10 Temmuz 2023 Pazartesi

Allah’a Tapmak, İnsana Tapmak


“Biz yalnızca Sana ibâdet eder ve yalnızca Sen’den yardım dileriz” (Fâtiha 5).

 

Âyette, “biz sâdece Sana taparız” deniyor. Bunu namazlarımızda her gün defâlarca kez okuyoruz. Çünkü İslâm’ın temeli “sâdece Allah’a tapmak”tır. Allah tüm peygamberlerini ve tüm vahiylerini, “sâdece Kendisine” tapılsın diye göndermiştir. Çünkü tüm kâinâtı Allah yaratmıştır ve âhirette de her-şey O’nun kontrôlünde ve elinde olacaktır. O-hâlde yaratan kim ise, tapılmayı hak eden de o olmalıdır ki her-şeyi yaratan elbette Allah’tır. O-hâlde Allah’tan başkasına yada Allah ile birlikte başka şeylere ve kişilere tapmak küfürdür, şirktir, zulümdür.

 

İnsanlık târihi, “sâdece Allah’a tapmak” ile “Allah’tan başkasına yada Allah ile birlikte başkalarına ve başka şeylere de tapma”nın savaşımının târihtir. Modernizme gelene kadar Allah’a tapanlar bâriz bir üstünlüğe sâhipti fakat “sâdece Allah’a” tapanlar târih boyunca her zaman az sayıda olmuştur. “Sâdece Allah’a” tapanların dışındaki herkes, Allah’tan başkasına yada Allah ile birlikte başkalarına ve başka şeylere tapmıştır-tapmaktadır. Biz bu yazıda “Allah’a tapmak” derken “sâdece Allah’a” tapmaktan bahsediyoruz.

 

İnsan iki seçenek vardır; ya “sâdece Allah’a” tapar yada insana tapar. Üçüncü bir şık yoktur. İnsan ya kudreti, merhâmeti ve nîmetleri sonsuz-sınırsız olan âlemlerin Rabbi Allah’a, yada -en nihâyetinde- insana tapar. İnsan yıldızlara, Güneş’e, Ay’a, doğaya, doğa olaylarına, bitkilere, hayvanlara, taşa-toprağa-suya, soyut şeylere, meleklere, cinlere, kahramanlara, lîderlere, ideolojilere, fikirlere, maddeye, kadınlara, altına-gümüşe, paraya-mala-mülke vs. akla gelen-gelmeyen şeylere yâni kısaca maddî ve dünyevî şeylere taptığında, aslında insana tapmış olur. Çünkü bir fikir, düşünce, amel, eylem vs. ya Allah’a yada insana âittir. Zîrâ anlamlandırmayı yapabilecek başka bir varlık yoktur. İnsan bir puta taptığında bile aslında kendisine tapıyor demektir. Çünkü taptığı puta değeri yine kendisi vermiştir, onu kendisi şekillendirmiştir, o putta olmayan özellikleri ona kendisi yüklemiştir. Böyle olunca da aslında şöyle ilginç bir nokta açığa çıkar; insan ya “sâdece Allah’a” tapar yada Allah’ın yarattıklarına. İşte küfür de, şirk de zulüm de budur. Tevhid ise, her-şeyi yaratan ve varlığını devâm ettiren “Allah’a tapmak” demektir. Bu da “sâdece Allah’a tapmak” anlamına gelir.

 

Evet; insan ya “sâdece Allah’a” tapar yada Allah’ın yarattıklarına tapar. Allah’ın yarattıkları arasında anlamlandırma yeteneği ve akla sâhip tek varlık insan olduğu için; “insan ya sâdece Allah’a tapar”, yada “insana-kendisine tapar” sözü doğru bir söz olarak açığa çıkar. Eğer insan “sâdece Allah’a” tapmıyorsa, mutlakâ kendisine tapıyor demektir. Çünkü taptığı putlar ve her-şey yine insanın putlaştırdığı ve ilahlaştırdığı varlıklardır. O-hâlde târihte ya “sâdece Allah’a” tapılmıştır yada insana tapılmıştır. Tevhid, göklerde olduğu gibi yeryüzünde de “sâdece Allah’a” tapmak ve “her-şeyi O’nun denetimine vermek” demektir. Bu da yeryüzündeki her alanda; sosyâl, kültürel, ekonomik, hukûkî, kânûnî, askerî, siyâsî vs. her alanda Allah’a göre hareket etmeyi gerektirir. Allah’ın hesâba katılmadığı ve karıştırılmadığı her yerde ve her işte “insana tapılıyor” demektir.

 

Tasavvufta, “kime ve neye tapıyorsanız tapın, yine de Allah’a tapmış olursunuz” gibi küfür ve şirk içeren aptalca ve şerefsizce bir söz vardır. Oysa Allah’tan başkasına tapanlar “insana tapıyor” demektir. Putlara tapanlar, “putlar üzerinden insana tapıyorlar” ve küfre, şirke ve zulme düşerek affedilmeyecek tek günahı boyunlarına doluyorlar demektir.

 

Vahiy-merkezli olarak “sâdece Allah’a” tapmayanlar; mezheplerin, meşreplerin, târikatların, cemaatlerin, hiziplerin, partilerin vs. lîderlerine, şeyhlerine, efendilerine vs. tapar, zîrâ vahyin dediklerine ve peygamberlerin örnekliklerine göre değil de, bu kişilerin düşüncelerine, söylemlerine ve yönlendirmelerine göre yapıp-ederler. Peygamberimiz’in dediği gibi, onların din dediğini din olarak kabûl edip ona göre hareket ederler.

 

Muhyiddin İbn-i Arâbi’nin vahdet-i vücûd sapkınlığı bağlamında söylediği; “Allah’tan gayrı, ister taşa-toprağa, ister hayvana, ister eşyâya, ister puta, ister nefsine, ister şeytana vs. neye taparsan tap, aslında Allah’a tapmış olursun” sözü, hiç-bir temeli olmayan, boş, gereksiz, küfrü ve şirki zirveleştiren şerefsizce bir sözdür. Bu sözün doğrusu şudur: “Allah’tan başka neye taparsan tap, insana tapmış olursun”. 

 

Tapmak, “tapılana göre yapmak” demektir. “Kime göre yapıyorsanız ve edip-eğliyorsanız ona tapıyorsunuz” demektir.

 

Allah’a karşı sevgiden ziyâde korku ve haşyet önemlidir. Allah’a -sözde- âşık olanlar hiç-bir şey üzere değildirler. Allah’a karşı aşırı sevgi olmaz. Hattâ belki de Allah’a sevgi değil korku duyulur. Allah bizi sever ama biz O’ndan korkarız ve haşyet duyarız. Aşırı sevgi “insan tapmak” demektir. Çünkü aşırı sevgiyi de insan ortaya çıkarır. Hristiyanlar Hz. Îsâ’ya yâni bir insana aşırı sevgi besleyince onu insan, kul ve peygamber olmaktan çıkardılar da “Allah’ın oğlu” yaparak ilahlaştırdılar. İlahlaştırınca da artık Allah’a değil Îsâ’ya tapmaya başladılar:

 

“(Bu Kur’ân) ‘Allah çocuk edindi’ diyenleri uyarıp-korkutur. Bu konuda kendilerinin ve atalarının hiç-bir bilgisi yoktur. Ağızlarından çıkan söz ne (kadar da) büyük. Onlar sâdece yalan söylüyorlar” (Kehf 4-5).

 

“Kitap ehlinden olanlar, ancak kendilerine apaçık belge geldikten sonra fırkalara ayrıldılar. Oysa onlar, dîni yalnızca O’na hâlis kılan hanifler (Allah’ı birleyenler) olarak sâdece Allah’a kulluk etmek, namazı dosdoğru kılmak ve zekâtı vermekten başka şeyle emrolunmadılar. İşte en doğru (dimdik ve sapasağlam) din budur” (Beyyine 4-5).

 

Yahudiler de daha önce Üzeyir’i ilah edinmişlerdi:

 

“Yahudiler: ‘Üzeyir Allah’ın oğludur’ dediler; hristiyanlar da: ‘Mesih Allah’ın oğludur’ dediler. Bu, onların ağızlarıyla söylemeleridir; onlar, bundan önceki inkâr edenlerin sözlerini taklid ediyorlar. Allah onları kahretsin; nasıl da çevriliyorlar?. Onlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini ve râhiplerini rabler (ilahlar) edindiler ve Meryem-oğlu Mesih’i de.. Oysa onlar, tek olan bir ilah’a ibâdet etmekten başka bir şeyle emrolunmadılar. O’ndan başka ilah yoktur. O, bunların şirk koştukları şeylerden yücedir” (Tevbe 30-31).

 

Allah’ın “tek İlah ve tek Rab” olarak anılmasına ve tapılmasına katlanamayanlar mutlakâ insana taparlar. Çünkü başka bir seçenekleri yoktur. Zîrâ:

 

“Ve onların kâlbleri üzerine, onu kavrayıp anlamalarını engelleyen kabuklar, kulaklarına da bir ağırlık koyduk. Sen Kur’ân’da sâdece Rabbini ‘bir ve tek’ (ilah olarak) andığın zaman, ‘nefretle kaçar vaziyette’ gerisin-geriye giderler” (İsrâ 46).

 

“Sâdece Allah anıldığı zaman, âhirete inanmayanların kâlbi öfkeyle kabarır. Oysa O’ndan başkaları anıldığında hemen sevince kapılırlar” (Zümer 45).

 

Oysa Allah şöyle der:

 

“Ben, cinleri ve insanları ‘sâdece bana’ ibâdet etsinler diye yarattım” (Zâriyât 56).

 

Protagoras; “insan her-şeyin ölçüsüdür” der. Bu; “insan-aklının ve nefsinin her-şeyin ölçüsü olması” demektir. Oysa insan her-şeyin ölçüsü olamaz. O sâdece, -eğer Allah’ın emri doğrultusunda ideâl bir hayat yaşadıysa- “örnek insan” olabilir. Bu-bağlamda peygamberler “en güzel örneklikler”dir. Her-şeyin  ölçüsü, idâre edicisi ve çıkış-noktası olarak Allah’ı görmediğinizde, mecbûren insanı tanrılaştırır ve ona “her-şeyin ölçüsü” olarak tapmaya başlarsınız. Bu da Allah yerine insana tapmak anlamına gelir. Modernizm denilen melânet, Allah yerine insanı “her-şeyin ölçüsü” olarak görür ve insanı kutsar. Modernizm, Hümanizm bağlamında bir “insan tapıcılığı”dır.

 

İnsana ancak “insan gibi” yaşamak yakışır. “İnsan-altı” yada “insan-üstü” gibi yaşamak “insanca” değildir.

 

Modernizm; vahiy-merkezli yâni “Allah’a göre” olmaktan, akıl-merkezli yâni “insana göre” olmaya bir çevriliştir. Bu-bağlamda modernizmi kabûl eden müslümanların bilgi ve düşünceleri yanlış (câhiliye) olduğu gibi, inançları da sorunludur. Zîrâ modernizmde tevhid yara alır ve “sâdece Allah’a tapmak” düşüncesi ve eylemi kaybolur. Bunun yerine ise insana yâni “insana has” olana tapılmaya başlanır.

 

İnsanın, yapısına göre davranması da “insana tapmak”tır. Allah’ın vahyi kişinin hayat sürecinde oluşan yapısına, huyuna, âdetine, geleneğine vs. aykırı olsa bile yine de vahye uyması gerekir. Çünkü vahiyden uzak kalmış olan insan sapmıştır ve vahiy onu fıtrata, doğal olana ve normâle döndürür. İnsanın hayat boyunca kazanmış olduğu huyu da vahye uygun değilse vahye göre değişmelidir. Meselâ müslüman olduğunu söyleyen bir kişi yumuşak ve naif bir yapıya sâhip olduğunda o kişinin üzerinden İslâm’ın emirleri ve nehiyleri kalkmış olmaz. Çünkü din değiştiricidir, vazgeçiricidir, güç vericidir, dirâyet kazandırıcıdır. Buna rağmen yine de değişmeyen kişi, o dînin dindarı olmuş olmaz.

 

Dîni kendi düşüncesine, bilgisine, görgüsüne, âdetine, geleneğine, arzularına, isteklerine, ihtiraslarına, inançlarına vs. yorumlayanlar ve -sözde- yaşayanlar, Allah’a değil, kendilerine yâni insana tapmaktadırlar.

 

Modern insan apaçık bir şekilde insana tapıyor ve bunu en çok da “akla tapma” üzerinden yapıyor. Aklın târihte hiç olmadığı kadar önemsenmesi ve hattâ akla tapınılması bu nedenledir. Zîrâ akla tapmak da aslında insana tapmak demektir. İnsana tapmak ise nefse tapmaktır, tâğutlara tapmaktır. Bunlara tapmak elbette şeytanın ayartmasının bir sonucudur.

 

Modern insan Allah yerine; lîderleri, önderleri ve kahramanları ilahlaştırmıştır. İlahlaştırdıklarını ise -hâşâ- Allah, peygamber, melek ve ilah” gibi görmektedir. Zâten öyle olur; sâdece Allah’a tapmayanlar Allah’ın yarattıklarını yâni Allah’tan başka her-şeyi ilahlaştırırlar ve onlardan medet umarlar.

 

Michael Jackson öldüğünde bir kız, “ben şimdi kime inanacağımı bilmiyorum” demişti. Çünkü Allah’a tapmadığı için yada sâdece Allah’a tapmadığı için bir insana tapıyordu ki ona göre tapılmayı hak eden en üstün kişi, tüm Dünyâ’ca tanınan ünlü kişi Michael Jackson’dı. Oysa Allah bize Kur’ân’da Hz. İbrâhim üzerinden Allah’tan başkalarını ilahlaştırmanın ve tapmanın saçmalığını ve boş oluşunu öğretir:

 

“Hani İbrâhim, babası Azer’e (şöyle) demişti: ‘Sen putları ilahlar mı edîniyorsun?. Doğrusu, ben seni ve kavmini apaçık bir sapıklık içinde görüyorum’. Böylece İbrâhim’e, -kesin bilgiyle inananlardan olması için- göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk. Gece, üstünü örtüp bürüyünce bir yıldız görmüş ve demişti ki: ‘Bu benim rabbimdir’. Fakat (yıldız) kayboluverince: ‘Ben kaybolup-gidenleri sevmem’ demişti. Ardından Ay’ı, (etrâfa aydınlık saçarak) doğar görünce: ‘Bu benim rabbim’ demiş, fakat o da kayboluverince: ‘Andolsun’ demişti, ‘Eğer Rabbim beni doğru yola erdirmezse gerçekten sapmışlar topluluğundan olurum’. Sonra Güneş’i (etrâfa ışıklar saçarak) doğar görünce: ‘İşte bu benim rabbim, bu en büyük’ demişti. Ama o da kayboluverince, kavmine demişti ki: ‘Ey kavmim, doğrusu ben sizin şirk koşmakta olduklarınızdan uzağım’. Gerçek şu ki, ben bir muvahhid olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana çevirdim. Ve ben müşriklerden değilim” (En-âm 74-79).

 

İdeolojiler üzerinden “Allah’tan başka şeylere tapmak” çok yaygındır. Bu-bağlamda en çok da cumhûriyete, demokrasiye, lâikliğe, komünizme, sosyâlizme, kapitâlizme, feminizme ve modernizme tapılmaktadır. Bu ideolojilere tapmak aslında bunlar üzerinden insana tapmak demektir. Çünkü Allah’ın kânunları ve hâkimiyeti yerine bu beşerî zırvalıklara güvenilmekte ve inanılmaktadır. Hâlbuki bunların şimdiye kadar tüm toplumu kuşatan bir faydası olmamıştır. Zâten “daha fazla demokrasi”, “daha fazla modernlik”, “daha fazla lâiklik” vs. denmesi bu nedenledir. Bu zırvalıklar hiç-bir zaman bütüncül bir fayda sağlamamıştır ve sağlayamaz da. 

 

Demokrasi ve oy kullanmak, insanın tanrılaşmasına imzâ atmaktır. Oy kullanmak; “Allah bizim işimize karışmasın” demektir. İslâm’a aykırı olarak egemenliğin kayıtsız-şartsız -Allah yerine- insana verilmesi, Allah yerine insana tapmak demektir.

 

Allah’a tapmayınca ve “sâdece Allah’a” tapmayınca mecbûren insana ve insan-ürünü şeylere tapılmak zorunda kalınacaktır. Çünkü başka bir seçenek yoktur.

 

Sâdece Allah’a tapmaktan imtinâ edenlerin, en nihâyetinde nefislerine tapmaktan başka çâreleri kalmaz. Nefislerine tapanlar insana yâni kendilerine tapıyorlar demektir.  

 

“(Yer) üzerindeki her-şey yok olucudur; Celâl ve ikrâm sâhibi olan Rabbinin yüzü (kendisi) bâkî kalacaktır” (Rahmân 26-27).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Temmuz 2023

 

 

Devamını Oku »

Yavan Yaşamlar Üzerine


“Bilin ki, (tek-başına) dünyâ-hayâtı ancak bir oyun, ‘(eğlence türünden) tutkulu bir oyalama’, bir süs, kendi aranızda bir övünme (süresi ve konusu), mal ve çocuklarda bir ‘çoğalma-tutkusu’dur. Bir yağmur örneği gibi; onun bitirdiği ekin ekicilerin (veyâ kâfirlerin) hoşuna gitmiştir, sonra kuruyuverir, bir de bakarsın ki sapsarı kesilmiş, sonra o, bir çer-çöp oluvermiştir. Âhirette ise şiddetli bir azap; Allah’tan bir mağfiret ve bir hoşnutluk (rızâ) vardır. Dünyâ-hayâtı, aldanış olan bir metadan başka bir şey değildir” (Hadîd 20).

 

Yavan: “Yağı az. Katıksız. Yoz. Hoşa gitmeyen, tatsız. Görgüsüz, bilgisiz. Sertliği az olan” anlamlarındadır.

 

Son 200 yıldır Dünyâ’ya hâkim durumda olan modernizm, Allah’a, âhirete, gayba, vahye, kitaplara, peygamberlere ve dîne dayanmaktan kopup, insana, akla, doğaya, maddeye, şeytana, nefse, arzulara, ihtiraslara ve tâğutlara dayanmaya başladığından bêri, yâni vahiy-merkezlilikten, hak-merkezlilikten insan ve akıl-merkezliliğe döndüğünden bêri her-şeyin tadı-tuzu kaçtı ve zamanla bir yozlaşma ve yavan bir yaşam-şekli ortaya çıktı. Modernizm denen şey işte budur. Hz. Îsâ’nın değişiyle, Dünyâ ve insanlar dışı bembeyaz ama içi kapkara olan “badanalı kabirler”e dönüştü. İnsanların çoğu câhil ve nefsinin esiri olmuş olduğu için, haz ve hız çağı olan mevcut Dünyâ’dan hoşlansa ve onu “ilerilik” olarak görmüş olsa da, bu sâdece -görece olarak- dış-âlem için böyledir. Fakat insan tek-boyutlu bir varlık olmadığı için, hesâba katmadığı ve ilgilenmediği iç-âlemi tam bir mezar ve tam bir kanalizasyon gibidir. Bir türlü tatmin ve ikna olmaması, doyuma ulaşamaması, ne beklediğini bilmediği bir beklenti içinde olması ve gün geçtikçe sonu cehenneme çıkacak olan büyük bir boşluğa doğru yuvarlanması bu nedenledir.

 

İnsan ve akıl-merkezlilikte akıl, vahyin değil de nefsin yönlendirmesinde olduğu için hakka meyledeceğine bâtıla doğru meyletmektedir ve bâtıl ve sahte bir uygarlık ortaya çıkarmaktadır. Üstelik nefse çok uygun olan bu sahtelik, insanları da “sahte insanlar” hâline getirmektedir. Sahtelikler ve sahte insanlar hayâtın tadını-tuzunu kaçırmış ve yavan bir yaşam meydana getirmiştir. Her-şey sahtedir ve her-şey kokuşmaya başlamıştır. Tuz mesâbesinde olan insan da sahteleşince yâni “tuz” da kokmaya başlayınca, insanlar artık sahteye teslim olmak zorunda kalmışlar ve “ne olursa-olsun modern olan” demeye başlamışlardır. Oysa modern olan sahte olmak zorundadır. Zîrâ hakîkati bölüp parçalayınca o şey hakîkat olmaktan çıkar ve sahteleşir, sahteleşince ise yozlaşır ve yavanlaşır. Modernite bir parçalama uygarlığıdır. İnsanın rûh tarafını iptâl edip sâdece beden tarafına meyledince ve sâdece maddeye yönelince, her-şey sahte ve yavan olmuş olur. Çünkü bir şeyi hakîkatinden ve rûhundan ayırdığınızda o şey hak olmaktan çıkar ve geriye sahte ve yavan bir yaşam kalır. Bu da “yaşamak” demek değil, sâdece “Dünyâ’da bulunuyor olmak” demektir. Açıkçası yavan bir yaşam üzere olmak ve ölmek, âhirette de yavan bir sonuçla karşılaşmayı getirir.

 

Emr-i bi’l mâ’ruf ve nehy-i ani’l münker=“iyiliği emretmek ve kötülüğü kaldırmak” İslâm’ın ana kuralıdır. İslâm bu kuralı hayâtın her alanında işletir ve hâkim kılmaya çalışır. İslâm’a göre hayâtın hiç-bir alanı İslâm’sız olamaz. Zîrâ İslâm’sız kaldığında her-şey yavanlaşır ve tuzu-biberi olmayan bir yemeğe döner. Çünkü İslâm, tüm kâinâtın, tüm Dünyâ’nın ve tüm insanlığın tuzudur, biberidir. Hem tat verir hem de kokmasını önler.

 

Îman, ibâdet, mücâdele, sabır, direniş, takvâ, paylaşma, hicret, kardeşlik, devlet, cihad, savaş ve medeniyetten yoksun ve kopuk bir yaşam, yavan bir yaşamdır. Böyle bir dünyâyı ancak, tek-dünyâlı olanlar yâni âhirete inanmayanlar yada güçlü bir âhiret inancı ve endişesi olmayanlar ister. Lâkin sünnetullah ve imtihan kıyâmete kadar süreceği için insan bunlarla mutlakâ karşılaşmak zorunda kalacaktır. Bu nedenle cihad etmekten ve savaşmaktan kaçan toplumlar, birilerinin güdümünde ve şeytânî bir sistemde yavan yaşamlar yaşamaya mahkûm hâle gelecektir.  

 

Modern insan, nefse, zevke, hazza, arzulara, ihtiraslara hitâp etmeyen ve şeytanı memnun etmeyen her-şeyi yavan buluyor ve böyle olmayan her-şeyden iğreniyor. Çünkü hayâtını sürekli olarak kendinden geçmiş hâlde, haz, zevk ve neşe içinde geçirmek istiyor. Zîrâ modern dünyâ nefisleri kamçılamış, kışkırtmış ve azdırmıştır. Modern insan bu nedenle bir türlü doyuma ulaşamamakta ve tatmin olmamaktadır. Böyle olduğu içindir ki her geçen gün daha fazlasını arzulamakta ve hazza ve zevke en yüksek seviyede ve dozda erişmek istemektedir. Lâkin dediğimiz gibi, insan tek-boyutlu bir varlık olmadığı için, bir kâlbe, bir rûha, bir bilince de sâhip olduğundan ve bunların da tatmin edilmesi şart olduğundan dolayı, insan, tüm kâinâtı bir hap hâline getirip yutsa ve vücûduna almış olsa da, tatmin olup doyuma ulaşamayacaktır. Zîrâ madde, insanı tüm yönleriyle tatmin edebilecek özelliklere sâhip değildir. Çünkü insan sâdece maddeden müteşekkil bir varlık değildir. İnsanın bir de, beslenip tatmin edilmesi gereken bir kâlbi, rûhu ve bilinci vardır. İnsan, iç-âlemi tatmin edilmediğinde ve sâdece dış-varlığına yönelindiğinde tatmin olması imkânsız olan bir varlıktır. Zâten insanı yaratan Allah bu nedenle şu âyeti göndermiştir:

 

“Bunlar, îman edenler ve kâlpleri Allah’ın zikriyle mutmain olanlardır. Haberiniz olsun; kâlpler yalnızca Allah’ın zikriyle mutmain olur” (Ra’d 28).

 

Evet; modernitenin insanı getirdiği yer îtibârıyla, modern insanın buhrânı, bunalımı, tatminsizliği, doyumsuzluğu, azgınlığı ve domuzluğu, iç-âlemden kopuk yaşamanın bir cezâsı ve sonucu olarak “yavan yaşamlar” yaşamasıdır. Zîrâ Allah yoksa anlam yoktur, âhiret yoksa imtihan yoktur, vahiy ve peygamber yoksa bir ölçü yoktur, tüm bunlar olmadığında bir keşmekeşlik vardır ve bu da sonunda tatsız-tuzsuz yavan yaşamlar ortaya çıkarmıştır. İnsanların gün geçtikçe hayattan zevk alamaması ve anlamsız bir şekilde sağa-sola savrulup durmasının nedeni budur.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Temmuz 2023

 

 

Devamını Oku »

Çürüme


“Allah’ın dışında başka veliler edinenlerin örneği, kendine ev edinen örümcek örneğine benzer. Gerçek şu ki, evlerin en dayanıksız olanı örümcek evidir; bir bilselerdi” (Ankebût 41).

 

Dıştan bakıldığında ne kadar parlak ve pürüzsüz görünse de modern dünyâ ve modern insan çürümeye başlamıştır. Dünyâ, Hz. Îsâ’nın “badanalı kabir” dediği yer hâline gelirken, insan da badanalı kabirlerde yatan cesetlere dönmüştür.

 

Rûhun olmadığı her-yerde ve her-şeyde bir çürüklük vardır. Modern insanın kokuşmuşluğunun nedeni budur. Ruhsuzlukla mâlûl olan modern insan, ağır bir buhrân, bunalım ve boşluk içindedir. Ruhsuzluktan kaynaklanan bunalıma ve buhrâna karşı, ruhsuz olan modern ürünlerle çâre bulmak da mümkün değildir. Çünkü bir derdin çâresi, o derde neden olan şey olamaz. Ruhsuzluğun çâresi farklı bir ruhsuzluk olamaz. “Daha fazla ruhsuzluk” ruhsuzluğun çâresi değildir.

 

Modernizm sürekli olarak yenilik ister, çünkü yenilikten beslenir. Bu-bağlamda Modernizm, “tekrârın olduğu yerde çürüme olur” der, İslâm ise bunun tam zıddını söyler ve ibâdetlerin en makbûlünün düzenli olarak tekrar eden ibâdetler olduğunu söyler.

 

 İnsanı çürüten ve kokutan şey, maddî bedenine bakmamasından ziyâde, rûhuna iyi bakmamasıdır. Zîrâ tüm çürümeler gibi modern insanın yaşadığı çürüme de içten başlamıştır. İnsanın rûhu çok gerilerde ve silik kalmıştır. Bu da çürümeyi başlatmıştır. İç çürükse bir-anda çürüklük dışta da gözükmeye başlar. Elmanın içi çürümeye başlayınca dışını da çürütür ve o elma artık dalında duramaz. İnsan da çürümeye bir-kez başladığında dalından kopar ve savrulup gider. Tevhid ise insanın çürüğünü temizler ve kişiyi tâzeler. Zîrâ tevhid, rûhun ilacıdır.  

 

Seküler güç, para, iktidar; siyâset insanı çürüten şeylerdir. Zîrâ bu seküler etkenler ahlaksızdır ve bu yüzden de insanı ilk başta ahlâken çürütmeye başlarlar. Modern insan ise, târihte hiç olmadığı oranda bir ahlâksızlıkla mâlüldür. Klâsik insan gibi modern insan da 2S, 2Ş ve 1C nedeniyle çürümektedir. Servet-siyâset, şehvet-şöhret ve cehâlet modern insanı târihte hiç olmadığı oranda çürütmektedir. Öyle ki bu çürümenin kokusu tüm Dünyâ’yı sarmıştır.

 

Allah’ın kâinâta koyduğu en temel ve en doğru yasa Termodinamiğin İkinci Yasası olan Entropi Kânunu’dur. Bu yasaya göre her-şey zamanla bozulmaya, çürümeye, erimeye ve yok olmaya doğru gider. Fakat artık Modernizm ile birlikte çürüme çok hızlanmıştır. Zîrâ Entropi ile başa çıkacak “tuz” olan tevhidten uzaklaşılmıştır. Modern tuzlar ise işe yaramamaktadır çünkü modern tuzlar da kokmaya başlamıştır. İnsanlığa, hayvan, bitki ve tüm Dünyâ’ya “tevhid tuzu” gerekmektedir. Tevhid tuzunu Allah bize Peygamberimiz’e vahyettiği Kur’ân ile indirmiştir. 

 

Günümüzde bütün yeryüzü ve gökyüzü, hevâ ve heveslere tâbi olmanın sonucunda ortaya çıkan çürümenin ve kokuşmanın sıkıntısını çekiyor. Zîrâ toprak, su, hava, gıdâ vs. hep ifsâd oldu, bozuldu, kirlendi. Toplumlar da kirlendi ve kokuştu. İşte bu fitne, fesad ve kirlilikten ve kokuşmuşluktan arınmanın tek yolu, tekrar “Hak’tan gelen hakka” yâni İslâm’a tâbi olmaktır. Tüm dünyâ ve tüm insanlar tevhid tuzu ile tuzlanmadıkça çürüme ve kokuşma bitmeyeceği gibi zamanla fazlalaşacaktır.

 

Batı ve batı zihniyetine sâhip olanlar, ahlâken dibe vurmuşlar, ağır bir buhrâna ve bunalıma düşmüşlerdir. Bu bunalımdan kurtulmak için de maddî gelişmeyi “tampon” olarak kullanmaktadırlar. Fakat içten çürüme fazlalaştıkça dışarısı da çürümeye başlayacak ve sistem günü geldiğinde -sünnetullah gereği- bir fiskeyle yıkılıvereceklerdir. Çünkü batı, Hz. Îsâ’nın diliyle söylersek; “badanalanmış kabirler” gibidir.

 

 Çürüyenler diğerlerini de çürütürler. Yarısı çürük bir elmanın çürük kısmı kesilip atılmazsa diğer yarısını da çok kısa zamanda çürütecektir. Diğer yarısı ise, ne kadar sağlam olursa-olsun, çürük olan diğer yarımı sağlamlaştıramayacaktır.

 

Fizîki-zihnî-ruhsal yapısına uygun olmayan bir çocukluk yaşamış, hayatta zor travmalarla karşılaşmış, fantastik zihne sâhip, aynı-zamanda da tembel, korkak, pısırık, dağınık, kıçını zorlamayı sevmeyen -çünkü bâzı târikatlarda zorluklara girilmesi istense de, felsefî tasavvufta kimse kimseden bir zorluğa girmesini istemez- kişilerin ve hayatta bir “yer” edinememiş olanların sığındığı çürük bir limandır tasavvuf. Tasavvuf çok çürük bir temele sâhip olduğu için bağlılarını da çürütür ve olmayacak işler yaptırır. .

 

Türkiye mevcut zaman ve durum olarak madden gelişmiş ve yükselmiş olsa da, hak-hakîkat, adâlet-eşitlik ve ahlâk olarak çürümüş, kokuşmuş ve çökmüş durumdadır. Zâten son 20 yılda Dünyâ’da ahlâken, karakter olarak ve adâlet noktasında en çok bozulan, çürüyen ve kokuşan toplum, -modernizm ve post-modernizm yıkıcı etkilerine karşı durmadığı için- Türk toplumu olmuştur.

 

Modern bilimsel teoriler, “henüz çürütülememiş” ama çürümesi ve çürütülmesi kaçınılmaz olan teorilerdir. Modern-bilim, “çürütülmüş-çürütülecek teoriler” üretme uygarlığıdır. Teori konusunda da sürekli yenilik ister.  

 

Modern teorilerin çarçabuk çürütülmesinin ve yıkılmasının nedeni bellidir. Modern-bilim, fâni ve geçici olana dayandığı için teorileri de fâni ve geçici olur. Modern-bilime yönelmek Dünyâ’ya-maddeye yönelmek ve bunları dayanak yapmaktır. Ne hazindir ki dayanak yaptıkları şey çok çürük bir dayanaktır. Zîrâ fânî olan bir dayanaktır.

 

Felsefe, eleksiz yaklaşılmaması gereken bir alandır. Bu nedenle de felsefe ancak “din eleği” ile elendikten sonra faydalı olabilir. Çünkü felsefenin çürüklerini ayıklayabilecek olan şey sâdece din’dir ki bu din de elbette, tek hak din olan İslâm’dır.

 

Evrim Teorisi’ne yâni “zayıf, güçsüz, hasta ve çürük olanların yok olması ve güçlülerin hayâta devâm etmesi ve de bir sonraki nesle genini aktarması” olayı, sâdece hayvanlar için mi geçerli olmuştur?. Bitkiler için de geçerli değil midir bu?. Çünkü onlar da canlıdır ve onların da Evrim ile birlikte “mükemmel bitkiler” olmaları gerekir. Meselâ patates, biber, domates, patlıcan vs. gibi sebzelerin, Evrim’den dolayı mükemmel olmaları yâni iri, sağlam ve sağlıklı olmaları gerekir. Yabâni bitkilerin de böyle olmaları gerekir. Fakat bakıldığında bitkilerin yâni meyve ve sebzelerin neredeyse yarısının çürük, zayıf ve ezik olduklarını görürüz. Üstelik irili-ufaklıdırlar ve tatları da aynı değildir. Peki neden böyledir?. Evrim’e göre milyonlarca yıldır en ideâl hâllerine ulaşmış olmaları gerekmez miydi?. Yaban armutları en ideâl şekilde olmaları gerekmez miydi?. Evrim Teorisi buna cevap veremez. Zîrâ kendisi de çürük bir teoridir.

 

Beşerî ideolojiler de çürüktür. Özellikle demokrasi çürük bir ideoloji ve yönetim-şeklidir. Bütünsel anlamda bir yaraya merhem olmaz da zengin kurucularını daha da zengin etmekten başka bir işe yaramaz. Çürük bir metottur demokrasi. Çürük sistemler sağlam adamlar çıkaramayacağı için kim gelirse-gelsin çürüklük kendini gösterecek ve umutlar hep suya düşecektir.

 

Modernizm, bir “çürüklük-sağlamsızlık uygarlığı”dır. Modernizmde hiç-bir şey uzun-ömürlü olmaz. Çünkü zâten modernizm her-şeyin kısa-ömürlü olmasından beslenir. Her-şey dayanıksız olsun, hemen eskisin de yenisi üretilsin ve satılsın ister. Zîrâ modernizm, varlığını ancak böyle olursa sağlayabilir ve sürdürebilir. Sonuçta da modernizmin ürettiği ürünler görünüşte parlak ve pürüzsüz olsa da aslında sağlam değildir, çürüktür ve kısa-ömürlüdür. Modernizm bir çürüklük uygarlığıdır.

 

Şeytânî-beşeri çürük yapıları tâdilatla falan düzeltemez ve sağlamlaştırmazsınız. Yıkmadan yapmakla yâni tâdilatla bu iş olmaz. “Dünyâ’nın sağlam bir düzeni için tâğutların çürük düzenini yıkmak” şarttır. Evet, bâzen düzeni sağlamak için mevcut düzeni yıkmak gerekir. Çürük ve bâtıl düzenlerin üzerine sağlam ve hak düzenler kurulamaz çünkü. Bu bozuk düzeni yıkmadan bu düzensizlikten kurtulmak mümkün görünmüyor ve bu yapı yıkılmadığı müddetçe de düzensizlik artarak devâm edecek ve şeytan Dünyâ’da egemenliğini güçlendirerek sürdürmeye devâm edecektir. Yıkmadan yapmakla/tâdilatla bu iş olmaz. Çürük temelin üstüne sağlam binâ kurulamaz. Bir-zaman sonra çatırdamaya başlar çünkü. Bu yüzden ilk-önce mevcut paradigmanın yıkılması, sonra da İslâmî hakîkatin ve düzenin hayâtın tam ortasında kurulması gerekir. Çürük bir temel üzerine ancak “gecekondu” yapılır ki, bu virâneyi yıkmak için “kepçe”nin ne zaman geleceği de belli olmaz.

 

Mâkûl bir süreçten sonra “hareket”e geçirmeyen bilgi, yozlaşmaya ve yozlaştırmaya başlar. “Hasat”a zamânında başlanmalıdır. Aksi-hâlde çürüme kaçınılmazdır. Modern müslümanların bir türlü amel-eyleme dönememelerinin nedeni hasada zamânında başlayamamalarıdır.

 

Toplumların zayıflaması, yozlaşması, çürümesi ve yıkılması; lüks, isrâf ve refah özlemiyle başlar. Bunlar zamanla toplumu zayıflatır, yumuşatır, çürütür ve yok eder.

 

İnsanları çürüten şeyler, “işlerine gelen şeyler”dir. Tabi çürümesini engelleyecek olan şeyler de “işlerine gelmeyen şeyler” olacaktır. İnsanın işine gelemeyen ve kendini zorlayan şeyler onu dik ve diri tutarak çürümekten korur.  

 

Şirkin karıştığı işler çürük olur ve bu yüzden de şirk koşulduğunda yapılan her-şey boşa gitmiş olur. Yapılanlar boşa gider ve Dünyâ’da bir süreliğine fayda verse de âhirette bir yararı olmaz. Bu nedenle batı’nın-modernizmin yaptıkları işler aslında örümcek ağı gibidir, gösterişli ama zayıftır, zîrâ köksüzdür, çürüktür.

 

Bir çürük ipliğe hülyâ dizmemek için tevhid-merkezli olmak şarttır. Çünkü tevhid çürümez, çürütmez, kokmaz ve kokutmaz. Bâtıl ise çok dayanıksız ve çürüktür, bu nedenle de bir-anda yok olup gidebilir. Hak geldiğinde bâtılın def olup gitmesinin nedeni budur.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Temmuz 2023

 

 

Devamını Oku »

Abartmak

 

“Sonunda şeytan ona vesvese verdi; dedi ki: ‘Sana sonsuzluk ağacını ve yok olmayacak bir mülkü (mülkü lâ yeblâ) haber vereyim mi?” (Tâ-hâ 120).

 

Şeytan insanı abartıyla kandırır ve ayartır. Şeytanın insanı en çok kandırdığı ve ayarttığı zamanlar Modernizm denilene zamanlardır. Zîrâ moderniteyle birlikte her-şey çok abartılmaya başlamıştır. Zâten Modernizm bir “abartı uygarlığı”dır. Yemede, içmede, giymede, gezmede vs. her-şeyde alabildiğine bir abartma vardır.

 

Abartılan şey zıddına döner. O şey “olmamış” gibi olur. Meselâ yeme-içmeyi çok abarttığınızda mîdemiz bozulur ve istifrâ ile başa dönmüş olursunuz.

 

İslâm çok dengeli bir din’dir ve abartıya yer vermez. İnsanları evlerine, okula, iş-yerlerine vs. bağlamayıp “çıkın da bir gezin görün” derken, bir yandan da gezmeyi abartarak “hiç evde kalmama durumu”nu da, özellikle gezmeyi erkeklerden daha fazla seven kadınlar üzerinden kısıtlar ve “oturun evlerinizde” der.

 

Modern insan abartmayı çok seviyor. Abarta-abarta yiyor, içiyor, giyiyor, geziyor vs. her-şeyi abartıyor. Çünkü iç-âlemden kopmuş durumdadır ve iç-âleminde kanayan yarayı dışarıdan tampon yaparak durdurmaya çalışıyor. Bu da bol-bol, döke-saça ve isrâf ede-ede tüketmeyi yanında getiriyor.

 

Modern dünyâ’da bilgi ve bilmek fazla abartılıyor. Bilenlerle bilmeyenler bir olmaz ama “yapanlarla yapmayanlar” da bir olmaz. Hattâ yapanlar yâni sâlih amelde bulunanlar bilenlerden üstündür. Meselâ hiç limon görmemiş ama limon hakkında 1.000 kitap okumuş olan birine göre limonu bir kere yalamış olan kişi daha bilgilidir ve daha doğru bilgiye sâhiptir.

 

Abarta-abarta yiyip-içebilmek ve giyinip-gezebilmek için bir barış ortamı gerektiği için “savunma savaşı” çok abartılıyor ve İslâm’da savaş sanki sâdece savunma savaşı gibi gösterilmek isteniyor. Savaş savunma savaşına indirgendiğinde ve savunma savaşı söylemi abartıldığında, aynen Hristiyanlık’taki gibi “savunma savaşı yapmak” bile kötü görülmeye başlanır. Hristiyanlık başlangıçta, “dîni savunmak için bile, hiç-bir şartta öldürme hakkı yoktur” düşüncesindeydi. 11. yüzyıldan îtibâren Augustinus tarafından geliştirilmiş olan “haklı savaş” bâzı durumlarda, belli şartlarda ve sınırlar içinde hristiyanlara öldürme hakkı verir. En sonunda da savaşa “kutsal savaş”a döner. Haçlı Seferleri bunun örneğidir. Yâni bir abartma ifrat yönünden tersine bir abartma ile tefrite dönebiliyor.

 

Araştırma abartıldığında araştırılan şeyin yapısı ve büyüsü bozulur. Zâten bir-çok şeyin araştırılmasının bir faydası yoktur ve faydasının olmaması, zararının olması anlamına gelebilir.

 

Modern insan tâtili çok abartıyor. Tâtil çok abartılıyor ve insan için “her-şey” demek hâline getiriliyor. Modern insan tâtil yapmadığında yaşadığını hissedemiyor. Bu nedenle modern birey için tâtil en önemli şeydir. Çünkü hazzı ve zevki en yoğun bir şekilde ancak tâtilde yaşayabilecektir. Rûhunu hapsetmiş olduğu için buhrandan-buhrâna giren modern insan, oluşan boşluğu -güyâ- tâtil yaparak ve bedenini ödüllendirerek doldurmaktadır. Âhiret inancı ve cennete îman olmadığı için Dünyâ’yı cennete çevirmek en önemli şeydir onun için. O yüzden modern insan tâtile çıkamamayı bir felâket olarak görür.

 

“Doğal matematik”e eyvallah fakat matematik, doğaldan nefret eden modernliğin sonucunda abartılmış ve merkeze konmuştur. Gerçek doğada, ne dâire, ne üçgen, ne de doğru çizgi vardır. Bu nedenle matematiksel biçimlerin dilini öğrenmek boşunadır. Çünkü doğa kitabı onlarla yazılmamıştır. Beşerî düşünce ve sistemler ortaya çıktıkça gelişmiştir matematik. Tabî ki doğal bir matematikten de bahsedilebilir. Bu matematik (ki buna aslında “meta-matik” demek daha doğru olur) rûhu ve anlamı iptâl etmez.

 

İnzivâ abartıldığında kafayı yemek kaçınılmazdır. Çünkü emredilen bir şey varken emredilmeyeni yapmak, sünnetullah gereği cezâlandırılır ki bu cezâ en çok da “psikolojik bir cezâ” olarak tezâhür eder.

 

Günümüzde müslümanın öncelikli eleştirisi, “modernizm eleştirisi” olmalıdır. Modernizmi eleştirmeyenler, İslâm’ı eleştirmeye başlarlar-başlıyorlar. Fakat eleştiriyi de abartmamak gerekir. Zîrâ fazla eleştiri, her tür düşünceye karşı bir bağışıklık oluşturur ve artık olumlu bir düşüncenin de bir kıymeti kalmaz.

 

Son 200 yılda büyük bir düşüş yaşayan müslümanlar bunun nedeni olarak “vahyin idrâkinden ve kılavuzluğundan uzaklaşılmış ve sapılmış olduğu” haklı ve doğru olarak tespitini yaptılar. “Kur’ân’ın bilinci ve Sünnet’in eyleminden uzaklaşılınca, müslümanlar yöneticiyken “yönetilen” durumuna düşmüştür” tespitini doğru olarak yaptılar. Bu konuda haklıydılar ve hızla vahyi okuma-anlama yoluna girdiler. Zâten o anda başka yapacak bir şey yoktu yada bir şeyler yapmaya -Sünnet’i de göz-önüne aldığımızda- böyle başlanırdı. Tabi işin sâdece ilmî ve teorik yönüne dönme düşüncesi çok abartılınca, pratik alanın daralması ve sonuçta da müslümanların pratiklikten uzaklaşması kaçınılmaz oldu-oluyor.

 

Peygamberimiz kendisine “Allah’ın kulu ve resûlü” denmesini istemiş, aşırı abartmalardan ve övgülerden rahatsız olmuş ve abartılı şekilde seslenilmesini yasaklamıştır. Kendisi hakkında aşırı gitmemeleri husûsunda zaman-zaman sahâbe-i kirâm’ı uyarmış ve kendisinin de tıpkı onlar gibi bir beşer olduğunu vurgulamıştır. Hadis kitaplarında bununla alâkalı bir-çok hadis ve rivâyet bulunmaktadır. Bunlardan iki tânesi şöyledir:

 

Ömer b. Hattâb, “Hz. Peygamber’i şöyle derken işitmiştim” demiş ve şu rivâyeti aktarmıştır: “Hristiyanların Meryem oğlu Îsâ’yı aşırı sûrette methettikleri gibi sakın sizler de beni methederken aşırı gitmeyin!. Şüphesiz ki ben sâdece Allah’ın ku­luyum. (O yüzden bana sâdece) Allah’ın kulu ve resûlü deyin” (Buhâri, Enbiya, 48; Müsned, 1/23; 4/25).

 

Enes b. Mâlik’in rivâyet ettiği bir hadise göre bir adam Peygamberimiz’e; “ya seyyidî, ey efendim, ey efendimin oğlu!, ey bizim en hayırlımız, ey en hayırlımızın oğlu!” gibi sözler sarf ederek seslenmişti. Adamın bu sözlerini işiten Peygamberimiz ise şöyle buyurmuştur: “Ey insanlar!; Allah’tan korkun. Sakın şeytan sizi aldatmasın. Ben Abdullah’ın oğlu Muhammed’im. Allah’ın kulu ve resûlüyüm. Allah’a yemin ederim ki beni, Allah’ın bana verdiği makâmın üstüne çıkarmanızı sevmiyorum”.

 

Modern nesil, “atalara tapmayalım” sözünü abartınca, ataların (anne-baba, dede-nine) değeri kalmadı, bir yük olarak görülmeye başladılar ve huzur-evlerine (aslında hüzün evleri) postalandılar.

 

Somut sanat abartıldıkça saçmalaşır ve absürdleşir, üstelik küfür ve şirk ortaya çıkarır. Soyut sanat ise abartıldıkça güzelleşir.

 

Sevgiyi bile abartmamak lâzım. “Sevgiyi (meveddet) ilahlaştırdınız” (Ankebût 25) der âyet. Putları sevmek bir sevgi değil, isyândır ve bu isyânın sonu cehenneme çıkar:

 

Müslümanlar hümanist değildir, hoş-görülüdürler sâdece. Fakat bu hoş-görüyü de abartmazlar tabî ki. Hoş-görülmeyecek yerde hoş-görmeği câhillik ve pasiflik olarak değerlendirirler.

 

Korona çok abartıldı ve bir felâket gibi sunuldu ve Korona ismiyle tüm Dünyâ dehşete düşürüldü. Herkes kendinden başkasını “şüpheli” görmeye başlamıştı. Herkes kendinden başkasını hattâ kendisini de vebâlı olarak gördü. Küresel bir şizofreni durumu oluştu Korona nedeniyle. Millet korona-virüs yüzünden çıldıracak hâle geldi. Herkes korona-virüslü zannediliyordu ve dolayısı ile toplumsal bir düşmanlık ortaya çıkmıştı. Bunun etkileri hâlen sürüyor. Demek ki abartılan şeyin etkisi çok yoğun oluyor. 

 

Her-şey abartılıyor; kâinâtın büyüklüğü, Dünyâ’nın yaşı, ağaçlar, hayvan sevgisi, Amerika’nın gücü, modern-bilim ve teknolojinin yaptıkları-yapabilecekleri, büyük felâketlerin hazırlandığı, evler, eşyâlar, arabalar, iş, para, okul-okumak, evlenmek, düğünler, kadın-erkek, giyinmek, yiyip-içmek ve gezmek, eğlenceler, internet ortamı, Dünyâ’nın ve modern insanın geldiği yer, evlatlar, torunlar, spor, müzik, deniz, film, makam, mevkî, rütbe, konfor, statüko, lîderler, önderler, ideolojiler, şeyhler, hocalar, efendiler, sevgiler, aşklar, îtibarlar ve tabi en sonunda da mezarlar. Yâni Dünyâ abartılıyor ve çok abartıldığı için âhiret unutuluyor, Allah unutuluyor, din, İslâm, vahiy unutuluyor.

 

Abartmak, Allah’ı hesâba katmamak demektir. Bir şeyi abartınca diğerini görmezden gelmeye başlarsınız. Dünyâ hayâtını abartanlar âhireti unutuyor yada bilmezden-görmezden geliyor.  Hâlbuki asıl abartılması gereken şey, cehennem ateşi ve azâbıdır. Zîrâ cehennem abarttığınızdan daha kötü bir yer iken, cennet ise, abartabildiğinizden çok daha iyi bir yerdir.    

 

Şeytan, modern insanı, abarttığı dünyâ ile kandırıp ayartıyor vesselam.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Temmuz 2023

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »

16 Haziran 2023 Cuma

Eskiden ve Şimdi


“Ona âyetlerimiz okunduğu zaman: ‘(Bunlar) eskilerin uydurma masallarıdır’ diyen” (Kalem 15).

 

“İnsan, kendisini bir damla sudan yarattığımızı görmüyor mu?. Şimdi o, apaçık bir düşman kesilmiştir” (Yâsîn 77).

 

Eskinin her zaman kötü, çirkin, yanlış ve ilkel olduğu, yeninin ise her zaman iyi, güzel, doğru ve gelişmiş olduğu düşüncesi bize; eskiden nefret eden, sürekli olarak ileriyi ve ilerlemeyi hedef gösteren modernizm tarafından dayatılan ve alıştırılan bir düşünce ve inançtır. Çünkü modernizm denen melânet, hayâtiyetini eskiden nefret etmekle ve yeniyi kutsamakla sürdürebilir. Zâten çıkış-noktası da budur.

 

Peki “yeni ve şimdi” olanın “eski” olandan daha iyi, güzel ve doğru olduğunun delîli nedir?. Hâlbuki eski olanlara baktığımızda daha sağlam, daha doğru, daha estetik, daha anlamlı ve tatmin edici olduğunu görüyoruz. Bir şey yeni olunca ille de daha iyi olacak diye bir şey yoktur. “Gelen gideni aratır” diye bir söz vardır ve bu söz genelde doğrudur. “Ne varsa eskilerde vardır” sözü de boşuna edilmiş bir laf değildir.

 

Nice eski olanlar vardır ki şimdiden ve yeni olandan daha çok tercih edilir. Bir şeyin yıllanmış oluşu o şeyi daha değerli ve anlamlı kılar. Yeni olanda bir içerik yoktur, henüz anlam kazanmadığından yada anlamsız olduğundan dolayı tatmin edici olmaz. İnsan bâzen yeni olanda aradığını bulamaz da eskisini hayâl eder durur. Yine meselâ pişmanlık hep eskinin yitiminden dolayıdır.  

 

Eski “şimdi”den daha iyiydi ama bu eski; eski bâtıl, eski cehâlet ve eski zulümler değildir. Çünkü cehâlet, bâtıl, şirk, küfür, adâletsizlik, ahlâksızlık ve zulmün eskisi-yenisi olmaz. Fakat apaçık bir gerçektir ki yiyeceğin, içeceğin, giyeceğin, sanatın ve düşüncenin eski olanı daha değerli ve makbûldür. Din ise zâten “eski(den)” olandır. Öyle ki insanlık târihinin en kadim dîni İslâm’dır. O insanlıkla yaşıttır. Bir de “yeni-nesil dinler” vardır ki Allah muhâfaza..  

 

Modernler, “zaman değişti, artık din eskisi gibi anlaşılamaz” diyorlar ama hem Kur’ân hiç değişmeden tamamlandığı ilk günkü gibi elimizde, hem de “Asr-ı Saadet” örnekliği değişmedi ve aynen duruyor.

 

Modernite parçalayıcıdır ve bölücüdür, her-şeyi parçalamak ve ayırmak ister. Bu-bağlamda eskiyi ve şimdiyi ayırır ve eski olanı kötülerken şimdiyi kutsar, İslâm’ın oluşturmuş olduğu sahih geleneği kötülerken şimdiyi yüceltir. Modernite Kur’ân ile Sünnet’i yâni İslâm geleneğini, “eski”ye olan nefretinden dolayı (çünkü hayâtiyetini bundan almaktadır) ayırıp-bölmüş ve böylece geleneği tümden kötü göstermiştir-göstermektedir. Kur’ân’ı da, “1400 yıl öncesinin eski kuralları” olarak belirler. Oysa Kur’ân Allah’ın sözüdür ve Allah’ın sözü hiç-bir zaman eskimez ve etkisini kaybetmez. Şimdiye tapan ve eskiyi yeren modernistler ve târihselciler de -sözde- eskide kaldığı için Kur’ân’ın %90’nını “esâtîrûl evvelin” yâni geçmişlerin masalları olarak görerek küfre düşerler. 

 

Eskiden nefret eden ve şimdiyi kutsallaştıranların bir olaydan ders ve ibret alması pek mümkün değildir. Zîrâ “eski olan zâten eskimiştir ve ders ve ibret veremez” düşüncesindedirler. Bu da sorumsuzluk ortaya çıkarır. Çünkü sürekli olarak yenilenen şey bir sorumluluk oluşturmaz ve insan da değişip duran şeyde hem sorumluluk görmez hem de o sorumluluğu yüklenip taşımaz.

 

Modern insan, Evrim Teorisi’nin psikolojik dayatması ve modern telakki nedeniyle, eski insanları çok ilkel görüyor. Hâlbuki insan hiç-bir zaman ilkel olmamıştır. Belki sâdece olağan-üstü durumlardan dolayı mecbûren ilkel kalmış daha doğrusu ilkel şartlarda yaşamak zorunda kalmış olanlar vardır. İlkel kavimler denilen insanlar büyük ihtimâlle, a-normâl durumlar sebebiyle medeniyetten uzaklaştıktan sonra ilkel yaşam-şartlarına alışarak o yaşam-şeklini terk etmemekten dolayı ilkel kalmıştır. Fakat onların bile sâdece yaşam-koşulları ilkeldir. Düşünceleri ve davranışları modern insandan çok daha üstündür. Marlo Morgan, “Bir Çift Yürek” adlı romanında, “yarış yapmak” konusunda Avustralyalı Aborijinlerle yaşadığı bir olayı şöyle anlatır:

 

“Bundan sonra spordan ve karşılaşmalardan söz ettik. Onlara Amerika’da sportif olaylara büyük bir ilgi duyulduğunu, hattâ top oyuncularına öğretmenlerden daha fazla maaş verildiğini anlattım. Arkadaşlarıma bize-özgü yarışlardan birini tanımlayabilmek için bir sıraya dizilip hızla koşmaya başlamamızı önerdim ve en hızlı koşanın kazanmış olacağını söyledim. Kabîle halkı, güzel kara gözlerini kocaman açarak baktılar bana ve biri şöyle dedi: ‘İyi ama bir kişi kazanırsa, bütün ötekiler kaybetmiş olur. Bunun nesi eğlenceli ki?. Oyunlar, eğlenmek içindir. Neden insanları böyle bir deneyime tâbi tutup, sonra da tek bir kişiyi gerçekten kazananın o olduğuna inandırmaya çalışıyorsunuz?. Bunu anlamak bizler için çok zor. Sizin insanlarınız bunu kabûllenebiliyor mu?’. Ben bu soruyu sâdece gülümseyerek ve başımı ‘hayır’ dercesine sallayarak yanıtladım”.

 

“Ubuntu” denen bir felsefe de vardır. Şöyle bir olay anlatılır:

 

“Günlerden bir gün, Afrika’da çalışan bir antropolog, bir kabîlenin çocuklarına bir oyun oynamayı önerir. Oyun basittir. Çocukları belirli bir yerde yan-yana sıraya dizer ve açıklar: ‘Herkes karşıdaki ağaca kadar tüm gücüyle koşacak ve ağaca ilk ulaşan birinciliği kapacak. Ödülü ise yine o ağacın altındaki güzel meyveleri yemek olacak’.

 

Çocuklar oyuna hazır olunca, antropolog oyunu başlatır. İşte o-anda  bütün çocuklar el-ele tutuşur ve berâberce koşarlar. Hedef gösterilen ağacın altına berâber varırlar ve hep berâber meyveleri yemeye başlarlar. Antropolog şaşırır ve çocuklara neden böyle yaptıklarını sorar. Aldığı cevap hayli mânidardır; Biz ‘ubuntu’ yaptık: Yarışsaydık, aramızdan sâdece bir kişi yarışı kazanacak ve birinci olacaktı. Nasıl olur da diğerleri mutsuzken yarışı kazanan bir kişi ödül olan meyveyi yiyebilir?. Oysa biz ‘ubuntu’ yaparak hepimiz yedik. Ubuntu; bizim dilimizde ‘Ben, biz olduğumuz zaman benim’ demek”.

 

Modern zamanlardaki kölelik, eski köleliklerden bin beter. Çünkü eski kölelik sâdece bir kişiye yada bir şeye yapılırken, şimdiki kölelik “herkese ve her-şeye yapılan kölelik” şeklindedir. Her-şey değişiyor ama sorunlar değişmiyor. Eski sorunlar bitmediği gibi, üstüne yeni sorunlar çıkıyor. Eskinin soru ve sorunlarından başka şimdi de yeni sorunlar ortaya çıkıyor. Demek ki yeni ve şimdi olan, o eski sorunları ortadan kaldıramıyor. Böyle olduğu için de yeni, eskiyi iptâl etme yoluna koyuluyor. 

 

Modern zamâna geçiş, “kanın değeri”nden, “paranın değeri”ne bir geçiştir. Eskiden ülkeleri ve Dünyâ’yı “asil kana” sâhip olanlar yönetirken, modernizm ile birlikte, (kansız biri olsa da)  “milyar dolar”a sâhip olanlar yönetiyor. İki durumda da takvâlı olanlar îtibâr görmüyorlar. Oysa Allah katında üstünlüğün ölçüsü takvâdır. İslâm’a göre yönetim, en ahlâklı, ehliyet ve liyâkate sâhip olanların elinde olmalıdır.

 

Modernizm, eski hâkim paradigma olan İslâm’ı ötekileştirerek ve silmeye çalışarak tüm dünyâda hâkimiyetini kurmak istiyor ve büyük ölçüde kurdu da. O-hâlde İslâmî hâkimiyeti yeniden kurmak için modernizmi ötekileştirmek ve silmek şarttır. Zîrâ hiç-bir sistem bir-önceki hâkim sistemi silmeden hâkim olamaz.

 

Bir meslek (zanaat) sâhibi olmak, en değerli olandır. Ona eskiler “altın bilezik” derlerdi. Çünkü hem ustalığı hem de adamlığı öğreniyordu kalfa ve usta olanlar. Şimdi ise teknik servis elemanları vardır ve işin özünü bilmedikleri gibi insan ilişkileri de çok soğuk ve zayıftır. Eskiden “usta”lar vardı, şimdi ise “uzman”lar var. Ustalar işine-söylediklerine “rûh” da katarlarken, uzmanlar işin sâdece maddî-mekanik yönünden anlıyorlar. Bu nedenle de aslında sorunu tamâmen ortadan kaldıramıyorlar.

 

Eskiden “yağmuru melekler indiriyor” denirdi, şimdi ise yağmuru meleklerin değil, -bâzı bilimsel açıklamalarla îzah edilmeye çalışılan (ama edilemeyen)- “mekanik etkileşimler indiriyor” deniyor. “Yağmurun meleklerle irtibâtı kesildiğinden bêri dengesiz ve zarar verici olmaya başlaması acaba bundan dolayı mıdır?” diye sorup duruyorum.

 

Eskiden “açlık içinde tokluk” vardı; şimdi ise “tokluk içinde açlık”.

 

Eskiden “eskime” diye bir şey yoktu yada her-şey çok yavaş eskirdi. Şimdi ise bir şey eskimeden yenisi alınıyor.

 

Eskiden karınlarını zor doyuran köleler evlenemezlerdi, şimdi de modern köle olan asgarî ücretliler evlenemiyorlar.

 

Güzel deyince eskiden ahlâklı ve karakterli olan anlaşılırdı. Şimdi ise “seksî olan” anlaşılıyor.

 

Klâsik Yunanlılar için “eski Yunan” derler. Hâlbuki “eski Yunan” diye bir şey yoktur, sâdece “Yunan” vardır. Çünkü “yeni Yunan” yoktur. Yunanistan, toplama bir devlettir.

 

Put edinilmiş olanların çoğu, eski zamanlarda yaşamış “put-kırıcılar”dır. Eski put kırıcılar şimdinin putları olmuştur.

 

Bir düşünce ve hedef, eskide yaşanmış bir ideâle ve örnekliğe değil de, “yeni” diye, şimdinin mevcut pisliklerinden birine bağlanıyor.

 

Eski devletler “çok-dinli” idi. Şimdiki devletler ise “hiç-dinli” (dinsiz) dir.

 

Eski gelenekten kurtulma isteği, “yeni geleneğe kolayca bağlanmış olmaktan” kaynaklanır.

 

Eski putperestlik, bâzı kadınları “tanrıça” yapmıştı; modern putperestlik ise, tüm kadınları “tanrıça” yapma yolunda.

 

Eski savaşlarda iki taraftan biri kesin gâlip gelirdi. Şimdinin savaşları, netîcelen(e)meyen savaşlardır.

 

Eski slogan olan “Türkiye lâiktir, lâik kalacak” sloganı öldü; şimdi, “Türkiye sekülerdir, seküler kalacak” sloganı vardır.

 

Eski Türk’lerin Tanrı inancı “Gök Tanrı” inancıydı, şimdiki Türk’lerin Tanrı inancı da aynıdır. Türkler inanç konusunda iki bin sene önce ne durumdaysalar, şimdi de aynı durumdadırlar.

 

Eskiden gecekondu üzerinden yapılan rant, şimdi de apartman üzerinden yapılıyor. Değişen bir şey yok, şehirler yine keşmekeş.

 

Eskiden İslâm Devleti, haksız vergi koyanları îdam ile cezâlandırıyordu. Şimdi ise bizzat devletin kendisi haksız vergi uygulayarak halkı cezâlandırıyor. Böylece devletler, insanlara “ömür-boyu Dünyâ hapsi” vermiş oluyor.

 

Eskiden kadın ve erkekler birbirlerinin gözlerinden etkileniyorlardı. Şimdi ise elbiselerinden etkileniyorlar. Böyle olunca da “marka” modern tekstil ürünlerine rağbet artıyor ve bunları üretenlere gün doğuyor.

 

Eskiden Kur’ân’ın bir yorumu için “Sünnet’e uygun mu” diye araştırılırken, şimdi ise, moderniteye uygunluğu ve “şu hoca nasıl çevirmiş” diye araştırılıyor. Hocalar Peygamber’in yerine geçmiş-geçirilmiş.

 

Eskiden tek kanal vardı, aynen şimdi olduğu gibi. Bakmayın bir-sürü farklı frekansların olduğuna, hepsi aynı şeyi söylüyor, tek-kanallı yıllarda olduğu gibi.

 

Osmanlı’da ve İslâm ümmetinde tüm milletler tek bir kimliğin söylemi olarak sâdece “müslümanım” derken; o milletler teker-teker ayrıldı ve şimdi kendi içlerinde de parçalanarak yüzlerce kimliklere ayrıldılar/ayrılıyorlar. Kimlikler ayrılınca düşmanlıklar da çoğalıyor. Kendi aralarında savaşıyorlar ve ümmetin ayrılığını körüklüyorlar. Çünkü: “Kendi dinlerini fırkalara ayırmış ve kendileri de parça-parça olmuşlardır; ki her grup kendi elindekiyle övünüp sevinç duymaktadır” (Rûm 32).

 

Şimdiki kadınların çoğu cinsini değiştirmiştir. Erkeklere-özgü işlere ve hareketlere sâhip çıkarak anneliği ve kadınlığı terk etmiş oldular. Kadınlığı erkekliğe tebdil ederek Allah’ın yaratışını değiştirmişler ve Allah’ın sünnetine (sünnetullah) karşı gelmişlerdir.

 

Peygamberimiz’e ve İslâm’a ilk karşı çıkanlar ve ona savaş açanlar tefecilerdi; her zaman olduğu gibi şimdi de öyledir.

 

Peygamberlik öncesi Mekke’nin mazlumları, mazlumluktan kurtulma umûdunu, merhâmetli müşriklere bağlamışlardı. Şimdikiler de aynısını yapıyorlar; “Diğeri” gelirse rahatlayacaklarını ve adâlete kavuşacaklarını zannediyorlar. Hâlbuki sorun kişilerde değil, “sistem”dedir. Sistem-değişikliği yapılmadığında ve İslâmî sisteme geçilmediğinde hiç-bir değişiklik olmayacaktır.

 

Fâtih, İstanbul’u 21 yaşında çok gençken almıştı. Peygamberimiz zamânında Medîne’ye dâvetçi olarak gönderilen Mu’sab bin Umeyr 17 yaşındaydı. Muaz 19 yaşındayken Yemen’e vâli olarak gönderildi. Üsâme bin Zeyd 20 yaşındayken İslâm ordusunun başkomutanıydı. Şimdiki gençlere bakıldığında kıyas bile yapılamıyor.

 

İctihad kapısının kapanmasına neden olan şey, “korkak âlimler” ve “zâlim yöneticiler”di. Şimdi de, ictihad kapısının açılmasına mâni olanlar aynı kişilerdir.

 

Eskiden de kadının rezil olduğu ve zulme uğradığı zamanlar olmuştu ama insanlık târihinde kadın, hiç-bir zaman şimdiki kadar nesneleşmemişti ve “rezil” olmamıştı.

 

Kölelik sisteminde köle sâhipleri kölelerinin ihtiyaçlarını “asgarî” seviyede karşılarlardı. Şimdiki “köle” sâhipleri yâni asgarî ücretli işçi çalıştıran patronlar onu bile yapmıyor.

 

Nasıl ki belli bir zaman önce İslâm toplumlarında yaşayanlar, uydurma da olsa hadisleri-rivâyetleri, devlet başkanından, bürokrasiden, diğer âlimlerden ve halktan çekindikleri için inkâr edememiş ve o rivâyetleri kullanmışlarsa; şimdi de modern müslümanlar, yine modern devlet-adamlarından, bürokrasiden, diğer âlimlerden ve modern halktan çekindikleri için moderniteye aykırı olan İslâmî uygulamaları ve hattâ âyetleri ya aşırı yoruma tâbi tutuyor yada moderniteye aykırı olan âyetlerden hiç bahsetmiyorlar. Yâni aslında değişen bir şey yok.

 

Şimdiki gnostikler olan tasavvufçuların “Kur’ân’ın bir zâhir bir de bâtını vardır” dedikleri gibi; daha önceki zamânın gnostikleri de “İncil’in bir zâhiri bir de bâtını vardır” diyorlardı.

 

Müşrikler tüm zamanlarda, ilahlarını reddedenlere gıcık olmuşlardır. Bu şimdi de aynıdır.

 

Eskiden bêri yatay olanlar dikey olanlara hep gıcık olmuştur. Bu durum şimdi de sürmektedir.

 

Zamânında “dinde recm yoktur” diyenler, şimdi ise zinânın cezâsı olarak “îdam” istiyor.

 

Zamânında “modern tarıma geçiyoruz” diye bize kısır tohumları satanlar, şimdi de; “organik tarıma geçiyoruz” diye yine ellerindeki “ârızalı” olan tohumları satmak istiyorlar ve satıyorlar. Oyalamanın sonu yok.

 

Mekke müşrikleri kelime-i tevhidi, şimdiki müslümanlardan daha iyi anlamışlardı. Hem de ânında.

 

Târih boyunca evren hakkında atılıp-tutulmuştur ve yanlış bilgiler üretilmiştir. Bu durum, modern zamanlar (yâni şimdi) için de geçerlidir. Modern verilerin Dünyâ-dışı olanlarının %90’ı, Dünyâ-içi olanların ise 60’ı eksiktir, yanlıştır. Yâni yanlışlık oranı şimdi de aynıdır hattâ belki daha fazladır.

 

Eskiden gökler hakkında “astroloji” ile söylenen yalanlar, şimdi de “astronomi” ile söyleniyor.

 

“Kendilerinden evvel yıkıma uğrattığımız hiç-bir ülke (halkı) îman etmemişti; şimdi bunlar mı îman edecek?” (Enbiyâ 6).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Hazîran 2023

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »