“Andolsun!; sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü
umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah’ın Resûlü’nde ‘güzel bir örnek’
vardır” (Ahzâb 21).
Peygamberimiz:
“Size iki şey bırakıyorum. Onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu aslâ
şaşırmazsınız: Bunlar, Allah’ın Kitab’ı ve Peygamberi’nin Sünneti’dir” (Muvatta’,
Kader, 3.) diyerek, hakkın ve hakîkatin kaynağı olan Kur’ân’ı ve o’nun en doğru
yorumu olan Sünnet’ini bize mîras bırakmıştır.
Kur’ân’ın ne dediğinden
başka, Peygamberimiz’in Kur’ân’ın dediklerini kavlî ve fiîlî olarak nasıl
yorumladığı da önemlidir. Çünkü Kur’ân’ın kavlî ve fiîlî en doğru yorumu Sünnet
ile ortaya konmuştur. Zîra Kur’ân bilgi ve bilincin kaynağı iken, Sünnet ise
amel ve eylemin kaynağıdır. Çünkü amel-eylem bir pratiklik içerir ve
kelimelerden oluşan vahiy metni, ameli-eylemi pratik olarak göstermeye yetmez.
Bunun gösterilmesi için bir insana ve bir örnekliğe ihtiyaç vardır ki
peygamberlerin olmasının nedeni budur. Zîrâ insana en iyi örnek olacak olan
varlık yine bir insan olabilir. İşte o insan, “âlemlere rahmet” (Enbiyâ 107) ve
“muhteşem bir ahlâka sâhip” (Kalem 4) olan, Peygamberimiz Hz. Muhammed’tir.
Allah, peygamberleri, onlara
indirdiği vahyin en doğru yorumunu ve uygulamasını yapmaları ve insanlara güzel
bir örnek olmaları için gönderir. Bunun için insanlar içinden en ahlâklı ve
dirâyetli olanı seçer ve vahyin hayatta hem teorik hem de pratik olarak yorumlanarak
ve uygulanarak güzel bir örneklik ortaya çıkmasını sağlar. Peygamberler bu teorik
yorumları ve pratik uygulamaları, vahiy inerken, Allah’ın kontrôlünde ve bâzen
bir hatâ ve yanlış olduğunda düzeltilirken yaptıklarından dolayı en doğru
yoruma ve uygulamaya ulaşmış olurlar. Böylece bu kavlî ve fiîlî yorumlar
“Allah’ın râzı olduğu ve onayladığı yorumlar” olur. İşte bu nedenle, vahiy inerken
yapılan ve ortaya konan kavlî ve fiîlî yorum, vahyin en doğru yorumudur. O hâlde
vahyin en doğru yorumunu kavlî ve fiîlî olarak ancak peygamberler yapar. Bu nedenle
Kur’ân’ı en doğru şekilde yorumlamak ve uygulamak için, Kur’ân’ın “en güzel
örneklik ve uygulama” (usvetun hasenetun) dediği ve literatürde “Sünnet”
denilen vahyin kavlî ve fiîlî yorumu mutlakâ göz-önüne alınmalıdır. Bu güzel
örneklik yâni Sünnet, Ahzâb Sûresi 21. âyete konduğu ve bizim uymamız istendiği
için, kıyâmete kadar geçerli ve bağlayıcıdır.
İslâm sâdece kâlplerin,
zihinlerin, vicdanların inşâsı ve beyin fırtınası yapmak için indirilmiş ve
hayâta hiç dokunmayan ve karışmayan bir din değildir. Modern müslümanlar, İslâm’ı
uzak-doğu dinleri gibi dört duvar arasında didikleseler ve İslâm’ı bundan
ibâret görseler de, Allah, İslâm’ı hayâtın her alanına hâkim kılmak ister ve
bunu emreder:
“Allah, dinden Nûh’a vasiyet ettiği (farz
kıldığı) ettiği, sana vahyettiğimiz,
İbrâhim’e, Mûsâ’ya ve Îsâ’ya vasiyet ettiğimiz (farz kıldığımız) ‘Allah’ın dînini hayâta egemen kılın (ekîmûd dîn) ve bu konuda görüş ayrılığına düşmeyin’ direktifini sizin için bir ‘hayat düsturu’ olarak öngördü. Fakat
kendilerini çağırdığın bu düstur Allah’a ortak koşanlara ağır geldi. Allah
dilediğini kendisine seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir”
(Şûrâ 13).
“Fitne kalmayıncaya ve dînin hepsi Allah’ın oluncaya
kadar onlarla savaşın. Şâyet vazgeçecek olurlarsa, şüphesiz Allah, yaptıklarını
görendir” (Enfâl 39).
Tabi İslâm Dîni körü-körüne
ve paldır-küldür bir din olmadığı için, bu süreç mutlakâ iç-âlemlerin ve
kâlplerin inşâsı ile başlar ve vahiy ile kalpler ve bilinçler yanlışlıklardan,
pisliklerden, şirkten, küfürden ve zulümden arınana ve îman ve güven ile dolana
kadar sürer. Sonunda da kâlpler ve zihinler artık dış-âlemin de inşâsı ve İslâm’ı,
hayâtın her alanında hâkim kılmak yoluna girer. İslâm’ın mücâdelesi temelde
budur. Yoksa İslâm, sürekli olarak pasiflik hâlinde olan, her-şeye hoşgörü
gösteren, iyi-kötü-çirkin her-şeye mâruz kalan ve her türlü beşerî, tâğûtî ve
şeytânî hâkimiyeti kabûl etmeyi “iyi insan” ve “iyi dindarlık” olarak gören pasif
ve ezik bir din değildir. Böyle olduğu için de hayâtın sosyâl, kültürel, ekonomik,
hukûkî, kânûnî, siyâsal, düşünsel, felsefî, yargı-yasama-yürütme vs. her
alanına karışır ve bu alanların tamamına hâkim olmak yâni tüm alanları bâtıldan
temizleyerek hak ve hakîkatle yâni İslâm ile doldurmak ister. Bu hâkimiyet
elbette “Allah’ın hâkimiyeti” olacaktır. Zâten İslâm, göklerde Allah’ın mutlak
hâkim olması gibi yeryüzünde de hayâtın her alanında ve mekânında Allah’ın
hâkim olması için indirilmiş tek hak dindir. Tüm peygamberler bunun için
çalışmışlardır. Hep bu yolda olmuşlar ve bu yolda ölmüşlerdir. Zîrâ tevhid budur,
şahâdet de bu yolda olmak ve bu yolda ölmek demektir.
İşte Sünnet, hem iç-âlemlerin
inşâsı sırasında hem de dış-âlemin inşâsı ve hâkimiyeti sırasında, Allah’ın
kontrôlünde olarak ortaya konan “vahyi pratiğe dökme” metodu ve “vahyin pratik örnekliği”dir.
Bu pratiklik, vahiy sürekli iniyorken ve bir yanlış yada hata olduğunda Allah
tarafından düzeltilirken ortaya konulduğu için en doğru yorum olmuştur. O hâlde
Kur’ân’ın en doğru yorumu ve uygulaması ancak Sünnet’tir. İşte bu yüzden bizim
Kur’ân âyetlerini okuyup üzerinde düşünürken ve yorum yaparken hem Kur’ân’ın
bütünlüğünü hem de Sünnet örnekliğini dikkate almamız ve Kur’ân’a ve Sünnet’e
uygun olan ve aykırı düşmeyen yorumlar yapmamız gerekir.
Sünnet, Peygamberimiz’in,
inen Kur’ân âyetlerini en doğru şekilde yorumlama ve uygulama yöntemidir. Bu
yorumda ve uygulamada bir çelişki olmaz. Zâten âyetler sâdece okunmak için değil,
yorumlanıp uygulanmak için de gönderilmiştir fakat herkes kafasına ve arzusuna
göre uygulayamaz. Eğer öyle olsaydı bir peygamberin gönderilmesine gerek
kalmazdı. Allah Kur’ân’ı bir bütün hâlinde bir şeye yazılmış olarak da
insanlara buldurabilirdi. Fakat kısa süre sonra herkes onu kendi bilgisine,
düşüncesine ve arzusuna göre yorumlardı ve bir örneklik ortaya konamazdı.
Böylece Kur’ân şirke, küfre ve zulme karşı çıkamaz, hakkı-hakîkati ve adâleti
ortaya koyamaz, bir toplum, bir devlet ve medeniyet başlatamazdı. Peygamberler
işte en güzel uygulamayı ortaya koymak üzere gönderilmişlerdir. Tüm peygamberlerin
sünneti vardır ve tümü de kendilerine inen âyetlere tam uygun olan en doğru
kavlî ve fiîlî yorumu yapmakla görevlendirilmişlerdir. Onlar da bunu hakkıyla
yapmaya çalışmışlardır. Zâten bunu yapmadıklarında acı bir azapla
korkutulmuşlardır.
Sünnet ile hadisi aynılaştırmak
yanlıştır. Peygamberimiz’in vahiy yorumları olan sahih hadisler ve vahiy
uygulamaları olan sahih Sünnet anlatımları her türlü rivâyetlerle karışık
şekilde külliyatların içine girmiş olduğu ve böylece sahih Sünnet’e ve de sahih
hadislere bir-çok uydurma, rivâyet ve hattâ zırvalık derecesindeki sözler
karışmış olduğu için, “saçma rivâyetleri inkâr edeyim” derken “sahih Sünnet”i
ve “sahih hadisleri” yâni Kur’ân’ın en doğru kavlî ve fiîli yorumlarını da inkâr
etmek yanlışına düşülüyor ve “sâdece Kur’ân” sloganıyla baş-başa kalınıyor. Böylece
kelle-başı Kur’ân yorumu ve uygulaması ortaya çıkıyor. Bir dînin tahrifi ve
tahribi böyle başlar ve bir din işte böyle ifsâd olur.
Kur’ân’ın kavlî yorumu ve
fiîlî uygulaması için kesin ve net doğru bir kriteri (Sünnet) olmayınca yâni
sahih Sünnet inkâr edilince, Kur’ân’ın yorumu, başta dînî lîderlerin ve sonra
da siyâsî ve ekonomik lîderlerin, doğru ile yanlışı, hak ile bâtılı karıştırdığı
kavlî yorumlara ve fiîlî uygulamalara kalıyor. Fakat bunlar herkes tarafından
otorite olarak kabûl edilmediğinden ve herkesin otoritesi farklı olduğunda
dolayı (çünkü kesin otorite ancak Allah’ın seçtiği peygamberler olabilir) her
kesim kendi lîderlerinin ve otorite kabûl ettiklerinin dediğini öne çıkarmaya başlıyor
ve sonuçta da çeşitli mezheplere, târikatlara ve cemaatlere ayrılmak kaçınılmaz
olmuştur-oluyor. Üstelik hepsi de en doğru yolda olanın ve en doğru yorumun
kendi toplulukları tarafından yağıldığına inanmakta, diğerlerini ise bâtıl ve
sapkın olarak görmektedirler. Böylece her kesim birbirini tekfir ediyor. Kur’ân
bunun yanlışlığını sert bir şekilde ortaya koyar:
“Onlar ki, kendi
dinlerini fırkalara ayırmış ve kendileri de parça-parça olmuşlardır; ki her
grup kendi elindekiyle övünüp sevinç duymaktadır” (Rûm 32).
İşte bu farklılaşma, ümmeti
bin parçaya bölmüştür ve aralarında bitmeyecek düşmanlıkların ve çatışmaların ortaya
çıkmasına neden olmuştur. Târih boyunca müslümanlar arasında (meselâ şiîler ve
sünnîler arasında) sonu gelmez fikir ve uygulama farklılıkları olmuş, bu yüzden
de bir-çok çatışma yaşanmıştır. Tüm bunlar farklı ve bambaşka kavlî ve fiîlî
yorumların olmasından dolayıdır. Bu düşmanlıklar, kesin otorite (peygamber ve
sünnet) yokluğundan dolayı açığa çıkan çok açık ve net bir hakîkat karşısında
tam karşıt yorumların ve uygulamaların olmasının sonucudur. Hâlbuki Kur’ân bir
tânedir ve ilk indiği ve inişinin tamamlandığı gibi ortada durmaktadır. Öyleyse
niçin bu kadar çok farklı ve bambaşka yorumlar ortaya çıkmıştır ve birbiriyle
hiç alâkası olmayan ve tam-aksi uygulamalar vardır?. İşte bunun nedeni, tüm peygamberlerin
ve Peygamberimiz Hz. Muhammed’in örnekliklerinin göz-ardı edilmesi ve kabûl
edilmemesidir. Peygamberimiz’in, Ahzâb Sûresi 21. âyette bahsedilen “usvetun
hasenetun” yâni “güzel örneklik” sözüyle ifâde edilen ve “Sünnet” denilen 23
yıl süren İslâmî hareket metodunun yâni Peygamberimiz’in vahyin doğrultusunda
ortaya koyduğu en doğru olan kavlî ve fiîlî yorumunun hesâba katılmaması,
göz-ardı edilmesi, inkâr edilmesi ve tâkip edilmemesinden dolayıdır.
Kur’ân sâdece bir sözdür fakat
en doğru yorumu ve uygulamayı da içinde potansiyel olarak taşır. Bu potansiyeli
peygamberler açığa çıkartır ki açığa çıkan vahiy-merkezli yorumlara ve
uygulamalara Sünnet denir. Peygamberimiz’in o örnek vahiy yorumları ve
uygulamaları da Sünnet olarak Kur’ân’da tescillenmiş ve kıyâmete kadar yer
bulmuştur. Peygamberimiz’in vahyin kavlî yorumu ve fiîlî uygulamaları göz-ardı
edildiği için, herkes kendi kafasına göre yorum ve uygulamalar ortaya koyuyor.
Fakat bu yorumlar bir “örneklik” olmayı hak etmediği için güzel ve iyi sonuçlar
açığa çıkmıyor ve müslümanların hâl-i pür melâli devâm edip gidiyor.
Bir otorite olmadığından dolayı
her kesim hattâ herkes tarafından farklı ve birbirini tutmayan bambaşka yorumlar
ve uygulamalar yapılıyor. Sonra da “en doğru yorum benim yorumum” diye
tartışmalar, çatışmalar ve ayrılıklar ortaya çıkıyor ve bu ayrılıklar
büyüdükçe-büyüyor. Allah’ın seçtiği peygamberler tarafından yapılan yorumlara
aykırı ve zıt olan yorumlar elmayı armut yapabiliyor. Böylece elma, armut
zannediliyor. Oysa Sünnet yâni “vahyin ideâl yaşanmışlığı”, ”yaşanmışlık”
olduğu için yorumlanamamakta ve ancak örnek alınabilmektedir. Çünkü
yaşanmışlığın yorumu olmaz ve nasıl yaşanmışsa öyledir. O hâlde Kur’ân’ı iyice
okuyup idrâk ettikten sonra, onun kavlî ve fiîlî yorumunda, (Allah kontrôlünde
ve düzeltmesinde yapıldığı için) en doğru kavlî ve fiîlî yorum olan Sünnet’i de
hesâba katmak gerekir. Yapılan ve uygulanan yorumun Kur’ân ve Sünnet
bütünlüğüne uygun düşmesi gerekir. Ancak böyle olursa farklı ve bambaşka
yorumların ve uygulamaların ortaya çıkması engellenmiş olur. Kur’ân’a ve Sünnet’e
uygun olunca ve aykırı olmayınca, en doğru benzer yorumlar ve uygulamalar açığa
çıkar ve çatışma ve bölünme olmaz.
Yorumu elbette bir insan
yapacaktır. En doğru yorumu yapacak olan ise, Allah’tan vahiy alan ve vahye
göre yaptığı konuşmaları ve amelleri yâni vahyin kavlî ve fiîlî yorumunu
“Allah’ın kontrôlünde” yapan Peygamber olacaktır. Peki vahiy bir insan
aracılığı ile değil de meselâ Kâbe’den vahyi duyuran bir ses olarak gelmeye
başlasaydı, herkes oradayken, “ikrâ” diye vahiy başlasaydı ve insanlar “ne
oluyor” diyerek şaşkınlıkla gelen sesi dinleseydi ve sonra da her-gün dinledikleri
bu vahiyleri yazmaya karar verip kitap hâline getirselerdi ve kitabın adına da
Kur’ân deselerdi ne olurdu ve ne değişirdi?. Böyle bir durumda İslâm bir dinden
çok felsefe olurdu. Herkes o felsefeye istediği yorumu yapardı ve bâzıları da
“Kur’ân güzel bir kitap ama bâzı âyetlerine katılmıyorum” diyebilirdi. Herkes
Kur’ân’ı, (aynen şimdi bir-çoklarının yaptığı gibi) üzerinde istedikleri gibi
yorum yapılabilecek bir kitap olarak görmeye başlardı. Bakara 85’e göre bu mümkün
olmaz elbette. Herkesin farklı ve bambaşka bir yorum yapması ise Rûm 32. âyet
ile yasaklanmıştır.
İşte bu yüzden Allah, peygamberler
göndermiştir. Peygamberlerin varlığı zımnen; Kur’ân hakkında herkesin istediği
gibi bir yorum yapamayacaklarını söyler. Peygamberler, Allah’ın kontrôlünde
yapılan “kavlî ve fiîlî yorum örnekliği ve ölçüsü”nü ortaya koymak için gönderilirler.
Böylece Kur’ân bütünlüğü söz ve fiil olarak ortaya konmuş olur. Çünkü Kur’ân
sâdece sözde kalacak bir Kitap olmadığı için, fiile dökülmekle tamamlanır.
İdeâl bir örneklik ortaya koymakla ile tamamlanır. Bütünlük böyle ortaya çıkar.
Bu yüzden Kur’ân’a yapılacak yorumlar, Allah’ın onayladığı kavlî ve fiîlî örnek
yorumlara (Sünnet) uygun olmalıdır. Kur’ân hakkında yapılan hiç-bir yorum,
başta Kur’ân bütünlüğüne, sonra da Kur’an’ın en doğru yorumu olan Sünnet’e
aykırı olamaz. Zîrâ Sünnet’e aykırı bir yorum yapıldığında, Peygamber’in
Kur’ân’ı -hâşâ- eksik ve yanlış yorumladığı gibi bir durum ortaya çıkar.
Üstelik Allah da bu sözde yanlış yorumlara bir şey dememiş olur. Oysa Allah,
Peygamberimiz’in yaptığı yanlışlarda o’nu hemen uyarırdı ve düzeltirdi.
İslâm sâdece bilmekle değil,
bildikten sonra yapmakla tamamlanan bir din’dir. Yapmak, bilmenin hak olup-olmadığını
ortaya koyar. Bilmenin sağlaması “yapmakla” gösterilebilir. Böylece bilinen ve
yorumlanan şeyin doğru olup-olmadığı ve doğru şekilde yorumlanıp-yorumlanmadığı
ortaya çıkar.
Tasavvufçular, Kur’ân’ın en
doğru yorumunun mistik-bâtınî-tasavvufî yorum olduğunu söyler. Fakat mistisizm,
bâtınîlik ve tasavvuf bir felsefedir ve bunların eylem-şekli yoktur. Hedefi de
zâten yine kavlîdir, fiîlî değil. Bu nedenle yaptıkları yorumların doğru
olup-olmadığını en kesin şekilde gösterecek olan amel-eylemi ortaya koyamazlar.
Tasavvufçular, konuştukları ve sohbet ettikleri yerden kalkıp gidince tasavvufa
göre değil de mevcut ideoloji, felsefe ve paradigmaya göre hareket ederler.
Çünkü hayatta tasavvufa ve bâtınî yorumlara göre yapılabilecek ve ortaya
konulabilecek bir amel-eylem şekli yoktur, olamaz. Zîrâ tasavvufa göre “insan”
diye bir varlık yoktur. Kul yoktur ve (hâşâ) herkes Allah’tır. Böylece söz ve
amel bütünlüğünü sağlayamamış olurlar. Sonuçta da yorumlarının doğru
olup-olmadığını gösterecek bir kriter olmamış olur. Zâten tasavvuf amel-eyleme
dönseydi, başladıktan hemen sonra silinip giderdi. Zîrâ tasavvufta konuşulanlar
fiîliyata dökülemez. Ancak bir-kaç şekilsel hareketler olarak gözükebilir. Bu
nedenle tasavvuf ve bâtınîlikle en doğru yoruma ulaşılamaz. Zîrâ tasavvufî
yorum hayatla sınanamaz.
Sünnet, bir “ümmet
projesi”dir. Böylece Peygamber örnekliği ile başlayan örneklik, İslâm
toplumunun oluşturduğu “ümmet örnekliği”ne dönecek ve tüm Dünyâ’ya örneklik
edecek ve istikâmet verebilecektir. Böylece ümmet örnekliği tüm insanlar için
alternatif bir amel-eylem şekli olacaktır. Böyle bir ümmet, insanların tümü
için ideâl, üstün, güzel bir örnek ve kılavuz olur. Onlara, “nasıl insan
olunmalı, nasıl ideâl bir toplum oluşturulmalıdır”ın yolunu gösterecektir.
Sünnet ve de sahih Hadis, Peygamberimiz’in
Kur’ân’a yaptığı sözlü ve fiîli yorumdur. Peygamberimiz’in fiîli ve amelî olarak
bizzat yaptıkları, imzâ ettiği ve resmen onayladığı şeyler yada çevresinde
yapıldığını görüp de nehyetmediği şeyler, yâni fiîlen teyid ettiği şeylerdir ki
bunlar Allah’ın gözetiminde, kontrôlünde ve düzeltmesinde yapıldığı için,
“Allah’ın onayladığı” en ideâl söz, amel, eylem ve davranıştır. Sünnet, risâletin
gerçekleşmesi ve ortaya konulması doğrultusunda Peygamber’in izlediği çalışma
metodudur. Sünnet “yaşayan Kur’ân”dır, hem da hayâtın her alanında.
Peygamberimiz bunu: “…Ben sâdece bana vahyedilene uyuyorum…” (En-âm 50) diyerek
ifâde etmiştir.
En başarılı tefsir, Kur’ân
bütünlüğüne ve Sünnet’e uygun olan tefsirdir. Zîrâ tüm tefsirler,
Peygamberimiz’in Kur’ân’a yaptığı kavlî ve fiîlî tefsirin izdüşümüdür yada öyle
olmak zorundadır. Çünkü Kur’ân bütünlüğüne ve Sünnet’e uygun olmayan ve aykırı
düşen tefsirler, İslâm düşüncesini ve İslâm’ın amelî şeklini bozar. Târih
boyunca bu durum çok görülmüştür. Kur’ân hakîkatinin doğru-dürüst
anlaşılabilmesi ve yaşanabilmesi için güvenilir bir kıstasa ihtiyaç vardır ki
bu kıstas elbette, Kur’ân’ın en ideâl ve doğru olan kavlî ve filî yorumudur
olan Sünnet’tir. Sünnet, “Allah’ın râzı olduğu amel-eylem ve hareket metodu”dur.
Sünnet, Kur’ân’ın “nesnel yorumu”dur.
Kur’ân’ın kavlî ve fiîlî en
doğru yorumu yâni vahyin en doğru anlaşılması, idrâk edilmesi ve en doğru
şekilde uygulanması, Ahzâb Sûresi 21. âyette: “Andolsun, sizin için, Allah’ı ve
âhiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah’ın Resûlü’nde
‘güzel bir örnek’ vardır” sözüyle ifâdesini bulan Sünnet ile olabilir. Zâten
Allah da peygamberleri bunun için göndermiştir. Peygamberimiz de bu görevini en
iyi şekilde yapmış ve tamamlamıştır. “Bu gün size dîninizi tamamladım” sözü,
“size vahyin en doğru ve eksiksiz bildirimini yaptım, en doğru yorumunu ve
uygulamasını gösterdim” demektir. Allah da bunu kabûl ettiği için Kur’ân’da şöyle
der:
“Kim kendisine ‘dosdoğru
yol’ apaçık belli olduktan sonra elçiye muhâlefet ederse ve mü’minlerin
yolundan başka bir yola uyarsa, onu döndüğü şeyde bırakırız ve cehenneme sokarız.
Ne kötü bir yataktır o!” (Nîsâ 115).
Demek ki Kur’ân ile iç-âlemler
aydınlatıldıktan sonra yine Kur’ân’ın gösterdiği istikâmette aynen Peygamber ve
örnek toplum olan sahabe gibi hareket edilmediğinde yoldan çıkmak, sapmak ve en
başa dönerek yine şirk, küfür ve zulüm yoluna girmek kaçınılmaz oluyor.
Evet; İslâm ancak, hak ve
hakîkatin tek ve en kesin gerçeği olan Kur’ân ve Kur’ân’ın kavlî ve fiîlî en
doğru yorumu olan Sünnet bütünlüğü ile ancak ortaya konabilir. Zâten ümmet
ancak bu bütünlükle hareket ettiğinde İslâmî hakkıyla uygulayan bir İslâm
toplumu, İslâm kardeşliği, İslâm devleti ve İslâm medeniyetini başlatabilir ve
kurabilir. Aksi-hâlde hak ve hakîkati sağlayamayıp kaybedeceğinden dolayı
dağılıp parçalanır ve hem maddî hem de mânevî alanda ezik, zavallı ve perişân
bir duruma düşer.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Ağustos 2021
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder