“Gerçek şu
ki, Allah, Âdem’i, Nûh’u, İbrâhim âilesini ve İmran âilesini âlemler üzerine
seçti; Onlar birbirlerinden (türeme) bir zürriyettir. Allah işitendir,
bilendir” (Âl-i İmran
33-34).
Günümüzde insan
nüfûsunun fazlalaştığı ve insanların Dünyâ’nın her köşesine kadar yayıldığı bir
zamanda çok sorulan sorulardan biri de, “peygamberler neden hep orta-doğudan
çıkmıştır?” sorusudur. Bu soruya verilen uzun-uzun cevaplar hiç iknâ edici ve açıklayıcı
olmadığı için soru tekrar-tekrar sorulup durmaktadır. Çünkü bu soruya cevap verirken
dayanak yapılan paradigma modern-bilim, jeoloji, evrimsel biyoloji, arkeoloji,
paleontoloji, modern resmî târih, masa-başı teoriler ve modernite zihniyetidir.
Bu yüzden verilen cevaplar hep, bu saydıklarımıza aykırı düşmeyecek şekilde
olan cevaplardır.
Bu-bağlamda
bu soruya verilen cevaplar, farklı ve alternatif bir düşünceye zinhar meydan
vermeyen modern-bilim, düşünce ve inanışların kabûl ettiği; 13.8 milyar yıllık
bir “kâinat yaşı”, 5 milyar yıllık “Dünyâ yaşı” ve 2 milyon yıllık “insanlık yaşı”na
göre verilmektedir. Böyle olunca da insanlar doğal olarak; “bu kadar yıl geçmiş,
bu kadar insan yaşamış, sâdece 30-40 tâne mi peygamber gönderilmiş insanlara?.
Peki Amerika’ya, Antarktika’ya, Avustralya’ya, Sibirya’ya, Fîzan’a, çöllerde,
ormanlarda, adalarda ve ücrâ bölgelerde yaşayanlara peygamber gelmedi mi?. Her
topluma bir peygamber gönderilmedi mi?. Eğer gönderildiyse o-hâlde insanlara
binlerce peygamber gönderilmesi gerekirdi. Bu peygamberlerden niçin
bahsedilememiştir de hep orta-doğu peygamberlerinden bahsedilmiştir?” diye soruyorlar.
Tabi bu-arada gönderilen peygamberlerin sayısı da merâk edildiği ve yüksek bir
rakam beklendiği için rivâyetlerde 124.000 ve 224.000 bin gibi rakamlar
kullanılmaktadır.
Müslümanlar
da: “Andolsun, biz her ümmete: ‘Allah’a kulluk edin ve tâğuttan kaçının’
(diye tebliğ etmesi için) bir elçi gönderdik. Böylelikle, onlardan kimine Allah
hidâyet verdi, kiminin üzerine sapıklık hak oldu. Artık, yeryüzünde dolaşın da
yalanlayanların uğradıkları sonucu görün” (Nâhl 36) âyetine
dayanarak insanlık-târihi boyunca 124.000 peygamber gönderildiğini söyleyen
hadisler rivâyet etmişlerdir. (bk. Müsned 5/265-266; İbn Hibbân, 2/77).
Müslümanlar
da dâhil insanlar, “her topluma peygamber gönderildiğine göre, ancak bu sayıda
peygamber gönderilmiş olması gerekir” gibi bir düşünceyle ve şu âyete de dayanarak
124.000 peygamber sayısını kabûl etmeye meyillidirler: “Şüphesiz biz seni,
hak ile bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak gönderdik. Hiç-bir ümmet yoktur ki,
içinde bir uyarıcı gelip-geçmiş olmasın” (Fâtır 24). Fakat burada
kullanılan “uyarıcı”nın resûl yada nebî kelimesiyle değil de “nezir”
kelimesiyle ifâde edildiğini hatırlatalım. Nezir yâni “uyarıcılar” her zaman
olabilir. Hattâ Allah nezirliği tüm mü’minlere emretmiştir.
Tabi her
yerleşim yerine ille de ayrı bir peygamberin yada bir uyarıcının gönderilmesine
de gerek yoktur. Allah Mekke’ye ayrı Medîne’ye ayrı bir peygamber
göndermemiştir ki!. Bir peygamber göndermek ve bir-çok yeri vahiyden haberdâr
etmekle işin gereği yapılmış olur:
“Eğer
dilemiş olsaydık, her kasabaya bir uyarıcı gönderirdik” (Furkân 51).
Şu
da var ki; “Andolsun, biz her ümmete: ‘Allah’a kulluk edin ve tâğuttan
kaçının’ (diye tebliğ etmesi için) bir elçi gönderdik…” (Nâhl 36) âyetinde
peygamber gönderilen toplum için “ümmet” kelimesi kullanılırken; “Eğer
dilemiş olsaydık, her kasabaya bir uyarıcı gönderirdik” (Furkân 51)
âyetinde ise peygamber gönderilmesi söz-konusu edilen yer ve toplum için
“karye” kelimesi kullanılıyor. Bundan da zımnen; “sâdece ümmet olmuş yâni büyük
devletlerin, toplumların, imparatorlukların vs. kent-merkezlerine peygamber
gönderildiği, küçük kasaba ve yerleşim yerlerine ve de küçük topluluklara
peygamber gönderilmediği, çünkü buna gerek olmadığı, zîrâ onların zâten
peygamber gönderilen merkezlere bağlı olduğu” anlamı çıkar. Demek ki büyük
kent-merkezlerine peygamber göndermek, “her topluma peygamber göndermek”
demektir.
Kur’ân’da
ismi geçen 25 tâne peygamber vardır. Bir de ismi Kur’ân’da geçtiği hâlde
peygamber olup-olmadığı tartışmalı olan Üzeyir, Lokman ve Zülkarneyn isminde üç
kişi vardır. Kur’ân’da: “Andolsun, biz senden önce elçiler gönderdik;
onlardan kimini sana aktarıp-anlattık ve kimini anlatmadık….” (Mü’minûn 78)
denir. Kur’ân, Peygamberimiz’e, “sana anlatmadık yâni gönderdiğimiz diğer
peygamberlerin isimlerini ve hayat-hikâyelerini Kur’ân’da vermedik” diyor. Bu
peygamberlerden İşaya, Yeremya, Hezekiel ve Daniel gibi bâzılarının isimleri Kitab-ı
Mukaddes’te verilmiştir. Tabi Kitab-ı Mukaddes’te isimleri verilen kişilerin
içinde peygamber olup-olmadığı kesin olmayanlar da vardır. Tüm bunlardan başka,
isimleri hiç-bir yerde anlatılmayan ve hayat-hikâyelerinden bahsedilmeyen peygamberler
de vardır.
Bâzen iki-üç
peygamber birden gelmiş ve değişik bölgelere gönderilmişlerdir. Hz. İbrâhim ve
Hz. Lût as.’da olduğu gibi. Yinen bâzen de Hz. Mûsâ ve Hz. Hârûn as.’da olduğu
gibi, birbirlerine yardımcı olmak için iki yada üç peygamber bir-arada
gönderilmiştir.
124.000 yada
224.000 bin peygamber gönderilmiş olması hem pratik olarak mümkün değildir hem
de bu İslâm’ın ilkelerine terstir. Üstelik Allah’a, vahye ve gönderilmiş olan
isimlerini bildiğimiz peygamberlere de bir hakârettir. Çünkü eğer 124.000 yada
224.000 peygamber gönderilmiş olsaydı o zaman şöyle bir çelişki açığa çıkardı
ve şöyle sözler edilirdi: “Demek ki peygamber göndermek işe yaramamış ve değişen
bir şey olmadığı için Allah zırt-pırt peygamber göndermiştir. Üstelik, gönderilen
peygamberlere indirilen vahiyler de etkili ve dönüştürücü sözler olmadığı için
insanları etkilememiş olduğu için insanlar kendi bildiklerini yapmaya devâm
etmiştir. Allah göndermiş, insanlar inkâr etmiş, Allah göndermiş, insanlar inkâr
etmiş, böylece kısır bir döngü ortaya çıkmış ve iş inada binmiş”. Oysa hem
Allah’ın sözleri insanların tâ yüreklerine têsir ederek onları değiştirecek ve
yüzlerce yıl boyunca insanları yönlendirecek etkiye sâhiptir, hem de gönderilen
peygamberlerin vahye göre olan yaşamları insanları etkilemiş ve vahiy-merkezli
olarak yönlendirmiştir. Hattâ gönderilen peygamberlerden bir kısmı Allah’ın
sözünü çok geniş coğrafyalara ve insanlara yaymış ve ulaştırmış ve de İslâm’ı bir
hayat-düsturu olarak hayâta hâkim kılmışlardır. Bu nedenle de o kadar çok sayıda
peygamberin gönderilmiş olmasına hem gerek kalmamış hem de fırsat olmamıştır.
Zîrâ peygamberlerin çağrılarının etkisi hep güçlü olmuştur.
Peygamberimiz “son peygamber”dir ve o’ndan
sonra peygamber gelmeyecektir ve gelmemiştir de. Peygamberimiz’den bu-yana 1.400
yıl geçmiştir. Hz. Îsâ’dan bu-yana ise 2.000 yıl geçmiştir ve bu ikisinden
başka bir peygamber de gelmemiştir. Belki Mani’den bahsedilebilir ama o peygamber
değil, bir sentezcidir. Zâten her din ve yol getiren kişi peygamber değildir.
Tek hak din İslâm’dır ve sâdece İslâm’ın elçileri peygamberdirler (resûl-nebî).
Bâtıl dinlerin ve yolların kurucuları peygamber değildir.
Evet; son 2.000 yılda sâdece 2
peygamber gelmiştir.Peki insanlık kaç yıldan bêri vardır ki?. Seküler-Allahsız
modern-bilime göre bile Homo Sapiensler yâni -sözde- modern insanlar, yalnızca
200 bin yıl önce ortaya çıkmışlardır ki, onların o ilkel durumları göz-önüne alındığında, “kendi aralarından
bir peygamberin seçilip gönderilmesi” diye bir durum mümkün değildi. Peygamberler
insanlara, çiftçilik ve hayvancılık ile birlikte gelmeye başlamıştır, ki
Hâbil-Kâbil meselesi de bunu gösterir.
“Yoksa onlar: ‘Bunu uydurdu’ mu
diyorlar?. Hayır; o, Rabbinden olan bir haktır; senden önce kendilerine bir
uyarıcı gelmemiş bir kavmi uyarman için (onu sana indirdik). Umulur ki hidâyet
bulurlar” (Secde 3).
Peygamberim, Mekke, Medîne, Taif ve civârına Hz. İsmâil’den sonra gönderilmiş ilk peygamberdir. Eğer târih boyunca insanlara 124.000 hattâ 224.000 peygamber gönderilmiş olsaydı, her bölgeye iki hatta 3-4 peygamber gönderilmiş olması gerekirdi. Çünkü peygamberler kent-merkezlerine gönderilirler ve 1.500 yıl önce Dünyâ’da o kadar kent-merkezi yoktu. Peygamberimiz’den önce 124.000 peygamberin gelmesi demek, insanlığın üzerinden on-binlerce hattâ yüz-binlerce yılın geçmiş olması demektir. Fakat o kadar yıllık bir geçmiş olsaydı “insanlık için kurulan ilk ev”in de olduğu Mekke’ye onlarca sayıda peygamberin gelmiş olması gerekirdi. Ama gelmemiştir, çünkü hem Mekke’ye ilk yerleşen insanlar yaklaşık 3.800 yıl önce Hz. Hacer ve Hz. İsmâil’dir, hem de zâten insanlık o kadar yaşlı değildir ve insanlığın ortaya çıkışı daha yenidir.
Allahsız
modern-bilime göre Dünyâ üzerinde insana benzer ilk canlılar ilk olarak 200.000 yıl kadar önce ortaya çıkmıştır.
Fakat arkeolojiye göre, âlet yapımı, sanatsal
objeler, mağara resimleri, ilkel teknoloji ve kültürlerin yâni “insansı davranışlar”
gösteren insanların 50.000-65.000 yıl önce evrimleşmiştir. Zâten modern-bilime
göre ilkel olan bu insanlar
yaklaşık 70.000-100.000 önce Afrika’yı terk etmeye başlamışlardır. 70.000 ilâ
100.000 yıl önce, Homo Sapiens türü, Afrika kıtasından göç ederek Avrupa ve Asya’ya
yerleşmeye başlamıştır. 35.000 ilâ 65.000 yıl önce de teknelerle Avustralya
kıtasına varmışlar.
Yâni Allahsız modern-bilime göre
bile insanlar Dünyâ’ya, “daha dün” denebilecek bir zaman önce yayılmaya
başladılar. O-hâlde Dünyâ’nın ücrâ bölgelerine, “olmayan insanlar” için bir peygamberin
gönderilmediği sonucu ortaya çıkıyor.
“Peygamberler
hep medeniyet, uygarlık ve kent-merkezlerine gönderilmişlerdir. Uygarlıklar ise
hep ılıman bölgelerde ortaya çıkar, bu nedenle soğuk bölgelere peygamber
gönderilmez” denir. Buna göre, Dünyâ’nın çok soğuk olan bölgelerini hesaptan
düşmek gerekir.
M.Ö. 3.000’lerde
daha ortada Avrupa bile yoktu. Bu târihte Rusya’nın güneyinden Avrupa’ya doğru
Ari göçü olmuştur. Hint-Avrupa denen şeydir bu. O-hâlde 5.000 yıl önce o
taraflara peygamber gönderilmesi diye bir şey olmamıştır.
Allahsız modern-bilime göre bile peygamber
gönderilmeye başlaması bile 10.000 yıllık bir zaman içinde olmuştur. Bu kadar
kısa bir süre içinde 124.000 hattâ 224.000 gibi çok abartılı ve hattâ uçuk
sayıda peygamber gönderilmesi akla, mantığa ve sağduyuya aykırıdır.
Şu haritalar, insanların Dünyâ’ya yayılış yollarını ve
zamanlarını gösterir:
Çanak-çömleksiz
Neolitik Dönem’in başlıca arkeolojik alanlarını gösteren Güney-batı Asya
haritası. Yıl: MÖ 7500. Yerleşkelerin çoğunluğu, OrtaDoğu’daki Bereketli Hilâl
olarak anılan Mezopotamya bölgesinde kurulmuştur.
Eski-çağ
denilen ve M.Ö. 3.200’den M.S. 800’e kadar uzanan bir târih verilir ki bu târihte,
târihî mekân bakımından insanların bulunduğu yerler; doğu’da Hindistan’daki
İndus Vâdisi’nden, batı’da İspanya ve Britanya’ya, kuzeyde Ren ve Tuna Nehirleri’nden
güneyde Büyük Sahra’ya kadar uzanan saha olmuştur. Yâni yaklaşık 3.000 yıl önce
Dünyâ’nın her yeri tıka-basa insanla dolu değildi ve insanların her yana
dağılması daha çok yenidir.
Eski-çağda “tüm dünyâ” denildiği zaman, “Hindistan İndus Vâdisi ile İspanya arası” anlaşılırdı. Eski-çağ târihî mekân bakımından doğu’da Hindistan’daki İndus Vâdisi’nden batı’da İspanya’ya kadar uzanan saha içerisinde cereyân eder. Büyük İskender ve Sezar, bir dünyâ-devleti kurmaya çalışmışlar ve bunda da “kısmen” başarılı olmuşlardır. Özellikle Helenistik çağda (MÖ. 330-30), Roma İmparatorluğu, denilebilir ki, Eski-çağ târihinin coğrâfî hudutlarına egemen olmuş gibi görünür. Fakat Îran’a kadar gelebilmişler, öteye, Hindistan İndus Vâdisi’ne geçememişlerdir. Büyük İskender ise Hindistan’a kadar uzanmış, fakat o da batı’yı (İspanya, İtalya vs.) ele geçirememiştir.
Evrensel Dünyâ Devleti fikri, eski-çağ târihinde dâimâ etkili olmuştur. Örneğin Büyük İskender ve Sezar, böyle bir dünyâ-devleti kurmaya çalışmışlar ve bunda da kısmen başarılı olmuşlardır. Özellikle Helenistik çağda (MÖ. 330-30) Roma İmparatorluğu, denilebilir ki, eski-çağ dünyâsının coğrâfî hudutlarına egemen olmuş gibi görünür. Fakat Romalılar Îran’a kadar gelebilmişler, daha doğuya Hindistan Vâdisi’ne geçememişlerdir. Makedonya kralı Büyük İskender ise 13 yıl süren kısa saltanatına (MÖ. 336-323) rağmen, Hindistan’a kadar uzanmış, fakat o da batı’yı (İspanya, İtalya vs.) ele geçirememiştir. İskender Orta ve Batı Avrupa topraklarını da imparatorluğuna dâhil edebilseydi, o zaman da tüm Dünyâ’ya egemen olmuş olacaktı. Çünkü 2.500-3.000 yıl önce Dünyâ zâten o kadardı. En eski imparatorluk olan Akadlar 3.000 yıl, ilk medeniyetler olan Îran ve Hint medeniyetleri ise 3.000-4.000 yıl kadar geriye gidebilmektedir.
En Eski
Yerleşim Yerleri
Evet peygamberlik ortalama 10.000
yıldır vardır ve zâten Hz. Âdem ve Havvâ ilk insan ve Hz. Âdem ilk
peygamberdir. Onlardan önce insan diye bir varlık yoktur ve hattâ “insandan
öncesi” yada “insandan çok önce”si diye bir zaman da yoktur. O-hâlde 124.000
hattâ 224.000 peygamber kime ve ne zaman gönderilmiştir?. Böyle abartılı bir
sayı nerden çıkmıştır ve Peygamberimiz’in hadisi diye geçen söz gerçekten
Peygamberimiz’e mi âittir?. Peki Kur’ân’da olmadığına göre Peygamberimiz bu
bilgiyi nereden almıştır?. “Şu hadisteki bilgiyi Peygamberimiz nereden bilmektedir
ve bu bilgiyi nereden yada kimden almıştır?” diye soruyoruz:
“Bir rivâyete göre
insanlık-târihi sürecinde gönderilen peygamberlerin sayısı 124 bin, diğer rivâyete
göre de 224 bin kadardır”
(Ahmed b. Hanbel,
el-Musned 5/265-266; İbn Hibbân, es-Sahîh, 2/77).
“Avf bin Mâlik’in bildirdiğine
göre Ebû Zer, Resûlullah’ın yanına oturdu. ‘Ya Resûlullah; Peygamberlerin ilki hangisiydi’ dedim, ‘Âdem’ buyurdu. ‘Nebî miydi o?’ diye sordum. ‘Evet, Allah’ın hitâbına muhâtab olan bir
nebîdir’ buyurdu. ‘Ey Allah'ın
Resûlü, peygamberlerin sayısı kaçtır?’ diye sordum, ‘124 bin’ buyurdu. ‘Bunların kaçı resûldür?’ diye sordum,
‘315’i’ buyurdu” (İshâk) Bûsîrî demiştir ki: “Bunu
İshâk, İbn Ebî Şeybe ve Sahih’inde İbn Hibbân rivâyet etmiştir. Nitekim “İlim”
kitabında geçmişti”. (III, 41)
3023, 3314, 3428 no’lu hadisler.
İnsanların “bir-çok
peygamber gönderilmiş olması gerekir” diye düşünmeleri, 2 milyon yıldır insanların
vâr olduğu ve yaşadığı ve de bu insanların 1 milyon yıl önce tüm Dünyâ’ya
yayılmış olduğu yanlış düşüncesinden ve inancından kaynaklanır. Oysa insanlık ve
peygamberlik Hz. Âdem ile başlar ve Hz. Âdem de yaklaşık 10.000 yıl önce yaratılmış
ve yaşamıştır. Hz. Âdem’in ilk ortaya çıktığı ve yaşadığı yer ise, “insanların
kurduğu ilk ev”in olduğu Mekke ve çevresidir. Kur’ân’da bu şöyle geçer:
“Gerçek şu
ki, insanlar için ilk kurulan ev, Bekke’de, o, kutlu ve bütün insanlar (âlemler)
için hidâyet olan ev (Kâbe) dir” (Âl-i
İmran 96).
Kur’ân’da
Mekke değil de Bekke denmesinin, Mekke ve çevresinin bulunduğu yerin, Bekke
Vadisi içinde olmasından dolayı olduğu söylenir. İşte ilk peygamber ve ilk
insanlar olan Hz. Âdem ve eşi Havva 10.000 yıl kadar önce burada ortaya çıkmış
ve yavaş-yavaş Arap-yarımadası, Mısır civârı, Filistin, Sûriye, Irak, Îran, Güneydoğu
Anadolu ve periferisine yâni civârına yayılmaya başlamıştır. O zamanlar elbette
Amerika, Avustralya, Antarktika, Yeni Zelanda, Filipinler, Japonya, İzlanda,
Grönland, Alaska, çöller, adalar, ormanlar, buz tutmuş olan bölgeler ve uzak
bölgeler, dolayısıyla Dünyâ’nın yarsından fazlası boştu ve oralarda hiç insan
yaşamıyordu, ki Dünyâ 2-3 bin yıl öncesine kadar bile bu durumdaydı. Belki de sâdece,
ana-karadan oralara doğru gitmiş ve yanlarında dinlerini ve inançlarını da
götüren çok az sayıda insan olmuştur. Zâten baktığınızda Amerikâ’ya bile daha
en fazla 2 bin yıl önce gidilmeye başlandığı ve işgalcilerin ise daha 500 yıl önce
oraları işgâl edip de insan kalabalıklarının oralarda yayıldığını görürsünüz ki
bu Avustralya, Kanada, Alaska, İzlanda gibi yerler için de geçerlidir. Buralar “peygamberliğin
son bulmasından sonra” daha yeni sayılacak bir zaman önce insanlarla dolmaya
başlamıştır. Bu nedenle de daha önceden insanların bulunmadığı bu yerlere
peygamberlerin gönderilmesi söz-konusu olamazdı. Demek ki Dünyâ’nın üçte-ikisi
boş olduğu için oralara peygamber göndermek diye bir şey söz-konusu değildi.
Dünyâ’nın
uzak köşelerinde yaşayan insanların inançları içinde Nûh Tûfânı başta olmak
üzere bizim de bildiğimiz olaylardan bahsedilmesi, o insanların orta-doğu ve
çevresinden Dünyâ’ya yayılırken dîni inanışlarını, dînî hikâyeleri ve bilgilerini
de yanlarında götürmelerinden dolayıdır.
Hz. Âdem’den
son peygamber Hz. Muhammed’e kadar tüm peygamberlerin üzerinde olduğu din, yâni
“sâdece Allah’a olan teslîmiyet”i ifâde eden vahiy-dîni İslâm’dır ki, bu Kur’ân’da
şöyle ifâde edilir: “Hiç şüphesiz din, Allah katında İslâm’dır” (Âl-i
İmran 19).
Diğer toplumlarda görülen ve peygamber
olarak kabûl edilenler ise, peygamber değil düşünür, bilge ve filozoflardır.
Bâzıları Sokrates’i ve Platon’u da peygamber olarak görürler. Oysa Platon,
Timaios’ta, Allah hakkında konuştuktan sonra: “Burada konuştuklarımızı aslâ ve aslâ yaymayın, halk işitmesin” der. Buradan
şu anlaşılır. Platon kendini peygamber olarak kabûl etmiyor, görmüyor, ona
böyle bir buyruk gelmemiş. Çünkü konuşulanların gizli kalmasını istiyor. Oysa
peygamberler kendilerine gelen vahyi halka duyurmakla sorumludurlar. Sokrates
de aynı-şekilde, kendisinden hiç-bir şekilde kutsal bir kişi olarak
bahsetmiyor. Çünkü bunlar mâneviyatı da gündeme getiren ve belki de tek-tanrıcı
filozoflardır. Gautama Siddhartha, Konfüçyüs yada Lao Tzu da peygamber değil,
bilgedir. Bu bilgelikler sonradan dÎne dönüşmüştür, din hâline gelmiştir ve bu
kişiler Tanrı olarak kabûl edilmiştir. Gautama Siddhartha’nın Tanrısı yoktu,
Tanrı’dan bahsetmezti ama zamanla kendisi Tanrı mesâbesine çıkarılmıştır.
Bunlar belki
de, peygamberler tarafından kendilerine ulaşan ve haberdar oldukları İslâm’ı,
yaptıkları felsefe ve farklı yaşayış tarzları ile bozup değiştirmişlerdir. Uzak-doğu
dinleri denilen Brahmanizm, Budizm, Konfüçyanizm, Taoizm, Şintoizm gibi
öğretiler buna örnek verilebilir. Bunlar belki de ve büyük ihtimâlle Hz.
İbrâhim’în öğrettiği İslâm’ın bozulmuş şekilleridir. Avrupa, Amerika, Asya ve
Afrika’da ortaya çıkan dinler, İslâm’ın zamanla bozulmuş, tahrif ve tahrip edilerek
bambaşka hâle getirilmiş şekilleridir. Orta-doğudan ve dolayısı ile vahiyden ve
peygamber örnekliklerinden uzaklaştıkça zamanla dillerin değişmesi gibi dinler
de değişmiş yâni değiştirilmiştir. Yoksa oralara yeni peygamberler gönderilmiş de
onlara şu-an üzerinde oldukları İslâm’a aykırı olan sapkın inançları falan
öğretmiş değildirler. Onların ataları orta-doğudan Dünyâ’ya ilk yayılmaya
başladıklarında İslâm Dîni’ne mensuptular. Orta-doğudan ayrılıp gittikleri
yerlerde ilk-başta, atalarına gönderilmiş olan peygamberlerin öğrettiği vahye
göre yaşıyor ve peygamberlerin sünnetlerini tâkip ediyorlardı.
“Mitler, dînî geleneklerin şekil
değiştirmiş hâlidirler. Dinler-târihçilerinin dînin varlığını ilk-insanın
yaşadığı döneme kadar geriye götürmeleri, dinlerin mitlerden önce vâr olduğunu
ve mitler de dâhil olmak üzere bir-çok kültürel yapıya etkide bulunduğunu
göstermektedir. Bu nedenle mitlerin dinlerin kalıntıarını taşıdığı, başka bir
ifâdeyle, tevhid inancının bozulması netîcesinde çeşitli tanrıların ve
inançların meydana gelmesi ve böyle bir yapının mitlere yansıması olduğunu
ifâde etmek mümkündür. Kur’ân-ı Kerîm’deki bâzı anlatımların Kur’ân öncesi vâr
olan çeşitli mitlerle paralellik sergilemesi hâlinde bile, Kur’ân’In mitolojki
unsurlar içerdiğini iddiâ etmek mümükn olmayacaktır. Zîrâ ilâhî dinlerin köken
olarak bir olması nedeniyle, bu mitolojik unsurların önceki ilâhî dinlerden
alınmış olduğunu ifâde etmek mümkündür”.
Şu söz
zırvalıktan başka bir şey değildir; “tek-tanrılı dinler başladığında…”. Hayır!;
Hz. Âdem’den bêri din İslâm’dır ve İslâm tek-tanrılı olan “tek din”dir. İnsanlar
İslâm’ı zamanla bozmuşlar ve şirke, küfre ve zulme düşmüşlerdir. Olan şey
budur.
Peygamberlik
insanlıkla yaşıttır ve bu yaklaşık olarak 10.000 bin yıllık bir süredir. Bu
süre içinde isimleri verilen-verilmeyen yaklaşık 50 civârında peygamber gönderilmiştir
ve bunların hepsi de insanlığın çıkış ve Dünyâ’ya yayılış yeri olan orta-doğudur.
Tüm peygamberlerin orta-doğudan çıkmış olmasının nedeni budur. Tüm peygamberler
orta-doğudan çıkmıştır, çünkü zâten insanlık yaklaşık 10.000 yaşındadır ve insanların
ve peygamberlerin ilk çıkış-yerleri orta-doğu olduğu gibi tüm Dünyâ’ya
dağıldıkları yer de orta-doğudur. Dünyâ’ya kitlesel hâlde yayılmaları ise zâten
neredeyse peygamberlik kurumunun sona ermesinden sonra olmuştur. Din yâni İslâm
da tüm Dünyâ’ya (bozulmamış yada insanlar tarafından biraz bozulan şekliyle)
orta-doğudan yayılmıştır. İslâm, insanların gittikleri yerlerde zamanla,
peygamberlerin öğrettiğinden başka bir hâle getirilmiştir.
Peygamberimiz
Hz. Muhammed’ten sonra başka bir peygamber gelmeyişinin ve gelmeyecek olmasının
nedeni ise, Hz. Âdem’den bêri gönderilmiş olan peygamberlere indirilmiş olan
vahiylerin özünün ve özetinin Kur’ân’da derlenip toplanmış olması, üstelik de
Kur’ân’ın kıyâmete kadar hiç değişmeden kalacak bir Kitap olmasından dolayıdır.
Allah ne dediyse, ne emrettiyse, neyi yasakladıysa, nasıl bir Dünyâ ve yaşam
istiyorsa, hem tüm peygamberlere indirdiği vahiylerin “Kur’ân kıssaları”
şeklinde Kur’ân’da toplanmış olması hem de Peygamberimiz’in vahyi en ideâl bir
şekilde “güzel örneklik” (Ahzâb 21) denilen vahiy-merkezli yaşamıyla yâni
Sünnet ile ortaya koymuş olması yeni bir peygambere ve vahye ihtiyaç
bırakmamıştır. Zâten tüm peygamberlere indirilen vahiylerin özü ve özeti olan
Kur’ân’ın hacmi de, gönderilmiş olan peygamber sayısının mâkûl bir rakam olan
50 civârında olduğunu kanıtlar. Yoksa eğer 124 bin yada 224 bin peygamber
gönderilmiş olsaydı, Kur’ân, onlara indirilen vahiylerin özeti için çok
hacimsiz bir kitap olurdu. Dolayısı ile insanlık târihi olan 10.000 yıllık bir
zaman için yaklaşık 50 tâne peygamber gönderilmiştir ve bu “her 200 yıl için 1
peygamber” demektir ki, mâkûl bir rakamdır. Tabi “uyarıcı” yâni “nezir” anlamında
“peygamber olmayan” insanlar ise her zaman bulunmuştur.
Orta-doğunun
yâni Güneydoğu Anadolu Bölgesi, Mısır, Sûriye, Îrak, Arabistan, Yemen, Îran,
Afganistan, yâni şöyle bir genellersek; Akdeniz havzası, Arap-yarımadası ve
Mezopotamya çevresinin (ön-asya), medeniyetlerin beşiği olmasının nedeni de budur.
İlk devlet, medeniyet ve kültürler de bu bölgede ortaya çıkmıştır
(Akad-Sümer-Bâbil-Asur). Cengiz Tomar şöyle der:
“Dünyâ-târihine
baktığımızda Mezopotamya (Îrak), Eski Mısır, Münbit Hilâl (Fertile Crescent,
el-Cezire, Kuzey Sûriye ve Filistin) ve Anadolu medeniyetleri ile Sümer, Akad,
Asur, Bâbil, Hitit, Grek, Urartu, Elam, Ebla, Ugarit, Aram ve Fenike gibi
hemen-hemen aklımıza gelen ilk medeniyetlerin tümü bu bölgede ortaya çıktı.
Diğer bir ifâdeyle insanoğlunun kadim târihinin kodları ve Eski Dünyâ’nın
alt-yapısı bu bölgede oluştu. Yeni Asur, Ahameniş, Makedonya, Bizans,
Sasaniler, Abbâsiler, Selçuklular ve Osmanlılar gibi büyük imparatorluklar da
hep bu bölgede teşekkül etti. Üç büyük semâvi din Mûsevilik, Hristiyanlık ve
İslâm yine bu bölgede doğdu ve gelişti”.
Bu bölgede
gelişen devlet-medeniyet anlayışı, İslâm ve peygamberler hep o bölgeden çıkmış
olduğundan dolayı, -her ne kadar tahrif edilerek bozulmuş da olsa- ilâhi
yanları da olan bir bilgiye-şuura-eyleyişe-işleyişe sâhiptir. Bu durum zamanla
o bölgenin karakteri hâline gelmiştir. Tâbir-i câizse din, ilim-kültür ve
medeniyet o bölgenin taşına-toprağına işlemiş ve sinmiştir. Medeniyet rûhu o
bölgelerde içkin olarak sürekli bulunur. Zâten gönderilen peygamberler, tahrif
edilerek bozulan ilim ve kültürü sürekli vahiy-merkezli olarak güncelleştirmiş
ve düzeltmişlerdir. Bu nedenle de o özellikleri barındıran bölgede
peygamberlerin ve bilge kişilerin çıkması son derece doğal ve normâldir.
“Peygamberlerin neden hep o bölgeden ve periferiden çıktığı”nın ana-nedeni
budur. O bölge “peygamber çıkarma potansiyeli”ne sâhiptir. Çünkü o bölgenin
insanı, İslâm-merkezli ilim-kültür-devlet ve medeniyetine âşinâdır. Bu
âşinâlık, o medeniyeti yeniden çıkarma duygusunu ve arzusunu berâberinde taşıdığından,
Allah’ın, o şuura-arzuya sâhip olan insanlar içinden en
ahlâklısını-merhâmetlisini-dürüstünü ve temizini peygamber olarak seçmesi doğal
ve normâldir.
“Peygamberler
neden hep orta-doğudan çıkmıştır?” sorusuna verilen modernite-merkezli cevapların
hiç-birinin iknâ edici ve açıklayıcı olmamasının nedeni, kâinâtın, Dünyâ’nın ve
nihâyet insanların ortaya çıkma yaşlarının hiç-bir hakîkate dayanmayan çok uçuk
ve abartılı olan uzun yaşlarıdır. Bu nedenle bu soruya bir türlü tatmin edici
bir cevap alınamadığı gibi, verilen bu moderne ayarlı ve moderne göre olan
cevaplar insanları İslâm ve din hakkında şüpheye de düşürmektedir. Oysa cevap
çok kolay ve açıktır. “Peygamberler neden hep orta-doğudan çıkmıştır?”
sorusunun cevâbı: “Çünkü insanlık zâten daha gençtir ve ortalama 10.000
yaşındadır. Bu kadar bir zamanda ancak, bize bahsedilen kadar sayıda peygamber
gönderilmiştir ve zâten ancak bu kadar sayıda çıkabilirdi. İnsanlık üzerinden
daha henüz yaklaşık 10.000 yıllık bir süre geçtiği için, insanların orta-doğudan
Dünyâ’ya yayılmaları da daha yenidir”.
Evet; öyle
lafı dolandırıp da uzun-uzun açıklamalar yapılmasına rağmen iknâ edici bir
cevap verilemeyen sorunun net ve kısa cevâbı şudur: “Peygamberler hep orta-doğudan
çıkmıştır, çünkü insanların hayâta ilk çıkış-yeri yaklaşık 10.000 yıl önce orta-doğu
olduğu gibi, tüm Dünyâ’ya yayılmaları da yenidir ve daha bir-kaç bin yıl önce
Dünyâ’ya yayılmaya başladıkları yer de orta-doğu ve çevresidir”. Cevap bu kadar
basittir. Gerisi boş laftır.
Fakat
elbette..
En doğrusunu
sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Kasım 2023
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder