“İnsanlar, (sâdece) ‘îman
ettik’ diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebût 2).
Îman “gayba îman”dır; Allah’a,
âhirete, meleklere, vahye ve peygamberlere îman. Îman etmek elbette çok
önemlidir ki târih boyunca insanın dalâleti, sapkınlığı ve dolayısıyla
perişanlığı îman etmemekten yada bâtıla înanmaktan dolayı olmuştur.
İslâm’ın ve peygamberlerin
muhâtapları hiç-bir şeye inanmayan ateist, agnostik ve deistlerden ziyâde,
-güyâ- “Allah’a ve gayba îman edip kabûl etmesine rağmen, hayatlarını Allah’a,
vahye ve peygamberlere göre düzenlemeyen, bunların yerine -aslında bir kısım
insanların üzerinden rant devşirmek için öne çıkardığı- putlar, bâtıl değerler,
bâtıl düşünceler yâni bâtıl inançlar, hurâfeler, adâletsizlik, ahlâksızlık,
şirk, küfür, müşrikler, kâfirler ve dolayısı ile zulümler ve zâlimler”dir. Kur’ân’ın
muhâtapları bunlardır. Çünkü Kur’ân, ateistleri yada inançsızları adam yerine
bile koymaz ki sürekli olarak onlara bir yaratıcının olduğunu söyleyip dursun.
Kur’ân’ın konusu; şirk, küfür, adâletsizlik ve dolayısı ile zulümdür.
Putların yâni bâtıl
değerlerin, bâtıl düşüncelerin, bâtıl inançların, hurâfelerin,
adâletsizliklerin, ahlâksızlıkların, şirkin, küfrün, müşriklerin, kâfirlerin ve
dolayısı ile zulümlerin ve zâlimlerin ortaya çıkmasının nedeni, “sâdece
Allah’a” inanıp “sâdece Allah’a” güvenerek, “hayatın -noksansız- her alanını
Allah’a göre düzenlememek”tir. Hayât Allah’a göre düzenlenmediğinde, (hayat bir
boşluk kabûl etmeyeceği için) mutlakâ Allah’tan başkalarına ve başka şeylere
göre düzenlenecektir ki işte şirk ve küfür budur. Müşrik ve kâfirler, hayâtı
Allah yerine, O’ndan başkasına ve başka şeylere göre düzenleyenlerdir.
Hayâtın her alanı; sosyâl,
kültürel, ekonomik, askerî, hukûkî ve siyâsal her alanı Allah’a göre
düzenlenmelidir. Zîrâ ancak böyle olursa Dünyâ’da ve insanlar arasında -aynen
göklerdeki gibi- bir nizam kurulabilir. Bu nizam, İslâm nizâmı ve düzenidir.
İşte ancak böyle bir düzen ve nizam kurulduğunda yeryüzünde de şirk, küfür,
adâletsizlik, ahlâksızlık ve zulüm biter ve de insanlarla Allah arasındaki
engeller kalkar.
“Allah’a îman” olmasına
rağmen “Allah’a güven” olmadığında şirk ve küfür ortaya çıkar. Şirk ve küfür
çok da uzak olmayan bir vâdede mutlakâ zulüm doğurur. Demek ki şirk, küfür, sonrasında
da şirkin ve küfrün ortaya çıkardığı adâletsizlik, ahlâksızlık ve dolayısıyla
zulmün olmasının nedeni, Allah’a ve gayba -sözde- îman edilmesine yada “îman
ettim” denilmesine rağmen, Allah’a güvenerek O’na ve vahye göre bir yaşam-tarzından
uzak durmaktır. Gönderilen tüm peygamberler ve indirilen tüm vahiyler, Allah’a
îmandan sonra Allah’a güvenmeyi de tebliğ ve ikâme etmek için gönderilmiştir.
Çünkü ancak îman edip güvenmek ile kâlpler huzûra erer ve Dünyâ ancak böyle
olunca yaşanacak bir yer hâline gelir.
Modernizme gelene kadar tâ Hz.
Âdem’den bêri insanların ezici çoğunluğu Allah’a, dîne, peygamberlere ve vahye
yada en azından mânevî ve meta-fizik bir şeylere inanmıştır. Lâkin buna rağmen,
yâni bir yaratıcıya inanmasına rağmen insanların çoğunluğu, inandıkları
yaratıcıya göre hayatlarını düzenleme yoluna gitmemişlerdir. Çünkü ilahlarına
ya hiç yada yeterince güvenmemişlerdir. Bu durum, Hz. Âdem’den bu yana
müslümanlar için de geçerlidir. Allah’a inananlar yada inandığını söyleyenler,
çoğunlukla O’na güvenmemişler ve bu nedenle de hayatlarını Allah’a göre
düzenlememişlerdir ki bu en çok da son 200-250 yıldır yürürlükte olan modernizm
ile zirve yapmıştır. Öyle bir yere gelinmiştir ki, Allah’a inandıklarını
söyleyenler hayatlarını Allah’a göre düzenlemeyi hiç düşünmedikleri gibi, böyle
bir şeyi yapmayı ilkellik, yobazlık ve hattâ teröristlik olarak görmeye
başlamışlardır. Zîrâ Allah’a inandıklarını söyleseler de aslında O’ndan başka
şeylere güvenmektedirler. İnandıkları Allah’a güvenmeyenlerin, hayatlarını Allah’a
göre düzenlemeleri elbette söz-konusu bile olmamaktadır. Îmandan sonra
güvenmekten ve îmâna göre yaşamaktan bahsedenler ve bunu savunanlar ekstrem ve
aşırı olarak görülmektedir. Çünkü genelde tüm insanlar, özelde ise müslümanlar
târih boyunca bir-çok kez kuşatılmaya uğramışlar fakat hiç-bir zaman “modern
kuşatma” altındayken olduğu gibi, Allah’a ve İslâm’a güvenleri bu kadar kaybolmamıştı.
Sözde, Allah’a îman artmış fakat O’na olan güven kaybolmuştur. Zâten imtihan da
aslında budur; “hayât kime-neye güvenerek düzenleniyor” sınavıdır bu.
Allah’a inanılmasına rağmen
O’na güvenmemek ve bu güvenden dolayı hayâtın istisnâsız her alanını O’na göre
düzenlemek olmadığında Allah’a inanmanın da bir değeri kalmaz ve o -sözde-
inanç “psikolojik bir inanç” hâline gelir. Allah îmanları zâyî edecek değildir
fakat îman etmek “O’na güvenmek”e dönmediğinde sâdece bir söylem olarak kalacak
ve pek de bir işe yaramayacaktır.
İnsanlar -güyâ- Allah’a inanıyorlar
ama O’na güvenmiyorlar. Çünkü başka şeylere çok güveniyorlar. Oysa peygamberler
bu nedenle gönderilmişlerdir; “Allah’a inanmak tek-başına yetmez, O’na güvenip,
hayâtınızı Allah’a göre düzenlemeniz ve O’nun emirleri ve nehiyleri
doğrultusunda yaşamanız gerekir” mesajını vermek için gönderilmişlerdir.
Üstelik bunun en güzel örnekliğini de göstermişlerdir. Peygamberlerin
düşmanları, “Allah’a inanmayanlar” değil, “O’na güvenmeyenler”dir. Çünkü modern
zamanlara gelene kadar târih boyunca insanlar içinde sâdece küçük ve önemsiz
bir azınlık ateist/deist/agnostik olmuş ve Allah’ı yada dîni inkâr etmiştir. Allah
böylelerini çok da adam yerine koymadığı için Kur’ân’ın ana konusu onlar
değildir. Kur’â, şirk ve küfür ile, kâfir ve müşriklerle ilgilenmektedir. Peygamberlerin
gönderildiği müşrikler ve kâfirler, o Yüce Yaratıcı olan Allah’a hep inanmışlar
ve hattâ O’nu en tepeye yerleştirerek “en yüce ilah” olarak benimsemişler fakat
buna rağmen O’na güvenmedikleri yâni hayatlarının her alanını O’nun emir ve
nehiylerine göre düzenlemedikleri için O’na şirk koşmuşlardır.
Allah, Dünyâ’nın “geçici bir
imtihan alanı”, kalıcı yurdun ise âhiret ve cennet olduğunu, bu nedenle de
Dünyâ’da helâl ve meşrû olmak kaydıyla yiyip-içmeyi, giyinip-gezmeyi yâni
yaşamayı helâl kılmış fakat gayr-ı meşrû olanı yasaklamıştır. Bu yasaklama
başta şeytanın, nefsin ve tâğutların hoşuna gitmediği için, fısıldadıkları
insanların bir-çoğu Allah’a -güyâ- inanmaya devâm etmelerine rağmen,
hayatlarında Allah’ı değil; şeytanı, nefsi ve tâğutları râzı edecek şekilde
yaşamışlardır-yaşamaktadırlar. Allah’a değil de şeytana, nefse ve tâğutlara
güvenmişler ve hayatlarını onlara göre düzenlemişler ve düzenlemektedirler. İşte
bu, “Allah’a inanmak” ama “O’na güvenmemek” demektir ki bu durum el-an devâm
ede-gelen bir süreçtir.
Allah, kendisine inanmada ve
güvenmede tâvizsizlik bekler. Fakat “müslümanım” diyenlerin bir-çoğu, inanmada öyle
görünseler de, güvenmede tâvizsiz ol(a)mamaktadırlar. Çünkü güvendikleri şey
Allah değil, “peşin olarak önlerine konan ve nefislerini tatmin eden şey”dir.
Güvenme ve inanma hissini
kaybeden insanlar önce psikolojik, ardından psikosomatik (beden üzerinde de
etkisini gösteren zihin kaynaklı hastalıklar) yaşamaya başlarlar ki günümüz
modern insanının perişanlığının en önemli nedenlerinden biri budur.
Tüm bu olumsuzluklar, Allah’a
inanmak ama O’na güvenmemekten kaynaklanır. Çünkü Allah, Kendisi’ne “sâdece inananlara”
değil, inandıktan sonra sağlam bir şekilde güvenenlere ve tâvizsiz bir şekilde
o güvene göre yaşayanlara yardım eder. Müslümanların durumlarının bir türlü
düzel(e)memesinin ve bir fark ortaya koyamamalarının nedeni, Allah’a inandıklarını
söylemelerine rağmen O’na güvenmeyişleridir. Tabi bu durum hep böyle gitmez.
Allah kendine güvenmeyenlerin kâlplerinden o pasif inançlarını da alır ki güvenin
neredeyse sıfırlandığı günümüzde ateistlerin, deistlerin ve agnostiklerin
artmasının nedeni budur. Allah, Kendisi’ne inandığını söylediği hâlde O’na güvenmeyip
de hayatlarını Allah’a göre düzenlemeyenlerin o -sözde- inançlarını da kâlplerinden
söküp almakta ve onları güvensizliğin bir sonucu olan inançsızlıkla
cezâlandırmaktadır. Modern insanın boşluğunun, bunalımının ve buhrânının nedeni
budur. Çünkü Allah “sâdece inanılacak” bir İlah değil, “inandıktan sonra
sağlamca ve tâvizsiz bir şekilde güvenerek, hayâtın her alanında O’na göre
yaşanılması gereken bir İlah”tır. İslâm’ın farkı budur. İslâm; “îman, güven ve
bu istikâmette sâlih amel işlemek” demektir.
Demek ki Allah, -sünnetullah
gereğince- sâdece inançta kalan ve güvene yâni amele-eyleme dönmeyen îmânı kabûl
etmiyor, etmediği için de kâlplerden o inancı da bir süre sonra alıyor. Böylece
insanlar Allah’a göre değil de güvendikleri her ne ise ona göre düşünmeye ve hayatlarını
da buna göre yaşamaya başlıyorlar. Fakat Allah’ın kurduğu kâinâtta ve Dünyâ’da
Allah’ın sisteminin yâni dîninin dışındaki bir inanışa ve dîne-sisteme göre
yaşamak insan için çok da uzak olmayan bir vâdede mutlakâ bir belâ getireceğinden
dolayı, insanlar bir boşluğa, bunalıma ve buhrana düşmektedirler. Allah,
kendisine güvenmeyenleri, kendi dışındaki şeylere aşırı güvenip bağlanmakla ve
sonunda da o bağlandıkları şeylere îman etmekle cezâlandırmaktadır. Bu cezâ
“Dünyâ’da rezil olmak”, âhirette ise “elîm bir azap” şeklindedir.
Peki insanlar Allah yerine neye
güveniyorlar?. Târih boyunca insanlar -sözde- Allah’a inanmışlar fakat şeytana,
nefislerine, tâğutlara güvenmişlerdir ve onlardan bir şeyler beklemişlerdir.
Yine insanlar insanlara güvenmişlerdir. İnsana güvenmek “akla güvenmek” demek
olduğu için aslında insanlar her zaman akıllarına ve duygularına güvenmişlerdir
ve ona göre hareket etmişlerdir. Allah’tan başka şeylere aşırı güvenmek, bir
süre sonra güvenilen o şeyi ilahlaştırmakla sonuçlanır.
İnsanlar târih boyunca Allah’tan
başka her-şeye güvenmişler ve hayatlarını Allah’tan başka her-şeye göre düzenlemişlerdir.
Lâkin güvendikleri dağlara hep kar yağmış; sünnetullah, kâinâtın fıtratı ve
formatı gereğince ve de İslâm’ın, Kur’ân’ın, Peygamber’in söylemlerine ve apaçık
eylemlerine göre yaşamadıkları için hep hüsrâna düşmüşlerdir. Kur’ân apaçık bir
şekilde, sâdece O’na güvenildiğinde ve O’na göre yaşandığında ancak, insanın zihnen
ve kâlben tatmin olabileceğini söylemiş ve Peygamberimiz de güzel örnekliği ile
bunu göstermiş olmasına rağmen insanlar yine de Allah’tan başkalarına ve başka
şeylere güvenerek hep aldanmıştır. Üstelik yine de Allah’a inanıp-güvenerek
hayatlarını Allah’a göre düzenlememektedirler. Böyle olunca da, şirk, küfür,
adâletsizlik, ahlâksızlık ve zulmün her türlüsü devâm etmektedir.
Klâsik yada modern, insanlar paraya güvendikleri kadar hiç-bir şeye
o kadar güvenmemişlerdir. Bu güven “îman”a dönüşmüştür. “Para var huzûr var” sözünü
söyleyip dururlar ama aslında o huzûra hiç-bir zaman tam anlamıyla ulaşamamış
ve kavuşamamışlardır. Çünkü huzûr İslâm’dadır ve kâlpler ancak Allah’ın zikri
olan Kur’ân ile tatmin bulup huzûra kavuşabilir. Zâten bir-şekilde paraya
kavuşanlar, insanlar arasındaki en huzursuz kişiler olmuştur-olmaktadır. Çünkü para
gerçek ve tam bir huzûr sağlayamaz. Zîrâ kâlpler ancak Allah ile, vahiy ile
yâni İslâm ile huzûr bulabilir:
“Bunlar, îman edenler ve
kâlpleri Allah’ın zikriyle mutmain olanlardır. Haberiniz olsun; kâlpler
yalnızca Allah’ın zikriyle mutmain olur” (Ra’d 28).
Şu kesindir ki, Kur’ân’a
karşı duyulan îman ve güven ne kadar güçlü olursa, ondan istifâde de o kadar
fazla olur.
Lâkin müslümanların kâhir
ekseriyetinde de güven sorunu vardır. Allah’a ve gayba îman ediyorlar fakat
Allah’a güvenip de hayatlarını Allah’a göre düzenlemiyorlar. Peki ya neye göre
düzenliyorlar?. Târikatlara, tasavvufa, cemaatlere, Diyânet’e, hurâfelere,
bâtıl din ve düşüncelere, modernitenin her-şeyine ve alıştıkları, kafa ve beden
konforlarını bozmayacak olan şeylere göre. Çünkü böylesi çok kolaydır ve bir
bedeli de yoktur. Meselâ resmî din görüşü olan Diyânet’e çok güveniyorlar ve
hayatlarını ona göre düzenleyip ona göre hareket ediyorlar. Bu en çok da
ibâdetler için tâkip ettikleri saat ve takvimlerde açığa çıkıyor. Oysa Diyânet’in
görüşleri vahiy değildir. Buna rağmen insanların o görüşlerle kesin vahiy gibi
inanmalarının nedeni, resmîyete olan güvenleridir. Resmîyete olan güven,
Allah’a olması gereken güvenden kat-kat daha fazladır.
Hele Peygamber’e olan güven tümden
kaybolmaya yüz tutmuştur. Hattâ artık Peygamber’e itaat etmek bile
tartışılmaktadır “Resûl-Nebî ayırımı” yapmaktan dolayı. Oysa Kur’ân şöyle diyor:
“Mü’minler,
ancak Allah’a ve O’nun Resûlü’ne yürekten inanıp güvenen kimselerdir; onunla
toplumsal bir iş görüşmek için bir-araya geldiklerinde, onun iznini almadıkça
aslâ ayrılmazlar. Şüphesiz senden (farklı bir görüş geliştirmek için)
izin alanlar (da), Allah’a ve O’nun Resûlü’ne yürekten inanıp güvenen
kimselerdir. İşte bu yüzden, onlar senden bâzı işleri için izin isterlerse
onlardan uygun gördüklerine bu izni ver; Allah’tan da onlar için mağfiret dile:
Şüphe yok ki Allah, rahmeti bol bir bağışlayıcıdır” (Nûr 62).
Tüm peygamberler de şu sözü söylemişlerdir: “Gerçek şu
ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim”.
Tabi Allah’a güvenmek demek,
O’na “her alanda güvenmek” demektir. Yoksa Allah’a güvenmek O’nun sâdece “rahmetine
güvenmek” demek değildir. Hattâ şeytan, insanları en çok da Allah’ın rahmetine
güvenerek aldatır. Allah’ın rahmeti her-şeyi sarıp-kuşatmıştır fakat Allah adâleti
ve tevhidi de emretmiştir. Bu nedenle şirki, küfrü ve zulmü affetmez.
Hiç-bir garanti, Allah’ın
verdiği “mutlak garanti” gibi olamaz. Mutlak garanti, “mutlak güven” de
demektir. Mutlak güvenilebilecek olan sâdece Allah’tır. Diğerleri ise sürekli
olarak sûnî güvenler vaâd ederler ama güvenler her zaman da boşa çıktığı için Allah’a
güvenilmeyen ortamlarda sürekli olarak bir güven sorunu vardır. Allah’sız
sistemlerde ve Allah’sız bir hayat-tarzına göre olan yaşamlarda tam bir güvene
zinhar ulaşılamaz.
Allah’a hakkıyla “kul”
ol(a)mayanlar, O’nu kendilerine -hâşâ- “uşak” yapmak isterler. O’na hakkıyla
kul olup da îmân edip güvenmeyenler, başları sıkıştığında Allah’ın tüm sıkıntılarını
giderivermesini beklerler. Oysa O’na güvenip de hayatlarını O’na göre düzenlemiyorlardı.
Allah’a güvenip dayamamalarına rağmen, kendi ellerinin yaptıklarının kötü
sonuçlarıyla karşılaşınca, bu kötü sonuçları Allah’a, dîne ve İslâm’a yıkmak istiyorlar.
İyi de siz “inanıyorum” demenize rağmen O’na güvenip de hayâtınızı Allah’a göre
düzenlemediniz ki!. Şimdi niye O’na kızıyorsunuz!. Başınıza gelen musîbetin sorumluluğu
da katlanması da size âittir. Çünkü başınıza gelen tüm iyilikler Allah’tan
olmasına karşılık, başınıza gelen tüm kötülüklerin nedeni sizsiniz. Başınıza
gelen kötülükler kendi elerinizin yaptıkları yüzündendir:
“Sana
iyilikten her ne gelirse Allah’tandır, kötülükten de sana ne gelirse o da
kendindendir. Biz seni
insanlara bir elçi olarak gönderdik; şâhid olarak Allah yeter” (Nîsâ 79).
“Size isâbet
eden her musîbet, (ancak) ellerinizin kazandığı dolayısıyladır. (Allah,) Çoğunu da affeder” (Şûrâ 30).
Hayatlarının hiç-bir alanına
Allah’ı karıştırmayanların, sâdece Allah’ın çözebileceği bir sıkıntıda O’na
dönmeye ve yönelmeye yüzleri ol(a)maz. Çünkü Allah’a güvenip de hayatlarını O’na
göre düzenlemeyenlerin başlarına gelen kötülükler ve sıkıntılar zâten bir cezâdır.
Allah’a -sözde- inanmalarına rağmen O’na güvenmemelerinin bir cezâsıdır bu.
Târih boyunca insanın başına
gelen tüm kötülükler, sıkıntılar, musîbetler vs. Allah’a îman ettikten sonra
O’na güvenip de hayâtın her alanını O’na güre düzenlememekten kaynaklanır.
Allah’a göre olmayan bir nizam, cehennemin Dünyâ’da başlaması demektir.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Aralık 2020
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder