Osmanlı’nın karşısında Yunan da olduğu için ve balkan
milletleri türklerin-müslümanların babalarını
kesmeye ve kadınlara ve kızlara tecâvüz etmeye başlayınca bu zırvalıkları terk
etmek zorunda kalmışlardır. Zâten daha sonra da Yunan ile yapılan savaş bu
meftunluğu bitirmiştir. Fakat buna rağmen Hasan Ali Yücel, Dünyâ Klâsikleri adı
altında batı ve yunan-latin düşüncesini ve zihniyetini türklerin beynine sokmuştur.
Bu-arada, o klâsikleri de çok büyütmemek gerekir. Klâsikler netîcede
putperestlerin putlarını öven ve paganizmin tanrılarını ve anlamsız sözlerini
yücelten kitaplardır. Ondan sonra ise İslâm-öncesi Türk destanları ve zırvalıkları
ile türk milleti İslâm’dan ve dinden soğutulmuş, hakîkat yerine bâtıl öne çıkarılmıştır
ki bunu yapanlar yada en çok destek verenler, “boş laflar antolojisi” olan
edebiyat ve yalaka edebiyatçılardır.
Târih boyunca
türk edebiyatı Îran ve Yunan edebiyatları arasında gidip-gelmiş ve en sonunda
da “ülüg-bülük” gibi sözlerle yazılmış olan İslâm-öncesi türk destanları ve
kitâbelerine bel bağlamıştır. Tabi bunları yapmak ve halka yayabilmek için yeni
“edebiyat devleri”ne ihtiyaç duyulmuştur. Aslında 1930’lu yıllarda Burhan
Toprak’ın yayınladığı “Yûnus Emre divânı” ve daha sonra da Fuat Köprülü’nün
tanıtmasına kadar kimsenin tanımadığı Yûnus Emre ve Hoca Ahmet Yesevi, bu yıllarda
aşırı öne çıkarıldı, kendilerinden çok fazla bahsedildi ve herkese “Türk’ün
mânevî babaları” olarak gösterildi. Bu kişilerin ve daha öncelerden tanınmasına
rağmen ismi aşırı abartılarak iyice öne çıkarılan Celâleddin Rûmi ve onun
saçma-sapan, yalan-yanlış ve ahlâksız içerikler ve anlatımlar, cinsellik, zevk,
erotizm ve porno ile buram-buram küfür ve şirk kokan Mesnevisi sanki vahiy gibi
kabûl edilmiş, Kur’ân ve Sünnet ile ifâdesini ve anlamını bulan İslâm yerine,
“Anadolu İslâm’ı”, “Türk İslâm’ı” gibi Kur’ân ve Sünnet İslâmına aykırı yorum,
düşünce ve zihniyeti türk insanına kitlemişlerdir. Türk insanını İslâm’dan
soğutan ve vazgeçiren şey, bahsedilen bu edebiyatçıların bahsettikleri bâtıl
din düşüncesidir.
Edebiyatta
bir “kadın tapıcılığı” da vardır. Edebiyat ve edebiyatçılar mutlakâ bir kadını
yüceltirler. Leyla ile Mecnun, Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şirin, Tâhir ile
Zühre, Yusuf ile Züleyhâ, Zenbilfiroş vs. gibi uydurma hikâyeler ve destanlar üretir
ve “insan tapımı”nı kutsar. Edebiyat büyük oranda, kadın ve şarap üzerine yâni
şehvet üzerine kuruludur. Hep bir kadın, aşk, meşk, zevk, kendinden geçme ve
masal-dünyâsı huzûru gibi şeyler hayâl edip bunlardan bahsederler. Öyle ki en
muhâfazakâr ve İslâmcı diyebileceğimiz şâirler içinde, “kadın bacağı”na şiir
yazanlar olduğu gibi, âşık olduğu kadına akrostiş şiirler yazanlar vardır. Yine
meselâ Yahyâ Kemal’in hayâl-dünyâsı şu şekildedir:
“Yunan beldesi; fikir,
zevk, şiir, kadın, şehvet ve incelik içinde yaşanan, vücûdu tüllerle örtülü
mahlûkların dolaştığı bir diyardır. Burada Güneş, denizden şarkılarla
yükseliyor, şarkılarla batıyor. Hayat
gündüz coşkun, gece seyyâl bir mûsikî hâlinde. Erkekler uryân kahramanlar,
kadınlar da ince tüllerle örtülü sebûlar gibi. Erkek çocuklar hıyâbânlarda
demirden dâireler atarak uryân koşuşurken, kız çocuklar uryân, bahçelerde
raksediyorlar; gözleri çukurlanan yüksek ihtiyarlar da çamlar altında
felsefeden konuşuyorlar. Zevce ve zevçleri gördüm, kollarını birbirinin
omuzlarına atmış yürüyorlardı. Yirmi yaşında gençler de, beyaz nişanlılarını,
metîn kolları üstünde birer kahraman gibi götürerek öpüyordular. Hepsinin
başları açık, ayaklarında beyaz sandallar vardı. Bezminiz ne kadar
kahkaha-âbâd!. Karlı Olimpus tepelerinde, şehevî oyunlarla sarhoş, sarı saçlı
ilâhlar gibi gür seslerle gülüyorsunuz. Sinirlerinizde hâlâ bir sekrin bakiyesi
var”.
Kur’ân kıssaları
ise edebiyat değil, hayattır. Hayâtın içinden ve gerçeklerden bahsederler. Çünkü
İslâm ve Kur’ân edebiyat değil hayattır. Kişiyi hayâle değil hayâta yönlendirir.
Hayâlî değil, hakîkidir. Zîrâ vahiy, hakkı ve hakîkati gerçeklik yada örnekler
üzerinden verir, saçma-sapan edebiyat üzerinden değil. Tasavvuf ise zâten “İslâm’ın
bir yorumu” gibi görünse ve gösterilse de aslında İslâm’dan değildir. Aliya
İzzetbegoviç, “İslâm edebiyat değil, hayattır” sözünü, hayâtın tüm ağırlığının
üzerine çöktüğü zamanda ve yerde söylemişti. İslâm’ın edebiyat olmadığı ancak
böyle zamanlarda ve yerlerde anlaşılır çünkü. Yoksa fildişi kulelerde,
kâşânelerde yada kahvehâne köşelerinde ve dört duvar arasında değil. Bu nedenle
şunu söylemeliyiz ki, müslümanlar da edebiyat yapmıştır ve yapmaktadır ama “İslâm
edebiyatı” diye bir şey yoktur ve olamaz. Zîrâ İslâm edebiyata değil de hayâta
dönük olduğu için İslâm ‘da edebiyat çok sönük ve cılızdır. Bu-bağlamda bir
yazıda şunlar söylenir:
“Batı’da
ki edebiyat algısı, estetik, haz ve biçimsel düzey noktasında her-şeye verilen
tanımken, İslâm edebiyatında bu, ‘ahlâkî bir yapının etrâfında oluşan en güzel
ifâde biçimi’ olarak kendini gösterir. Kant: ‘Edebiyatın kendi dışında hiç-bir
amacı yoktur, yalnız zevk almak için yapılır ve biter’ der. Kant’ın yaptığı bu
tanım, bizdeki edebiyat anlayışının muhtevâsına uygun değildir. Çünkü İslâm
edebiyatı, belâgat kelimesi ile birleşerek muhteviyatlı bir anlam bütünlüğü
oluşturur. Sözü en iyi şekilde söyleme sanatı olan ‘beliğ’ kökünden gelen
belâgat, edebiyatın tanımı yapılırken bu tanımın dışında tutulamayacak bir
mânânın da hâmisidir.
Amaçsız,
sâdece haz almak için söylenen söz, bir gâye boşluğu oluşturduğu, bir
hedefsizliğe işâret ettiği için, İslâmiyet’in men ettiği bir yaklaşım-biçimi
olduğunu görebiliriz. Kur’ân, cenneti tanımlarken: ‘Orada ne bir boş söz ne de
yalan işitmezsiniz’ (35/78) diyerek, gereksiz hedefi olmayan cümlelerin kişide
bir zaman-isrâfı, beyin meşgûliyeti olacağını ifâde eder. Buna karşılık kişiye Dünyâ
ve âhiret mutluğu verebilecek olan sözün; ‘işte bu sana okuduğumuz âyetlerden
ve hikmetli kurandandır’ (3/58) diyerek, mü’minlerin hikmetin ve faydanın
peşinden gitmeleri gerektiğini telkin eder.
Batı’da
edebiyat dediğimiz şey, zamanla sinema, tiyatro diğer çizimlerle iç-içe geçerek
‘sanat’ adını alırken, İslâm edebiyatında böyle bir yapılanma, ciddî anlamda
söz-konusu olmamıştır. Ayrıca İslâmiyet, inananlarını eylemlerinden sorumlu
tuttuğu gibi söylemlerinden de sorumlu tutar. Bunun bir sonucu olarak bir
söylem güzergâhı olan edebiyatın, ancak Allah’ın sınırlarına riâyet edildiği
takdirde yapılmasını teşvik etmiş ve bunu ‘hikmetin bir gereği’ şeklinde ifâde
etmiştir.
Batı’daki
bu türlü algı, edebiyatı yazarlarının da sâdece kendi rûh-dünyâlarının tecrübe ettiği
şeylerde kitâbileşme, yada roman, hikâye formunda yazılar yazarak çeşitli
varyasyonlarla edebî akımlar meydana getirmeleri ile sonuçlanmıştır. Netîcesinde
Hümanizm, Klâsizm, Panslavizm. Realizm, Romantizm, Natürâlizm, en son olarak da
Postmodernizm dediğimiz daha ismine yer vermediğimiz onlarca edebî düşünce-akımı
ortaya çıkmıştır. Tüm bu akımların çıkış nedeni, belirttiğimiz gibi batı’lı
edebiyatçıların edebiyat dedikleri şeye yükledikleri anlamın hazza ve biçimsel
kurama dayalı olmasından kaynaklıdır. İslâm edebiyatında ise edebî kültür,
söylem ve anlayış, ‘Allah’ın emir ve nehiylerinin toplumun sosyo-kültürel, siyâsî,
ekonomik alanında kalem tutanlarının bunu en edip edebe muhayyer tarzda verme
çabası’ şeklindedir. Batı’nın aksine İslâmî edebiyat, ‘insan çıkışlı’ bir yaklaşımı
değil, İlâhî emrin altında şekillenen bir söylem-biçimini destekler. Yine de
İslâm anlayışı, insan-çıkışlı eylemlerin netîcesinde oluşacak olan durum için
de her zaman bir çıkış-kapısını açık bırakmıştır”.
Edebiyat
aslında kısır bir daldır. Özellikle modernizm ile değişen dünyâ, edebiyat
yapmaya yâni hayâl kurmaya izin vermediği için artık edebiyat bitme noktasına
gelmiştir. Zâten eskiden bêri edebiyatçılar, bir zaman sonra edebiyatı tükettikleri
için (yada bâzen edebiyatın boş iş olduğunu gördüklerinden dolayı) ya
onun-bunun edebiyâtına yönelmişler yada felsefeye, dîne ve siyâsete kaymışlardır.
Felsefe ve edebiyat
gibi, temeli ve kökü olmayan konuları anlatmak da anlamak da, bunlarda bir
yalınlık olmadığı için zor olur. Bu nedenle de bu konularla pek ilgilenen olmaz.
Yine; edebiyat
ve edebiyatçılar iç-âleme çok aşırı yöneldikleri için dış-âlemi hesâba
katmazlar ve onlar sâdece o-anki mevcut lîdere ve iktidâra yalakalık yaparlar
ki zâten bununla geçinirler. Halkın soru ve sorunları onları pek de ilgilendirmez.
Bir isyân başlatan edebiyatçı yoktur, olmamıştır. Hattâ eleştirel ve îtirazcı
bir edebiyatçı bile zor bulursunuz.
Edebiyatçılarda
mevcut lîdere yalakalık had seviyededir. Lîderi peygamber ve hattâ Allah yerine
koymalar çok normâldir. Zamânında Celâleddin Rûmî, yalakalık ve ajanlık yaptığı
Moğolların noyanlarından birini peygamber îlân ettiği gibi Cengiz Han’a da ilah
demişti. Modern türk edebiyatçıları ise Atatürk hakkında ağza alınmayacak ve
yenilir-yutulur cinsten olmayan sözleri edebilmişlerdi.
Edebiyat denilen
şey bir “hurâfe yığını”dır ve sonunda da söylenen şeylerin çoğu “hurâfe mezarlığı”ndaki
yerini alır.
Şunu da söyleyelim
ki edebiyat %90 oranında “sanat” da değildir. Uydurma, yalan ve zırvalıklardan
sanat çıkmaz. Fakat şiir alanında sanatsal ürünler vardır.
Edebiyat ve
edebiyatçılar hep nefse oynamışlar ve nefse nişan almışlardır. Nefse çok uygun
olan aşk, meşk, zevk ve kendinden geçme gibi hasletleri çok öne çıkaran ve bunlarla
ayakta duran edebiyat, nefse uygunluğundan dolayı eleştirilmekten uzak
tutulmuştur. O-hâlde edebiyat edepsizlere bırakılmamalıdır. Çünkü edebiyatı genelde
edepsizler yapmıştır. Bu nedenle edebiyatın İslâm-merkezli olarak adamakıllı
bir şekilde eleştirilmeye ihtiyâcı vardır. Zîrâ edebiyatın çıtası sınırı çok
aşmıştır ve o çıtayı düşürmek ve normâl ve doğal sınırına döndürmek gerekmektedir.
Vel hâsıl
kelam; edebiyat “boş zaman işi” olduğu gibi, Kur’ân’dan haberi olmayan “boş
adamların işi”dir.
En doğrusunu
sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Aralık 2023
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder