“Şüphesiz insana kendi
emeğinden başkası yoktur” (Necm 39).
Tahsil: “Öğrenim. Bir okulu
ve eğitim sürecini bitirmiş olmak”.
Emek: “Bir işin yapılması
için harcanan beden ve kafa gücü, çalışma. Uzun, yorucu ve özenli çalışma”.
Tahsilin ikinci anlamı “para
toplama ve alma” dır. Tahsilden amaç ve hedef “parayı elde etme”dir.
Bir işi eğitim alarak yapmak
iyidir, fakat onu çıraklıktan yetişerek kalfa ve usta olarak yapmak daha iyi
sonuç verir. Çünkü pratiklik ve tecrübe teorik bilgiden daha üstündür. Hattâ
ustalık isteyen bir işi eğitim alarak yapanlar değil, çıraklıktan yetişerek
usta olanlar çok daha iyi yaparlar. Çünkü yaparak öğrenmek, okuyarak öğrenmekten
üstündür ve iyi sonuç verir. O-hâlde çıraklıktan yetişerek bir işin ustası
olmak, okuyarak ve tahsil yaparak o işin ustası olmaktan niçin daha düşük
görülüyor ve düşük tutuluyor?. Çünkü netîcede bir iş yapılacak ve bir ürün
ortaya konulacaksa onu daha iyi yapacak olanlar elbette el-yatkınlığı daha
fazla olanlar ve pratik olarak yıllarca o işi yapmış olanlar olmaz mı?. Fakat
böyle olmuyor ve tahsil ile o işin ustası olmuş daha doğrusu ustası olduğunu gösteren
belgeye sâhip olmuş olanlar üstün tutuluyor ve maaşları da yüksek veriliyor. Bu
ne kadar da haksızca ve aptalca bir şey.
Düşünsenize; tahsil yaparak
o işi yapanla çıraklıktan yetişerek usta olan ve aynı işi yapan iki kişi bir
iş-yerinde aynı saatte işe geliyorlar ve işe başlıyorlar, ikisi de aynı ürünü
üretmek için çalışıyor, çıraklıktan yetişme olan kişi daha tecrübeli olduğu için,
tahsil yaparak oraya gelmiş olan kişi çıraklıktan yetişmiş olandan iş de
öğreniyor, fakat iş makam ve rütbe vermeye gelince yada maaş oranına geldiğinde
tahsil yaparak oraya gelmiş olanlar çıraklıktan yetişmiş olanlardan daha fazla
maaş alıyorlar ve makam da onlara veriliyor. Peki neden?. Bu eski ve aptalca bir
alışkanlıktan başka bir şey değildir.
İslâm’da maaş uygulaması, körü-körüne
üstün tutulan tahsil yapmış olmaya göre değil, herkesin emeğine göre belirlenir.
Öyle ya; buz gibi soğuk havada yada kızgın Güneş’in altında veyâ hijyensiz bir
ortamda ağır şartlarda çalışan bir kişi ile, kaloriferin-klimanın altında
konforlu ortamda çalışan biri arasında ücret yönünden neden aşırı bir fark
olsun ki?. Tuvalet temizleyen bir hastâne çalışanı ile bir hekimin maaşı
arasında, sorumluluktan doğan küçük bir farkın dışında niçin aşırı bir fark
olsun?. Hekimin yazın serin, kışın sıcak bir ortamda çalışması zâten onun için
bir ödüldür. Yâni hekimin “tahsil yapmış” olmasının ödülü, rahat, konforlu ve
îtibarlı bir ortamda çalışmasıdır. Buna rağmen onlara bir de, ağır şartlarda
çalışanların aldığı maaşın 3-5 hatta hattâ 10 katı fazla bir maaş verilmesi
ancak zulüm ve şerefsizlik olabilir. Bir hekim yada yönetici zâten bedenen
yorulmadığı rahat bir ortamda çalışıyor, bir de neden fazla ücret alacak?. İlle
de bir fark gözetilecekse, çalışma ortamının rahat-konforlu olması yetmelidir
âmir yada “okumuş-tahsilli” denilen kişilere. Yâni okumuş ve tahsil yapmış
olmanın ödülü, bâzı alanlar için %10’luk bir fark ve rahat-konforlu bir ortamda
çalışmak olmalıdır. Zâten ancak böyle bir düzenleme, toplum içinde aşırı uçlar
meydana gelmesinin önüne geçebilir. Mâdenler gibi çok ağır ve çöpçülük gibi pis
işlerde çalışanların maaşları diğerleriyle aynı oranda olsa da onların ödülü
ise günde ik-üç saat az çalışmak olabilir.
İslâm’da mêmur ve işçi sınıf
için belirlenmiş çok farklı maaşlar yoktur. Verilen maaş insanların ve
âilelerinin geçimi için yeterli olacak olan bir orandır. Aylık maaşla çalışan
kesim içinde, âmir-mêmur, işçi-ustabaşı, hekim-hemşire-hastabakıcı vs. arasında
-sorumluluktan doğan bir farkla- aldıkları ücret yönünden en fazla %10’luk bir
fark olabilir. Yâni bir işçi 1.000 lira alıyorsa, usta-başı ancak 1.100 lira
alabilir, hemşire-hastabakıcı 1.000 lira alıyorsa hekim 1.100 lira alabilir.
Özel kuruluşlarda ise bundan biraz farklı olmasına rağmen 1.500 lirayı geçmeyecek
bir gelir söz-konusu olmalıdır. Değişik meslek grupları arasında da ücret
farkları %10’u geçemez. Usta, ameleden en fazla % 10 fazla ücret alabilir. Usta
zâten ameleye göre daha az yoruluyor, bu ona “ödül” yada “ustalık farkı” için
yeter/yetmelidir.
Tabi bu rakamlar 4 kişilik
âile için belirlenmiştir. 4 kişiden fazla olan her birey için belli bir fazlalık
söz-konusudur. Eğer maaşlara zam yapılacaksa, herkese aynı oranda zam yapılmalıdır.
Zam maaşın yüzdeliğine göre değil, herkese aynı rakam olarak yapılmalıdır. Böylece
zamanla arada uçurumlar olmaz. Çünkü aksi bir tutum bir süre sonra maaşlarda
aşırı bir farka ve uçuruma neden olur. İslâm’da bu, “herkes eşit olsun diye”
değil, “herkesin sorumluluğuna ve emeğine göre olsun” diye bu şekilde belirlenir.
Bu tutum toplum içinde aşırı uçlar meydana gelmesinin önüne de geçer. İslâm’da,
çok fakir ve de çok zengin kesim olamaz. Herkes hemen-hemen aynı şeyleri
alabilecek ücreti kazanır. Gelir düzeyinde aşırı farklılıklar olamaz. Bu yüzden
başkalarının yanında ezik duruma düşen ve boynunu büken insanlar olmaz. Tabi bu
durumun istismâr edilmesine de izin verilmez. Peygamberimiz, köle-sâhiplerine;
“onlara yediğinizden yedirin, giydiğinizden giydirin” der. Bu, “efendilerle
köleler arasında bile bâriz farklar olmasın” demektir.
Emekli maaşları ise herkes
için aynı oranda olur. Çünkü artık herkesin sorumluluğu eşit hâle gelmiştir.
İş-hayâtındaki “sorumluluk derecesi”nden doğan farklar emeklilikle birlikte
ortadan kalkmıştır. “Herkesin alışmış olduğu bir yaşam-tarzı ve hayat standardı
var, bu nedenle herkes aynı maaşı alamaz” gibi laflar ancak vahşi kapitâlizmin
hüküm sürdüğü yerlerde geçerli olabilir. O standardı nerede ve neden sağlamış
ki!.. Diğerinin hayat standardı neden düşük?. Evet; Kur’ânî iki kavram olan
“adâlet” (eşitlemek) ve “kıst”ı (hakkını vermek) bu şekilde hakkıyla
uygulanmalıdır. Tâ ki; kimseye haksızlık yapılmasın ve “servet birilerinin
elinde zamanla toplanıp da çoğalmasın” ve biri yerken diğeri bakmasın.
Modern hayat tahsil yapmış
olmayı “üstünlük” olarak görüyor. Çünkü modernizm akla tapmaktadır. Oysa
üstünlük iş ve emektedir.
Peki tahsil yapmış çalışanın
tahsilsiz çalışana göre üstün olması gerektiğinin delîli nedir?. Düşünsenize;
iki kişi var aynı mahâlleden yada aynı sokaktan. Bunlar aynı apartmanda yaşayan
komşu olabilirler yada bunlar ana-baba bir, iki kardeş veyâ baba-oğul da
olabilir hattâ bâzen karı-koca da olabilirler. Bunların biri tahsilli diğeri
ise ancak zorunlu eğitim kadar eğitim almış olsun. Bunlar sabah aynı saatte
yola düşüyorlar ve aynı iş-yerinde aynı saatte işe başlıyorlar. Biri mêmur biri
işçi. Mêmur geçiyor masasının başına, tak-tak mühür vuruyor yada bilgisayarda kayıt
yaparak akşama kadar oturuyor. Diğeri ise tuvalet temizliyor, paspas yapıyor.
Tamam, olabilir. O işi mêmur olan kişi daha iyi yapıyor olabilir. Bunda sorun
yok, otursun masasına, diğeri de paspasını yapsın. Fakat mêmur yorulmadan rahat
bir şekilde işini yaparken, işçi ise ağır ve hijyensiz şartlarda çalışıyor,
üstelik bir de mêmur ile arasındaki maaş farkı 2-3 katı bulabiliyor. Mêmur
meselâ 1.000 lira alırken işçi 300-400 lira alıyor?. Peki niçin?. Bunun mantığı
nedir?. Üstelik mêmur “mêmur” olduğu için cumartesi-pazar çalışmazken işçi icâbında
cumartesi günleri de çalışıyor. Hattâ çoğunlukla işe de mêmurdan 1-2 saat önce geliyor.
İşçilerin çoğu da gece-gündüz şeklinde vardiyalı olarak çalışıyor. Hepsinden sonra
sigorta primleri de “maaşlara göre” yattığı için emekli olduklarında da mêmurlar
işçilerden 2-3 kat fazla maaş alıyor?. Bu nasıl bir adâletsizlik ve nasıl bir
şerefsizliktir?. Böyle olmasını hangi Allahsız düşünüyor, uygun görüyor, düzenliyor
ve uyguluyor?.
İşin bir de sosyâl bir yönü
var. Mêmur ve işçi bayramlarda-seyranlarda bir-araya geldiklerinde birisi
maaşıyla ve rahat çalışma şartlarıyla övünürken diğeri boynunu büküyor, ezilip
büzülüyor. Emeklilikte artık yapılan işten dolayı bir sorumluk kalmamasına
rağmen maaş farkı aynen devâm ediyor. Buna îtirâz edildiğinde “herkesin bir
yaşam-tarzı ve yaşam-seviyesi var” diyorlar. Peki birinin yaşam-tarzı ve
seviyesi diğerinden niçin çok farklı oluyor?. Hadi çalışma hayâtında riskten ve
sorumluluktan kaynaklanan bâzı farklar oluyor. Peki emeklilikte niçin fark
oluyor?. İki taraf da bir karı bir koca. “Benim maaş yüksek olduğu için prim de
yüksekten yattı” diyor. Biri de çıkıp “ulan yavşak!, senin maaşın niçin fazla
ve primin neden fazla yatmış?” diye sormuyor.
O-hâlde tahsil, belli alanlarda
“daha rahat bir ortamda çalışmak için” olabilir. Çıraklıktan yetişenler ileride
yapacakları işi seçmiş oluyorlar. Vasıfsız olanlar ise zâten mevcut işi yapmayı
kabûl etmiş oluyorlar. Bunda çok da sorun yok. Fakat aralarındaki ücretler niye
emeklilikte de devâm edecek oranda 2-3 kat fark olacak şekilde farklı oluyor?.
Bu tartışmayı yapanlar müslümanlar
ise, kolaya kaçmak ve dereyi bulandırmamak için işi kadere bağlıyorlar ve “Allah
böyle nasip etmiş” diyorlar. Oysa bu, Allah’a atılmış bir iftirâdır. İslâm’da
öyle “olan yiyecek, olmayan yiyemeyecek” diye bir şey yoktur. Biri yer diğer
bakar, kıyâmet ondan kopar. İslâm’da, “olan olmayanla paylaşacak” diye bir emir
vardır ama daha da önemlisi, birinde çok olup da diğerinde az yada hiç
olmayacak bir durum olmamalıdır. İslâm’da kişinin rızkını ve yaşayış-şeklini
belirleyen “önceden yazılmış kader” diye bir şey yoktur ve bu “kadere îman”
denilen şey sonradan bâzı şerefsizler tarafından Mekke câhiliye uygulamasının
yeniden diriltilmesinden başkası değildir.
Rızkı
Allah verir. Rızkın garantisi Allah’tır. Birileri; “Allah rızkı çalışmadan verir
mi?” diyor. Evet verir. Allah, tabiat aracılığı ile bize çeşitli nîmetleri
bedâvaya, adâletli ve eşit bir şekilde sunuyor: “O, yeryüzüne, denge ve dayanıklık sağlayan dağları yerleştirdi. Onda
bereketler yarattı. Ve onda, azıklarını dört-günde takdir edip düzenledi.
İsteyip duranlar için eşit miktarda olmak üzere” (Fussilet 10).
Bir
araştırmaya göre doğa, hiç çalışılmasa bile kişi başına yıllık 800 dolar değer
üretiyor. Yâni, yağmur yağıyor, Güneş açıyor, ısı ve ışık oluşuyor,
otlar-bitkiler büyüyor, hayvanlar çoğalıyor, denizde balıklar vâr oluyor,
madenler oluşuyor vs. Hem de bunlar Allah tarafından garantilidir. Ne biter ne de
eksilir. Hava bedâva, su bedâva, ısı ve ışık bedâva, yenebilecek hayvanlar
bedâva, bitkiler bedâva, barınma yerleri (meselâ mağaralar) bedâva. Bize sâdece
tutmak ve toplamak kalıyor. Bu yüzden bir mü’min, “yarın ne olacağım” diye
endişelen(e)mez/endişelenmemelidir. En başta Allah’a güvenerek, çalışarak,
paylaşarak, isrâf etmeyerek/dengeli tüketerek ve rızkını arayarak, yaşamak için
gerekli olan ihtiyâçlar kolaylıkla karşılanabilir. Zâten açlığın, yoksulluğun-fakirliğin
asıl nedeni Dünyâ’daki rızıkların yetersizliği değil, adâletsiz/eşitsiz bir
gelir/değer dağılımıdır. Sorun, zenginlerin fakirler üzerindeki sömürüsü ve
zulmüdür.
İslâm’da ücretler ilk başta
ev-halkının sayısına göre belirlenir. Meselâ vasıfsız işçi olan ama 7 tâne
çocuğu olan bir kişi, en yüksek derecedeki mêmurdan bile daha fazla maaş alır.
Çünkü Allah her doğanın rızkına kefil olmuştur. İkinci kriter ise tahsil değil,
verilen emektir. Çünkü insana emeğinden başkası yoktur. Tahsil yapmış olmak
başta olmak üzere diğer kriterler ise şeytâni fitnelerden başkası değildir.
Yeryüzünün en derin uçurumu,
“zengin ile fakir arasındaki uçurum”dur.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Kasım 2023
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder