13 Kasım 2023 Pazartesi

Peygamberler Neden Hep Orta-Doğudan Çıkmıştır?


“Gerçek şu ki, Allah, Âdem’i, Nûh’u, İbrâhim âilesini ve İmran âilesini âlemler üzerine seçti; Onlar birbirlerinden (türeme) bir zürriyettir. Allah işitendir, bilendir” (Âl-i İmran 33-34).

 

Günümüzde insan nüfûsunun fazlalaştığı ve insanların Dünyâ’nın her köşesine kadar yayıldığı bir zamanda çok sorulan sorulardan biri de, “peygamberler neden hep orta-doğudan çıkmıştır?” sorusudur. Bu soruya verilen uzun-uzun cevaplar hiç iknâ edici ve açıklayıcı olmadığı için soru tekrar-tekrar sorulup durmaktadır. Çünkü bu soruya cevap verirken dayanak yapılan paradigma modern-bilim, jeoloji, evrimsel biyoloji, arkeoloji, paleontoloji, modern resmî târih, masa-başı teoriler ve modernite zihniyetidir. Bu yüzden verilen cevaplar hep, bu saydıklarımıza aykırı düşmeyecek şekilde olan cevaplardır.

 

Bu-bağlamda bu soruya verilen cevaplar, farklı ve alternatif bir düşünceye zinhar meydan vermeyen modern-bilim, düşünce ve inanışların kabûl ettiği; 13.8 milyar yıllık bir “kâinat yaşı”, 5 milyar yıllık “Dünyâ yaşı” ve 2 milyon yıllık “insanlık yaşı”na göre verilmektedir. Böyle olunca da insanlar doğal olarak; “bu kadar yıl geçmiş, bu kadar insan yaşamış, sâdece 30-40 tâne mi peygamber gönderilmiş insanlara?. Peki Amerika’ya, Antarktika’ya, Avustralya’ya, Sibirya’ya, Fîzan’a, çöllerde, ormanlarda, adalarda ve ücrâ bölgelerde yaşayanlara peygamber gelmedi mi?. Her topluma bir peygamber gönderilmedi mi?. Eğer gönderildiyse o-hâlde insanlara binlerce peygamber gönderilmesi gerekirdi. Bu peygamberlerden niçin bahsedilememiştir de hep orta-doğu peygamberlerinden bahsedilmiştir?” diye soruyorlar. Tabi bu-arada gönderilen peygamberlerin sayısı da merâk edildiği ve yüksek bir rakam beklendiği için rivâyetlerde 124.000 ve 224.000 bin gibi rakamlar kullanılmaktadır.

 

Müslümanlar da: “Andolsun, biz her ümmete: ‘Allah’a kulluk edin ve tâğuttan kaçının’ (diye tebliğ etmesi için) bir elçi gönderdik. Böylelikle, onlardan kimine Allah hidâyet verdi, kiminin üzerine sapıklık hak oldu. Artık, yeryüzünde dolaşın da yalanlayanların uğradıkları sonucu görün” (Nâhl 36) âyetine dayanarak insanlık-târihi boyunca 124.000 peygamber gönderildiğini söyleyen hadisler rivâyet etmişlerdir. (bk. Müsned 5/265-266; İbn Hibbân, 2/77).

 

Müslümanlar da dâhil insanlar, “her topluma peygamber gönderildiğine göre, ancak bu sayıda peygamber gönderilmiş olması gerekir” gibi bir düşünceyle ve şu âyete de dayanarak 124.000 peygamber sayısını kabûl etmeye meyillidirler: “Şüphesiz biz seni, hak ile bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak gönderdik. Hiç-bir ümmet yoktur ki, içinde bir uyarıcı gelip-geçmiş olmasın” (Fâtır 24). Fakat burada kullanılan “uyarıcı”nın resûl yada nebî kelimesiyle değil de “nezir” kelimesiyle ifâde edildiğini hatırlatalım. Nezir yâni “uyarıcılar” her zaman olabilir. Hattâ Allah nezirliği tüm mü’minlere emretmiştir.

 

Tabi her yerleşim yerine ille de ayrı bir peygamberin yada bir uyarıcının gönderilmesine de gerek yoktur. Allah Mekke’ye ayrı Medîne’ye ayrı bir peygamber göndermemiştir ki!. Bir peygamber göndermek ve bir-çok yeri vahiyden haberdâr etmekle işin gereği yapılmış olur:

 

“Eğer dilemiş olsaydık, her kasabaya bir uyarıcı gönderirdik” (Furkân 51).

 

Şu da var ki; “Andolsun, biz her ümmete: ‘Allah’a kulluk edin ve tâğuttan kaçının’ (diye tebliğ etmesi için) bir elçi gönderdik…” (Nâhl 36) âyetinde peygamber gönderilen toplum için “ümmet” kelimesi kullanılırken; “Eğer dilemiş olsaydık, her kasabaya bir uyarıcı gönderirdik” (Furkân 51) âyetinde ise peygamber gönderilmesi söz-konusu edilen yer ve toplum için “karye” kelimesi kullanılıyor. Bundan da zımnen; “sâdece ümmet olmuş yâni büyük devletlerin, toplumların, imparatorlukların vs. kent-merkezlerine peygamber gönderildiği, küçük kasaba ve yerleşim yerlerine ve de küçük topluluklara peygamber gönderilmediği, çünkü buna gerek olmadığı, zîrâ onların zâten peygamber gönderilen merkezlere bağlı olduğu” anlamı çıkar. Demek ki büyük kent-merkezlerine peygamber göndermek, “her topluma peygamber göndermek” demektir.  

 

Kur’ân’da ismi geçen 25 tâne peygamber vardır. Bir de ismi Kur’ân’da geçtiği hâlde peygamber olup-olmadığı tartışmalı olan Üzeyir, Lokman ve Zülkarneyn isminde üç kişi vardır. Kur’ân’da: “Andolsun, biz senden önce elçiler gönderdik; onlardan kimini sana aktarıp-anlattık ve kimini anlatmadık….” (Mü’minûn 78) denir. Kur’ân, Peygamberimiz’e, “sana anlatmadık yâni gönderdiğimiz diğer peygamberlerin isimlerini ve hayat-hikâyelerini Kur’ân’da vermedik” diyor. Bu peygamberlerden İşaya, Yeremya, Hezekiel ve Daniel gibi bâzılarının isimleri Kitab-ı Mukaddes’te verilmiştir. Tabi Kitab-ı Mukaddes’te isimleri verilen kişilerin içinde peygamber olup-olmadığı kesin olmayanlar da vardır. Tüm bunlardan başka, isimleri hiç-bir yerde anlatılmayan ve hayat-hikâyelerinden bahsedilmeyen peygamberler de vardır.

 

Bâzen iki-üç peygamber birden gelmiş ve değişik bölgelere gönderilmişlerdir. Hz. İbrâhim ve Hz. Lût as.’da olduğu gibi. Yinen bâzen de Hz. Mûsâ ve Hz. Hârûn as.’da olduğu gibi, birbirlerine yardımcı olmak için iki yada üç peygamber bir-arada gönderilmiştir.

 

124.000 yada 224.000 bin peygamber gönderilmiş olması hem pratik olarak mümkün değildir hem de bu İslâm’ın ilkelerine terstir. Üstelik Allah’a, vahye ve gönderilmiş olan isimlerini bildiğimiz peygamberlere de bir hakârettir. Çünkü eğer 124.000 yada 224.000 peygamber gönderilmiş olsaydı o zaman şöyle bir çelişki açığa çıkardı ve şöyle sözler edilirdi: “Demek ki peygamber göndermek işe yaramamış ve değişen bir şey olmadığı için Allah zırt-pırt peygamber göndermiştir. Üstelik, gönderilen peygamberlere indirilen vahiyler de etkili ve dönüştürücü sözler olmadığı için insanları etkilememiş olduğu için insanlar kendi bildiklerini yapmaya devâm etmiştir. Allah göndermiş, insanlar inkâr etmiş, Allah göndermiş, insanlar inkâr etmiş, böylece kısır bir döngü ortaya çıkmış ve iş inada binmiş”. Oysa hem Allah’ın sözleri insanların tâ yüreklerine têsir ederek onları değiştirecek ve yüzlerce yıl boyunca insanları yönlendirecek etkiye sâhiptir, hem de gönderilen peygamberlerin vahye göre olan yaşamları insanları etkilemiş ve vahiy-merkezli olarak yönlendirmiştir. Hattâ gönderilen peygamberlerden bir kısmı Allah’ın sözünü çok geniş coğrafyalara ve insanlara yaymış ve ulaştırmış ve de İslâm’ı bir hayat-düsturu olarak hayâta hâkim kılmışlardır. Bu nedenle de o kadar çok sayıda peygamberin gönderilmiş olmasına hem gerek kalmamış hem de fırsat olmamıştır. Zîrâ peygamberlerin çağrılarının etkisi hep güçlü olmuştur.

 

Peygamberimiz “son peygamber”dir ve o’ndan sonra peygamber gelmeyecektir ve gelmemiştir de. Peygamberimiz’den bu-yana 1.400 yıl geçmiştir. Hz. Îsâ’dan bu-yana ise 2.000 yıl geçmiştir ve bu ikisinden başka bir peygamber de gelmemiştir. Belki Mani’den bahsedilebilir ama o peygamber değil, bir sentezcidir. Zâten her din ve yol getiren kişi peygamber değildir. Tek hak din İslâm’dır ve sâdece İslâm’ın elçileri peygamberdirler (resûl-nebî). Bâtıl dinlerin ve yolların kurucuları peygamber değildir.

 

Evet; son 2.000 yılda sâdece 2 peygamber gelmiştir.Peki insanlık kaç yıldan bêri vardır ki?. Seküler-Allahsız modern-bilime göre bile Homo Sapiensler yâni -sözde- modern insanlar, yalnızca 200 bin yıl önce ortaya çıkmışlardır ki, onların o ilkel  durumları göz-önüne alındığında, “kendi aralarından bir peygamberin seçilip gönderilmesi” diye bir durum mümkün değildi. Peygamberler insanlara, çiftçilik ve hayvancılık ile birlikte gelmeye başlamıştır, ki Hâbil-Kâbil meselesi de bunu gösterir.

 

“Yoksa onlar: ‘Bunu uydurdu’ mu diyorlar?. Hayır; o, Rabbinden olan bir haktır; senden önce kendilerine bir uyarıcı gelmemiş bir kavmi uyarman için (onu sana indirdik). Umulur ki hidâyet bulurlar” (Secde 3).

 

Peygamberim, Mekke, Medîne, Taif ve civârına Hz. İsmâil’den sonra gönderilmiş ilk peygamberdir. Eğer târih boyunca insanlara 124.000 hattâ 224.000 peygamber gönderilmiş olsaydı, her bölgeye iki hatta 3-4 peygamber gönderilmiş olması gerekirdi. Çünkü peygamberler kent-merkezlerine gönderilirler ve 1.500 yıl önce Dünyâ’da o kadar kent-merkezi yoktu. Peygamberimiz’den önce 124.000 peygamberin gelmesi demek, insanlığın üzerinden on-binlerce hattâ yüz-binlerce yılın geçmiş olması demektir. Fakat o kadar yıllık bir geçmiş olsaydı “insanlık için kurulan ilk ev”in de olduğu Mekke’ye onlarca sayıda peygamberin gelmiş olması gerekirdi. Ama gelmemiştir, çünkü hem Mekke’ye ilk yerleşen insanlar yaklaşık 3.800 yıl önce Hz. Hacer ve Hz. İsmâil’dir, hem de zâten insanlık o kadar yaşlı değildir ve insanlığın ortaya çıkışı daha yenidir.


Allahsız modern-bilime göre Dünyâ üzerinde insana benzer ilk canlılar  ilk olarak 200.000 yıl kadar önce ortaya çıkmıştır. Fakat arkeolojiye göre, âlet yapımı, sanatsal objeler, mağara resimleri, ilkel teknoloji ve kültürlerin yâni “insansı davranışlar” gösteren insanların 50.000-65.000 yıl önce evrimleşmiştir. Zâten modern-bilime göre ilkel olan bu insanlar yaklaşık 70.000-100.000 önce Afrika’yı terk etmeye başlamışlardır. 70.000 ilâ 100.000 yıl önce, Homo Sapiens türü, Afrika kıtasından göç ederek Avrupa ve Asya’ya yerleşmeye başlamıştır. 35.000 ilâ 65.000 yıl önce de teknelerle Avustralya kıtasına varmışlar.

 

Yâni Allahsız modern-bilime göre bile insanlar Dünyâ’ya, “daha dün” denebilecek bir zaman önce yayılmaya başladılar. O-hâlde Dünyâ’nın ücrâ bölgelerine, “olmayan insanlar” için bir peygamberin gönderilmediği sonucu ortaya çıkıyor.

 

“Peygamberler hep medeniyet, uygarlık ve kent-merkezlerine gönderilmişlerdir. Uygarlıklar ise hep ılıman bölgelerde ortaya çıkar, bu nedenle soğuk bölgelere peygamber gönderilmez” denir. Buna göre, Dünyâ’nın çok soğuk olan bölgelerini hesaptan düşmek gerekir.

 

M.Ö. 3.000’lerde daha ortada Avrupa bile yoktu. Bu târihte Rusya’nın güneyinden Avrupa’ya doğru Ari göçü olmuştur. Hint-Avrupa denen şeydir bu. O-hâlde 5.000 yıl önce o taraflara peygamber gönderilmesi diye bir şey olmamıştır.   

 

Allahsız modern-bilime göre bile peygamber gönderilmeye başlaması bile 10.000 yıllık bir zaman içinde olmuştur. Bu kadar kısa bir süre içinde 124.000 hattâ 224.000 gibi çok abartılı ve hattâ uçuk sayıda peygamber gönderilmesi akla, mantığa ve sağduyuya aykırıdır.

 

Şu haritalar, insanların Dünyâ’ya yayılış yollarını ve zamanlarını gösterir:


 



 

 



 

























Çanak-çömleksiz Neolitik Dönem’in başlıca arkeolojik alanlarını gösteren Güney-batı Asya haritası. Yıl: MÖ 7500. Yerleşkelerin çoğunluğu, OrtaDoğu’daki Bereketli Hilâl olarak anılan Mezopotamya bölgesinde kurulmuştur.

 

Eski-çağ denilen ve M.Ö. 3.200’den M.S. 800’e kadar uzanan bir târih verilir ki bu târihte, târihî mekân bakımından insanların bulunduğu yerler; doğu’da Hindistan’daki İndus Vâdisi’nden, batı’da İspanya ve Britanya’ya, kuzeyde Ren ve Tuna Nehirleri’nden güneyde Büyük Sahra’ya kadar uzanan saha olmuştur. Yâni yaklaşık 3.000 yıl önce Dünyâ’nın her yeri tıka-basa insanla dolu değildi ve insanların her yana dağılması daha çok yenidir.

 Eski-çağda “tüm dünyâ” denildiği zaman, “Hindistan İndus Vâdisi ile İspanya arası” anlaşılırdı. Eski-çağ târihî mekân bakımından doğu’da Hindistan’daki İndus Vâdisi’nden batı’da İspanya’ya kadar uzanan saha içerisinde cereyân eder. Büyük İskender ve Sezar, bir dünyâ-devleti kurmaya çalışmışlar ve bunda da “kısmen” başarılı olmuşlardır. Özellikle Helenistik çağda (MÖ. 330-30), Roma İmparatorluğu, denilebilir ki, Eski-çağ târihinin coğrâfî hudutlarına egemen olmuş gibi görünür. Fakat Îran’a kadar gelebilmişler, öteye, Hindistan İndus Vâdisi’ne geçememişlerdir. Büyük İskender ise Hindistan’a kadar uzanmış, fakat o da batı’yı (İspanya, İtalya vs.) ele geçirememiştir.

Evrensel Dünyâ Devleti fikri, eski-çağ târihinde dâimâ etkili olmuştur. Örneğin Büyük İskender ve Sezar, böyle bir dünyâ-devleti kurmaya çalışmışlar ve bunda da kısmen başarılı olmuşlardır. Özellikle Helenistik çağda (MÖ. 330-30) Roma İmparatorluğu, denilebilir ki, eski-çağ dünyâsının coğrâfî hudutlarına egemen olmuş gibi görünür. Fakat Romalılar Îran’a kadar gelebilmişler, daha doğuya Hindistan Vâdisi’ne geçememişlerdir. Makedonya kralı Büyük İskender ise 13 yıl süren kısa saltanatına (MÖ. 336-323) rağmen, Hindistan’a kadar uzanmış, fakat o da batı’yı (İspanya, İtalya vs.) ele geçirememiştir. İskender Orta ve Batı Avrupa topraklarını da imparatorluğuna dâhil edebilseydi, o zaman da tüm Dünyâ’ya egemen olmuş olacaktı. Çünkü 2.500-3.000 yıl önce Dünyâ zâten o kadardı. En eski imparatorluk olan Akadlar 3.000 yıl, ilk medeniyetler olan Îran ve Hint medeniyetleri ise 3.000-4.000 yıl kadar geriye gidebilmektedir.  











En Eski Yerleşim Yerleri

Evet peygamberlik ortalama 10.000 yıldır vardır ve zâten Hz. Âdem ve Havvâ ilk insan ve Hz. Âdem ilk peygamberdir. Onlardan önce insan diye bir varlık yoktur ve hattâ “insandan öncesi” yada “insandan çok önce”si diye bir zaman da yoktur. O-hâlde 124.000 hattâ 224.000 peygamber kime ve ne zaman gönderilmiştir?. Böyle abartılı bir sayı nerden çıkmıştır ve Peygamberimiz’in hadisi diye geçen söz gerçekten Peygamberimiz’e mi âittir?. Peki Kur’ân’da olmadığına göre Peygamberimiz bu bilgiyi nereden almıştır?. “Şu hadisteki bilgiyi Peygamberimiz nereden bilmektedir ve bu bilgiyi nereden yada kimden almıştır?” diye soruyoruz:

 

“Bir rivâyete göre insanlık-târihi sürecinde gönderilen peygamberlerin sayısı 124 bin, diğer rivâyete göre de 224 bin kadardır” (Ahmed b. Hanbel, el-Musned 5/265-266; İbn Hibbân, es-Sahîh, 2/77). 

 

“Avf bin Mâlik’in bildirdiğine göre Ebû Zer, Resûlullah’ın yanına oturdu. ‘Ya Resûlullah; Peygamberlerin ilki hangisiydi’ dedim, ‘Âdem’ buyurdu. ‘Nebî miydi o?’ diye sordum. ‘Evet, Allah’ın hitâbına muhâtab olan bir nebîdir’ buyurdu. ‘Ey Allah'ın Resûlü, peygamberlerin sayısı kaçtır?’ diye sordum, ‘124 bin’ buyurdu. ‘Bunların kaçı resûldür?’ diye sordum, ‘315’i’ buyurdu” (İshâk) Bûsîrî demiştir ki: “Bunu İshâk, İbn Ebî Şeybe ve Sahih’inde İbn Hibbân rivâyet etmiştir. Nitekim “İlim” kitabında geçmişti”. (III, 41) 3023, 3314, 3428 no’lu hadisler.

 

İnsanların “bir-çok peygamber gönderilmiş olması gerekir” diye düşünmeleri, 2 milyon yıldır insanların vâr olduğu ve yaşadığı ve de bu insanların 1 milyon yıl önce tüm Dünyâ’ya yayılmış olduğu yanlış düşüncesinden ve inancından kaynaklanır. Oysa insanlık ve peygamberlik Hz. Âdem ile başlar ve Hz. Âdem de yaklaşık 10.000 yıl önce yaratılmış ve yaşamıştır. Hz. Âdem’in ilk ortaya çıktığı ve yaşadığı yer ise, “insanların kurduğu ilk ev”in olduğu Mekke ve çevresidir. Kur’ân’da bu şöyle geçer:

 

“Gerçek şu ki, insanlar için ilk kurulan ev, Bekke’de, o, kutlu ve bütün insanlar (âlemler) için hidâyet olan ev (Kâbe) dir” (Âl-i İmran 96).

 

Kur’ân’da Mekke değil de Bekke denmesinin, Mekke ve çevresinin bulunduğu yerin, Bekke Vadisi içinde olmasından dolayı olduğu söylenir. İşte ilk peygamber ve ilk insanlar olan Hz. Âdem ve eşi Havva 10.000 yıl kadar önce burada ortaya çıkmış ve yavaş-yavaş Arap-yarımadası, Mısır civârı, Filistin, Sûriye, Irak, Îran, Güneydoğu Anadolu ve periferisine yâni civârına yayılmaya başlamıştır. O zamanlar elbette Amerika, Avustralya, Antarktika, Yeni Zelanda, Filipinler, Japonya, İzlanda, Grönland, Alaska, çöller, adalar, ormanlar, buz tutmuş olan bölgeler ve uzak bölgeler, dolayısıyla Dünyâ’nın yarsından fazlası boştu ve oralarda hiç insan yaşamıyordu, ki Dünyâ 2-3 bin yıl öncesine kadar bile bu durumdaydı. Belki de sâdece, ana-karadan oralara doğru gitmiş ve yanlarında dinlerini ve inançlarını da götüren çok az sayıda insan olmuştur. Zâten baktığınızda Amerikâ’ya bile daha en fazla 2 bin yıl önce gidilmeye başlandığı ve işgalcilerin ise daha 500 yıl önce oraları işgâl edip de insan kalabalıklarının oralarda yayıldığını görürsünüz ki bu Avustralya, Kanada, Alaska, İzlanda gibi yerler için de geçerlidir. Buralar “peygamberliğin son bulmasından sonra” daha yeni sayılacak bir zaman önce insanlarla dolmaya başlamıştır. Bu nedenle de daha önceden insanların bulunmadığı bu yerlere peygamberlerin gönderilmesi söz-konusu olamazdı. Demek ki Dünyâ’nın üçte-ikisi boş olduğu için oralara peygamber göndermek diye bir şey söz-konusu değildi.

 

Dünyâ’nın uzak köşelerinde yaşayan insanların inançları içinde Nûh Tûfânı başta olmak üzere bizim de bildiğimiz olaylardan bahsedilmesi, o insanların orta-doğu ve çevresinden Dünyâ’ya yayılırken dîni inanışlarını, dînî hikâyeleri ve bilgilerini de yanlarında götürmelerinden dolayıdır.

 

Hz. Âdem’den son peygamber Hz. Muhammed’e kadar tüm peygamberlerin üzerinde olduğu din, yâni “sâdece Allah’a olan teslîmiyet”i ifâde eden vahiy-dîni İslâm’dır ki, bu Kur’ân’da şöyle ifâde edilir: “Hiç şüphesiz din, Allah katında İslâm’dır” (Âl-i İmran 19).

 

Diğer toplumlarda görülen ve peygamber olarak kabûl edilenler ise, peygamber değil düşünür, bilge ve filozoflardır. Bâzıları Sokrates’i ve Platon’u da peygamber olarak görürler. Oysa Platon, Timaios’ta, Allah hakkında konuştuktan sonra: “Burada konuştuklarımızı aslâ ve aslâ yaymayın, halk işitmesin” der. Buradan şu anlaşılır. Platon kendini peygamber olarak kabûl etmiyor, görmüyor, ona böyle bir buyruk gelmemiş. Çünkü konuşulanların gizli kalmasını istiyor. Oysa peygamberler kendilerine gelen vahyi halka duyurmakla sorumludurlar. Sokrates de aynı-şekilde, kendisinden hiç-bir şekilde kutsal bir kişi olarak bahsetmiyor. Çünkü bunlar mâneviyatı da gündeme getiren ve belki de tek-tanrıcı filozoflardır. Gautama Siddhartha, Konfüçyüs yada Lao Tzu da peygamber değil, bilgedir. Bu bilgelikler sonradan dÎne dönüşmüştür, din hâline gelmiştir ve bu kişiler Tanrı olarak kabûl edilmiştir. Gautama Siddhartha’nın Tanrısı yoktu, Tanrı’dan bahsetmezti ama zamanla kendisi Tanrı mesâbesine çıkarılmıştır.

 

Bunlar belki de, peygamberler tarafından kendilerine ulaşan ve haberdar oldukları İslâm’ı, yaptıkları felsefe ve farklı yaşayış tarzları ile bozup değiştirmişlerdir. Uzak-doğu dinleri denilen Brahmanizm, Budizm, Konfüçyanizm, Taoizm, Şintoizm gibi öğretiler buna örnek verilebilir. Bunlar belki de ve büyük ihtimâlle Hz. İbrâhim’în öğrettiği İslâm’ın bozulmuş şekilleridir. Avrupa, Amerika, Asya ve Afrika’da ortaya çıkan dinler, İslâm’ın zamanla bozulmuş, tahrif ve tahrip edilerek bambaşka hâle getirilmiş şekilleridir. Orta-doğudan ve dolayısı ile vahiyden ve peygamber örnekliklerinden uzaklaştıkça zamanla dillerin değişmesi gibi dinler de değişmiş yâni değiştirilmiştir. Yoksa oralara yeni peygamberler gönderilmiş de onlara şu-an üzerinde oldukları İslâm’a aykırı olan sapkın inançları falan öğretmiş değildirler. Onların ataları orta-doğudan Dünyâ’ya ilk yayılmaya başladıklarında İslâm Dîni’ne mensuptular. Orta-doğudan ayrılıp gittikleri yerlerde ilk-başta, atalarına gönderilmiş olan peygamberlerin öğrettiği vahye göre yaşıyor ve peygamberlerin sünnetlerini tâkip ediyorlardı.Bu konuda bir yazıda şunlar söylenir:

 

“Mitler, dînî geleneklerin şekil değiştirmiş hâlidirler. Dinler-târihçilerinin dînin varlığını ilk-insanın yaşadığı döneme kadar geriye götürmeleri, dinlerin mitlerden önce vâr olduğunu ve mitler de dâhil olmak üzere bir-çok kültürel yapıya etkide bulunduğunu göstermektedir. Bu nedenle mitlerin dinlerin kalıntıarını taşıdığı, başka bir ifâdeyle, tevhid inancının bozulması netîcesinde çeşitli tanrıların ve inançların meydana gelmesi ve böyle bir yapının mitlere yansıması olduğunu ifâde etmek mümkündür. Kur’ân-ı Kerîm’deki bâzı anlatımların Kur’ân öncesi vâr olan çeşitli mitlerle paralellik sergilemesi hâlinde bile, Kur’ân’In mitolojki unsurlar içerdiğini iddiâ etmek mümükn olmayacaktır. Zîrâ ilâhî dinlerin köken olarak bir olması nedeniyle, bu mitolojik unsurların önceki ilâhî dinlerden alınmış olduğunu ifâde etmek mümkündür”.      

 

Şu söz zırvalıktan başka bir şey değildir; “tek-tanrılı dinler başladığında…”. Hayır!; Hz. Âdem’den bêri din İslâm’dır ve İslâm tek-tanrılı olan “tek din”dir. İnsanlar İslâm’ı zamanla bozmuşlar ve şirke, küfre ve zulme düşmüşlerdir. Olan şey budur.

 

Peygamberlik insanlıkla yaşıttır ve bu yaklaşık olarak 10.000 bin yıllık bir süredir. Bu süre içinde isimleri verilen-verilmeyen yaklaşık 50 civârında peygamber gönderilmiştir ve bunların hepsi de insanlığın çıkış ve Dünyâ’ya yayılış yeri olan orta-doğudur. Tüm peygamberlerin orta-doğudan çıkmış olmasının nedeni budur. Tüm peygamberler orta-doğudan çıkmıştır, çünkü zâten insanlık yaklaşık 10.000 yaşındadır ve insanların ve peygamberlerin ilk çıkış-yerleri orta-doğu olduğu gibi tüm Dünyâ’ya dağıldıkları yer de orta-doğudur. Dünyâ’ya kitlesel hâlde yayılmaları ise zâten neredeyse peygamberlik kurumunun sona ermesinden sonra olmuştur. Din yâni İslâm da tüm Dünyâ’ya (bozulmamış yada insanlar tarafından biraz bozulan şekliyle) orta-doğudan yayılmıştır. İslâm, insanların gittikleri yerlerde zamanla, peygamberlerin öğrettiğinden başka bir hâle getirilmiştir.

 

Peygamberimiz Hz. Muhammed’ten sonra başka bir peygamber gelmeyişinin ve gelmeyecek olmasının nedeni ise, Hz. Âdem’den bêri gönderilmiş olan peygamberlere indirilmiş olan vahiylerin özünün ve özetinin Kur’ân’da derlenip toplanmış olması, üstelik de Kur’ân’ın kıyâmete kadar hiç değişmeden kalacak bir Kitap olmasından dolayıdır. Allah ne dediyse, ne emrettiyse, neyi yasakladıysa, nasıl bir Dünyâ ve yaşam istiyorsa, hem tüm peygamberlere indirdiği vahiylerin “Kur’ân kıssaları” şeklinde Kur’ân’da toplanmış olması hem de Peygamberimiz’in vahyi en ideâl bir şekilde “güzel örneklik” (Ahzâb 21) denilen vahiy-merkezli yaşamıyla yâni Sünnet ile ortaya koymuş olması yeni bir peygambere ve vahye ihtiyaç bırakmamıştır. Zâten tüm peygamberlere indirilen vahiylerin özü ve özeti olan Kur’ân’ın hacmi de, gönderilmiş olan peygamber sayısının mâkûl bir rakam olan 50 civârında olduğunu kanıtlar. Yoksa eğer 124 bin yada 224 bin peygamber gönderilmiş olsaydı, Kur’ân, onlara indirilen vahiylerin özeti için çok hacimsiz bir kitap olurdu. Dolayısı ile insanlık târihi olan 10.000 yıllık bir zaman için yaklaşık 50 tâne peygamber gönderilmiştir ve bu “her 200 yıl için 1 peygamber” demektir ki, mâkûl bir rakamdır. Tabi “uyarıcı” yâni “nezir” anlamında “peygamber olmayan” insanlar ise her zaman bulunmuştur.

 

Orta-doğunun yâni Güneydoğu Anadolu Bölgesi, Mısır, Sûriye, Îrak, Arabistan, Yemen, Îran, Afganistan, yâni şöyle bir genellersek; Akdeniz havzası, Arap-yarımadası ve Mezopotamya çevresinin (ön-asya), medeniyetlerin beşiği olmasının nedeni de budur. İlk devlet, medeniyet ve kültürler de bu bölgede ortaya çıkmıştır (Akad-Sümer-Bâbil-Asur). Cengiz Tomar şöyle der:

 

“Dünyâ-târihine baktığımızda Mezopotamya (Îrak), Eski Mısır, Münbit Hilâl (Fertile Crescent, el-Cezire, Kuzey Sûriye ve Filistin) ve Anadolu medeniyetleri ile Sümer, Akad, Asur, Bâbil, Hitit, Grek, Urartu, Elam, Ebla, Ugarit, Aram ve Fenike gibi hemen-hemen aklımıza gelen ilk medeniyetlerin tümü bu bölgede ortaya çıktı. Diğer bir ifâdeyle insanoğlunun kadim târihinin kodları ve Eski Dünyâ’nın alt-yapısı bu bölgede oluştu. Yeni Asur, Ahameniş, Makedonya, Bizans, Sasaniler, Abbâsiler, Selçuklular ve Osmanlılar gibi büyük imparatorluklar da hep bu bölgede teşekkül etti. Üç büyük semâvi din Mûsevilik, Hristiyanlık ve İslâm yine bu bölgede doğdu ve gelişti”.

 

Bu bölgede gelişen devlet-medeniyet anlayışı, İslâm ve peygamberler hep o bölgeden çıkmış olduğundan dolayı, -her ne kadar tahrif edilerek bozulmuş da olsa- ilâhi yanları da olan bir bilgiye-şuura-eyleyişe-işleyişe sâhiptir. Bu durum zamanla o bölgenin karakteri hâline gelmiştir. Tâbir-i câizse din, ilim-kültür ve medeniyet o bölgenin taşına-toprağına işlemiş ve sinmiştir. Medeniyet rûhu o bölgelerde içkin olarak sürekli bulunur. Zâten gönderilen peygamberler, tahrif edilerek bozulan ilim ve kültürü sürekli vahiy-merkezli olarak güncelleştirmiş ve düzeltmişlerdir. Bu nedenle de o özellikleri barındıran bölgede peygamberlerin ve bilge kişilerin çıkması son derece doğal ve normâldir. “Peygamberlerin neden hep o bölgeden ve periferiden çıktığı”nın ana-nedeni budur. O bölge “peygamber çıkarma potansiyeli”ne sâhiptir. Çünkü o bölgenin insanı, İslâm-merkezli ilim-kültür-devlet ve medeniyetine âşinâdır. Bu âşinâlık, o medeniyeti yeniden çıkarma duygusunu ve arzusunu berâberinde taşıdığından, Allah’ın, o şuura-arzuya sâhip olan insanlar içinden en ahlâklısını-merhâmetlisini-dürüstünü ve temizini peygamber olarak seçmesi doğal ve normâldir.

 

“Peygamberler neden hep orta-doğudan çıkmıştır?” sorusuna verilen modernite-merkezli cevapların hiç-birinin iknâ edici ve açıklayıcı olmamasının nedeni, kâinâtın, Dünyâ’nın ve nihâyet insanların ortaya çıkma yaşlarının hiç-bir hakîkate dayanmayan çok uçuk ve abartılı olan uzun yaşlarıdır. Bu nedenle bu soruya bir türlü tatmin edici bir cevap alınamadığı gibi, verilen bu moderne ayarlı ve moderne göre olan cevaplar insanları İslâm ve din hakkında şüpheye de düşürmektedir. Oysa cevap çok kolay ve açıktır. “Peygamberler neden hep orta-doğudan çıkmıştır?” sorusunun cevâbı: “Çünkü insanlık zâten daha gençtir ve ortalama 10.000 yaşındadır. Bu kadar bir zamanda ancak, bize bahsedilen kadar sayıda peygamber gönderilmiştir ve zâten ancak bu kadar sayıda çıkabilirdi. İnsanlık üzerinden daha henüz yaklaşık 10.000 yıllık bir süre geçtiği için, insanların orta-doğudan Dünyâ’ya yayılmaları da daha yenidir”.

 

Evet; öyle lafı dolandırıp da uzun-uzun açıklamalar yapılmasına rağmen iknâ edici bir cevap verilemeyen sorunun net ve kısa cevâbı şudur: “Peygamberler hep orta-doğudan çıkmıştır, çünkü insanların hayâta ilk çıkış-yeri yaklaşık 10.000 yıl önce orta-doğu olduğu gibi, tüm Dünyâ’ya yayılmaları da yenidir ve daha bir-kaç bin yıl önce Dünyâ’ya yayılmaya başladıkları yer de orta-doğu ve çevresidir”. Cevap bu kadar basittir. Gerisi boş laftır.

 

Fakat elbette..

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Kasım 2023

 

 

 


Devamını Oku »

Tahsil ve Emek


“Şüphesiz insana kendi emeğinden başkası yoktur” (Necm 39).

 

Tahsil: “Öğrenim. Bir okulu ve eğitim sürecini bitirmiş olmak”.

 

Emek: “Bir işin yapılması için harcanan beden ve kafa gücü, çalışma. Uzun, yorucu ve özenli çalışma”.

 

Tahsilin ikinci anlamı “para toplama ve alma” dır. Tahsilden amaç ve hedef “parayı elde etme”dir.

 

Bir işi eğitim alarak yapmak iyidir, fakat onu çıraklıktan yetişerek kalfa ve usta olarak yapmak daha iyi sonuç verir. Çünkü pratiklik ve tecrübe teorik bilgiden daha üstündür. Hattâ ustalık isteyen bir işi eğitim alarak yapanlar değil, çıraklıktan yetişerek usta olanlar çok daha iyi yaparlar. Çünkü yaparak öğrenmek, okuyarak öğrenmekten üstündür ve iyi sonuç verir. O-hâlde çıraklıktan yetişerek bir işin ustası olmak, okuyarak ve tahsil yaparak o işin ustası olmaktan niçin daha düşük görülüyor ve düşük tutuluyor?. Çünkü netîcede bir iş yapılacak ve bir ürün ortaya konulacaksa onu daha iyi yapacak olanlar elbette el-yatkınlığı daha fazla olanlar ve pratik olarak yıllarca o işi yapmış olanlar olmaz mı?. Fakat böyle olmuyor ve tahsil ile o işin ustası olmuş daha doğrusu ustası olduğunu gösteren belgeye sâhip olmuş olanlar üstün tutuluyor ve maaşları da yüksek veriliyor. Bu ne kadar da haksızca ve aptalca bir şey.

 

Düşünsenize; tahsil yaparak o işi yapanla çıraklıktan yetişerek usta olan ve aynı işi yapan iki kişi bir iş-yerinde aynı saatte işe geliyorlar ve işe başlıyorlar, ikisi de aynı ürünü üretmek için çalışıyor, çıraklıktan yetişme olan kişi daha tecrübeli olduğu için, tahsil yaparak oraya gelmiş olan kişi çıraklıktan yetişmiş olandan iş de öğreniyor, fakat iş makam ve rütbe vermeye gelince yada maaş oranına geldiğinde tahsil yaparak oraya gelmiş olanlar çıraklıktan yetişmiş olanlardan daha fazla maaş alıyorlar ve makam da onlara veriliyor. Peki neden?. Bu eski ve aptalca bir alışkanlıktan başka bir şey değildir.

 

İslâm’da maaş uygulaması, körü-körüne üstün tutulan tahsil yapmış olmaya göre değil, herkesin emeğine göre belirlenir. Öyle ya; buz gibi soğuk havada yada kızgın Güneş’in altında veyâ hijyensiz bir ortamda ağır şartlarda çalışan bir kişi ile, kaloriferin-klimanın altında konforlu ortamda çalışan biri arasında ücret yönünden neden aşırı bir fark olsun ki?. Tuvalet temizleyen bir hastâne çalışanı ile bir hekimin maaşı arasında, sorumluluktan doğan küçük bir farkın dışında niçin aşırı bir fark olsun?. Hekimin yazın serin, kışın sıcak bir ortamda çalışması zâten onun için bir ödüldür. Yâni hekimin “tahsil yapmış” olmasının ödülü, rahat, konforlu ve îtibarlı bir ortamda çalışmasıdır. Buna rağmen onlara bir de, ağır şartlarda çalışanların aldığı maaşın 3-5 hatta hattâ 10 katı fazla bir maaş verilmesi ancak zulüm ve şerefsizlik olabilir. Bir hekim yada yönetici zâten bedenen yorulmadığı rahat bir ortamda çalışıyor, bir de neden fazla ücret alacak?. İlle de bir fark gözetilecekse, çalışma ortamının rahat-konforlu olması yetmelidir âmir yada “okumuş-tahsilli” denilen kişilere. Yâni okumuş ve tahsil yapmış olmanın ödülü, bâzı alanlar için %10’luk bir fark ve rahat-konforlu bir ortamda çalışmak olmalıdır. Zâten ancak böyle bir düzenleme, toplum içinde aşırı uçlar meydana gelmesinin önüne geçebilir. Mâdenler gibi çok ağır ve çöpçülük gibi pis işlerde çalışanların maaşları diğerleriyle aynı oranda olsa da onların ödülü ise günde ik-üç saat az çalışmak olabilir.

 

İslâm’da mêmur ve işçi sınıf için belirlenmiş çok farklı maaşlar yoktur. Verilen maaş insanların ve âilelerinin geçimi için yeterli olacak olan bir orandır. Aylık maaşla çalışan kesim içinde, âmir-mêmur, işçi-ustabaşı, hekim-hemşire-hastabakıcı vs. arasında -sorumluluktan doğan bir farkla- aldıkları ücret yönünden en fazla %10’luk bir fark olabilir. Yâni bir işçi 1.000 lira alıyorsa, usta-başı ancak 1.100 lira alabilir, hemşire-hastabakıcı 1.000 lira alıyorsa hekim 1.100 lira alabilir. Özel kuruluşlarda ise bundan biraz farklı olmasına rağmen 1.500 lirayı geçmeyecek bir gelir söz-konusu olmalıdır. Değişik meslek grupları arasında da ücret farkları %10’u geçemez. Usta, ameleden en fazla % 10 fazla ücret alabilir. Usta zâten ameleye göre daha az yoruluyor, bu ona “ödül” yada “ustalık farkı” için yeter/yetmelidir.

 

Tabi bu rakamlar 4 kişilik âile için belirlenmiştir. 4 kişiden fazla olan her birey için belli bir fazlalık söz-konusudur. Eğer maaşlara zam yapılacaksa, herkese aynı oranda zam yapılmalıdır. Zam maaşın yüzdeliğine göre değil, herkese aynı rakam olarak yapılmalıdır. Böylece zamanla arada uçurumlar olmaz. Çünkü aksi bir tutum bir süre sonra maaşlarda aşırı bir farka ve uçuruma neden olur. İslâm’da bu, “herkes eşit olsun diye” değil, “herkesin sorumluluğuna ve emeğine göre olsun” diye bu şekilde belirlenir. Bu tutum toplum içinde aşırı uçlar meydana gelmesinin önüne de geçer. İslâm’da, çok fakir ve de çok zengin kesim olamaz. Herkes hemen-hemen aynı şeyleri alabilecek ücreti kazanır. Gelir düzeyinde aşırı farklılıklar olamaz. Bu yüzden başkalarının yanında ezik duruma düşen ve boynunu büken insanlar olmaz. Tabi bu durumun istismâr edilmesine de izin verilmez. Peygamberimiz, köle-sâhiplerine; “onlara yediğinizden yedirin, giydiğinizden giydirin” der. Bu, “efendilerle köleler arasında bile bâriz farklar olmasın” demektir.

 

Emekli maaşları ise herkes için aynı oranda olur. Çünkü artık herkesin sorumluluğu eşit hâle gelmiştir. İş-hayâtındaki “sorumluluk derecesi”nden doğan farklar emeklilikle birlikte ortadan kalkmıştır. “Herkesin alışmış olduğu bir yaşam-tarzı ve hayat standardı var, bu nedenle herkes aynı maaşı alamaz” gibi laflar ancak vahşi kapitâlizmin hüküm sürdüğü yerlerde geçerli olabilir. O standardı nerede ve neden sağlamış ki!.. Diğerinin hayat standardı neden düşük?. Evet; Kur’ânî iki kavram olan “adâlet” (eşitlemek) ve “kıst”ı (hakkını vermek) bu şekilde hakkıyla uygulanmalıdır. Tâ ki; kimseye haksızlık yapılmasın ve “servet birilerinin elinde zamanla toplanıp da çoğalmasın” ve biri yerken diğeri bakmasın.

 

Modern hayat tahsil yapmış olmayı “üstünlük” olarak görüyor. Çünkü modernizm akla tapmaktadır. Oysa üstünlük iş ve emektedir.

 

Peki tahsil yapmış çalışanın tahsilsiz çalışana göre üstün olması gerektiğinin delîli nedir?. Düşünsenize; iki kişi var aynı mahâlleden yada aynı sokaktan. Bunlar aynı apartmanda yaşayan komşu olabilirler yada bunlar ana-baba bir, iki kardeş veyâ baba-oğul da olabilir hattâ bâzen karı-koca da olabilirler. Bunların biri tahsilli diğeri ise ancak zorunlu eğitim kadar eğitim almış olsun. Bunlar sabah aynı saatte yola düşüyorlar ve aynı iş-yerinde aynı saatte işe başlıyorlar. Biri mêmur biri işçi. Mêmur geçiyor masasının başına, tak-tak mühür vuruyor yada bilgisayarda kayıt yaparak akşama kadar oturuyor. Diğeri ise tuvalet temizliyor, paspas yapıyor. Tamam, olabilir. O işi mêmur olan kişi daha iyi yapıyor olabilir. Bunda sorun yok, otursun masasına, diğeri de paspasını yapsın. Fakat mêmur yorulmadan rahat bir şekilde işini yaparken, işçi ise ağır ve hijyensiz şartlarda çalışıyor, üstelik bir de mêmur ile arasındaki maaş farkı 2-3 katı bulabiliyor. Mêmur meselâ 1.000 lira alırken işçi 300-400 lira alıyor?. Peki niçin?. Bunun mantığı nedir?. Üstelik mêmur “mêmur” olduğu için cumartesi-pazar çalışmazken işçi icâbında cumartesi günleri de çalışıyor. Hattâ çoğunlukla işe de mêmurdan 1-2 saat önce geliyor. İşçilerin çoğu da gece-gündüz şeklinde vardiyalı olarak çalışıyor. Hepsinden sonra sigorta primleri de “maaşlara göre” yattığı için emekli olduklarında da mêmurlar işçilerden 2-3 kat fazla maaş alıyor?. Bu nasıl bir adâletsizlik ve nasıl bir şerefsizliktir?. Böyle olmasını hangi Allahsız düşünüyor, uygun görüyor, düzenliyor ve uyguluyor?.

 

İşin bir de sosyâl bir yönü var. Mêmur ve işçi bayramlarda-seyranlarda bir-araya geldiklerinde birisi maaşıyla ve rahat çalışma şartlarıyla övünürken diğeri boynunu büküyor, ezilip büzülüyor. Emeklilikte artık yapılan işten dolayı bir sorumluk kalmamasına rağmen maaş farkı aynen devâm ediyor. Buna îtirâz edildiğinde “herkesin bir yaşam-tarzı ve yaşam-seviyesi var” diyorlar. Peki birinin yaşam-tarzı ve seviyesi diğerinden niçin çok farklı oluyor?. Hadi çalışma hayâtında riskten ve sorumluluktan kaynaklanan bâzı farklar oluyor. Peki emeklilikte niçin fark oluyor?. İki taraf da bir karı bir koca. “Benim maaş yüksek olduğu için prim de yüksekten yattı” diyor. Biri de çıkıp “ulan yavşak!, senin maaşın niçin fazla ve primin neden fazla yatmış?” diye sormuyor.

 

O-hâlde tahsil, belli alanlarda “daha rahat bir ortamda çalışmak için” olabilir. Çıraklıktan yetişenler ileride yapacakları işi seçmiş oluyorlar. Vasıfsız olanlar ise zâten mevcut işi yapmayı kabûl etmiş oluyorlar. Bunda çok da sorun yok. Fakat aralarındaki ücretler niye emeklilikte de devâm edecek oranda 2-3 kat fark olacak şekilde farklı oluyor?.

 

Bu tartışmayı yapanlar müslümanlar ise, kolaya kaçmak ve dereyi bulandırmamak için işi kadere bağlıyorlar ve “Allah böyle nasip etmiş” diyorlar. Oysa bu, Allah’a atılmış bir iftirâdır. İslâm’da öyle “olan yiyecek, olmayan yiyemeyecek” diye bir şey yoktur. Biri yer diğer bakar, kıyâmet ondan kopar. İslâm’da, “olan olmayanla paylaşacak” diye bir emir vardır ama daha da önemlisi, birinde çok olup da diğerinde az yada hiç olmayacak bir durum olmamalıdır. İslâm’da kişinin rızkını ve yaşayış-şeklini belirleyen “önceden yazılmış kader” diye bir şey yoktur ve bu “kadere îman” denilen şey sonradan bâzı şerefsizler tarafından Mekke câhiliye uygulamasının yeniden diriltilmesinden başkası değildir.

 

Rızkı Allah verir. Rızkın garantisi Allah’tır. Birileri; “Allah rızkı çalışmadan verir mi?” diyor. Evet verir. Allah, tabiat aracılığı ile bize çeşitli nîmetleri bedâvaya, adâletli ve eşit bir şekilde sunuyor: “O, yeryüzüne, denge ve dayanıklık sağlayan dağları yerleştirdi. Onda bereketler yarattı. Ve onda, azıklarını dört-günde takdir edip düzenledi. İsteyip duranlar için eşit miktarda olmak üzere” (Fussilet 10).

 

Bir araştırmaya göre doğa, hiç çalışılmasa bile kişi başına yıllık 800 dolar değer üretiyor. Yâni, yağmur yağıyor, Güneş açıyor, ısı ve ışık oluşuyor, otlar-bitkiler büyüyor, hayvanlar çoğalıyor, denizde balıklar vâr oluyor, madenler oluşuyor vs. Hem de bunlar Allah tarafından garantilidir. Ne biter ne de eksilir. Hava bedâva, su bedâva, ısı ve ışık bedâva, yenebilecek hayvanlar bedâva, bitkiler bedâva, barınma yerleri (meselâ mağaralar) bedâva. Bize sâdece tutmak ve toplamak kalıyor. Bu yüzden bir mü’min, “yarın ne olacağım” diye endişelen(e)mez/endişelenmemelidir. En başta Allah’a güvenerek, çalışarak, paylaşarak, isrâf etmeyerek/dengeli tüketerek ve rızkını arayarak, yaşamak için gerekli olan ihtiyâçlar kolaylıkla karşılanabilir. Zâten açlığın, yoksulluğun-fakirliğin asıl nedeni Dünyâ’daki rızıkların yetersizliği değil, adâletsiz/eşitsiz bir gelir/değer dağılımıdır. Sorun, zenginlerin fakirler üzerindeki sömürüsü ve zulmüdür.

 

İslâm’da ücretler ilk başta ev-halkının sayısına göre belirlenir. Meselâ vasıfsız işçi olan ama 7 tâne çocuğu olan bir kişi, en yüksek derecedeki mêmurdan bile daha fazla maaş alır. Çünkü Allah her doğanın rızkına kefil olmuştur. İkinci kriter ise tahsil değil, verilen emektir. Çünkü insana emeğinden başkası yoktur. Tahsil yapmış olmak başta olmak üzere diğer kriterler ise şeytâni fitnelerden başkası değildir.

 

Yeryüzünün en derin uçurumu, “zengin ile fakir arasındaki uçurum”dur.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Kasım 2023

 

 

 

Devamını Oku »

İslâm Çöker Mi?


“Hiç şüphesiz, zikri (Kur’ân’ı) biz indirdik biz; onun koruyucuları da gerçekten biziz” (Hicr 9)

 

Allah dilemediği müddetçe O’nun koruduğu bir şeyin bozulması, değişmesi, sarsılması, dağılması yada çöküp yok olması mümkün olmadığı için İslâm’ın çökmesi de mümkün değildir. İslâm, sünnetullah ile işleyen tüm kâinâtın, muntazam döngüsünü kendisiyle sürdürdüğü sistemin adıdır. Allah katındaki tek hak din olan İslâm’ın hükümlerini içeren vahyin, insanların içinden seçilen bir peygambere indirilerek aynen göklerdeki gibi bir düzenin yeryüzünde de kurulması ve sosyâl, kültürel, âilevî, hukûkî, kânûnî, askerî, siyâsî, ekonomik vs. tüm alanlarda hâkim olmasının emredilmesinin nedeni, insanların hayâtını devâm ettirdiği bu sistemlerin üzerlerine çöküp insanların şirk, küfür, adâletsizlik, ahlâksızlık ve zulüm altında inlememesi içindir.

 

Evet; İslâm hiç-bir zaman çökmez, ama İslâm üzere olması gereken insanlar ve insanlık çökebilir, İslâm-merkezli olması gereken kurumlar İslâm-merkezli olmaktan uzaklaştığında yada koptuğunda çökebilir, adâlet, ahlâk, hak ve hakîkat çökebilir-çöker. Yâni İslâm teorik anlamda çökmez, fakat amel-eyleme geçilmediğinde ve işlevselliğini kaybettiğinde çöker ki günümüzde olan şey büyük oranda budur. İslâm hayâta ve Dünyâ’ya hâkim ise çökmemiş demektir. Çünkü İslâm yıkıntıların arasında ve kıyıda-kenarda amelsiz- eylemsiz ve işlevsiz yaşamayı kabûl edebilecek bir din değildir.

 

İslâm ve Kur’ân indiği günkü gibi elimizdedir ve diridir ve hep öyle kalacaktır, fakat Dünyâ’da işlevsel ve hâkim olmadığı için çökmüş hâldedir. Târih boyunca daha önce de bu hâlde olmuştu ve gönderilen peygamberler ve indirilen vahiyler ile yeniden işlevsel ve hâkim duruma getirilmişti. Artık peygamber ve yeni vahiy gelmeyeceği için yeniden işlevsel ve hâkim duruma  gelebilmesi ancak Kur’ân ile mümkündür. Fakat Kur’ân sâdece kuru-kuruya okunup durarak değil, okunup amel ederek yâni ilim ve amel bütünüyle işlevsel ve hâkim duruma gelebilir. Bu ise ancak Kur’ân bilgi ve bilincine ulaştıktan sonra, Ahzâb Sûresi 21. âyette “güzel örneklik” denilen Sünnet’in tâkip edilmesiyle olacaktır.

 

Târih boyunca nice bâtıl dinler gelmiştir ve bunlar bilgi anlamında ve teorik olarak hâlen elimizde olmalarına rağmen işlevselliğini ve tâkipçilerini, dolayısı ile amel-eylem ve güç ve hâkimiyetlerini kaybettikleri için çöküp gitmişlerdir. Bu devletler ve milletler için de geçerlidir. Onların öğretilerin, kültürlerin ve onlara âit bilgilerin hâlen ortada duruyor olması onların yaşadığı anlamına gelmez. Yaşamak “hareket etmek” demektir, işlevsel olmak demektir. Ölmüş yakınlarımızın resimleri, sözleri ve eserlerinin hâlen elimizde olması onların yaşadığını göstermez. Fakat eğer, kendileri artık ölmüş ve yok olup gitmiş olmalarına rağmen eserleri ve bıraktıkları izler hâlen amel-eylem ve işleve sâhipse, onlar hâlen yaşıyorlar demektir. Meselâ aslında Büyük İskender ve Roma döneminde asimile olarak kaybolup gitmiş olan yunan ırkı, felsefesi, kültürü ve dili ile hâlen aramızda olduğu ve modernizm ile güncellenerek hâlen işlevselliği devâm ettirildiği için yaşamaktadır. Demek ki bir şeyin çöküp-çökmediği ve yaşayıp-yaşamadığı, etkisinin sürüp-sürmediği ve işlevsel olup-olmadığı ile alâkalıdır.     

 

Bu-bâğlamda metin, lafız ve mânâ olarak Kur’ân kıyâmete kadar korunacak olsa, işlevsel olmadığında korunmuş olması insanlığa çok da faydalı olmayacaktır. Çünkü sünnetullah gereğince işlevselliği olmayan hiç-bir şeyin bir faydası olmaz. Peki Kur’ân’a ve İslâm’a işlevselliğini kazandıran nedir?. Çünkü Kur’ân okunup duruluyor, meâlleri ve tefsirleri yazılıp duruluyor, hakkında sürekli konuşmalar yapılıyor ama insanların hem iş-âlemleri hem de dış-âleminde bir düzelme ve gelişme olmuyor. İnsanlık perişân bir durumda ve neredeyse çöktü-çökecek bir hâlde. Neden böyle oluyor?. Neden olacak; çünkü amel-eyleme dönmüyor ve işlevsel değil. Peki nasıl işlevsel olacak?. Elbette “en güzel amel-eylem örnekliği” ile.

 

Peygamberimiz’in söylediklerinin ve yaptıklarının yâni amel-eylem ve işlevlerinin kayıtlarının bulunduğu Buhâri ve Müslim kitaplarına bir hâlel geldiğinde İslâm’ın çökeceğini söyleyenler acaba bu dediğimiz nedenden dolayı mı bunu söylüyorlar bilmiyorum ama ortada daha Buhâri ve Müslim yokken vahiy-merkezli en güzel pratiklik örneği olan Sünnet vardı. O-hâlde “Buhâri ve Müslim çökerse İslâm çöker” yada “şu ülke ve şu adamlar olmasa İslâm çöker” demenin bir anlamı yoktur. Fakat bir iddiâ olarak değil de bir tespit olarak; “Sünnet olmadığında yâni Sünnet çöktüğünde İslâm’ın işlevselliği çöker” demek doğrudur ve zâten günümüzde câri olan da budur. Buhâri ve Müslim çökerse İslâm çökmez ve ona bir şey olmaz, hattâ Buhâri ve Müslim çöktüğünde, uydurma rivâyetlerden arınmış olacağı için İslâm teorik anlamda belki daha bir dirilir. Buhâri ve Müslim çökerse İslâm’a bir şey olmaz ama, Sünnet çökerse-çökünce müslümanlar çöker-çökmüştür. Zâten İslâm işlevsel ve hâkim olduğunda gayr-ı İslâmî ne varsa çökeceği gibi, işlevsel ve hâkim olmadığındaysa her-şey çöker.

 

İslam-merkezli olarak kullanılması gereken her-şey çökebilir ve büyük oranda çökmüştür de. Bir şeyin çökmesi, “pratik anlamda” çökmesidir. Çünkü teorik yön eğer unutulmadıysa ve bir yerlerde yazlı olarak duruyorsa, gökler ve yer durduğu müddetçe çökmüş olmaz. İslâm da böyledir, hiç-bir zaman çökmemiştir ve çökmeyecektir. Fakat târih boyunca çöken İslâm toplumları olmuştur ve ileride de çökebilir.

 

Demek ki asıl, Sünnet çökerse İslâm amel-eylem anlamında çöker, çökmüştür yada en azından çatırdamaktadır. Çünkü İslâm sâdece söz değildir ve ilim-amel bütünlüğüdür. Kur’ân da sâdece kuru-kuruya okunup durulacak bir kitap değil, gereğini yerine getirilmesi ve hayâta hâkim kılınması gereken bir Kitap’tır ki bu da ancak amel-eylem ve işlevsellikle olabilir. Böyle olmadığı için İslâm görünür olmaktan çıkmış ve “yarısıyla idâre edilen bir din” hâline getirilmiştir.

 

Sünnet çökmeye yüz tuttuğu ve amele-eylem ve işlevsellik kaybolduğu için, müslümanların “mânevî bağışıklık sistemleri (takvâları)” zayıfladı ve çökmeye yüz tuttu. Çünkü takvâ amel-eylem ve buna bağlı olarak sorumluluk almak ile güçlenir.Bu da İslâm’ı işlevsel olmak hâkim kılmaktan uzak tutmaktadır. Sünnet çökmeye yüz tuttuğu için İslâm’ın işlevselliği de çökmüştür ve artık müslümanlar İslâm’ın yarısıyla idâre etmeye çalışmaktadırlar fakat bu, iç-âlemlere bir nebze katkı verse de dış-âlemde bir fayda sağlamamaktadır. Çünkü eğer siz hayâtın içinde her alanda yer almaktan kaçarsanız, gün gelir hayat üzerinize çöker de sürekli besleyip büyüttüğünüz iç-âlemleriniz sizi kurtaramaz. Hayat omuzlarınıza yüklendiğinde ve üzerinize çöktüğünde, o biriktirip durduğunuz bilgiler ve onların kayıtlarının tutulduğu kitap, dergi ve yazılar bir işe yaramaz hâle gelir. İsterse bunlar Kur’ân’ açıklamada, meâl, tefsir ve te’vil etmede ve anlatmada en çarpıcı şekilde yazılmış yine de fark etmez. Amele-eyleme dönmedikçe ve işlevsel olmadıkça bir fayda vermez. Zâten Allah bu nedenle peygamberler seçer ve onların örnek hayatlarını Sünnet olarak İslâm geleneği hâline getirir ve İslâm da işte ancak o zaman “tamamlanmış” olur. Çünkü dediğimiz gibi, İslâm sâdece laftan ibâret bir din değildir.

 

İslâm tek kanatlı kaldığında ve işlevselliğini kaybettiğinde sapkın akımlar da hemen ortaya çıkıverir. Sapkın tasavvufun ortaya çıktığı ve en güçlü olduğu zamanlar, İslâm toplumunun çöküntüde olduğu zamanlardır. Günümüzde de  modern hurâfeler ve sapkınlıklar hâkim durumdadır, zîrâ İslâm “işlevsel” değildir. Türk müslümanları bilgiye ve Kur’ân’a yönelmiş olsa da, Sünnet’i göz-ardı ettiği için, madden gelişmiş ve yükselmiş olsa da, hak-hakîkat, adâlet-eşitlik ve ahlâk olarak çürümüş, kokmuş ve çökmüş durumdadır. Çünkü insanlığın tuzu ve direği olan İslâm’ı masa-başına, dört duvar arasına, vicdanlara, kâlplere, zihinlere bilgiye indirgemiş ve hapsetmiş, amel-eylem yönünü ise hesâba katmamaktadır.  

 

Allah çökmesin diye gökleri sürekli tutmaktadır. Gökler Allah’ın tutmasıyla çökmekten korunuyor, o-hâlde gökler gibi yerin de çökmemesi için Allah’ın tutmasına ihtiyacımız vardır ki o tutma elbette Kur’â ve Sünnet bütünlüğü ile olacaktır ki İslâm zâten Kur’ân ve Sünnet yada ilim-amel bütünlüğüdür.

 

Ey mü’minler!; eğer İslâm’ı sırtlanmazsanız ve yüklenmezseniz İslâm’ın yarısı çökecektir ve siz de altında kalacaksınız.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Kasım 2023

 


Devamını Oku »

Köylü Zihniyeti Üzerine


“Senin Rabbin, ‘ana yerleşim merkezlerine’ onlara âyetlerimizi okuyan bir elçi göndermedikçe şehirleri yıkıma uğratıcı değildir. Ve biz, halkı zulmeden şehirlerden başkasını da yıkıma uğratıcı değiliz” (Kasas 59).

 

Peygamberler niçin hep şehir-merkezlerine göndermiştir?. Çünkü İslâm’ın hedefi büyüktür ve bu hedefe ulaşmak için merkezde olmak gerekir. Çünkü öyle uzaktan-uzağa ücrâ kölelerden hakkı ve hakîkati ortaya koymak ve hayâta hâkim kılmak mümkün değildir. Köylerde ve küçük yerlerde bu hedef gerçekleştirilemez, çünkü köylerde büyük hedefler olmaz. Köylerde hedefler ve yapılacak olan şeyler bellidir ve bunlar çok da değişmez. Köylerde bu hedeflerden ve yapılacak olan şeylerden başkasının yapılması ve büyük hedefler konması düşünülmez. Böyle bir şey düşünmeye gerek de yoktur. 

 

Köyün başlıca özelliği, havası, suyu, doğası, sessizliği  kısaca doğallığıdır. Doğal değilse yada doğal olmaktan çıkmışsa orası köy değildir. İnsanların farklı nedenlerden dolayı belli bir süre köylerde bulunması iyidir, faydalıdır. Peygamberimiz de havası-suyu ve konuşulan dilni saf olanını örenmesi için küçüklüğünde belli bir süreliğine köye gönderilmişti.

 

Aslında köyler şehirlerin ilk çıkış yerleridir. İlk önce köyler oluşmuştur ve ilk önce köyler vardı. O-hâlde kökeninde köylü olmayan hiç kimse yoktur. İnsanlar kentlere uzaydan gelemdiler ya!, köylerden geldiler. Şehirler ve kentler köyün büyümüş şekilleridir. Şimdilerde büyük ilçeler yada yerleşim yerleri olan ve isimlerinin sonu “köy” olan yerler bir zamanlar bildiğimiz köyler idi. “Şehir halkı” şeklinde tercüme edilen ashâbü’l-karye, “insanların toplandığı yer” mânasına gelen karye kelimesi, daha çok köy ve kasaba gibi küçük yerleşim-merkezleri için kullanılır; fakat Kur’ân’da Mekke ve Kudüs gibi şehirler için de kullanılmaktadır. Bu-bağlamda ne kadar önemsenmese de köyler şehirlerden öncedir. Şu da var ki köyler ve köylüler yük gibi görülse de alsında kentlerin ve kentlilerin yükünü taşırlar. “Köylü milletin efendisidir”, “orda bir köy var uzakta, gitmesek de görmesek de o köy bizim köyümüzdür” gibi söylemler aslında vicdanları susturmak için söylenmiş kentten söylenmiş sözlerdir ve çok samîmi sözler değildir. Kentli insanların, küçük, düşük ve ilkel gördüğü yerleri oralar da vatan toprağı olduğu için-sözde- unutmadığını göstermek için kullandığı klişe sözlerdir bunlar. Aslında içten-içe köylerden yada daha doğrusu köylülerden bir rahatsız olma durumu vardır. Hattâ bâzıları köylülerden yada köylü zihniyetinden nefret ederler. Onları küçük-düşük görürler ve bunu farklı şekillerde söyleyip dururlar.

 

Özellikle “bu ülkeyi biz kurduk” diyen bir-takım Allahsız-şerefsiz kesim, köylüleri en çok küçük ve düşük gören, onlardan en çok nefret eden onları tanımlarken “çoban” ifâdesini kullanan kesim bunlardır. Kendisi sanki bir bokmuş gibi köyü, köylülüğü ve bu zihniyeti beğenmez. Hâlbuki hem onları besleme yönünden hem de köyden kente göç ile birlikte onların işçisi olup da onları kalkındıranlar ve de götlerini kaldıranlar hep köylü kesim olmuştur. Köylü kesim yada köylü zihniyeti, doğallığının ve saflığının yanında, değiştiremediği zihniyet ile mâlûldür. “Allah’ın âyetleri konusunda inkâr edenlerden başkası mücâdele etmez. Öyleyse onların şehirlerde dönüp dolaşması seni aldatmasın” (Mü’min 4).

 

Köylü kafalı olmak yada köylü zihniyeti köyle ilgili bir tanım değildir ve köylüler birbirlerine böyle ifâdeler kullanmazlar ve birbirlerini böyle tanımlamazlar. Çünkü hepsi aynı yada benzerdir. Yaşayış ve dolayısı ile düşünüş tarzlarında bâriz farklar yoktur. Bu ifâde kentteki insanın, kentlileşmiş yada kentlileştiğini düşünen kişilerin kullandığı bir ifâdedir.

 

Köylü olmanın bir yaşam-şekli ve dolayısı ile bir düşünme tarzı vardır. Bu durum bir davranış-şekli de belirler. Bu davranış-tarzı köyde doğup büyüyen kişilerin büyük çoğunluğunda bâzen hiç değişmeden ömür-boyu durur ve sürer gider.

 

Köylü zihniyetine sâhip olmak aslında coğrafya ile çok alâkalı değildir. “Uygarlığın merkezi” denilen yerlere bir-kaç km. uzaklıkta olan köyler de vardır ve buralarda yaşayan insanlar kente yakın oldukları için bir nebze kentlileşmiş olsalar da o köylü zihniyetini yine de taşırlar. Köylü zihniyeti, kente taşınmak ve kentte yaşamaya başlamakla hemen giderilecek ve çoğu için ise giderilebilecek bir şey değildir.

 

Pek köylü zihniyeti nedir?. Köylü zihniyeti kötü bir şey midir?. Eğer köyde yaşıyorsanız kötü değildir ve bir zararı da yoktur. Sorun kentte yaşıyorken ortaya çıkar. Köylü zihniyeti kente kolay-kolay kente adapte olamaz. Adapte olmuş gibi görünenler bile aslında içten-içe köylü zihniyetine sâhip oldukları için zaman-zaman şark kurnazlığı yaptıkları görülür ve bu çok sırıtır. 

 

Köylü zihniyetine sâhip olanların bâriz özelliği “değişmeme”dir. Köyde doğup büyümüşse sonradan kente gelip uzun yıllar kentlerde yaşasa da çoğu pek de değişmez. Meselâ 50 yıldır kentte yaşamasına rağmen köylü şivesi değişmeyenler çoktur. Tabi bu kötü bir şey midir değil midir diye de tartışılabilir. Ama insan olma bakımından bir türlü değişmemek ve yanlışı değiştirmemek nerede olunursa-olunsun kötüdür.

 

Şu da var ki kent ile şehri de ayırmak gerekir. Kentler “memleket” de değildir medeniyet üretemezler. Çünkü kentler “medenî” yâni “dinli” değildirler. O özellik şehirlere uygundur ve şehirler kentlere göre köylüleri ve köy zihniyetini de daha kolay değiştirirler ve kötü olan yönleri düzeltebilirler. Zîrâ şehirler de doğallıktan ve mâneviyattan çok fazla kopmazlar. Kentler ise bunun aksidir ve kent-insanı kendileri gibi olmayanları bir türlü kabûl edemez. Zamânında Aşık Veysel, Ankara kent-merkezine sazına tel almak için gittiğinde, köylü giyinişini beğenmeyen mêmurlar onu yeni açılan caddeye almamışlar da yanında birlikte geldiği kişi almış gelmiş teli.   

 

Köylü zihniyeti köy için kötü değildir ve sorun kente gidince başlar. Çünkü köyde doğallık vardır ve doğal ortamda çok da düzenli olmaya gerek yoktur. Köylü rahattır, bir şeye çok dikkat etmesi gerekmez. Elindeki bir dalı, bir aleti, bir şeyi bir kenarı atıverir ve bu sorun oluşturmaz. Fakat şehirde ve kentte bu sorundur. Bir şeyin yeri vardır, bir düzen vardır, bu nedenle de plân ve program ve disiplin şarttır. İşte köylü zihniyeti bunu yapamaz. Gerçi köyde de düzenli olmak iyidir ve faydalıdır ama kentteki gibi zorunlu değildir. Çünkü sürekli bir sıkıntı oluşturmaz yada köylü zihniyeti onu sorun olarak görmez. Fakat iş kente gelince değişir. Hele modern kentlere geldiyseniz köydeki gibi davranamazsınız ve davranmamalısınız. Şu da vardır ki kentlerdeki zihniyetten ve yaşayış tarzından rahatsız olup köylere yada kırsala gidenler de vardır ki biz buna bir şey demiyoruz ve modern kentlerden kaçmayı yada kaçma isteğini haklı görüyoruz. Bir de uzun süredir kentlerde yaşamasına rağmen “niye değiştireyim” diyerek bilinçli bir aykırılık ortaya koyanlar da vardır ki bu, modern kentlere haddini bildirmek bakımında önemlidir.

 

Kiminin işi köylü oluyor kiminin düşüncesi, kiminin konuşması ve kiminin giyim-kuşamı.

 

Köylü zihniyetinde olanlar kendilerini zorlamazlar ve bu konuda eleştirilmek de istemezler. İşleri bu yüzden biraz paldır-küldür ve dağınık olur.

 

Köylü zihniyetindekiler bir türlü istikrarlı olamazlar bir yaptıklarını aynı-şekilde bir daha yapmakta sıkıntı çekerler.

 

Köylü zihniyetindekiler düzenli olamazlar yada bunu sürdüremezler, çünkü köyde böyle olmak şart değildir.

 

Köylü zihniyetindekilerde tedbir almak neredeyse sıfırdır, çünkü köyde buna çok gerek yoktur, “şu taraftan olmazsa bu taraftan olur” düşüncesi yerleşmiştir çünkü.

 

Köylü zihniyetindekilerde dört-dörtlük iş yapma düşüncesi yoktur. Aslında köyde de bunun faydaları vardır ama böyle olmadığında çok sorun çıkmaz.

 

Köylü zihniyetine sâhip olanlar, kadercidir, milliyetçidir, işin önünü-sonunu düşünmeden hareket ederler, bu yüzden pek tedbir almazlar, mevcut durumu çabuk kabûllenirler, anasından-atasından gördüğü ve öğrendiği gibi davranır, ezberini bozmaz, güce ve güçlü olana saygısı vardır.

 

Yine köylü zihniyetine sâhip olanlar katlanmayı bilirler, karşılıksız iyilikler yapabilirler hattâ bu uğurda kendilerini bile paralayabilirler. Bir-çok olumlu özellikleri vardır. Bu bakımdan kentte yada şehirdeyken değiştirmedikleri zihniyetlerini olduğu gibi kabûl etmekten başka yapacak bir şey yoktur. Zîrâ onları iyi, dürüst, çalışkan, gayretli ve doğal yapan zâten bu zihniyettir.

 

Şu da var ki, bir yardım, bir zorluk ve felâket olduğunda orada hazır bulunacak olanlar da yavşamış kentliler değil, o beğenilmeyen köylü zihniyetine sâhip olanlar olur.  

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Kasım 2023

 

 

 

 

Devamını Oku »