26 Eylül 2021 Pazar

İnanmak ve Güvenmek


“İnsanlar, (sâdece) ‘îman ettik’ diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebût 2).

 

Îman “gayba îman”dır; Allah’a, âhirete, meleklere, vahye ve peygamberlere îman. Îman etmek elbette çok önemlidir ki târih boyunca insanın dalâleti, sapkınlığı ve dolayısıyla perişanlığı îman etmemekten yada bâtıla înanmaktan dolayı olmuştur.

 

İslâm’ın ve peygamberlerin muhâtapları hiç-bir şeye inanmayan ateist, agnostik ve deistlerden ziyâde, -güyâ- “Allah’a ve gayba îman edip kabûl etmesine rağmen, hayatlarını Allah’a, vahye ve peygamberlere göre düzenlemeyen, bunların yerine -aslında bir kısım insanların üzerinden rant devşirmek için öne çıkardığı- putlar, bâtıl değerler, bâtıl düşünceler yâni bâtıl inançlar, hurâfeler, adâletsizlik, ahlâksızlık, şirk, küfür, müşrikler, kâfirler ve dolayısı ile zulümler ve zâlimler”dir. Kur’ân’ın muhâtapları bunlardır. Çünkü Kur’ân, ateistleri yada inançsızları adam yerine bile koymaz ki sürekli olarak onlara bir yaratıcının olduğunu söyleyip dursun. Kur’ân’ın konusu; şirk, küfür, adâletsizlik ve dolayısı ile zulümdür.

 

Putların yâni bâtıl değerlerin, bâtıl düşüncelerin, bâtıl inançların, hurâfelerin, adâletsizliklerin, ahlâksızlıkların, şirkin, küfrün, müşriklerin, kâfirlerin ve dolayısı ile zulümlerin ve zâlimlerin ortaya çıkmasının nedeni, “sâdece Allah’a” inanıp “sâdece Allah’a” güvenerek, “hayatın -noksansız- her alanını Allah’a göre düzenlememek”tir. Hayât Allah’a göre düzenlenmediğinde, (hayat bir boşluk kabûl etmeyeceği için) mutlakâ Allah’tan başkalarına ve başka şeylere göre düzenlenecektir ki işte şirk ve küfür budur. Müşrik ve kâfirler, hayâtı Allah yerine, O’ndan başkasına ve başka şeylere göre düzenleyenlerdir.

 

Hayâtın her alanı; sosyâl, kültürel, ekonomik, askerî, hukûkî ve siyâsal her alanı Allah’a göre düzenlenmelidir. Zîrâ ancak böyle olursa Dünyâ’da ve insanlar arasında -aynen göklerdeki gibi- bir nizam kurulabilir. Bu nizam, İslâm nizâmı ve düzenidir. İşte ancak böyle bir düzen ve nizam kurulduğunda yeryüzünde de şirk, küfür, adâletsizlik, ahlâksızlık ve zulüm biter ve de insanlarla Allah arasındaki engeller kalkar. 

 

“Allah’a îman” olmasına rağmen “Allah’a güven” olmadığında şirk ve küfür ortaya çıkar. Şirk ve küfür çok da uzak olmayan bir vâdede mutlakâ zulüm doğurur. Demek ki şirk, küfür, sonrasında da şirkin ve küfrün ortaya çıkardığı adâletsizlik, ahlâksızlık ve dolayısıyla zulmün olmasının nedeni, Allah’a ve gayba -sözde- îman edilmesine yada “îman ettim” denilmesine rağmen, Allah’a güvenerek O’na ve vahye göre bir yaşam-tarzından uzak durmaktır. Gönderilen tüm peygamberler ve indirilen tüm vahiyler, Allah’a îmandan sonra Allah’a güvenmeyi de tebliğ ve ikâme etmek için gönderilmiştir. Çünkü ancak îman edip güvenmek ile kâlpler huzûra erer ve Dünyâ ancak böyle olunca yaşanacak bir yer hâline gelir.  

 

Modernizme gelene kadar tâ Hz. Âdem’den bêri insanların ezici çoğunluğu Allah’a, dîne, peygamberlere ve vahye yada en azından mânevî ve meta-fizik bir şeylere inanmıştır. Lâkin buna rağmen, yâni bir yaratıcıya inanmasına rağmen insanların çoğunluğu, inandıkları yaratıcıya göre hayatlarını düzenleme yoluna gitmemişlerdir. Çünkü ilahlarına ya hiç yada yeterince güvenmemişlerdir. Bu durum, Hz. Âdem’den bu yana müslümanlar için de geçerlidir. Allah’a inananlar yada inandığını söyleyenler, çoğunlukla O’na güvenmemişler ve bu nedenle de hayatlarını Allah’a göre düzenlememişlerdir ki bu en çok da son 200-250 yıldır yürürlükte olan modernizm ile zirve yapmıştır. Öyle bir yere gelinmiştir ki, Allah’a inandıklarını söyleyenler hayatlarını Allah’a göre düzenlemeyi hiç düşünmedikleri gibi, böyle bir şeyi yapmayı ilkellik, yobazlık ve hattâ teröristlik olarak görmeye başlamışlardır. Zîrâ Allah’a inandıklarını söyleseler de aslında O’ndan başka şeylere güvenmektedirler. İnandıkları Allah’a güvenmeyenlerin, hayatlarını Allah’a göre düzenlemeleri elbette söz-konusu bile olmamaktadır. Îmandan sonra güvenmekten ve îmâna göre yaşamaktan bahsedenler ve bunu savunanlar ekstrem ve aşırı olarak görülmektedir. Çünkü genelde tüm insanlar, özelde ise müslümanlar târih boyunca bir-çok kez kuşatılmaya uğramışlar fakat hiç-bir zaman “modern kuşatma” altındayken olduğu gibi, Allah’a ve İslâm’a güvenleri bu kadar kaybolmamıştı. Sözde, Allah’a îman artmış fakat O’na olan güven kaybolmuştur. Zâten imtihan da aslında budur; “hayât kime-neye güvenerek düzenleniyor” sınavıdır bu.

 

Allah’a inanılmasına rağmen O’na güvenmemek ve bu güvenden dolayı hayâtın istisnâsız her alanını O’na göre düzenlemek olmadığında Allah’a inanmanın da bir değeri kalmaz ve o -sözde- inanç “psikolojik bir inanç” hâline gelir. Allah îmanları zâyî edecek değildir fakat îman etmek “O’na güvenmek”e dönmediğinde sâdece bir söylem olarak kalacak ve pek de bir işe yaramayacaktır.

 

İnsanlar -güyâ- Allah’a inanıyorlar ama O’na güvenmiyorlar. Çünkü başka şeylere çok güveniyorlar. Oysa peygamberler bu nedenle gönderilmişlerdir; “Allah’a inanmak tek-başına yetmez, O’na güvenip, hayâtınızı Allah’a göre düzenlemeniz ve O’nun emirleri ve nehiyleri doğrultusunda yaşamanız gerekir” mesajını vermek için gönderilmişlerdir. Üstelik bunun en güzel örnekliğini de göstermişlerdir. Peygamberlerin düşmanları, “Allah’a inanmayanlar” değil, “O’na güvenmeyenler”dir. Çünkü modern zamanlara gelene kadar târih boyunca insanlar içinde sâdece küçük ve önemsiz bir azınlık ateist/deist/agnostik olmuş ve Allah’ı yada dîni inkâr etmiştir. Allah böylelerini çok da adam yerine koymadığı için Kur’ân’ın ana konusu onlar değildir. Kur’â, şirk ve küfür ile, kâfir ve müşriklerle ilgilenmektedir. Peygamberlerin gönderildiği müşrikler ve kâfirler, o Yüce Yaratıcı olan Allah’a hep inanmışlar ve hattâ O’nu en tepeye yerleştirerek “en yüce ilah” olarak benimsemişler fakat buna rağmen O’na güvenmedikleri yâni hayatlarının her alanını O’nun emir ve nehiylerine göre düzenlemedikleri için O’na şirk koşmuşlardır.

 

Allah, Dünyâ’nın “geçici bir imtihan alanı”, kalıcı yurdun ise âhiret ve cennet olduğunu, bu nedenle de Dünyâ’da helâl ve meşrû olmak kaydıyla yiyip-içmeyi, giyinip-gezmeyi yâni yaşamayı helâl kılmış fakat gayr-ı meşrû olanı yasaklamıştır. Bu yasaklama başta şeytanın, nefsin ve tâğutların hoşuna gitmediği için, fısıldadıkları insanların bir-çoğu Allah’a -güyâ- inanmaya devâm etmelerine rağmen, hayatlarında Allah’ı değil; şeytanı, nefsi ve tâğutları râzı edecek şekilde yaşamışlardır-yaşamaktadırlar. Allah’a değil de şeytana, nefse ve tâğutlara güvenmişler ve hayatlarını onlara göre düzenlemişler ve düzenlemektedirler. İşte bu, “Allah’a inanmak” ama “O’na güvenmemek” demektir ki bu durum el-an devâm ede-gelen bir süreçtir.

 

Allah, kendisine inanmada ve güvenmede tâvizsizlik bekler. Fakat “müslümanım” diyenlerin bir-çoğu, inanmada öyle görünseler de, güvenmede tâvizsiz ol(a)mamaktadırlar. Çünkü güvendikleri şey Allah değil, “peşin olarak önlerine konan ve nefislerini tatmin eden şey”dir.

 

Güvenme ve inanma hissini kaybeden insanlar önce psikolojik, ardından psikosomatik (beden üzerinde de etkisini gösteren zihin kaynaklı hastalıklar) yaşamaya başlarlar ki günümüz modern insanının perişanlığının en önemli nedenlerinden biri budur. 

 

Tüm bu olumsuzluklar, Allah’a inanmak ama O’na güvenmemekten kaynaklanır. Çünkü Allah, Kendisi’ne “sâdece inananlara” değil, inandıktan sonra sağlam bir şekilde güvenenlere ve tâvizsiz bir şekilde o güvene göre yaşayanlara yardım eder. Müslümanların durumlarının bir türlü düzel(e)memesinin ve bir fark ortaya koyamamalarının nedeni, Allah’a inandıklarını söylemelerine rağmen O’na güvenmeyişleridir. Tabi bu durum hep böyle gitmez. Allah kendine güvenmeyenlerin kâlplerinden o pasif inançlarını da alır ki güvenin neredeyse sıfırlandığı günümüzde ateistlerin, deistlerin ve agnostiklerin artmasının nedeni budur. Allah, Kendisi’ne inandığını söylediği hâlde O’na güvenmeyip de hayatlarını Allah’a göre düzenlemeyenlerin o -sözde- inançlarını da kâlplerinden söküp almakta ve onları güvensizliğin bir sonucu olan inançsızlıkla cezâlandırmaktadır. Modern insanın boşluğunun, bunalımının ve buhrânının nedeni budur. Çünkü Allah “sâdece inanılacak” bir İlah değil, “inandıktan sonra sağlamca ve tâvizsiz bir şekilde güvenerek, hayâtın her alanında O’na göre yaşanılması gereken bir İlah”tır. İslâm’ın farkı budur. İslâm; “îman, güven ve bu istikâmette sâlih amel işlemek” demektir.

 

Demek ki Allah, -sünnetullah gereğince- sâdece inançta kalan ve güvene yâni amele-eyleme dönmeyen îmânı kabûl etmiyor, etmediği için de kâlplerden o inancı da bir süre sonra alıyor. Böylece insanlar Allah’a göre değil de güvendikleri her ne ise ona göre düşünmeye ve hayatlarını da buna göre yaşamaya başlıyorlar. Fakat Allah’ın kurduğu kâinâtta ve Dünyâ’da Allah’ın sisteminin yâni dîninin dışındaki bir inanışa ve dîne-sisteme göre yaşamak insan için çok da uzak olmayan bir vâdede mutlakâ bir belâ getireceğinden dolayı, insanlar bir boşluğa, bunalıma ve buhrana düşmektedirler. Allah, kendisine güvenmeyenleri, kendi dışındaki şeylere aşırı güvenip bağlanmakla ve sonunda da o bağlandıkları şeylere îman etmekle cezâlandırmaktadır. Bu cezâ “Dünyâ’da rezil olmak”, âhirette ise “elîm bir azap” şeklindedir.

 

Peki insanlar Allah yerine neye güveniyorlar?. Târih boyunca insanlar -sözde- Allah’a inanmışlar fakat şeytana, nefislerine, tâğutlara güvenmişlerdir ve onlardan bir şeyler beklemişlerdir. Yine insanlar insanlara güvenmişlerdir. İnsana güvenmek “akla güvenmek” demek olduğu için aslında insanlar her zaman akıllarına ve duygularına güvenmişlerdir ve ona göre hareket etmişlerdir. Allah’tan başka şeylere aşırı güvenmek, bir süre sonra güvenilen o şeyi ilahlaştırmakla sonuçlanır.

 

İnsanlar târih boyunca Allah’tan başka her-şeye güvenmişler ve hayatlarını Allah’tan başka her-şeye göre düzenlemişlerdir. Lâkin güvendikleri dağlara hep kar yağmış; sünnetullah, kâinâtın fıtratı ve formatı gereğince ve de İslâm’ın, Kur’ân’ın, Peygamber’in söylemlerine ve apaçık eylemlerine göre yaşamadıkları için hep hüsrâna düşmüşlerdir. Kur’ân apaçık bir şekilde, sâdece O’na güvenildiğinde ve O’na göre yaşandığında ancak, insanın zihnen ve kâlben tatmin olabileceğini söylemiş ve Peygamberimiz de güzel örnekliği ile bunu göstermiş olmasına rağmen insanlar yine de Allah’tan başkalarına ve başka şeylere güvenerek hep aldanmıştır. Üstelik yine de Allah’a inanıp-güvenerek hayatlarını Allah’a göre düzenlememektedirler. Böyle olunca da, şirk, küfür, adâletsizlik, ahlâksızlık ve zulmün her türlüsü devâm etmektedir.

 

  Klâsik yada modern, insanlar paraya güvendikleri kadar hiç-bir şeye o kadar güvenmemişlerdir. Bu güven “îman”a dönüşmüştür. “Para var huzûr var” sözünü söyleyip dururlar ama aslında o huzûra hiç-bir zaman tam anlamıyla ulaşamamış ve kavuşamamışlardır. Çünkü huzûr İslâm’dadır ve kâlpler ancak Allah’ın zikri olan Kur’ân ile tatmin bulup huzûra kavuşabilir. Zâten bir-şekilde paraya kavuşanlar, insanlar arasındaki en huzursuz kişiler olmuştur-olmaktadır. Çünkü para gerçek ve tam bir huzûr sağlayamaz. Zîrâ kâlpler ancak Allah ile, vahiy ile yâni İslâm ile huzûr bulabilir:

 

“Bunlar, îman edenler ve kâlpleri Allah’ın zikriyle mutmain olanlardır. Haberiniz olsun; kâlpler yalnızca Allah’ın zikriyle mutmain olur” (Ra’d 28).

 

Şu kesindir ki, Kur’ân’a karşı duyulan îman ve güven ne kadar güçlü olursa, ondan istifâde de o kadar fazla olur.

 

Lâkin müslümanların kâhir ekseriyetinde de güven sorunu vardır. Allah’a ve gayba îman ediyorlar fakat Allah’a güvenip de hayatlarını Allah’a göre düzenlemiyorlar. Peki ya neye göre düzenliyorlar?. Târikatlara, tasavvufa, cemaatlere, Diyânet’e, hurâfelere, bâtıl din ve düşüncelere, modernitenin her-şeyine ve alıştıkları, kafa ve beden konforlarını bozmayacak olan şeylere göre. Çünkü böylesi çok kolaydır ve bir bedeli de yoktur. Meselâ resmî din görüşü olan Diyânet’e çok güveniyorlar ve hayatlarını ona göre düzenleyip ona göre hareket ediyorlar. Bu en çok da ibâdetler için tâkip ettikleri saat ve takvimlerde açığa çıkıyor. Oysa Diyânet’in görüşleri vahiy değildir. Buna rağmen insanların o görüşlerle kesin vahiy gibi inanmalarının nedeni, resmîyete olan güvenleridir. Resmîyete olan güven, Allah’a olması gereken güvenden kat-kat daha fazladır.

 

Hele Peygamber’e olan güven tümden kaybolmaya yüz tutmuştur. Hattâ artık Peygamber’e itaat etmek bile tartışılmaktadır “Resûl-Nebî ayırımı” yapmaktan dolayı. Oysa Kur’ân şöyle diyor:

 

“Mü’minler, ancak Allah’a ve O’nun Resûlü’ne yürekten inanıp güvenen kimselerdir; onunla toplumsal bir iş görüşmek için bir-araya geldiklerinde, onun iznini almadıkça aslâ ayrılmazlar. Şüphesiz senden (farklı bir görüş geliştirmek için) izin alanlar (da), Allah’a ve O’nun Resûlü’ne yürekten inanıp güvenen kimselerdir. İşte bu yüzden, onlar senden bâzı işleri için izin isterlerse onlardan uygun gördüklerine bu izni ver; Allah’tan da onlar için mağfiret dile: Şüphe yok ki Allah, rahmeti bol bir bağışlayıcıdır” (Nûr 62).

 

Tüm peygamberler de şu sözü söylemişlerdir: “Gerçek şu ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim”.

 

Tabi Allah’a güvenmek demek, O’na “her alanda güvenmek” demektir. Yoksa Allah’a güvenmek O’nun sâdece “rahmetine güvenmek” demek değildir. Hattâ şeytan, insanları en çok da Allah’ın rahmetine güvenerek aldatır. Allah’ın rahmeti her-şeyi sarıp-kuşatmıştır fakat Allah adâleti ve tevhidi de emretmiştir. Bu nedenle şirki, küfrü ve zulmü affetmez. 

 

Hiç-bir garanti, Allah’ın verdiği “mutlak garanti” gibi olamaz. Mutlak garanti, “mutlak güven” de demektir. Mutlak güvenilebilecek olan sâdece Allah’tır. Diğerleri ise sürekli olarak sûnî güvenler vaâd ederler ama güvenler her zaman da boşa çıktığı için Allah’a güvenilmeyen ortamlarda sürekli olarak bir güven sorunu vardır. Allah’sız sistemlerde ve Allah’sız bir hayat-tarzına göre olan yaşamlarda tam bir güvene zinhar ulaşılamaz.

 

Allah’a hakkıyla “kul” ol(a)mayanlar, O’nu kendilerine -hâşâ- “uşak” yapmak isterler. O’na hakkıyla kul olup da îmân edip güvenmeyenler, başları sıkıştığında Allah’ın tüm sıkıntılarını giderivermesini beklerler. Oysa O’na güvenip de hayatlarını O’na göre düzenlemiyorlardı. Allah’a güvenip dayamamalarına rağmen, kendi ellerinin yaptıklarının kötü sonuçlarıyla karşılaşınca, bu kötü sonuçları Allah’a, dîne ve İslâm’a yıkmak istiyorlar. İyi de siz “inanıyorum” demenize rağmen O’na güvenip de hayâtınızı Allah’a göre düzenlemediniz ki!. Şimdi niye O’na kızıyorsunuz!. Başınıza gelen musîbetin sorumluluğu da katlanması da size âittir. Çünkü başınıza gelen tüm iyilikler Allah’tan olmasına karşılık, başınıza gelen tüm kötülüklerin nedeni sizsiniz. Başınıza gelen kötülükler kendi elerinizin yaptıkları yüzündendir:

 

“Sana iyilikten her ne gelirse Allah’tandır, kötülükten de sana ne gelirse o da kendindendir. Biz seni insanlara bir elçi olarak gönderdik; şâhid olarak Allah yeter” (Nîsâ 79).

 

“Size isâbet eden her musîbet, (ancak) ellerinizin kazandığı dolayısıyladır. (Allah,) Çoğunu da affeder” (Şûrâ 30).

 

Hayatlarının hiç-bir alanına Allah’ı karıştırmayanların, sâdece Allah’ın çözebileceği bir sıkıntıda O’na dönmeye ve yönelmeye yüzleri ol(a)maz. Çünkü Allah’a güvenip de hayatlarını O’na göre düzenlemeyenlerin başlarına gelen kötülükler ve sıkıntılar zâten bir cezâdır. Allah’a -sözde- inanmalarına rağmen O’na güvenmemelerinin bir cezâsıdır bu.

 

Târih boyunca insanın başına gelen tüm kötülükler, sıkıntılar, musîbetler vs. Allah’a îman ettikten sonra O’na güvenip de hayâtın her alanını O’na güre düzenlememekten kaynaklanır. Allah’a göre olmayan bir nizam, cehennemin Dünyâ’da başlaması demektir.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Aralık 2020

 

Devamını Oku »

20 Eylül 2021 Pazartesi

Kur’ân’ın En Doğru Yorumu: Sünnet

 

“Andolsun!; sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah’ın Resûlü’nde ‘güzel bir örnek’ vardır” (Ahzâb 21).

 

Peygamberimiz: “Size iki şey bırakıyorum. Onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu aslâ şaşırmazsınız: Bunlar, Allah’ın Kitab’ı ve Peygamberi’nin Sünneti’dir” (Muvatta’, Kader, 3.) diyerek, hakkın ve hakîkatin kaynağı olan Kur’ân’ı ve o’nun en doğru yorumu olan Sünnet’ini bize mîras bırakmıştır.   

 

Kur’ân’ın ne dediğinden başka, Peygamberimiz’in Kur’ân’ın dediklerini kavlî ve fiîlî olarak nasıl yorumladığı da önemlidir. Çünkü Kur’ân’ın kavlî ve fiîlî en doğru yorumu Sünnet ile ortaya konmuştur. Zîra Kur’ân bilgi ve bilincin kaynağı iken, Sünnet ise amel ve eylemin kaynağıdır. Çünkü amel-eylem bir pratiklik içerir ve kelimelerden oluşan vahiy metni, ameli-eylemi pratik olarak göstermeye yetmez. Bunun gösterilmesi için bir insana ve bir örnekliğe ihtiyaç vardır ki peygamberlerin olmasının nedeni budur. Zîrâ insana en iyi örnek olacak olan varlık yine bir insan olabilir. İşte o insan, “âlemlere rahmet” (Enbiyâ 107) ve “muhteşem bir ahlâka sâhip” (Kalem 4) olan, Peygamberimiz Hz. Muhammed’tir.

 

Allah, peygamberleri, onlara indirdiği vahyin en doğru yorumunu ve uygulamasını yapmaları ve insanlara güzel bir örnek olmaları için gönderir. Bunun için insanlar içinden en ahlâklı ve dirâyetli olanı seçer ve vahyin hayatta hem teorik hem de pratik olarak yorumlanarak ve uygulanarak güzel bir örneklik ortaya çıkmasını sağlar. Peygamberler bu teorik yorumları ve pratik uygulamaları, vahiy inerken, Allah’ın kontrôlünde ve bâzen bir hatâ ve yanlış olduğunda düzeltilirken yaptıklarından dolayı en doğru yoruma ve uygulamaya ulaşmış olurlar. Böylece bu kavlî ve fiîlî yorumlar “Allah’ın râzı olduğu ve onayladığı yorumlar” olur. İşte bu nedenle, vahiy inerken yapılan ve ortaya konan kavlî ve fiîlî yorum, vahyin en doğru yorumudur. O hâlde vahyin en doğru yorumunu kavlî ve fiîlî olarak ancak peygamberler yapar. Bu nedenle Kur’ân’ı en doğru şekilde yorumlamak ve uygulamak için, Kur’ân’ın “en güzel örneklik ve uygulama” (usvetun hasenetun) dediği ve literatürde “Sünnet” denilen vahyin kavlî ve fiîlî yorumu mutlakâ göz-önüne alınmalıdır. Bu güzel örneklik yâni Sünnet, Ahzâb Sûresi 21. âyete konduğu ve bizim uymamız istendiği için, kıyâmete kadar geçerli ve bağlayıcıdır.

 

İslâm sâdece kâlplerin, zihinlerin, vicdanların inşâsı ve beyin fırtınası yapmak için indirilmiş ve hayâta hiç dokunmayan ve karışmayan bir din değildir. Modern müslümanlar, İslâm’ı uzak-doğu dinleri gibi dört duvar arasında didikleseler ve İslâm’ı bundan ibâret görseler de, Allah, İslâm’ı hayâtın her alanına hâkim kılmak ister ve bunu emreder:

 

   “Allah, dinden Nûh’a vasiyet ettiği (farz kıldığı) ettiği, sana vahyettiğimiz, İbrâhim’e, Mûsâ’ya ve Îsâ’ya vasiyet ettiğimiz (farz kıldığımız) ‘Allah’ın dînini hayâta egemen kılın (ekîmûd dîn) ve bu konuda görüş ayrılığına düşmeyin’ direktifini sizin için bir ‘hayat düsturu’ olarak öngördü. Fakat kendilerini çağırdığın bu düstur Allah’a ortak koşanlara ağır geldi. Allah dilediğini kendisine seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir” (Şûrâ 13).

 

“Fitne kalmayıncaya ve dînin hepsi Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Şâyet vazgeçecek olurlarsa, şüphesiz Allah, yaptıklarını görendir” (Enfâl 39).

 

Tabi İslâm Dîni körü-körüne ve paldır-küldür bir din olmadığı için, bu süreç mutlakâ iç-âlemlerin ve kâlplerin inşâsı ile başlar ve vahiy ile kalpler ve bilinçler yanlışlıklardan, pisliklerden, şirkten, küfürden ve zulümden arınana ve îman ve güven ile dolana kadar sürer. Sonunda da kâlpler ve zihinler artık dış-âlemin de inşâsı ve İslâm’ı, hayâtın her alanında hâkim kılmak yoluna girer. İslâm’ın mücâdelesi temelde budur. Yoksa İslâm, sürekli olarak pasiflik hâlinde olan, her-şeye hoşgörü gösteren, iyi-kötü-çirkin her-şeye mâruz kalan ve her türlü beşerî, tâğûtî ve şeytânî hâkimiyeti kabûl etmeyi “iyi insan” ve “iyi dindarlık” olarak gören pasif ve ezik bir din değildir. Böyle olduğu için de hayâtın sosyâl, kültürel, ekonomik, hukûkî, kânûnî, siyâsal, düşünsel, felsefî, yargı-yasama-yürütme vs. her alanına karışır ve bu alanların tamamına hâkim olmak yâni tüm alanları bâtıldan temizleyerek hak ve hakîkatle yâni İslâm ile doldurmak ister. Bu hâkimiyet elbette “Allah’ın hâkimiyeti” olacaktır. Zâten İslâm, göklerde Allah’ın mutlak hâkim olması gibi yeryüzünde de hayâtın her alanında ve mekânında Allah’ın hâkim olması için indirilmiş tek hak dindir. Tüm peygamberler bunun için çalışmışlardır. Hep bu yolda olmuşlar ve bu yolda ölmüşlerdir. Zîrâ tevhid budur, şahâdet de bu yolda olmak ve bu yolda ölmek demektir.

 

İşte Sünnet, hem iç-âlemlerin inşâsı sırasında hem de dış-âlemin inşâsı ve hâkimiyeti sırasında, Allah’ın kontrôlünde olarak ortaya konan “vahyi pratiğe dökme” metodu ve “vahyin pratik örnekliği”dir. Bu pratiklik, vahiy sürekli iniyorken ve bir yanlış yada hata olduğunda Allah tarafından düzeltilirken ortaya konulduğu için en doğru yorum olmuştur. O hâlde Kur’ân’ın en doğru yorumu ve uygulaması ancak Sünnet’tir. İşte bu yüzden bizim Kur’ân âyetlerini okuyup üzerinde düşünürken ve yorum yaparken hem Kur’ân’ın bütünlüğünü hem de Sünnet örnekliğini dikkate almamız ve Kur’ân’a ve Sünnet’e uygun olan ve aykırı düşmeyen yorumlar yapmamız gerekir.

 

Sünnet, Peygamberimiz’in, inen Kur’ân âyetlerini en doğru şekilde yorumlama ve uygulama yöntemidir. Bu yorumda ve uygulamada bir çelişki olmaz. Zâten âyetler sâdece okunmak için değil, yorumlanıp uygulanmak için de gönderilmiştir fakat herkes kafasına ve arzusuna göre uygulayamaz. Eğer öyle olsaydı bir peygamberin gönderilmesine gerek kalmazdı. Allah Kur’ân’ı bir bütün hâlinde bir şeye yazılmış olarak da insanlara buldurabilirdi. Fakat kısa süre sonra herkes onu kendi bilgisine, düşüncesine ve arzusuna göre yorumlardı ve bir örneklik ortaya konamazdı. Böylece Kur’ân şirke, küfre ve zulme karşı çıkamaz, hakkı-hakîkati ve adâleti ortaya koyamaz, bir toplum, bir devlet ve medeniyet başlatamazdı. Peygamberler işte en güzel uygulamayı ortaya koymak üzere gönderilmişlerdir. Tüm peygamberlerin sünneti vardır ve tümü de kendilerine inen âyetlere tam uygun olan en doğru kavlî ve fiîlî yorumu yapmakla görevlendirilmişlerdir. Onlar da bunu hakkıyla yapmaya çalışmışlardır. Zâten bunu yapmadıklarında acı bir azapla korkutulmuşlardır.

 

Sünnet ile hadisi aynılaştırmak yanlıştır. Peygamberimiz’in vahiy yorumları olan sahih hadisler ve vahiy uygulamaları olan sahih Sünnet anlatımları her türlü rivâyetlerle karışık şekilde külliyatların içine girmiş olduğu ve böylece sahih Sünnet’e ve de sahih hadislere bir-çok uydurma, rivâyet ve hattâ zırvalık derecesindeki sözler karışmış olduğu için, “saçma rivâyetleri inkâr edeyim” derken “sahih Sünnet”i ve “sahih hadisleri” yâni Kur’ân’ın en doğru kavlî ve fiîli yorumlarını da inkâr etmek yanlışına düşülüyor ve “sâdece Kur’ân” sloganıyla baş-başa kalınıyor. Böylece kelle-başı Kur’ân yorumu ve uygulaması ortaya çıkıyor. Bir dînin tahrifi ve tahribi böyle başlar ve bir din işte böyle ifsâd olur.

 

Kur’ân’ın kavlî yorumu ve fiîlî uygulaması için kesin ve net doğru bir kriteri (Sünnet) olmayınca yâni sahih Sünnet inkâr edilince, Kur’ân’ın yorumu, başta dînî lîderlerin ve sonra da siyâsî ve ekonomik lîderlerin, doğru ile yanlışı, hak ile bâtılı karıştırdığı kavlî yorumlara ve fiîlî uygulamalara kalıyor. Fakat bunlar herkes tarafından otorite olarak kabûl edilmediğinden ve herkesin otoritesi farklı olduğunda dolayı (çünkü kesin otorite ancak Allah’ın seçtiği peygamberler olabilir) her kesim kendi lîderlerinin ve otorite kabûl ettiklerinin dediğini öne çıkarmaya başlıyor ve sonuçta da çeşitli mezheplere, târikatlara ve cemaatlere ayrılmak kaçınılmaz olmuştur-oluyor. Üstelik hepsi de en doğru yolda olanın ve en doğru yorumun kendi toplulukları tarafından yağıldığına inanmakta, diğerlerini ise bâtıl ve sapkın olarak görmektedirler. Böylece her kesim birbirini tekfir ediyor. Kur’ân bunun yanlışlığını sert bir şekilde ortaya koyar:

 

“Onlar ki, kendi dinlerini fırkalara ayırmış ve kendileri de parça-parça olmuşlardır; ki her grup kendi elindekiyle övünüp sevinç duymaktadır” (Rûm 32).

 

İşte bu farklılaşma, ümmeti bin parçaya bölmüştür ve aralarında bitmeyecek düşmanlıkların ve çatışmaların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Târih boyunca müslümanlar arasında (meselâ şiîler ve sünnîler arasında) sonu gelmez fikir ve uygulama farklılıkları olmuş, bu yüzden de bir-çok çatışma yaşanmıştır. Tüm bunlar farklı ve bambaşka kavlî ve fiîlî yorumların olmasından dolayıdır. Bu düşmanlıklar, kesin otorite (peygamber ve sünnet) yokluğundan dolayı açığa çıkan çok açık ve net bir hakîkat karşısında tam karşıt yorumların ve uygulamaların olmasının sonucudur. Hâlbuki Kur’ân bir tânedir ve ilk indiği ve inişinin tamamlandığı gibi ortada durmaktadır. Öyleyse niçin bu kadar çok farklı ve bambaşka yorumlar ortaya çıkmıştır ve birbiriyle hiç alâkası olmayan ve tam-aksi uygulamalar vardır?. İşte bunun nedeni, tüm peygamberlerin ve Peygamberimiz Hz. Muhammed’in örnekliklerinin göz-ardı edilmesi ve kabûl edilmemesidir. Peygamberimiz’in, Ahzâb Sûresi 21. âyette bahsedilen “usvetun hasenetun” yâni “güzel örneklik” sözüyle ifâde edilen ve “Sünnet” denilen 23 yıl süren İslâmî hareket metodunun yâni Peygamberimiz’in vahyin doğrultusunda ortaya koyduğu en doğru olan kavlî ve fiîlî yorumunun hesâba katılmaması, göz-ardı edilmesi, inkâr edilmesi ve tâkip edilmemesinden dolayıdır.

 

Kur’ân sâdece bir sözdür fakat en doğru yorumu ve uygulamayı da içinde potansiyel olarak taşır. Bu potansiyeli peygamberler açığa çıkartır ki açığa çıkan vahiy-merkezli yorumlara ve uygulamalara Sünnet denir. Peygamberimiz’in o örnek vahiy yorumları ve uygulamaları da Sünnet olarak Kur’ân’da tescillenmiş ve kıyâmete kadar yer bulmuştur. Peygamberimiz’in vahyin kavlî yorumu ve fiîlî uygulamaları göz-ardı edildiği için, herkes kendi kafasına göre yorum ve uygulamalar ortaya koyuyor. Fakat bu yorumlar bir “örneklik” olmayı hak etmediği için güzel ve iyi sonuçlar açığa çıkmıyor ve müslümanların hâl-i pür melâli devâm edip gidiyor.   

 

Bir otorite olmadığından dolayı her kesim hattâ herkes tarafından farklı ve birbirini tutmayan bambaşka yorumlar ve uygulamalar yapılıyor. Sonra da “en doğru yorum benim yorumum” diye tartışmalar, çatışmalar ve ayrılıklar ortaya çıkıyor ve bu ayrılıklar büyüdükçe-büyüyor. Allah’ın seçtiği peygamberler tarafından yapılan yorumlara aykırı ve zıt olan yorumlar elmayı armut yapabiliyor. Böylece elma, armut zannediliyor. Oysa Sünnet yâni “vahyin ideâl yaşanmışlığı”, ”yaşanmışlık” olduğu için yorumlanamamakta ve ancak örnek alınabilmektedir. Çünkü yaşanmışlığın yorumu olmaz ve nasıl yaşanmışsa öyledir. O hâlde Kur’ân’ı iyice okuyup idrâk ettikten sonra, onun kavlî ve fiîlî yorumunda, (Allah kontrôlünde ve düzeltmesinde yapıldığı için) en doğru kavlî ve fiîlî yorum olan Sünnet’i de hesâba katmak gerekir. Yapılan ve uygulanan yorumun Kur’ân ve Sünnet bütünlüğüne uygun düşmesi gerekir. Ancak böyle olursa farklı ve bambaşka yorumların ve uygulamaların ortaya çıkması engellenmiş olur. Kur’ân’a ve Sünnet’e uygun olunca ve aykırı olmayınca, en doğru benzer yorumlar ve uygulamalar açığa çıkar ve çatışma ve bölünme olmaz.

 

Yorumu elbette bir insan yapacaktır. En doğru yorumu yapacak olan ise, Allah’tan vahiy alan ve vahye göre yaptığı konuşmaları ve amelleri yâni vahyin kavlî ve fiîlî yorumunu “Allah’ın kontrôlünde” yapan Peygamber olacaktır. Peki vahiy bir insan aracılığı ile değil de meselâ Kâbe’den vahyi duyuran bir ses olarak gelmeye başlasaydı, herkes oradayken, “ikrâ” diye vahiy başlasaydı ve insanlar “ne oluyor” diyerek şaşkınlıkla gelen sesi dinleseydi ve sonra da her-gün dinledikleri bu vahiyleri yazmaya karar verip kitap hâline getirselerdi ve kitabın adına da Kur’ân deselerdi ne olurdu ve ne değişirdi?. Böyle bir durumda İslâm bir dinden çok felsefe olurdu. Herkes o felsefeye istediği yorumu yapardı ve bâzıları da “Kur’ân güzel bir kitap ama bâzı âyetlerine katılmıyorum” diyebilirdi. Herkes Kur’ân’ı, (aynen şimdi bir-çoklarının yaptığı gibi) üzerinde istedikleri gibi yorum yapılabilecek bir kitap olarak görmeye başlardı. Bakara 85’e göre bu mümkün olmaz elbette. Herkesin farklı ve bambaşka bir yorum yapması ise Rûm 32. âyet ile yasaklanmıştır.

 

İşte bu yüzden Allah, peygamberler göndermiştir. Peygamberlerin varlığı zımnen; Kur’ân hakkında herkesin istediği gibi bir yorum yapamayacaklarını söyler. Peygamberler, Allah’ın kontrôlünde yapılan “kavlî ve fiîlî yorum örnekliği ve ölçüsü”nü ortaya koymak için gönderilirler. Böylece Kur’ân bütünlüğü söz ve fiil olarak ortaya konmuş olur. Çünkü Kur’ân sâdece sözde kalacak bir Kitap olmadığı için, fiile dökülmekle tamamlanır. İdeâl bir örneklik ortaya koymakla ile tamamlanır. Bütünlük böyle ortaya çıkar. Bu yüzden Kur’ân’a yapılacak yorumlar, Allah’ın onayladığı kavlî ve fiîlî örnek yorumlara (Sünnet) uygun olmalıdır. Kur’ân hakkında yapılan hiç-bir yorum, başta Kur’ân bütünlüğüne, sonra da Kur’an’ın en doğru yorumu olan Sünnet’e aykırı olamaz. Zîrâ Sünnet’e aykırı bir yorum yapıldığında, Peygamber’in Kur’ân’ı -hâşâ- eksik ve yanlış yorumladığı gibi bir durum ortaya çıkar. Üstelik Allah da bu sözde yanlış yorumlara bir şey dememiş olur. Oysa Allah, Peygamberimiz’in yaptığı yanlışlarda o’nu hemen uyarırdı ve düzeltirdi.    

 

İslâm sâdece bilmekle değil, bildikten sonra yapmakla tamamlanan bir din’dir. Yapmak, bilmenin hak olup-olmadığını ortaya koyar. Bilmenin sağlaması “yapmakla” gösterilebilir. Böylece bilinen ve yorumlanan şeyin doğru olup-olmadığı ve doğru şekilde yorumlanıp-yorumlanmadığı ortaya çıkar.

 

Tasavvufçular, Kur’ân’ın en doğru yorumunun mistik-bâtınî-tasavvufî yorum olduğunu söyler. Fakat mistisizm, bâtınîlik ve tasavvuf bir felsefedir ve bunların eylem-şekli yoktur. Hedefi de zâten yine kavlîdir, fiîlî değil. Bu nedenle yaptıkları yorumların doğru olup-olmadığını en kesin şekilde gösterecek olan amel-eylemi ortaya koyamazlar. Tasavvufçular, konuştukları ve sohbet ettikleri yerden kalkıp gidince tasavvufa göre değil de mevcut ideoloji, felsefe ve paradigmaya göre hareket ederler. Çünkü hayatta tasavvufa ve bâtınî yorumlara göre yapılabilecek ve ortaya konulabilecek bir amel-eylem şekli yoktur, olamaz. Zîrâ tasavvufa göre “insan” diye bir varlık yoktur. Kul yoktur ve (hâşâ) herkes Allah’tır. Böylece söz ve amel bütünlüğünü sağlayamamış olurlar. Sonuçta da yorumlarının doğru olup-olmadığını gösterecek bir kriter olmamış olur. Zâten tasavvuf amel-eyleme dönseydi, başladıktan hemen sonra silinip giderdi. Zîrâ tasavvufta konuşulanlar fiîliyata dökülemez. Ancak bir-kaç şekilsel hareketler olarak gözükebilir. Bu nedenle tasavvuf ve bâtınîlikle en doğru yoruma ulaşılamaz. Zîrâ tasavvufî yorum hayatla sınanamaz.

 

Sünnet, bir “ümmet projesi”dir. Böylece Peygamber örnekliği ile başlayan örneklik, İslâm toplumunun oluşturduğu “ümmet örnekliği”ne dönecek ve tüm Dünyâ’ya örneklik edecek ve istikâmet verebilecektir. Böylece ümmet örnekliği tüm insanlar için alternatif bir amel-eylem şekli olacaktır. Böyle bir ümmet, insanların tümü için ideâl, üstün, güzel bir örnek ve kılavuz olur. Onlara, “nasıl insan olunmalı, nasıl ideâl bir toplum oluşturulmalıdır”ın yolunu gösterecektir.

 

Sünnet ve de sahih Hadis, Peygamberimiz’in Kur’ân’a yaptığı sözlü ve fiîli yorumdur. Peygamberimiz’in fiîli ve amelî olarak bizzat yaptıkları, imzâ ettiği ve resmen onayladığı şeyler yada çevresinde yapıldığını görüp de nehyetmediği şeyler, yâni fiîlen teyid ettiği şeylerdir ki bunlar Allah’ın gözetiminde, kontrôlünde ve düzeltmesinde yapıldığı için, “Allah’ın onayladığı” en ideâl söz, amel, eylem ve davranıştır. Sünnet, risâletin gerçekleşmesi ve ortaya konulması doğrultusunda Peygamber’in izlediği çalışma metodudur. Sünnet “yaşayan Kur’ân”dır, hem da hayâtın her alanında. Peygamberimiz bunu: “…Ben sâdece bana vahyedilene uyuyorum…” (En-âm 50) diyerek ifâde etmiştir.

 

En başarılı tefsir, Kur’ân bütünlüğüne ve Sünnet’e uygun olan tefsirdir. Zîrâ tüm tefsirler, Peygamberimiz’in Kur’ân’a yaptığı kavlî ve fiîlî tefsirin izdüşümüdür yada öyle olmak zorundadır. Çünkü Kur’ân bütünlüğüne ve Sünnet’e uygun olmayan ve aykırı düşen tefsirler, İslâm düşüncesini ve İslâm’ın amelî şeklini bozar. Târih boyunca bu durum çok görülmüştür. Kur’ân hakîkatinin doğru-dürüst anlaşılabilmesi ve yaşanabilmesi için güvenilir bir kıstasa ihtiyaç vardır ki bu kıstas elbette, Kur’ân’ın en ideâl ve doğru olan kavlî ve filî yorumudur olan Sünnet’tir. Sünnet, “Allah’ın râzı olduğu amel-eylem ve hareket metodu”dur. Sünnet, Kur’ân’ın “nesnel yorumu”dur.

 

Kur’ân’ın kavlî ve fiîlî en doğru yorumu yâni vahyin en doğru anlaşılması, idrâk edilmesi ve en doğru şekilde uygulanması, Ahzâb Sûresi 21. âyette: “Andolsun, sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah’ın Resûlü’nde ‘güzel bir örnek’ vardır” sözüyle ifâdesini bulan Sünnet ile olabilir. Zâten Allah da peygamberleri bunun için göndermiştir. Peygamberimiz de bu görevini en iyi şekilde yapmış ve tamamlamıştır. “Bu gün size dîninizi tamamladım” sözü, “size vahyin en doğru ve eksiksiz bildirimini yaptım, en doğru yorumunu ve uygulamasını gösterdim” demektir. Allah da bunu kabûl ettiği için Kur’ân’da şöyle der:

 

“Kim kendisine ‘dosdoğru yol’ apaçık belli olduktan sonra elçiye muhâlefet ederse ve mü’minlerin yolundan başka bir yola uyarsa, onu döndüğü şeyde bırakırız ve cehenneme sokarız. Ne kötü bir yataktır o!” (Nîsâ 115).

 

Demek ki Kur’ân ile iç-âlemler aydınlatıldıktan sonra yine Kur’ân’ın gösterdiği istikâmette aynen Peygamber ve örnek toplum olan sahabe gibi hareket edilmediğinde yoldan çıkmak, sapmak ve en başa dönerek yine şirk, küfür ve zulüm yoluna girmek kaçınılmaz oluyor.

 

Evet; İslâm ancak, hak ve hakîkatin tek ve en kesin gerçeği olan Kur’ân ve Kur’ân’ın kavlî ve fiîlî en doğru yorumu olan Sünnet bütünlüğü ile ancak ortaya konabilir. Zâten ümmet ancak bu bütünlükle hareket ettiğinde İslâmî hakkıyla uygulayan bir İslâm toplumu, İslâm kardeşliği, İslâm devleti ve İslâm medeniyetini başlatabilir ve kurabilir. Aksi-hâlde hak ve hakîkati sağlayamayıp kaybedeceğinden dolayı dağılıp parçalanır ve hem maddî hem de mânevî alanda ezik, zavallı ve perişân bir duruma düşer. 

 

En  doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ağustos 2021

 

 

Devamını Oku »

14 Eylül 2021 Salı

Kendini Aşırı Sevmek

 

“Kendi istek ve tutkularını (hevâsını-nefsini) ilah edineni gördün mü?. Şimdi ona karşı sen mi vekil olacaksın?” (Furkân 43).

 

Tüm zamanlar boyunca, insanlar ya vahye uymuştur yada nefislerine yâni kendilerine. Kendine uymak; isteklerine, arzularına, ihtiraslarına, rahatına ve konforuna uymak demektir. Bu bağlamda insanlar ikiye ayrılır. 1- Vahyin peşinden gidenler; 2- Nefsinin yâni kendi düşüncesinin, arzularının, ihtiraslarının ve hazlarının peşinde sürüklenenler. İnsanlık târihinde nefsi tatmin etmek için tüketilen enerji miktârı, başka hiç-bir şey için kullanılmamıştır.

 

İslâm, “Dünyâ ve nefs yerine âhiretin İslâm’ın merkeze ve öne alınması”dır. İslâm, insanın kendi düşüncelerine ve arzularına yâni nefsine göre değil; “Allah’a, vahye ve Peygamber örnekliğine göre bir yaşam-tarzı ve hayat-şekli benimsenmesi” demektir. İslâm; şeytana, tâğuta ve nefse bir “dur” deme dînidir. Müslümanca yaşamak, “nefse göre yaşamak” değil, “Allah’ın emrine göre yaşamak” demektir. Kriter olarak Allah’ı-Peygamber’i-Kur’ân’ı yâni İslâm’ı kriter almayanların kriterleri “nefs”tir yâni çok sevdikleri kendileridir. İslâm’a göre yaşamak istememek, “nefse göre yâni kendi kafasına ve düşüncelerine göre yaşayamayacak olma korkusu”ndan kaynaklanır. İslâm göre yaşamak düşüncesi ve eylemi, kendini aşırı sevenlerin çok endişe ettiği bir konudur.

 

“Nefse zulmetmemek” de vardır İslâm’da. Fakat İslâm’ın, kendisini kabûl edenlere yüklediği sorumluluklar vardır ve bunlar farzdır. Bu sorumlulukları almayınca “müslümanım” demek geçerli olmaz. Zîrâ müslümanlığı (daha doğrusu müslim olmayı) kabûl etmek, İslâm’ın insana yüklediği sorumlulukları almak ve İslâm’ın tavsiye ve emrettiği bir hayat-şeklini benimsemeyi gerektirir. Lâkin bunu yapmak, kılına bile zarar gelmesinden dehşete düşenler, kendilerini çok sevip önemseyenler ve konforlarına-hazlarına tapanlar için pek de mümkün değildir. Zâten böyle kişiler bencilleşmiştir ve başkalarını da gözeten İslâmî sorumlulukları almayı çok da mantıklı gör(e)mezler.

 

Kendini çok sevenlerde aşırı bir tedbir alma düşüncesi ve davranışı da vardır. Fakat aşırı tedbir ve temkinin nefret ettirici bir özelliği vardır. Kendini aşırı seven kişiler resmî kurumlar hâricinde hiç-bir kişiye ve şeye tam olarak inanıp güvenemezler hattâ resmî olmayan kişilere ve bilgilere inanmayı gereksiz gördükleri için, devlet hâricindeki kişilerin ve kuruluşların söylemlerinden şüphe duyarlar. Tabi bu durum onları dostsuz ve arkadaşsız bırakır. Gerçi onlar bunu çok da dert edinmezler ve bu nedenle hiç kimseyle samîmi dost ve arkadaş ol(a)mazlar. Çünkü kendilerini çok önemsemekte ve aşırı sevmektedirler. Bu durum onların bencilleşmesine neden olmuştur. Bu nedenle de “başkası için de bir şey yapmak ve yardımlaşmak, birlikte bir şeyler yapmak” demek olan dostluktan uzak dururlar. Zîrâ dostlukta mutlakâ kendini sevmeye ara verilmesi ve dost için kendinden vazgeçilmesi gereken zamanlar ve durumlar olur.

 

Kendini çok sevenlerin riske girmeleri mümkün değildir, çünkü aşırı tedbirlidirler. Bu nedenle de tevekküllerini kaybetmişlerdir. Allah’ın açık bir emri karşısında bile riske giremezler de ucundan-kıyısından îman ederler. Hâlbuki îman, kişiyi riske girmeye de zorlar. İslâm, kendinden ödün vermeyi, duruma göre zorluğu göğüslemeyi ve hattâ Allah yolunda mallarla ve canlarla ölmeyi bile gerektirebilir.   

 

Kendini çok sevenler en küçük bir eleştiriyi bile kendilerine yapılmış bir düşmanlık gibi görürler. Çok kırılgandırlar. Riske girme oranları çok düşüktür. Birileri için bir şey yapmayı zor ve gereksiz gördükleri gibi, Allah rızâsı için de pek bir şey yapamazlar. Çok güvensiz, şüpheci ve kaygılıdırlar ve bu yüzden de depresiftirler.

 

Kendilerini çok sevenler resmîyete ve devletin kânun ve kurallarına aşırı bağlıdırlar ve resmîyete ve devlete çok güvenirler. Zâten bu nedenle de mêmur ve devlet işçisi olmak ana hedeflerinden biridir. “Kapağı devlete artmak” derdindedirler. Çünkü Allah’tan bile daha çok güvendikleri mercî devlettir. Bu nedenle de Allah’ın kânunlarını uygulama noktasında “yapacak bir şey yok” gibi laflar ederek işi geçiştirirlerken, devletin kânunları karşısında kılı kırk yararak emirleri tam-tamına yerine getirmek için her-şeyi yaparlar. Kudreti sonsuz âlemlerin Rabbi olan Allah’ın, meleklerin pâdişâhı olan Cebrâil vâsıtasıyla “âlemlere rahmet” olan Peygamberimiz’e yedi kat göklerden indirdiği ve sonsuz nîmetler diyârı olan cenneti kazanmak için okunması ve uygulanması farz olan Kur’ân’ı okumak onlara çok zor ve gereksiz gelirken; iş hayatlarında ve emeklilik günlerinde bir miktar daha fazla maaş alabilmek için yüksek-okul mêzunu olmak gerektiğinden dolayı, 3-5 yılı yoğun şekilde okumakla ve ders çalışmakla geçirmeyi zevkle göze alabilmektedirler. Kendini aşırı sevenler, ilk önce bu dünyâda rahat etmenin derdindedirler.  

 

İslâm’ın kânunları karşısında “bir şey yapmaya gerek yok, durum bu” demeye getirecek şekilde konuşurlar. Zîrâ İslâm’ın emirlerini yerine getirmede risk vardır. Kendilerine âşık olanların Allah rızâsı için de olsa böyle bir riske girmeleri söz-konusu bile değildir. İslâm’ı hem bilmediklerinden hem de aslında çok da önemsemediklerinden dolayı “Allah bizden böyle bir şey beklemiyor” zannına kapılırlar.

 

Kendini çok sevenlerin devlete-resmîyete bu kadar bağlı olmasının ilk nedeni, insanın Dünyâ’ya göbeğinden bağlı olmasıdır. Üstelik modern insan, konforuna ve hazzına çok fazla düşkündür. Dünyâ’ya bağlı olmak bir noktaya kadar mâkûl olsa da, bir müslüman-mü’min için Dünyâ bir “imtihan dünyâsı” olduğundan dolayı Dünyâ’ya aşırı bağlanmak, ona sıkı-sıkıya yapışmak ve asıldıkça asılmak doğru olmaz. O hâlde aslında Dünyâ sevgisinin sonucunda ortaya çıkan kendini aşırı sevmek, İslâm’ı hakkıyla yerine getir(e)memekle sonuçlanır.

 

Kendini çok sevenler devlete çok güvenirler ama her zaman da devletten kazık yerler. Zîrâ lâik-seküler-demokratik ülkelerde halk her zaman devletin düşmanıdır.

 

Kendini çok sevenler kendilerini cehenneme yakıştıramazlar ve cennetlik gibi görürler. Ne de olsa kimseye bir zararları yoktur. Fakat kimseye bir faydaları da yoktur. Zâten kimseye zararlı olmadıkları iddiâları, Allah’ın emir ve yasaklarına çok riâyet edip uymaktan dolayı değil, resmî kânunlardan ve kendilerine bir zarar ve sıkıntı dokunmaması için yaptıkları bir şeydir. Yâni çok da bilinçli bir hareket değildir. Çünkü birilerine bir faydalarının dokunması için bir şeyleri göze alabilmeleri yada en azından konforlarını bozmaları yada en azından konforlarını gevşetmeleri gerekir ki bu, kendini çok sevenler için çok zor bir şeydir.

 

Kendilerini çok sevenler, risk içerdiği için âlemlerin Rabbi olan Allah’ın emirlerini-kânunlarını birebir yerine getirmekten kaçınırlar ve hattâ bu emir ve yasakları çok da önemsemezler. Fakat iş beşerin-devletin yâni resmîyetin kânunlarını-kurallarını uygulamaya gelince iş değişir ve devletin dediğini ikiletmezler ve sorgusuz-suâlsiz tam olarak uygularlar ve uygulamak için her-şeyi yapabilirler. Fakat bu şirke girer. Allah’ın kânunlarını es geçerek beşerî kânunlara riâyet etmek ve hayâtı Allah’ın değil de beşerin kânun ve kurallarına göre yaşamak şirktir. Şirk zâten budur.

 

Kendini çok sevenler ve kendi kararlarını çok önemseyenler, bir konu hakkında size danışsalar ve sorsalar da sonunda yine de kendi bildiklerini yaparlar. Size danışmalarının nedeni, aslında danışıyormuş gibi yapıp kendi düşüncelerini onaylatmaktır.

 

Kişisel gelişimciler ve bâzı psikologlar, insanlara sürekli olarak “kendini affet”, “kendini sev”, “kendini önemse”, “kendini ödüllendir” vs. telkini yaparlar. “Nefsine zulmetme” deseler tamam anlaşılır. Fakat kendini affetmek, kişinin kendisine aşırı önem vermeye başlaması ve kendini aşırı sevmesine, bu yüzden de kılına bile zarar verecek risk olduğunda bundan uzak durmayı, kafa ve beden konforunu bozacak her-şeyden alabildiğince kaçmayı da yanında getirir. Öyle ki, kendini aşırı sevenler, kafa konforlarının bozulmaması için genellikle kötü haberlerin verildiği televizyon ve diğer haber kanallarını izlemekten kaçınırlar. Böyle yapmakla güyâ kendilerini affetmektedirler. Oysa insanı affedecek tek mercî Allah’tır. Kişinin kendini affetmesi “kendini ilah îlân etmesi” demektir. Böylece her türlü günahında, suçunda ve yanlışında kendini affedip rahatlayacak ve ona kırmızı çizgi koyacak bir mercî kalmayacaktır. Lâkin şu da var ki, kendilerini sürekli affedenler için öyle bir zaman ve durum ortaya çıkar ki, kendilerini affetmeleri hiç-bir işe yaramaz da çâreyi psikologlarda ve psikolojik ilaçlarda görürler ve kendilerini dandik terapilerin içinde kaybolmuş bulurlar. 

 

Tabi nefs “öldürülmesi” gereken değil “terbiye edilmesi” gereken bir şeydir. Zîrâ nefs bizim hayâtiyetimizi devâm ettirmemizi de sağlar. Arzularımız ve şehvetimiz hep nefistendir. Nefsini öldürmüş olanların dengeli bir yaşam sürmesi pek mümkün değildir. Zîrâ nefse zulmetmek de bir zulümdür. Bu nedenle insanın kendini ölçülü şekilde önemsemesi ve ölçülü bir şekilde sevmesi gerekir. Bizim, yazı boyunca eleştirdiğimiz şey, insanın kendini aşırı şekilde sevmesi ve önemsemesi, dolayısıyla kendine tapması durumudur ki modern insan bu aşırılıklarla mâlûldür.  

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ocak 2021

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »

8 Eylül 2021 Çarşamba

Allah’ı Hesâba Katmamak ve Uzmanlara Sığınmak

 

“Onlar Allah’ı unuttular; O da onları unuttu. Şüphesiz, münâfıklar fıska sapanlardır” (Tevbe 67).

 

“…Eğer bilmiyorsanız, ilim (zikir) sâhiplerine sorun” (Nâhl 43).

 

Kâinât ilim üzere kurulmuştur. Zîrâ Allah, rast-gele ve karmaşık bir yaratılış yapmamıştır. Sırât-ı müstakîm üzere olmak, “hakîkate mebnî olarak, ilim üzere olmak” demektir. Zâten “sünnetullah” hem kâinâtın yasaları hem de insanlar için toplumsal yasalar hep ilme tâbidir. Öyle körü-körüne bir yaratılış ve oluş olmaz. Kader, “Allah’ın keyfî olarak bir şeyleri yazması” değil, ilim üzere, “bir şeyi diğer şeyin sebebi ve sonucu olarak yaratması”dır. O hâlde ilim çok önemlidir ve hattâ insanı diğer varlıklardan farklı kılan ve “insan” yapan şey ilim ve bilinçtir. Tabî ki ilim, ancak vahiy-merkezli olduğunda yâni “Allahlı” olduğunda bilinç açığa çıkarabilir. Aksi-hâlde şeytan ve nefs işe karışır ve insana yakışmayacak bilinçsizce düşünceler ve eylemler açığa çıkar. Zâten Allah ancak hakka bağlı ve hak-merkezli ilim ve bilinç üzere aklını kullananlara yollarını açar ve bunu yapmayanların yâni aklını işletmeyenlerin ise üzerine pislik yağdırır:

 

“… O, akıl erdir(e)meyenlerin üzerine iğrenç bir pislik kılar” (Yûnus 100).

 

Buraya kadar söylemek istediğimiz şey şudur: Allah insana bir akıl vermiştir ve bu akıl, ilim ile, tecrübeyle ve Allah’ı hesâba katmak koşuluyla kullanıldığında ancak doğruya, hakka ve hakîkate ulaşılabilir. Zâten Allah Kur’ân’da anlatılanlara ve verilen örneklere en iyi ve doğru şekilde ancak ilim-sâhiplerinin yâni âlimlerin akıl erdirebileceğini söyler:

 

“İşte bu örnekler; biz bunları insanlara vermekteyiz. Ancak âlimlerden başkası bunlara akıl erdirmez” (Ankebût 43).

 

Demek ki insanlık her zaman âlimlere yâni ilim-sâhiplerine ihtiyaç duymuştur. Hakka ve hakîkate yâni Allah’a bağlı olan âlimler insanları hep doğruya ve iyiye yönlendirmiştir. Tabi bir de Allah’ı hesâba katmayanlar sözde bilgi-sâhipleri de vardır ki bunlar da insanları hep bâtıla ve batağa sevk-etmiştir, etmektedir.

 

Modernite ile birlikte ise bilenlere “bir şeyin ustası” anlamında “uzman” (us/z-man) ismi verilmektedir. Uzman: “Belli bir işte, belli bir konuda; bilgi, görüş ve becerisi çok olan kimse, mütehassıs, kompetan” (TDK) demektir. Bu uzmanlar; modern sistem lâik, seküler ve demokratik yâni Allahsız olduğu için, tâ baştan îtibâren eğitimlerini Allah’ı hesâba katmayacak şekilde almıştır. Zîrâ modern eğitim Allahsızdır ve bu nedenle de Allah’ı, vahyi, dîni vs. hesâba katmayı ilkellik, gerilik ve en sonunda da şiddetin kaynağı ve teröristlik olarak görür. Böyle olduğu içindir ki, Allah’ı es geçince, “akıllarını ilahlaştırmak” zorunda kalmışlardır, kalmaktadırlar. Çünkü insan sonsuz ilim kaynağı olan Allah’ı hesâba katmaktan vazgeçtiğinde yâni vahye kulak vermediğinde, geriye sâdece “kuru akıl” kalmaktadır. Akıl elbette önemlidir ve insanın aklını kullanması olmazsa-olmazdır. Fakat akıl da nihâyetinde yaratılmış bir şeydir ve bu nedenle de noksandır, sınırlıdır. O hâlde akıl da Sınırsız Olan’a dayanmalı yâni Allah’ı, peygamberleri, dîni, vahyi ve gaybı hesâba katmalıdır. Aksi-hâlde -akıl mutlakâ bir şeye dayanmak zorunda kalacağından dolayı- Allah’a dayanmadığında ve O’nu hesâba katmadığında mecbûren şeytana, nefse ve tâğutlara dayanacaktır. İşte modern akıl bunlara dayanarak ortaya çıkmıştır.

 

Modern dönemde aklını (Allahsız bir şekilde) en çok kullananlar uzmanlar olarak görüldüğü için, artık Allah’ı unutan, hesâba katmayan, peygamber örnekliklerini es geçen ve vahyi umursamayan insanlar uzmanlara yönelmekte, onları gözlerinde aşırı büyütmekte, onları hakîkatin tek kaynağı olarak görmekte ve hattâ onları ilahlaştırmaktadırlar. İsminin başında Doç. yada Prof. yazısını gördüklerinde artık onlara hiç-bir eleştiri ve îtirâz edememekte, “adam profesör, vardır bir bildiği” diye düşünmektedirler. Böylece uzmanlar, modern peygamberler ve kader belirleyiciler, hayat-şekli belirleyiciler yâni din belirleyiciler hâline gelmektedirler. Hâlbuki onlar da belli bir düşünceye, ideolojiye ve sisteme bağlıdırlar, bilgileri yetersizdir, çoğu-zaman da eksik ve yanlış düşünüp konuşurlar.

 

Modern insanlarda uzmanlara karşı müthiş bir güven vardır. Eğer uzmanlar aslında yanlış bir şey söylemiş olsa bile, siz ne kadar mantıklı ve doğru bir şey söylerseniz-söyleyin yine de sizi dinlemezler de uzmanların dediklerini uygularlar ve onlara göre yaşarlar. Hele de bu uzmanlar resmî makamlara sâhip uzmanlar iseler yâni devlet mêmuru ve devletin görevlendirdikleri kişiler iseler, işte o zaman onlara karşı bir şey söylemek imkânsız hâle geldiği gibi, onlara sorgusuz-suâlsiz inanmak farz olmaktadır. İnsanlar, göklere mûcizevî bir şekilde uzmanların söylediklerinden daha farklı yada tam aksi bir şey yazılmış olsa bile yine de gökteki mûcizevî yazıyı-bilgiyi değil, uzmanların -yanlış da olsa- söylediklerini dinlerler ve onların yolunda gitmeye devâm ederler. Zîrâ insan, Allah’ı hesâba katmamaya bir kez başladığında, O’nu unutur gider. Tabi, Allah’ı unutmanın cezâsı, Allah’ın da onları unutması yâni onlardan yardımını kesmesidir.

 

“Uzmanlara göre”, “uzmanların yaptığı araştırmalara göre, “prof. dr. x kişinin söylediğine göre” diye başlayan cümleler sanki, “Allah diyor ki” denmiş gibi dikkatle dinleniyor, ve uzmanların söylediklerine harfiyen uyuluyor. Böylece aslında uzmanlara “sığınılmış” oluyor. Bu sığınma “Allah’ı unutarak uzmanlara sığınmak” şeklindedir. Allah’ı hesâba katmadan uzmanlara sığınmak elbette “Allah’tan başkasına tapmak” anlamında şirktir.

 

Kur’ân “bilenlere sorun” der. Bu bilenler bir konuda yada bir-kaç konuda uzman da olabilirler. Fakat Allah’ın bahsettiği “bilenler”, Allah’ı hiç unutmayan “vahiy-merkezli bilenler”dir. Allah hesâba katılmadığında işe mutlakâ şeytan karışır ve “şeytan gibi bilmek” açığa çıkar. Şeytan gibi bilmek şeytanı lânetlenmekten ve kovulmaktan kurtaramamıştır. O hâlde gerçek bilgi “Allah-merkezli olan bilgi ve biliş”tir. Allah hesâba katılmadığında ise bilmek mutlakâ eksik kalacağından dolayı, en azından bereketsiz olur.

 

Bilmek, Allah-merkezli olunca bilenler de birbirleriyle iyi uzlaşırlar. Söylemleri ve eylemleri benzeşir ve aynı olur. Böylece çelişkilerden kurtulmuş olunur ve sonuçta da bir netlik açığa çıkar. Netlik olunca yapılacaklar daha açık olarak kendini belli eder. Modern bilginler olan uzmanlar ise daha birbirleriyle uzlaşamıyorlar da birbirlerini yalanlıyorlar. Birinin dediğini diğeri inkâr ediyor ve farklı, bambaşka şeyler söylüyorlar. Çünkü uzmanlaşmışlardır ve hepsi de kendi uzmanlık alanlarını merkeze alarak konuşmaktadır. Böyle olunca da âdetâ şu âyet tecelli ediyor:

 

“Kendi dinlerini (inanışlarını, uzmanlık alanlarını H.G.) fırkalara ayırmış ve kendileri de parça-parça olmuşlardır; ki her grup kendi elindekiyle övünüp sevinç duymaktadır” (Rûm 32).

 

Korona-virüs bağlamında konuşacak olursak; uzmanların son 1,5 senedir söyledikleri ve önerdikleri şeylere genel olarak uyulmasına ve söylenenler uygulanmasına rağmen hastalık önlenememiş ve tam tersine daha fazla artmış durumdadır. Açıkça söylemek gerekir ki son 1,5 senede yapılan teşhisler, tespitler, önermeler ve tedâviler pek de bir işe yaramamıştır. Çünkü hastalık ve ölümler çoğalmıştır. İnsanlar hep uzmanların dediklerine göre hareket etmişlerdir ama sonuçta daha da kötü bir noktaya gelinmiştir. Korona-virüs de bir ilim konusu olduğuna göre (çünkü korona-virüs meta-fizik bir şey değildir) o hâlde uzmanların teşhis, tespit, görüş, önerileri ve tedâvi yöntemleri çok büyük oranda doğru olmamıştır. Zâten ulusal medyada bahis konusu edilmese, yayına çıkarılmasa ve onların da görüşlerine yer verilmese de, internette ve bâzı cesur kanallardaki yayınlara çıkan tıp ve sosyâl bilimler uzmanlarının söyledikleri bambaşka şeylerdir ve de daha mantıklı ve doğrudur. Çünkü onların çoğu Allah’ı hesap dışına koymuyorlar. En azından doğal olanı, normâli ve fıtratı hesâba katıyorlar ve ona göre düşünüyorlar ve konuşuyorlar. Tavsiyelerini de ona göre veriyorlar.

 

Yaratıcı’yı hesâba katmadan, yaratılmış bir şeyin ortaya çıkardığı bir sorunun çözülebileceğini sanmak, her hâlde insanlığın yaptığı en büyük ahmaklık olur. Tüm virüsler gibi korona-virüsü de Allah yarattı. O hâlde Allah’ı hesaba katmadan ve O’ndan yardım dilemeden bunun üstesinden gelmek nasıl mümkün olacaktır?. Olmuyor, olmaz da zaten. Virüsü yaratanı hesâba katmadan virüsten kurtulmak nasıl mümkün olacak?. Aslâ mümkün olmaz ve ancak yine Allah’ın kâinâta koyduğu doğal yasaların sonucunda (kitle bağışıklığı) virüs doğal olarak def olur gider ki zâten virüsten de ancak bu şekilde kurtulmak mümkündür. Fakat doğal olunca “belli bir süreçte olacağı” ve modern etkiler nedeniyle insanların bağışıklık sistemleri çöktüğü yada çökme noktasına geldiği için, bu-arada birilerinin canı fenâ hâlde yanacaktır.

 

İddiâ ediyorum ki, insanlar temizliğe ve beslenmeye dikkat edip önem verdikten sonra sürekli olarak Allah’a duâ edip yalvarıp-yakarsalardı, şimdiye kadar virüs bitip giderdi. Çünkü duâ, bir “Allah’ı hesâba katma şekli”dir ve duâ istikrarlı ve samîmi bir şekilde yapıldığında çok etkilidir. Fakat hiç kimsenin böyle bir şey yapmak aklına/işine gelmiyor yada Allah’ı hesâba katmayan sistem ve kişiler bunu dillendirmiyor. “Tek yol bilim”, “uzmanların dediğin yapmaktan başka çâremiz yok”, hurâfelere değil bilime güvenmeliyiz”, “din ve duâ ile değil, modern-bilim ve teknoloji ile çözülecek” vs. gibi söylenen yüzlerce sözün, gelinen yer îtibârıyla boşa çıktığı ve anlamını kaybettiği açıkça görülmüştür. Açıkçası iş Allah’a kalmıştır. Çünkü hiç-bir şey bâriz bir şekilde işe yaramamaktadır. Hattâ basit bir virüs, Allah hesâba katılmadığı için alt edilememektedir.

 

Meselâ şu niçin denenmiyor?: “Temizliğe ve beslenmeye dikkat ettikten başka, takviye gıdâlar ve “alternatif” olanlar da dâhil yapılması gereken her-şey yapıldıktan sonra; müzik ve reklâm kanalları dâhil radyo-tv tüm kanallardan aynı-anda, canlı yayında iyi bir hatibin yapacağı içten bir duâya “âmin” denilse.. Ama olmaz tabi. Lâikiz ya, seküleriz ya, demokrasiye inanıyoruz ya, akıl ve bilimin yolunda ilerleyen bir ülkeyiz ya.. Uzmanlara göre, yapılacak olan bu şey “bilimsel” olmaz zâten. Üstelik böyle yapıldığında yâni duâ etmenin faydalı olduğunu gösteren bilimsel bir yayın da yok öyle değil mi?. Çünkü “bilimsel olmayınca bir işe yaramaz” düşüncesi hâkim. Peki sizin “bilimsel” diyerek 1,5 yıldır yaptıklarınız ne işe ne kadar yaradı?.. O hâlde Allah’ı hesâba katmamaya ve uzmanlara uyarak küresel şeytanları daha da zenginleştirmek için alan açmaya devâm edelim. Dünyâ’nın şu-andaki ve ilerideki belâlarıyla uğraşmaya ve maddî zararları çekmeye devâm. Yeter ki Allah’ı hesâba katmayalım, işe Allah’ı karıştırmayalım ve O’na göre yaşamayalım.

 

O zaman şeytana, nefse, “tâğut” denilen küresel güçlere, standart belirleyicilere, sermâyedarlara ve onlara çok bağlı oldukları için onların uşaklığını ve yalakalığını yapan (istisnâlar hâriç) uzmanlara sığınmaya devâm edin. Fakat şunu unutmayın ki, Allah dışında veliler edinip de onlara sığınanlar hiç-bir zaman iflah olmayacaktır. Çünkü:

 

“Allah’ın dışında başka veliler edinenlerin örneği, kendine ev edinen örümcek örneğine benzer. Gerçek şu ki, evlerin en dayanıksız olanı örümcek evidir; bir bilselerdi” (Ankebût 41).

 

Uzmanlık çok mekaniktir. O yüzden işin rûhî-mânevî-derûnî yönünü bilmezler. Çünkü Allah’ı hesâba katmazlar yada çok da hesâba katmazlar. O yüzden soğuktur, hayâtı dar eder, hep olumsuz konuşur, her-şeyi bildiğini zanneder, o yüzden de sâdece kendisinin karar vermesi gerektiğine inanır ama aldığı kararlar kısa yada uzun vâdede insanlara-toplumlara, doğaya ve zamanla her-şeye zarar verir. Zîrâ doğalı, normâli ve fıtratı hesâba katmak, dîni-vahyi yâni Allah’ı hesâba katmayı gerektirir. Bunları hesâba katmayanları Allah da hesâba katmaz. Allah’ın hesap-dışı bıraktığı kimselerden bir yarar ummak boşunadır. Uzmanların tümünü genellemeden söylüyorum; “uzman-merkezlilik bir çeşit İslâmsızlıktır, uzman-merkezlilik bir çeşit Allahsızlıktır”. Vel-hâsıl kelâm; Allah’ı hesâba katmayıp da mutlak anlamda uzmanlardan medet ummak şirktir.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Mayıs 2021

 

Devamını Oku »

2 Eylül 2021 Perşembe

Şartlı Müslümanlık


“İnsanlardan kimi, Allah’a bir ucundan ibâdet eder, eğer kendisine bir hayır dokunursa, bununla tatmin bulur ve eğer kendisine bir fitne isâbet edecek olursa yüzü-üstü dönüverir. O, Dünyâ’yı kaybetmiştir, âhireti de. İşte bu, apaçık bir kayıptır” (Hac 11).

 

Şart: “Olması başka durumların gerçekleşmesini gerektiren şey, koşul”.

 

İslâm, sâdece “özel şartlar”da ve “özel alanlarda” yaşanacak bir din değildir. Müslüman olmak, İslâm kayıtsız-şartsız kabûl edildiğinde geçerli olur. Çünkü İslâm, dîne dâhil  etmede insanı zorlayamaz ki zâten dinde zorlamanın olmaması bu demektir. O hâlde şu bilinmelidir ki her insan İslâm fıtratı üzre doğsa da, İslâm bir bilinç işidir, bu nedenle gerçek anlamda “doğuştan müslüman” olunmaz. Müslüman bir ana-babadan doğmak, müslüman bir ülkede doğmak ve yaşamak büyük bir avantajdır fakat İslâm, kişinin belli bir yaşa geldiğinde ve akıl-bâliğ olduğunda, bilerek ve farkında olarak, İslâm’ı gönülden kabûl ederek müslüman olmasına “müslümanlık” olarak bakar. Kimlikte müslüman yazıyor olması kişiyi müslüman yapmaz. Müslümanlık bir tercih işidir ve herkes bu tercihi bilinçli bir şekilde yapmalıdır. Zîrâ müslümanlık ciddî bir iştir ve bir şeyin taraftârı olmak gibi geçici bir heves değildir. 

 

İşte bu nedenle kimliğinde müslüman yazmasına, kendisine sorulduğunda “müslümanım” demesine, Allah’a inandığını söylemesine rağmen, aslında İslâm’ın ne olduğunu bilmeyen, öğrenmeyen ve ona göre yaşamayan insanların müslümanlığı kültürel ve psikolojik bir müslümanlıktır. Yâni, İslâm’a girdiğinde yada İslâm’dan çıktığında hayâtında bir değişiklik olmayan kişi zâten hiç-bir zaman müslüman olmamış demektir.

 

İnsan için en önemli şey ne ise, o kişinin dîni de odur. Eğer vatanı, milleti, ırkı, soyu-sopu, işi-gücü vs. dîninden daha önemli ise, o kişi hem dînin ne demek olduğunu tam bilmiyor hem de dîne çok önem vermiyor demektir ki, yapılan araştırmalarda ve anketlerde çıkan sonuçlar da zâten bunu gösteriyor. Dînin hemen hiç-bir emrini yerine getirmediği hâlde müslüman olduğunu zannedenler, sıra dünyevî şeylere itaate gelince aslan kesiliyor. İslâm dînin emirlerini yerine getirmeyenler, “kapitâlizm dîni”nin tüm emirlerini kayıtsız-şartsız ve dört-dörtlük yerine getiriyorlar. İlâhi dînin emirlerini ve nehiylerine uymayanlar, beşerî din ve sistemlere ölesiye bağlıdırlar ve bu bağlılıklarını mallarını ve canlarını fedâ ederek gösterebiliyorlar. İşte din budur. Malınızı ve canını fedâ edebileceğiniz şey sizin dîniniz, yâni bağlı bulunduğunuz yolunuzdur.

 

İslâm’a gelince, müslümanlık yapmaya gelince bin-bir şart ve mâzeret ortaya koyanlar, şeytanın, nefsin ve tâğutların emir ve nehiylerine kayıtsız-şartsız uyuyorlar. Meselâ; cumhûriyet, demokrasi, lâiklik, kemâlizm, kapitâlizm, liberâlizm, komünizm, feminizm, vatan, bayrak vs. Tüm bunlara bağlılıkları kayıtsız ve şartsız bir bağlılıktır. Fakat şu unutulmamalıdır ki, tüm bunlar maddî ve geçici şeylerdir. Kalıcı olan ise dînî-mânevî ve rûhânî olandır. O hâlde, rûha can veren İslâm’a kayıtsız-şartsız bağlı olmak ve onun emir ve nehiylerini ciddî ve sıkı bir şekilde yerine getirmek gerekir ki âhirette bunun bir karşılığı görülsün ve cennet hak edilsin. İslâm, insanı hem Dünyâ’da hem de âhirette kurtaracak kodlara sâhip yegâne din ve yoldur.

 

Dünyâ’daki kısa bir yaşam için her türlü fedâkârlığı kayıtsız-şartsız bir şekilde yerine getirenlerin ebedî bir yaşam için bağlı bulunması gereken İslâm’a kayıtsız-şartsız bağlanmaktan imtinâ edilmesinin nedeni, iç ve dış etkenlerdir. İçte şeytan ve nefs, dışta ise tâğutlar bu bağlılığı önlemek için ellerinden gelen her-şeyi yapmaktadırlar.       

 

Dünyâ son 200 yıldır dînin değerlerini bıraktı ve dünyevî-beşerî değerlere sarıldı. Hem de kayıtsız-şartsız. Sarıldığı değerler insanlara aslında çok da bir şey vermedi ve onları mutlu etmiyor. Parmaklarına çalınan bir parça bal ile avunup duruyorlar. Hattâ beşerî değerler(!) onlara çeşitli acı ve ızdırap verip durmaktadır. Fakat buna rağmen yine de bu beşerî dinlere-değerlere bağlılıkları devâm ediyor. Nasıl oldu da iknâ oldular?. Çünkü beşerî-dünyevî değerler tam da nefse nişan alır, nefsi kışkırtır. Nefs sürekli kışkırtılmak ister ve kışkırtılınca zevk alır ve rahatlar. İşte insan böylece nefsinin tatminini seçti ve bâtıl dinlere boyun eğdi. Batı tarafında ortaya çıkarılan sözde değerlere râm oldu, bu değerler insanların dîni hâline geldi. Bu dinler insanlardan kayıtsız-şartsız bağlılık istedi ve bağlılıkları oranında onlara alan açtı. Batı’nın o çok matah zannedilen değerleri bu yüzden hep “şarta” bağlıdır. Bu şart, “maddî ve dünyevî şart”tır. Madden zenginlik kaybolduğunda değerler de kaybolur gider. Zîrâ bâtıl çok çürüktür ve bir-anda yok olup gidebilir.  

 

Şeytanın, nefsin ve tâğutların istediklerini yapabilmelerinin ilk ve kesin şartı, toplumun dinden kopmuş olması ve zamanla “ahlâken yozlaşmış olması”dır. Bu duruma gelmiş insan, artık beşerî-dünyevî dinlerin etkisi altında sürekli değişen bağlılıklar içinde yaşamak zorunda kalır. Aslında bu bir cezâdır. İnsan, bağlanmadan yapamayan bir varlık olduğundan dolayı, tek hak gerçeklik olan İslâm’a bağlanmadığında, bağlanacak sonsuz şeylere bağlanır. Hem de kayıtsız ve şartsız olarak.    

 

Şartlı olunca samîmi olmaz, yapay, sûnî ve geçici olur. Dolayısıyla şartlı müslümanlık “içeriksiz müslümanlık”tır. Bir ilkesi yoktur, bir dâvâya adanmaz. Arâziye göre konum ve tutum alır. Bugün dediğini yarın inkâr eder. Bir çıkar gördüğünde dîni unutuverir. Bir zorluk gördüğünde vazgeçiverir.   

 

Şartlı müslümanlıkta din, “azı karar, çoğu zarar” olarak görülür. Fazla da derine inmemek gerekir. Çok okuyup yazmak ve konuşmak doğru değildir. Hele ki “aykırı” konuları okumak, yazmak ve konuşmak, şartlı müslümanlıkta korkulan ve kaçılan bir şeydir. Şartlı müslümana göre din, onun bildiği ve yaptığı kadardır. Gerisi aşırılıktır, yobazlıktır, hattâ teröristliktir. Şartlı müslümanlıkta din, kâlplerde yaşanacak ve toplumsal bâzı ritüellerle icrâ edilecek kadardır. Dünyâ’nın her alanına dîni karıştırmak fitnedir. Hele İslâm Devleti kurmak için çalışmak, Dünyâ’da da aynen göklerdeki gibi Allah’ın hâkimiyetini kurmak düşüncesi ve çabası içinde olmak yoldan çıkmışlık ve radikâlleşmek, hattâ terörist olmaktır.   

 

Şartlı müslümanlıktaki ana şart, dînin, kafa ve beden konforunu bozmaması, aşırıya kaçmaması, özellikle ekonomiye zarar vermemesi, nefsi çok da ezmemesi konularındadır. Şartlı müslümanlığa göre sosyâl hayâta, hukûka, siyâsete ve ekonomiye yâni paraya dokunan din olmasa daha iyidir.

 

Şartlı müslümanlığa göre yoksulluk, ızdırap içinde olmak, açlık-susuzluk-evsizlik-işsizlik.. bunlar hep kaderdir. Allah öyle yazdığı için öyle olmaktadır. O yüzden sabretmekten başka yapacak bir şey yoktur.    

 

Şartlı müslümanlık, Türk-Anadolu müslümanlığında çok net olarak görülür. Muhâfazakârlık şartlı müslümanlığın ideolojisidir. Bu ideolojide Türk-İslâm sentezi gibi sentezler vardır. Fakat aslında şartlı müslümanlıkta etnik âidiyet, dînî âidiyetten üstün tutulur. Din için ölünmez ve bundan korkulup çekinilir ve hattâ aşırılık ve yobazlık olarak görülür ama etnik âidiyet için ölüm göze alınabilir ve sonuçta “vatan sağolsun” denir. Bâzıları da iyi müslüman olmanın, belli bir ırka âit olmakla sağlanacağını zanneder ve meselâ Türklük ile Müslümanlığı sentezler. Irksız bir müslümanlık düşünemez ve ırkını da katmak şartıyla müslümanlık yapar. Şartlı müslümanlık “Hira Dağı kadar müslüman, Tanrı Dağı kadar Türk”tür.

 

Şartlı müslümanlıkta şu sözler doğru ve doğal karşılanır: “Din kendisine tahsis edilen alanı aşarak hayâtın tamâmını kuşatan, etkileyen, devlet ve toplumun kararlarında belirleyici bir rôle soyunmamalıdır. Hayâtın rutin akışı içindeki olağan değişimleri zorlayacak mâhiyette köklü bir değişim talebinde bulunmamalıdır. Din, kültürün cüz’i bir parçası ve kültürel bütünlüğün içinde bir dekor olarak güzeldir. Azı karar, fazlası zarardır”.

 

Şartlı müslümanlıkta din en nihâyet devlete rağmen tercih edilmez. Din-devlet seçiminde şartlı müslümanlık devleti seçer. Bunu bir imtihan ve imtihanın sonucu olarak gördüğümüz AKP-FETÖ çatışmasında, içlerinde bir-çok FETÖ-severin de olduğu halkın, devleti seçmesinden anlıyoruz. Hattâ birileri bu seçimi daha da ileriye (daha doğrusu geriye taşımış) ve muhâfazakâr dindarlıktan Atatürkçü lâikliğe götürmüştür. Bir zamanlar bağlı oldukları cemaatleri İslâm’dan zanneden bu insanlar, bağlı oldukları -sözde- “dînî yol” dedikleri fakat aslında çıkar grupları olanlar yüzünden tokadı yiyince, gerçek İslâm’a kayıtsız ve şartsız bir şekilde bağlanacaklarına, imtihandan ders çıkar(a)mayarak gidip yeniden bâtıla bağlanmışlardır. Tâ ki yeni bir tokat yiyecekleri zamâna kadar.  

 

Şartlı müslümanlıkta eksen kaymaları yaşanması normâldir ve çok da ayıplanmaz. “Kurban olduğum Allah-Peygamber” lafızları gırtlaktan içeriye gitmez ama devlete kurbân olmak şart olarak görülür. Din dudaklarının ucundan içeri girmezken, dünyevîlik ciğerlerine kadar iner.  

 

Şartlı müslümanlıkta inanç güçlü değildir ve gevşektir. Tâviz konusunda çok da direnilmez. Bu nedenle şartlı müslümancıklar, Peygamber’in direniş dolu örnekliğine göre değil, uçanların-kaçanların uydurulmuş hikâyelerine göre din düşüncesi ve davranışı belirler. Zîrâ ne de olsa bunun bir bedeli yoktur. Hâlbuki Peygamber gibi olmak çok zordur ve zâten o zorluğun üstesinden sâdece peygamber gelebilirdi. Çünkü ne de olsa “ama o bir Peygamber”dir.

 

Şartlı müslümanlık kâlplerde, zihinlerde, dört duvar arasında ve seccâde başında yaşanacak bir müslümanlıktır. Devletle, ekonomiyle, siyâsetle, sosyâllikle alâka kurulmaz. İğrenç ve mîde bulandırıcı bir hoşgörülük vardır şartlı müslümanlıkta.  

 

Şartlı müslümanlık aslında ucundan-kıyısından olan bir müslümanlık şeklidir. Allah elbette îmanları zâyi etmez ve biz bunu tartışmıyoruz. Fakat ortada bir de Kur’ân ve Peygamber’in Kur’ân’a göre yaşadığı örnek bir hayat vardır. Üstelik Kur’ân bu örnekliği tüm müslümanlara emretmektedir: (Ahzâb 21). O hâlde müslüman olmak sorumluluk almak, yük yüklenmek, hattâ mallarla ve canlarla Allah yolunda olmak ve ölmek de olabilecektir. Çünkü İslâm, “olsa da olur olmasa da olur” cinsinden bir din değildir.

 

Şartlı müslümanlıkta dînî seviye, “sakız orucu bozar mı?” seviyesidir. Gıybet ettikleri kişilerin etlerinin ağızlarında sakız olması önemli değildir. Mâsum ve mazlum müslüman kardeşlerinin akan kanlarına, acı ve feryatlarına rağmen bir şey yapmamanın yada yapmak istememenin îmânı bozup-bozmayacağı soruları akıllarının ucundan bile geçmemektedir. Bununla ilgili âyetler söz-konusu olduğunda “onu ancak üstadlar bilir” diyerek savuştururlar. Zâten sabır, direniş ve tâvizsizlik konusunda Peygamber örnekliğinden bahsedildiğinde, “ama o peygamber” cümlesi dillerine pelesenk olduğundan dolayı, kadere teslim olarak her türlü zulmü göz-ardı edebilirler. Aslında “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” modundadırlar.

 

Şartlı müslümanların evlerinde, okunmamış ve hiç-bir zaman okunmayacak olan dînî kitaplar vardır. O kitapların evlerde bulunması bile sevap olarak görüldüğünden dolayı okumaya gerek duymazlar. Gerçi okusalar da insanı değiştirecek bir şey yazmayan kitaplardır çoğu.

 

Kur’ân mı?.. Ancak Ramazan ayında, o da televizyonda yada câmide kara zorla “Kur’ân’ı hatmetme” yâni “hatim indirmek” şeklinde okumaktır. Ona aslında okumak değil “seslendirmek” denir. Zîrâ okumak “Allah adıyla-adına okumak ve de yapmaktır ki bu hem kafa hem de beden konforunu alt-üst eder.

 

Şartlı müslümanların kader hakkındaki bilgileri ve düşünceleri Kur’ân’ın dediği gibi değildir. Pasif bir kader anlayışı olduğundan dolayı körü-körüne teslîmiyetçidirler.

 

Tabi bâzen bâzı şartlar gereklidir. İslâm olduktan sonra İslâm’ın yükümlülüklerini yapmak gibi. Dîni doğru anlamanın ilk şartı, “îman”dır. Îman; “Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere ve âhiret gününe kayıtsız-şartsız inanmak ve hayatta da buna göre amelde-eylemde bulunmak” demektir. Fakat şartlı müslümanların müslümanlık şartı, dîni rükünleri üçe-beşe indirgemek şeklindedir. Gerisine karışmazlar.  

 

İnsan, “şartları değiştirebilen” varlıktır. Mevcut şartları değiştirmeyi sâdece hayvanlar düşünmez/düşünemez.

 

Egemenlik konusuna gelince; beşerî,-dünyevî sistemlerde egemenlik -sözde- kayıtsız-şartsız milletindir. Fakat aslında sâdece bâzı insanların tekelindedir. Lâkin nasıl ki göklerde egemenlik kayıtsız-şartsız Allah’ın ise, âlemlerin yaratıcısı ve Rabbi Allah olduğu için, yeryüzünde ve insanlar arasında da egemenlik kayıtsız-şartsız Allah’ın olmalıdır. Allah zâten vahyini ve peygamberlerini bunu ikâme etmek için göndermiştir. Mü’minliğin şiarı ve şartı işte bunu bilmek ve bunu hayatta hâkim kılmak için çalışmaktır. Zîrâ Allah, Allahlığını kimseye vermez ve yeryüzünde de aynen göklerde olduğu gibi kayıtsız-şartsız egemenliğin sâdece kendisine âit olduğunu göstermek ister.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Eylül 2020

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »