11 Aralık 2023 Pazartesi

Boş Laflar Antolojisi: Edebiyat


“Şâirler (yâni edebiyatçılar) ise; gerçekten onlara azgın-sapıklar uyar. Görmedin mi; onlar, her bir vâdide vehmedip duruyorlar ve gerçekten onlar, yapmayacakları şeyleri söylüyorlar. Ancak îman edenler, sâlih amellerde bulunanlar ve Allah’ı çokça zikredenler ile zulme uğratıldıktan sonra zafer kazananlar (veyâ öçlerini alanlar) başka…” (Şuârâ 224-227).

 

Bu âyet inince şâirlerden Hasan bin Sâbit, Abdullah bin Revâha ve Kâb bin Mâlik ağlayarak Peygamberimiz’e gelirler. “Allah, bu âyeti indirdiğinde bizim şâir olduğumuzu biliyordu” derler. Bunun üzerine Peygamberimiz; “îman etmiş olanlar ve iyi amel işleyenler müstesnâ” âyetini okur ve “işte bunlar sizlersiniz” der. Böyleleri ne kadar da azdır.

 

Rivâyetten anlaşılana göre İslâm, edebî olan metnin kendisine değil, lüzumsuz ve gereksiz uzun olan söze, insana âfâkî şeyler sunan metinleri ve onların yazarlarını kınar fakat hem “îman etmiş olanlar ve iyi amel işleyenler”i müstesnâ tutar hem de şâirin ve yazarın yâni edebiyatçının nasıl bir çizgide olmasını gerektiğini gösterir. Bu-bağlamda aslında İslâm ve Kur’ân, edebiyatı sınırlar ve kısıtlar. Zîrâ Peygamberimiz’den önce Mekke bir edebiyat merkeziydi ama edebiyat onları şirkten, küfürden, adâletsizlikten, ahlâksızlıktan ve zulümden kurtaramamıştı ve hattâ edebiyat bunlara yol açmıştı. Çünkü Mekke müşrikleri atalarını genelde şiirleriyle ve sözleriyle yâni edebiyatla anarlardı. Edebiyat Mekke müşriklerinin dinlerinin afyonuydu.  

 

Müslümanlar cihangir oldukları yaklaşık bin yıl boyunca, gâvura “gâvur” demenin terk edildiği ve tam-aksine gâvura yalakalık yapılmaya başlanan Tanzimat’a gelinceye kadar, yunanın felsefesiyle ilgilenmişler ama şiir ve edebiyatı ile ilgilenmemişlerdi.

 

Bir yazıda edebiyat şöyle târif edilir: “Edebiyat yada yazın, yazarın düşünce ve duygularını, okuyanın estetik bir tat almasını sağlamak amacıyla yazılmış yada böyle bir amaç gütmese de biçimsel olarak bu düzeye ulaşmış yazılı yapıtların tümüne verilen isimdir. Bu batı’da ‘literatür’ kelimesi ile karşılık bulan edebiyatın tanımıdır. Müslüman toplumlarında ise literatür kelimesi, edebiyat kelimesi ile karşılık bulur. Kelimenin kökünü incelediğimizde menşeine dâir çeşitli görüşlerin bulunduğunu görürüz. ‘Edeb’, bâzılarına göre İslâm-öncesi şiirde de görüldüğü üzere ‘de’b’ kökünden gelen Arapça bir kelimedir ve umûmiyetle ‘sünnet’ ve ‘terbiye’ mânâsında kullanılmıştır. ‘Edb’ kökünden geldiğini iddiâ edenler ise, kelimenin ‘dâvet’ mânâsına geldiğini belirterek, ‘ziyâfet yemeği, düğün yemeği’ anlamındaki ‘üdbe’, ‘me’debe/me’dübe’ şekliyle sıkça kullanıldığını söyler. (Lisânü’l-Arab, ‘edb’ md.; İbn Kuteybe, s. 162, 558). Menşei hangi kelime olursa-olsun ‘edeb’, İslâm coğrafyasında olduğu gibi dilimizde de birden fazla ve zaman içinde genişleyen mânâlarda kullanılmıştır. Bu kelime ilk zamanlarda ‘gelenek, görenek, ahlâk’ gibi anlamları ihtivâ ederken, zamanla ferdî ve içtimâî uyulması lâzım gelen bilgi ve davranış tarzları için kullanılan geniş yelpazeli bir terime dönüşmüştür”.

 

Antoloji: “Yazınsal ürünlerden güzel parçalar seçilerek oluşturulan ve türlü yöntemlere göre düzenlenen yapıt”.

 

Edebiyatın yüzde doksan mitoloji ve mâzi üzerine kurulmuştur. Bu mitolojinin kimin mitolojisi ve kimin mâzisi olacağı zamâna göre değişir ve değişmiştir. Meselâ modern edebiyat, İslâmî geçmişi ve mâziyi “eski” diye reddeder ama ondan daha eski olan batı-yunan ve İslâm-öncesi Türk edebiyatına sığınır. Bu da yeni akımlar ve yeni bağlılıklar ortaya çıkarır.

 

Edebiyat baştan-sona “bir hayâlin peşinde koşmak”tır. Edebiyat demek “hayâl” demektir. Zaten çoğunlukla mitolojiden ve uydurma destanlardan falan beslenir. Edebiyatçılar da yalanın, uydurmanın ve boş lafların temsilciliğini yaparlar. Çünkü edebiyat gerçeklikten kopmadan ortaya çıkamaz. Bu nedenle Allah, gerçeklikten kopuk olan edebiyat yerine hakkın ve hakîkatin kaynağı olan vahyi ve vahyin uygulanma alanı olan hayâtı göstermiştir. Bu aslında İslâm’ın, edebiyatı kısması ve kısıtlaması anlamına gelmiştir. Lâkin Allah: “Kullarıma, sözün en güzel olanını söylemelerini söyle. Çünkü şeytan aralarını açıp bozmaktadır. Şüphesiz şeytan insanın açıkça bir düşmanıdır” (İsrâ 53) diyerek edebiyata gerektiği kadar bir alan da bırakır. Biz bu yazıda, sınırını aşmış ve çığırından çıkmış olan edebiyatı eleştiriyoruz ve yeriyoruz.  

 

Vahiyi kişiyi edebiyata değil, hayâta yönlendirir. Bu nedenle dîni kötüleyen şâirlere ve şiire karşıdır. Fakat vahye aykırı olamayan ve hakkı-hakîkati savunan şiirlere hoş bakar ve hattâ kullanır.

 

Aslında edebiyat, “boş laflar antolojisi”dir. Tek yararı güzel laflar etmek, etkili ve zarif cümleler kurmak ve sözler söylemeyi öğretmektir. Bu da iyi, güzel ve yararlı bir şeydir tabi.

 

Edebiyat ve edebiyatçılar “körler sağırlar, birbirini ağırlar” sözü bağlamında, ancak kendi aralarında konuşan kişilerdir. Halkın büyük çoğunluğunun edebiyatla işi yoktur ve anadan-atadan duydukları halk edebiyatı tarzındaki edebiyat dışında edebiyatı bilmezler. Çünkü halk tümüyle hayâtın içindedir, edebiyatın değil.

 

Edebiyatçılar ve şâirler biraz “gevşek” olur. Hep iktidardaki kişinin, yeni ideolojinin ve düşüncenin etkisinde ve peşinde giderler ve bu nedenle de dün söylediklerinin tam-aksini yarın farklı söylediklerini görürsünüz. Bu “büyük” edebiyatçılarda bile böyledir. Sürekli olarak hükümdarların, pâdişahların ve zenginlerin himmetlerine muhtaçtırlar. Eserlerini onlara ithâf etmek ve iyi bir bahşiş almak için çırpınıp dururlar.

 

Hem edebiyatın kendisi hem de edebiyatçılar muhâfazakârdırlar ve öyle olmak zorundadırlar. Bu da yalakalığı yanında getirir. Çok-çok az istisnâları saymazsak, hem edebiyatta hem de edebiyatçılarda sürekli olarak yoğun bir gevşeme ve yavşama hâli vardır.

 

Edebiyatçılar sürekli olarak çok kısa süre içinde bir o yana bir bu yana savrulur durur ve daha dün söylediklerinin tam-tersini bugün değiştiriverirler. Bu nedenle dönek olarak suçlanırlar. Zâten edebiyat bu dönekliğe bir şey demez. Dönekliğin bile edebiyatını yapan edebiyattan, buna bir şey demesi beklenemez.

 

Edebiyatçılar hâkim zihniyete göre konumlandıkları için yeniye çabuk uyum sağlarlar yada sağlamaya çalışırlar. Bu-bağlamda, bir Pâris gezisinin sonucunda bir-anda değişerek Yunan hayrânı olan Yahyâ Kemal şöyle der:

 

“Tarihte hayy ve muhyî bir insâniyet var: Bahr-ı Sefîd Havzası (Akdeniz Havzası), hayâta susayanlar, o havzanın sâhiline doğru koşuyor. Târihin bu karn’ı fenâ bulmadan insanlar, Athena Pallas etrâfında birleşecektir. Bizim de artık doğu-uygarlığından çıkıp batı-uygarlığına dönmek gerekir. Yeniden doğuş (Rönesans) döneminin bizde de açılması için bir zamanlar barbar olan çeşitli milletlerin yaptığı gibi bizim de Akdeniz kıyısından hayat-suyunu içmemiz gerekir”.

 

Edebiyatçılar o kadar hayâl-peresttirler ki, yaşanmış bitmiş ve iyi bilinen bir târihi bile hayâllerine uydurmaya çalışırlar ve bambaşka şeyler söylerler. Bir-zaman sonra da -bâzı nedenlerden dolayı- bundan pişmân olurlar ve önceki sözlerini reddeden şeyler söylemeye başlarlar. Mesela ünlü edebiyatçılardan biri, belli bir zamâna kadar Yunan’a toz kondurmazken, sonradan görüşünü değiştirir ve önceki söylediklerinin tam tersini söylemeye başlar.

 

Edebiyat yalan, hayâl ve uydurma merkezli olduğu için söylediklerini belgelendirmesi gerekmez. Bu nedenle edebiyatın belgesi olmaz. Hayâlin belgesi olmaz çünkü. Edebiyatta ne desen gider, yeter ki onu güzel ve etkileyici bir cümle ile söyle. Zâten edebiyatın ve edebiyatçıların tüm gücü -hakkını vermeliyiz ki- “sözü etkili bir şekilde söylemek”tedir.

 

Edebiyat ve felsefe küçük toplumların ve küçük devletlerin işidir. Büyük devletlerde edebiyat ve felsefe pek olmaz. Çünkü onlar zâten edebiyatın kurduğu hayâli gerçekleştirmektedirler. Edebiyat ve edebiyatçılar “hayâli kahramanlar”a ihtiyaç duyarlar ama imparatorluklar ve büyük devletler zâten o kahramanları yetiştirmişlerdir ve nice kahramanlık örnekleri göstermişlerdir. İmparatorluklar felsefeye ve edebiyata ihtiyaç duymazlar. Bu nedenle de Roma, Moğol, Selçuklu, Osmanlı ve İngiliz imparatorlukları gibi büyük devletlerde edebiyat olmamış yada kısıtlı bir alanda olmuş ve destanlar gibi hayâli olaylar yazılmamıştır. Çünkü dediğimiz gibi, edebiyat, felsefe, hayâlî olay ve kahramanlar yâni destanlar ve boş laflar ancak küçük ülkelerde ve İslâm-öncesi Türkler gibi göçebe yada yarı-göçebe toplumlarda ortaya çıkmıştır. Çünkü küçük devletler ancak, yapamadığının hayâlini kurabilir. Böyle toplumlar sürekli olarak mitolojiler, destanlar, uydurma olay ve kahramanlar ve netliğe ulaşamayan boş laflar antolojisinin diğer yönü olan felsefeler (yunan gibi) ve de modern zamanlara doğru da romanlar yazmışlar ve üretmişlerdir.

 

Zâten edebiyatın ve edebiyatçıların hak ve hakîkat uğruna bir eleştiri yaptıkları, îtirâz ettikleri ve bir isyân körüklediklerini göremezsiniz. Hattâ tam-aksine, böyle yapanları kınar ve eleştirirler ve de onlara düşman olurlar. Meselâ Necip Fâzıl, Kur’ân ve Sünnet-merkezli İslâm’ın önemli savunucuları ve aktörleri olan Mevdûdi’yi ve Seyyid Kutub’u kötülerken, gidip kendisi gibi boş laflar eden -sözde- İslâm şehyi olan Arvâsi’nin dizlerinin dibine çöker. Yine, Mehmet Âkif de ilk-başta Abdulhamit’e karşı çıkıp ittihatçılarla birlik olur ama sonra yeni cumhuriyetin yaptıklarını görünce, onlara destek verdiğine pişmân olup da onları eleştirince, cumhûriyetçiler onu dışlar ve hayâtının uzunca bir bölümünü yurt-dışında zorluklar ve hasret içinde geçirmek zorunda kalır. Hattâ bu zorluk oğlunun bile berbat bir hayat içinde yaşayıp ölüp gitmesine sebep olur.

 

Tabi artık radyo, televizyon, internet, bilgisayar ve cep telefonu ile birlikte edebiyat çer-çöp olmaya başlamış ve yok olmaya doğru gitmektedir. Çünkü yeni teknolojiler ile birlikte insanlar artık modern yalanlara inanmaya başlamışlardır. 2. Dünyâ Savaşı ile birlikte edebiyat ve özellikle roman büyük yara almış ve sönmeye başlamıştır. Çünkü dediğimiz gibi, artık televizyon, internet, bilgisayar ve cep telefonu vs. çıkmış ve destan ve romanların yaptığı ve yaydığı fitne ve ifsâd görevini bu teknolojiler devralmıştır. Bir nesneyi yada bir insanı sayfalarca yazıyla anlatan ve târif eden romanlara ne gerek vardır?. Televizyon ve diğer ekranlar onu ânında göstermektedir ve bir bakışta o şeyin ne olduğu anlaşılmaktadır. Bu nedenle destanlar ve romanlar insana artık hiç-bir şey kazandıramaz. Romanlar zâten daha önce de insanlara pek bir şey kazandırmadığı gibi, kaybettirdiği çok şey olmuştur. En çok kaybettirdiği şey ise “zaman”dır.

 

Tanzimat edebiyatçıları ile başlayan süreçte Türk müslümanlar, eskiye karşı nefret duymaya ve yeniye hayran ve meftûn olmaya başlamışlar ve onlarda -aslında çok daha eski olan- yunan hayranlığı başlamıştır. Nev-Yunânilik ve Nayrîlik akımını başlatan şey budur. Batı’nın havasını-suyunu soluyup yudumlayanlar zihniyet değiştirmiş ve İslâm’dan ve Îran’dan yüz çevirerek, yönünü Yunan’a doğru dönmüştür. Fakat 1. Balkan Savaşı’nda Osmanlı’nın karşısında Yunan da olduğu için ve balkan milletleri türklerin-müslümanların  babalarını kesmeye ve kadınlara ve kızlara tecâvüz etmeye başlayınca bu zırvalıkları terk etmek zorunda kalmışlardır. Zâten daha sonra da Yunan  ile yapılan savaş bu meftunluğu bitirmiştir. Fakat buna rağmen Hasan Ali Yücel, Dünyâ Klâsikleri adı altında batı ve yunan-latin düşüncesini ve zihniyetini türklerin beynine sokmuştur. Bu-arada, o klâsikleri de çok büyütmemek gerekir. Klâsikler netîcede putperestlerin putlarını öven ve paganizmin tanrılarını ve anlamsız sözlerini yücelten kitaplardır. Ondan sonra ise İslâm-öncesi Türk destanları ve zırvalıkları ile türk milleti İslâm’dan ve dinden soğutulmuş, hakîkat yerine bâtıl öne çıkarılmıştır ki bunu yapanlar yada en çok destek verenler, “boş laflar antolojisi” olan edebiyat ve yalaka edebiyatçılardır.

 

Târih boyunca türk edebiyatı Îran ve Yunan edebiyatları arasında gidip-gelmiş ve en sonunda da “ülüg-bülük” gibi sözlerle yazılmış olan İslâm-öncesi türk destanları ve kitâbelerine bel bağlamıştır. Tabi bunları yapmak ve halka yayabilmek için yeni “edebiyat devleri”ne ihtiyaç duyulmuştur. Aslında 1930’lu yıllarda Burhan Toprak’ın yayınladığı “Yûnus Emre divânı” ve daha sonra da Fuat Köprülü’nün tanıtmasına kadar kimsenin tanımadığı Yûnus Emre ve Hoca Ahmet Yesevi, bu yılarda aşırı öne çıkarıldı, kendilerinden çok fazla bahsedildi ve herkese “Türk’ün mânevî babaları” olarak gösterildi. Bu kişilerin ve daha öncelerden tanınmasına rağmen ismi aşırı abartılarak iyice öne çıkarılan Celâleddin Rûmi ve onun saçma-sapan, yalan-yanlış ve ahlâksız içerikler ve anlatımlar, cinsellik, zevk, erotizm ve porno ile buram-buram küfür ve şirk kokan Mesnevisi sanki vahiy gibi kabûl edilmiş, Kur’ân ve Sünnet ile ifâdesini ve anlamını bulan İslâm yerine, “Anadolu İslâm’ı”, “Türk İslâm’ı” gibi Kur’ân ve Sünnet İslâmına aykırı yorum, düşünce ve zihniyeti türk insanına kitlemişlerdir. Türk insanını İslâm’dan soğutan ve vazgeçiren şey, bahsedilen bu edebiyatçıların bahsettikleri bâtıl din düşüncesidir.

 

Edebiyatta bir “kadın tapıcılığı” da vardır. Edebiyat ve edebiyatçılar mutlakâ bir kadını yüceltirler. Leyla ile Mecnun, Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şirin, Tâhir ile Zühre, Yusuf ile Züleyhâ, Zenbilfiroş vs. gibi uydurma hikâyeler ve destanlar üretir ve “insan tapımı”nı kutsar. Edebiyat büyük oranda, kadın ve şarap üzerine yâni şehvet üzerine kuruludur. Hep bir kadın, aşk, meşk, zevk, kendinden geçme ve masal-dünyâsı huzûru gibi şeyler hayâl edip bunlardan bahsederler. Öyle ki en muhâfazakâr ve İslâmcı diyebileceğimiz şâirler içinde, “kadın bacağı”na şiir yazanlar olduğu gibi, âşık olduğu kadına akrostiş şiirler yazanlar vardır. Yine meselâ Yahyâ Kemal’in hayâl-dünyâsı şu şekildedir:

 

“Yunan beldesi; fikir, zevk, şiir, kadın, şehvet ve incelik içinde yaşanan, vücûdu tüllerle örtülü mahlûkların dolaştığı bir diyardır. Burada Güneş, denizden şarkılarla yükseliyor, şarkılarla  batıyor. Hayat gündüz coşkun, gece seyyâl bir mûsikî hâlinde. Erkekler uryân kahramanlar, kadınlar da ince tüllerle örtülü sebûlar gibi. Erkek çocuklar hıyâbânlarda demirden dâireler atarak uryân koşuşurken, kız çocuklar uryân, bahçelerde raksediyorlar; gözleri çukurlanan yüksek ihtiyarlar da çamlar altında felsefeden konuşuyorlar. Zevce ve zevçleri gördüm, kollarını birbirinin omuzlarına atmış yürüyorlardı. Yirmi yaşında gençler de, beyaz nişanlılarını, metîn kolları üstünde birer kahraman gibi götürerek öpüyordular. Hepsinin başları açık, ayaklarında beyaz sandallar vardı. Bezminiz ne kadar kahkaha-âbâd!. Karlı Olimpus tepelerinde, şehevî oyunlarla sarhoş, sarı saçlı ilâhlar gibi gür seslerle gülüyorsunuz. Sinirlerinizde hâlâ bir sekrin bakiyesi var”.

 

Kur’ân kıssaları ise edebiyat değil, hayattır. Hayâtın içinden ve gerçeklerden bahsederler. Çünkü İslâm ve Kur’ân edebiyat değil hayattır. Kişiyi hayâle değil hayâta yönlendirir. Hayâlî değil, hakîkidir. Zîrâ vahiy, hakkı ve hakîkati gerçeklik yada örnekler üzerinden verir, saçma-sapan edebiyat üzerinden değil. Tasavvuf ise zâten “İslâm’ın bir yorumu” gibi görünse ve gösterilse de aslında İslâm’dan değildir. Aliya İzzetbegoviç, “İslâm edebiyat değil, hayattır” sözünü, hayâtın tüm ağırlığının üzerine çöktüğü zamanda ve yerde söylemişti. İslâm’ın edebiyat olmadığı ancak böyle zamanlarda ve yerlerde anlaşılır çünkü. Yoksa fildişi kulelerde, kâşânelerde yada kahvehâne köşelerinde ve dört duvar arasında değil. Bu nedenle şunu söylemeliyiz ki, müslümanlar da edebiyat yapmıştır ve yapmaktadır ama “İslâm edebiyatı” diye bir şey yoktur ve olamaz. Zîrâ İslâm edebiyata değil de hayâta dönük olduğu için İslâm ‘da edebiyat çok sönük ve cılızdır. Bu-bağlamda bir yazıda şunlar söylenir:

 

“Batı’da ki edebiyat algısı, estetik, haz ve biçimsel düzey noktasında her-şeye verilen tanımken, İslâm edebiyatında bu, ‘ahlâkî bir yapının etrâfında oluşan en güzel ifâde biçimi’ olarak kendini gösterir. Kant: ‘Edebiyatın kendi dışında hiç-bir amacı yoktur, yalnız zevk almak için yapılır ve biter’ der. Kant’ın yaptığı bu tanım, bizdeki edebiyat anlayışının muhtevâsına uygun değildir. Çünkü İslâm edebiyatı, belâgat kelimesi ile birleşerek muhteviyatlı bir anlam bütünlüğü oluşturur. Sözü en iyi şekilde söyleme sanatı olan ‘beliğ’ kökünden gelen belâgat, edebiyatın tanımı yapılırken bu tanımın dışında tutulamayacak bir mânânın da hâmisidir.

 

Amaçsız, sâdece haz almak için söylenen söz, bir gâye boşluğu oluşturduğu, bir hedefsizliğe işâret ettiği için, İslâmiyet’in men ettiği bir yaklaşım-biçimi olduğunu görebiliriz. Kur’ân, cenneti tanımlarken: ‘Orada ne bir boş söz ne de yalan işitmezsiniz’ (35/78) diyerek, gereksiz hedefi olmayan cümlelerin kişide bir zaman-isrâfı, beyin meşgûliyeti olacağını ifâde eder. Buna karşılık kişiye Dünyâ ve âhiret mutluğu verebilecek olan sözün; ‘işte bu sana okuduğumuz âyetlerden ve hikmetli kurandandır’ (3/58) diyerek, mü’minlerin hikmetin ve faydanın peşinden gitmeleri gerektiğini telkin eder.

 

Batı’da edebiyat dediğimiz şey, zamanla sinema, tiyatro diğer çizimlerle iç-içe geçerek ‘sanat’ adını alırken, İslâm edebiyatında böyle bir yapılanma, ciddî anlamda söz-konusu olmamıştır. Ayrıca İslâmiyet, inananlarını eylemlerinden sorumlu tuttuğu gibi söylemlerinden de sorumlu tutar. Bunun bir sonucu olarak bir söylem güzergâhı olan edebiyatın, ancak Allah’ın sınırlarına riâyet edildiği takdirde yapılmasını teşvik etmiş ve bunu ‘hikmetin bir gereği’ şeklinde ifâde etmiştir.

 

Batı’daki bu türlü algı, edebiyatı yazarlarının da sâdece kendi rûh-dünyâlarının tecrübe ettiği şeylerde kitâbileşme, yada roman, hikâye formunda yazılar yazarak çeşitli varyasyonlarla edebî akımlar meydana getirmeleri ile sonuçlanmıştır. Netîcesinde Hümanizm, Klâsizm, Panslavizm. Realizm, Romantizm, Natürâlizm, en son olarak da Postmodernizm dediğimiz daha ismine yer vermediğimiz onlarca edebî düşünce-akımı ortaya çıkmıştır. Tüm bu akımların çıkış nedeni, belirttiğimiz gibi batı’lı edebiyatçıların edebiyat dedikleri şeye yükledikleri anlamın hazza ve biçimsel kurama dayalı olmasından kaynaklıdır. İslâm edebiyatında ise edebî kültür, söylem ve anlayış, ‘Allah’ın emir ve nehiylerinin toplumun sosyo-kültürel, siyâsî, ekonomik alanında kalem tutanlarının bunu en edip edebe muhayyer tarzda verme çabası’ şeklindedir. Batı’nın aksine İslâmî edebiyat, ‘insan çıkışlı’ bir yaklaşımı değil, İlâhî emrin altında şekillenen bir söylem-biçimini destekler. Yine de İslâm anlayışı, insan-çıkışlı eylemlerin netîcesinde oluşacak olan durum için de her zaman bir çıkış-kapısını açık bırakmıştır”.

 

Edebiyat aslında kısır bir daldır. Özellikle modernizm ile değişen dünyâ, edebiyat yapmaya yâni hayâl kurmaya izin vermediği için artık edebiyat bitme noktasına gelmiştir. Zâten eskiden bêri edebiyatçılar, bir zaman sonra edebiyatı tükettikleri için (yada bâzen edebiyatın boş iş olduğunu gördüklerinden dolayı) ya onun-bunun edebiyâtına yönelmişler yada felsefeye, dîne ve siyâsete kaymışlardır.

 

Felsefe ve edebiyat gibi, temeli ve kökü olmayan konuları anlatmak da anlamak da, bunlarda bir yalınlık olmadığı için zor olur. Bu nedenle de bu konularla pek ilgilenen olmaz.

 

Yine; edebiyat ve edebiyatçılar iç-âleme çok aşırı yöneldikleri için dış-âlemi hesâba katmazlar ve onlar sâdece o-anki mevcut lîdere ve iktidâra yalakalık yaparlar ki zâten bununla geçinirler. Halkın soru ve sorunları onları pek de ilgilendirmez. Bir isyân başlatan edebiyatçı yoktur, olmamıştır. Hattâ eleştirel ve îtirazcı bir edebiyatçı bile zor bulursunuz.

 

Edebiyatçılarda mevcut lîdere yalakalık had seviyededir. Lîderi peygamber ve hattâ Allah yerine koymalar çok normâldir. Zamânında Celâleddin Rûmî, yalakalık ve ajanlık yaptığı Moğolların noyanlarından birini peygamber îlân ettiği gibi Cengiz Han’a da ilah demişti. Modern türk edebiyatçıları ise Atatürk hakkında ağza alınmayacak ve yenilir-yutulur cinsten olmayan sözleri edebilmişlerdi.

 

Edebiyat denilen şey bir “hurâfe yığını”dır ve sonunda da söylenen şeylerin çoğu “hurâfe mezarlığı”ndaki yerini alır.

 

Şunu da söyleyelim ki edebiyat %90 oranında “sanat” da değildir. Uydurma, yalan ve zırvalıklardan sanat çıkmaz. Fakat şiir alanında sanatsal ürünler vardır.

 

Edebiyat ve edebiyatçılar hep nefse oynamışlar ve nefse nişan almışlardır. Nefse çok uygun olan aşk, meşk, zevk ve kendinden geçme gibi hasletleri çok öne çıkaran ve bunlarla ayakta duran edebiyat, nefse uygunluğundan dolayı eleştirilmekten uzak tutulmuştur. O-hâlde edebiyat edepsizlere bırakılmamalıdır. Çünkü edebiyatı genelde edepsizler yapmıştır. Bu nedenle edebiyatın İslâm-merkezli olarak adamakıllı bir şekilde eleştirilmeye ihtiyâcı vardır. Zîrâ edebiyatın çıtası sınırı çok aşmıştır ve o çıtayı düşürmek ve normâl ve doğal sınırına döndürmek gerekmektedir.

 

Vel hâsıl kelam; edebiyat “boş zaman işi” olduğu gibi, Kur’ân’dan haberi olmayan “boş adamların işi”dir.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Aralık 2023

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder