13 Temmuz 2020 Pazartesi

İslâm Hayâta Niçin Hâkim Olamıyor?



“Allah, içinizden îman edenlere ve sâlih amellerde bulunanlara vâdetmiştir: Hiç-şüphesiz onlardan öncekileri nasıl ‘güç ve iktidâr sâhibi’ kıldıysa, onları da yeryüzünde ‘güç ve iktidâr sâhibi’ kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca bana ibâdet ederler ve bana hiç-bir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkâr ederse, işte onlar fâsıktır” (Nûr 55).

Hemen başta söyleyelim ki, İslâm -hâşâ- sığıntı olacak, keyfe, isteğe ve “duruma göre” yaşanacak bir din değildir. İslâm hayâta hâkim olmaya gelmiştir ve İslâm aslâ yarım-yamalak yaşanması için gönderilmemiştir. Modern insanlar-müslümanlar İslâm’ı hayâtın merkezinden koparıp kişiselleştirseler, vahyi kâlplere ve zihinlere has kılsalar ve hayatta ise şeytânî-beşerî ideolojilere, düşüncelere ve sistemlere göre düşünüp amel-eylemde bulunsalar da, İslâm bir “hayat dîni”dir, Kur’ân da bir “hayat kitabı”dır ve hayâtın her alanına müdâhale eder ve hayâtın her alanına hâkim olmak ister. Zâten peygamberler de bu “ana amaç”ı ikâme etmek için gönderilmişlerdir. Çoğu peygamber bu amacı gerçekleştirememiş olsa da bu uğurda bu amaçla çalışmışlardır:

“Allah, dinden Nûh’a vasiyet ettiği (farz kıldığı) ettiği, sana vahyettiğimiz, İbrâhim’e, Mûsâ’ya ve Îsâ‘ya vasiyet ettiğimiz (farz kıldığımız) ‘Allah’ın dînini hayâta egemen kılın (ekîmûd dîn) ve bu konuda görüş ayrılığına düşmeyin’ direktifini sizin için bir ‘hayat düsturu’ olarak öngördü. Fakat kendilerini çağırdığın bu düstur Allah’a ortak koşanlara ağır geldi. Allah dilediğini kendisine seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir” (Şûrâ 13).

Kur’ân’ın söylediklerinden ve Peygamber’in İslâmî pratiğine (Sünnet) aykırı olan her-şey fitnedir ve mü’minin düşmanıdır. Hz. İbrâhim de bunu söyler:

“İşte bunlar, gerçekten benim düşmanımdır; yalnızca âlemlerin Rabbi hâriç” (Şuârâ 77).

İşte “güzel örnek”liğine uymamız gereken Hz. İbrâhim gibi biz de bu küresel fitneye düşman olmalıyız ki günümüzün en büyük fitnesi modernizm ve modern hayattır. Modern hayâtın ortaya koydukları şeyler gayri İslâmî bir zihinle yâni nefisle düzenlendiği için (çünkü İslâm hayattan uzaklaştırılmıştır ve hiç-bir şeye karıştırılmamaktadır), modern hayâtın ortaya koyduğu şeyler bizim düşmanımızdır. Bu fitneyi dost edinmeyi bırakıp, onu yeryüzünden temizlememiz gerekmektedir. Zâten bu Allah’ın bir emridir:

“Fitne kalmayıncaya ve dînin hepsi Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Şâyet vazgeçecek olurlarsa, şüphesiz Allah, yaptıklarını görendir” (Enfâl 39).

Yüksek bir tepeden, yaşadığınız modern kente bir bakın. Bu kent metropôl seviyesinde bir kent ise söyleyeceğimiz şey daha iyi yerine oturur. O gördüğünüz manzara, o gördüğünüz yer var ya; yâni ışıltılı ve keşmekeş hâlindeki, doğallıktan kopmuş ve sûniliğin ve sanallığın her yanı sardığı o modern kent… İşte orada İslâm’ın “hakkıyla yaşanması” imkânsızdır. İslâm eksik bir din olmadığı gibi yarım-yamalak uygulanacak ve yaşanabilecek bir din de olmadığından dolayı, hakkıyla yaşanmadığında “tam olarak yaşanmamış” olacağından dolayı, sorunlara çâre olmayacaktır, zâten bu nedenle olmuyor ve olamıyor da. Böyle mekânlarda İslâm ancak bireysel müslümanlığın konusu olacaktır ki o da kısa zamanda bireyler tarafından ifsâd edilecektir. Zîrâ İslâm bireyselliğe indirgenebilecek bir din değildir.

İslâm modern kentlerde ancak bir nebze, o da bireysel olarak yaşanabilir fakat “hâkim olma” anlamında yaşanamaz. Çünkü İslâm’ın kendine has bir mekân anlayışı vardır ve işte öyle bir mekâna ihtiyâcı vardır. Kendi zihniyetini uygulamaya sokacak bir mekâna ihtiyâcı vardır ki bu mekân modern kentler değildir. Ruhsuz modern kentler ve mekânlar şeytanın zihniyetine göre kurulmuştur.

Peygamberimiz İslâm’ı Mekke’de hakkıyla yaşayıp uygulayamadığı için hicret edecek yer aramıştı (Habeşistan, Taif vs) de en sonunda Medîne ona yurt olmuştu.

“Bu zamanda İslâm’a göre yaşanmaz” demek, “bu mekânda İslâm’a göre yaşanmaz” demektir. Çünkü İslâm modern mekânların neresinde “hakkıyla” yaşanabilir ki?. İslâm tüm zamanlarda yaşanabilir fakat İslâm’ın “hakkıyla yaşanması ve hayâta hâkim olabilmesi” için kendine has ve uygun bir mekân da gerekir. O yüzden İslâm, gerekirse Dünyâ’nın altını üstüne getirerek mekânı değiştirir ve kendine uygun hâle getirir. İslâm medeniyeti bunun örneğidir. Çünkü mevcut modern mekânda olmaz, olmuyor. Son 200 yıldır bir türlü olmuyor ve olmadığı gibi, hızla geriye doğru bir gidiş var. Müslümanlar İslâm’a kıyısından-köşesinden tutunmuş durumdalar. Zîrâ tam ortasından tutunacak bir alan-mekân yok.

Şimdi Türkiye’de neden İslâm hayâta yâni iç ve dış âlemlere hâkim olamıyor?. Çünkü İslâm’a uygun bir alan ve mekân yok. Her yer modernite ile kuşatılmış ve doldurulmuş. Yâni modernite hayâta hâkim olmuş. Bunun zamanla alâkası yok, mekânla alâkası var. Yüksek tepeden bakınca görülen o modern kentte İslâm ancak “sığıntı bir din” olabilir, “ezik bir din”. Zâten an îtibârıyla İslâm bu şekilde algılanıyor. Oysa İslâm aslâ “yanaşma bir din” değildir. İslâm ya hayâta hâkim olarak hakkıyla yaşanır, yada etkisiz bir din olur ki o din İslâm olmaz.

Aslında İslâm her zaman tam yetkinliktedir. Fakat biz “İslâm” derken “müslümanlık”tan bahsediyoruz. İşte mekân İslâm’a ve müslümanlara göre düzenlenmediğinde yâni iç-âlemle berâber dış-âlem de İslâm’a ve müslümanlara-mü’minlere göre değişmediğinde İslâm hiç-bir zaman hayâta hâkim olamaz ve hakkıyla yaşanamaz. Çünkü İslâm bir “hayat dîni”dir. Kur’ân da “hayat Kitabı”dır zâten. Öyle kıyıya-köşeye yada dört duvar arasına hapsedilemez.

İslâm modern kentlerde-mekânlarda iç-âleme de dış-âleme de hâkim olamaz, olmuyor. Çünkü modern kentler doğala, fıtrata ve normâle aykırı mekânlardır. İslâm ise hakkıyla yaşanması ve hayâta hâkim olması için, fıtrata, doğala ve normâle uygun bir Dünyâ’ya ihtiyaç duyar. Günahla, çirkeflikle, sapıklıklarla, adâletsizlikle, merhâmetsizlikle, vicdansızlıkla, eşitsizlikle, küfürle, şirkle ve dolayısı ile zulüm ile sonuna kadar aynı ortamda bulunamaz. Çünkü “hak geldiğinde bâtıl yok olup gider” ve gitmelidir. Bâtıl yok olduğunda da İslâm hayatta görünür olur ve hâkim kılınabilir. İşte o zaman İslâm’ı hakkıyla yaşayacak mü’minler ortaya çıkar ve bir medeniyet başlatabilir.

İslâm’ın bir mîmârisi ve bir şehir anlayışı vardır. Aslında İslâm, teknolojinin her yeri kuşattığı yerde de yaşanamaz. Barutun, elektriğin ve motorun hâkim olduğu yerde İslâm nasıl hakkıyla yaşanacaktır ki?. Teknolojinin insanı ve hayâtı kuşattığı yerde İslâm ideâl olarak yaşanamaz ve Dünyâ’ya hâkim olamaz. Çünkü burada gerçek anlamda bir İslâm olmaz, “İslâm’ın bilgisi” olur sâdece. İslâm’ın bilgisi ise İslâm değildir. İslâm’ın bilgisini edinmiş olan müslümanlar da, zihnî tartışmaların kısır-döngüsü içinde boğulur giderler. Aynen günümüzde olduğu gibi.

İslâm “Sünnet”siz olmaz. Modern kentlerde ise “Sünnet’e göre”lik olamaz. “Güzel örneklik” modern kentlerde tekrâr edilemez yada ondan ilham alınarak yeni bir İslâmî örneklik kurulamaz. Zâten o yüzden de müslümanlar dâhil modern insan tarafından “hadis” adı altında Sünnet inkâr ediliyor. Çünkü modern kentler “örnek yaşanmışlıklara” uygun değil ve aykırı. Bu nedenle modern kentlerde Sünnet’ten bahsedildiğinde bir sırıtma meydana çıkıyor. Zîrâ modern kentler Sünnet’in yaşanamamasına göre îmâr edilmektedir. Modern kentler, Sünnet’in hâkim olamamasına göre düzenlenmiştir. Bu yüzden modern kentlerde ve mekânlarda “sâdece Kur’ân” diyenler ortaya çıkar. Zîrâ Kur’ân’ı istedikleri gibi yorumlayıp moderne uydurabiliyorlar. Fakat yaşanmışlığı yâni “güzel örneklik” denilen Sünnet’i yorumlayamazsın ki!. Yaşanmışlık nasıl yaşandıysa o şekildedir.

Aslında modern zamanlara kadar yada moderniteyi başlatan ve sürdüren üç ana etken olan barut, elektrik ve motorun ortaya çıkışına kadar Dünyâ’da tüm bitki örtüsü, hayvanlar ve insanın bizzat maddî ve rûhî varlığı da doğal, normâl ve fıtrata uygun olarak hareketini devâm ettiriyordu. Nefisler yine devredeydi ama onun bile azgınlıkta genelde bir sınırı vardı. Zîrâ doğal bir döngüden, işleyişten, ilerlemeden, üretimden, ilişkilerden vs. kopulmuyordu. Dünyâ’nın her yerinde genelde böyleydi. Fakat ne zaman ki hayat-şekli moderniteyle birlikte değişmeye başladı, işte o zaman insan da değişmeye başladı. Çünkü mekân değişmeye başladı. İnsan değiştikçe mekân, mekân değiştikçe insan değişti. Bu değişme doğal, normâl ve fıtrî olmayan bir değişmeydi. Mekân değiştiği için zaman değişmeye başladı. Yoksa zamânın kendi-kendine değişecek bir durumu yoktur. O hâlde değişen şey, maddenin a-normâl değişimi sonucunda mekânın değişmesidir.

Demek ki mekân değişince bir “değişim” oluyor ve hattâ değişimler mekânın değişimiyle başlıyor. Mekân doğal, normâl ve fıtrata uygun olarak değişince bu değişim, insanı olumsuz etkilemiyor ve zâten insanlar ve de hayvanlar bu değişimin çok da farkında olmuyorlar. Mekânın doğal değişiminden dolayı insanın (ve diğer canlıların) yaşam-şeklinde bir değişiklik olmuyor. Doğala, normâle ve fıtrata aykırı olmayınca harekette ve hızda a-normâl bir değişiklik olmuyor. Mekân yavaş değiştiği için insanlar bu değişimden olumsuz etkilenmiyor ve değişen mekân onları sarsmıyor, yoldan çıkarmıyor. Sonuçta da o mekânda İslâm’a göre yaşamak mümkün oluyor ve hattâ o mekânda İslâm hakkıyla yaşanabiliyor. Zîrâ hayâta İslâm hâkim olmuş oluyor.

Moderniteyle birlikte ise, madde çok hızlı bir şekilde değişmeye başladı. Öyle ki artık bu hızlı değişimin tâkibi bile yapılamıyor. Maddenin değişimi “mekânın değişimi” olduğu için, mekân çok çabuk değişmiş oluyor. “Dünyâ çok değişti” denilen şey aslında mekânın aşırı farklılaşmasıdır. Mekânın farklılaşması hareketlerin ve davranışların da değişmesine sebep oluyor. İslâm-dışı hareketler ortaya çıkıyor. Hareketler mekâna göre değişiyor. İnsanlar yeni hareketler ve davranışlar kazanıyor yeni mekânlarda. Mekân insanların davranışlarını şekillendiriyor. İşte bu değişen mekânda İslâm’a göre hareket edilemiyor. Netîcede de İslâm’a göre yaşanamıyor. İslâm yâni müslümanlar böyle mekânlarda hâkimiyet kuramıyor.

Hani sık-sık, “bu zamanda olacak şey değil” diye söylenen söz var ya, aslında o sözle, “bu mekânda olacak şey değil” denmek isteniyor. Yoksa zamanda bir değişme yoktur. O sâdece, bir yanılsama olarak insana daha farklı akıyor gibi geliyor. “Bu zamanda olmaz” dediğinizde, “bu mekânda yapılamaz” demiş olursunuz. Çünkü bir şeyin yapılabilmesi için mekânın uygun olması gerekir. Meselâ “kaymak gibi” asfalt bir yolda at ile yolculuk yapmak çok da olacak şey değildir. “Bu zamanda at ile yolculuk mu yapılır” sözü, “bu mekânda (asfalt yolda) at ile yolculuk yapılmaz” anlamındadır. Çünkü asfalt ata göre değildir. İşte aynı şekilde modern mekân ve kent de İslâm’a göre değildir. Bu nedenle de modern kentlerde ve mekânlarda İslâm hakkıyla yaşanamıyor ve dolayısıyla hayâta hâkim olamıyor. Bu seküler mekânlarda örnek ve adanmış şahsiyetler çıkmıyor ve İslâm hayâta hâkim olma yoluna giremiyor.

Mekânın doğal, normâl ve fıtrî olana göre çok aşırı ve hızlı değişmesi, modernitenin bir projesidir ki bu, küresel tâğutlara Şeytan’ın yaptığı telkinin bir sonucudur. Moderniteyi ve modern-beşerî sistemleri ayakta tutan şey, mekânın bu çok farklı ve hızlı değişimidir. Modernite mekânı hızla değiştirdiği için, insan da hızla mekâna uymaya başlıyor, mekâna göre konumlanıyor ve hattâ tasavvuru, düşüncesi, söylemi ve amel-eylemi mekâna göre belirleniyor. Böylece artık yaratılışına uygun davranış gösteremiyor. Yâni İslâm’a göre yaşayamıyor. Zîrâ İslâm’a göre yaşayacak bir ortamı-mekânı kalmamıştır. Yaratıcının emrettiğini yapacak, Kur’ân’a ve Sünnet’e uyacak bir alanı-mekânı kalmamıştır modern insanın ve müslümanın. Çünkü modernite, mekânı hızla değiştirip dönüştürmekle, şeytânî düzenlemeler yapmak ve günah işlemek dışında insana başka bir hareket alanı bırakmıyor.

Esâsen “modernist müslümanlar”, “Kur’ân’cılar” ve “târihselciler” gibi akımlar, “İslâm’ın modern mekânda-kentte hakkıyla yaşanamayacak-uygulanamayacak olması ve bu nedenle de vahyi, bu akımlarla birlikte aşırı yoruma tâbi tutup modern mekâna ve kente uygun hâle getirmek” amacıyla ortaya çıkmıştır. Moderniteden vazgeçmemek için İslâm’ın hakîkatinden vazgeçilmektedir. Bu akımlar bunu “profesyonelce” yapmak için vardırlar. Fakat bu durumda da İslâm, “modernitenin nesnesi” olmak zorunda kalmaktadır. (Aslında nesneleşen İslâm değil müslümanlar olmaktadır). Zîrâ “belirleyici” olan İslâm değil modernite olacaktır. Böylece İslâm, “zihinlerin ve kâlplerin tatmin aracı”na dönüşecektir ve “olsa da olur olmasa da olur” cinsinden bir din hâline gelecektir.

Moderniteyi sorunsuz ve ideâl olarak görenler ve de “insanlığın ulaşacağı en uç zirve” zannedenler, İslâm’ın modernite içinde yaşanabileceğini söylerler fakat İslâm’ın, Kur’ân ve Sünnet bütünlüğünde ve “olduğu şekliyle” moderniteyle uzlaşmadığını ve İslâm’ın modernite içinde hakkıyla uygulanamaz-yaşanamaz olduğunu gördüklerinde ve anladıklarında ise, mecbûren Sünnet’i yok sayarlar ve Kur’ân’ı da aşırı yoruma tâbi tutarak moderniteye uygun hâle gelinceye kadar zorlayarak te’vil ederler. Bu ise “sahih Sünneti-hadisi, Peygamber örnekliğini ve diğer peygamberlerin güzel örnekliklerini ve de İslâm târihini tümden iptâl etmeyi gerekli kılar. Hattâ Kur’ân’ı bile tahrif ve tahrip etmek zorunda kalırlar ki, modern müslümanların(!) yaptıkları meydandadır. Fazlurrahman bu bağlamda şunları söyler:

“Klâsik dönemlerde, Kur’ân’ın ilk muhâtaplarına bildirdiği hükümler hayâta geçirilirken hükümler ile uygulama arasında uyuşmazlık çok yaşanmazdı. Fakat günümüzde, hükümler ve hükümlerin hayâta geçirilmesi arasında bir tutarsızlık ve uyuşmazlık olduğu göze çarpar. Sanâyi Devrimi’nden önceki süreçte insanlar Kur’ân’ın ilk muhâtaplarına getirdiği hükümleri hayâta geçirmede bir sorun yaşamadılar, çünkü Kur’ân’ın nâzil olduğu dönemle benzer sosyo-ekonomik seviyeyi ve gelişmişlik düzeyini sürdürüyorlardı. 18. yüzyıldan sonra bilim ve teknolojinin hızla ilerlemesiyle, ulaşım araçlarının hızla hayatımıza girmesi geçtiğimiz yüzyıllarda gündeme gelmeyen ‘seferilik’ gibi konuları tartışılır hâle getirdi”.

Fazlurrahman da Sanâyi Devrimi ile birlikte, İslâm’ı-Kur’ân’ı moderniteye uydurmak uğruna dîni ahlâka indirger ve lafzı iptâl ederek sözde ahlâk-merkezli olarak “moderniteye uygun yorumlama” yapmayı önerir. Fakat işte sorun da buradadır. Böyle bir durum ortaya çıktı diye İslâm modernitenin nesnesi mi yapılacak ve vahiy moderniteye göre mi ayarlanacaktır?. Hâlbuki vahiy tam-aksine, mevcudu kendine göre düzenlemek için gönderilmiştir ve peygamberler de bunun mücâdelesini vermişlerdir. Zâten “imtihan” da budur: Müslümanlar Allah’ın sözü olan vahyi mi merkeze alacaklar, yoksa şeytanın telkinleriyle düzenlenmiş olan mevcut yaşam-şeklini mi?.  

Yakın zaman önce kapanmak zorunda kalan Hilal TV, seküler-lâik reklâmlara yer vermediğinden, seküler-mahrem diziler ve filmler oynatmadığından, halkın çoğunluğunun ilgiyle izlediği, uydurma ve zırvalıklardan oluşan soru-cevap programları ve mezhep-târikat-tasavvuf merkezli yayınlar yapmadığından vs. maddî zorluk yaşadı ve kapanmak zorunda kaldı. Üstelik seküler ideolojiyi, iktidârı, evrimi, modern-bilimi desteklemesine rağmen yine de yaranamadı da hayâtiyetini sürdüremedi ve kapanmak zorunda kaldı. Yâni diyeceğim o ki, müslümanlar mevcut lâik-seküler ve liberâl-kapitâlist ortamda daha bir TV bile kurulup da devâm ettiremiyorlar. Çünkü bu iş modern mekânda ve zamanda olacak şey değildir. Bu ortamda İslâmî bir şeyi hakkıyla yapmak mümkün değildir. Bu nedenle böyle dinsiz bir zihniyetin içinde ve Allah’sız bir mekânda bir İslâm devletinin kurulması ve hayâta hâkim olması mümkün değildir.

Sıra-dışı şeyler şartları değiştirme gücü taşısa da, sıra-dışı şeyleri yapmak için şartların uygun olması gerekir. Sünnetullaha göre bu böyledir. Uygun değilse, şartların olgunlaşmasını beklemek ve uygun olması için onu tatlı-sert zorlamak gerekir. Eğer samîmi olursak Allah o şartları oluşturacaktır. 

Kur’ân, amel-eyleme yönelik bir özellik taşır. Statik değil dinamik bir özellik taşır ve bu dinamiklik kendisini Kur’ân’ın “güzel örneklik” dediği (Ahzâb 21) Sünnet ile ortaya koyar. O hâlde sorun, Sünnet’in modern zihniyetle şekillendirilmiş mekânda bir karşılığı olmadığından dolayı hakkıyla uygulanamayacağıdır. Allah hesâba katılmadan beşer-merkezli olarak düzenlenmiş olan modern mekân, Kur’â ve Sünnet’in yapısına aykırı olduğu için ikisi aynı-anda aynı yerde bulunamaz. Çünkü Kur’ân ve Sünnet hayâta hâkim olmalıdır ve modern mekânda-kentte Kur’ân, tüm bütünlüğü ile birlikte idrâk edilemez ve Sünnet yeniden üretilemez. O nedenle de modernite kendi “sünnet” yâni yaşam-tarzını üretir ve bunu herkese dayatır.

Modern hayat insanın doğasına uygun olmadığı gibi, İslâm’ın da doğasına uygun değildir. Modern hayat nasıl ki insanı yavaş-yavaş öldürüyor ve yaşamasına müsâde etmiyorsa, modern hayat yâni modern mekân da İslâm’ın hükümlerini yavaş-yavaş düşüncede ve uygulamada etkisizleştirir ve bitirir. Bu nedene Kur’ân’ın modern hayâtta hâkim olması hem mümkün değildir hem de hâkim olmasa daha iyi olur. Zîrâ bu hâkimiyet hem tâvizlerin bir sonucunda olacaktır hem de zamanla özünden sapacaktır ki hristiyanlığın Roma’da başına gelen budur. Çünkü seküler modern hayat ve modern mekân saptırıcıdır.

Sağlıklı ortam ve gıdâ olmadan sağlıklı insan olmaz, doğal ziraat olmadan da sağlıklı gıda olmaz. Aynen bunu gibi; mekân ve ortam uygun olmadığında İslâm’ın meyveleri ya hiç yetişmez yada acı olur. 

Sağlıklı gıdânın üretilmesi sağlıklı bir ortamın olmasını gerektirir. Sanâyinin yanında, apartmanlar arasında ve otobanın kenarında yapılan tarımın organik ve sağlıklı olması nasıl imkânsızsa, İslâm’ın da kendine-has ortamı olmadığında ortaya çıkacak müslümanlık, Peygamber ve sahabe örneğinde olduğu gibi olmaktan çok-çok uzak olacaktır. Böyle olunca da İslâm’ın hayâta etki ederek hâkim olması söz-konusu olmayacaktır.

Tüberküloz (verem) olmuş birinin kentin orta yerinde ve pis havada şifâ bulması nasıl mümkün değilse ve şifâ bulması için temiz ver doğal bir ortamda yaşaması gerekiyorsa, verem olmuş pis bir mekânda İslâm’ın hayat bulması da mümkün değildir. Hicret ve hak toplum ile câhiliye toplumunun ayrılması bu nedenle şarttır.

İslâm-merkezli amel ve eylem, ancak klâsik hayatta yada benzer bir hayat-tarzı ve şehirde uygulama alanı bulabilir. Modern hayatta böyle bir alan bulamayacağı için hakkıyla uygulanıp yaşanamaz ve yarım-yamalak bir din ortaya çıkar ki bu din neredeyse hiç-bir yaraya merhem olmaz. Böylece şeytan ve uşakları olan tâğutlar da iktidârını sürdürmeye devâm eder.  

Dâhileriniz ve “deli”leriniz yoksa hedefinizi gerçekleştiremezsiniz. Ne tek-başına dâhi, ne de tek-başına deli yeter. İkisi birlikte olmalıdır. Maalesef müslümanların ne dâhileri var ne de delileri. 

“İslâm hayâta niçin hâkim olamıyor” demek, “Sünnet niçin tezâhür edemiyor” demektir. İkisi aynı şeydir. Bunun cevâbı; “çünkü mekân müsâit değildir” cevâbıdır.

Niçin peygamberler “klâsik zamanlarda” gönderildi?. Çünkü modern zamanlarda peygamberler misyonlarını hâkim kılacak alan ve mekân bulamazlardı yada böyle bir mekânı bulmakta çok daha fazla zorlanırlardı. Allah, “hayatta uygulanabilecek” vahiyler gönderir ve hayatta uygulanamayacak ve hâkim olamayacak vahiyler göndermez. Bu vahiyler doğala, normâle ve fıtrî olanla bire-bir uygun olan vahiyler olduğu için, o vahiyler sâdece bu şekilde olan klâsik bir mekânda uygulanabilir. Bu hayat-şekli ise, tarım-hayvancılık, küçük esnaf-zanaatkâr-tüccar olarak yaşanan klâsik haya yada klâsik hayâta uygun olan şehirlerdir (kentler değil).

İnsanın insanca yaşayabileceği, İslâm’ı hakkıyla yaşayabileceği ve İslâm’ı hayâta hâkim kılabileceği mekânlar, klâsik zamanlardaki gibi mekânlardır. Bu mekânlara ise “kent” değil, “şehir” denir. Medîne’dir bu mekânlar. Yâni dînin hâkim olduğu alanlar. Mevcut modern zaman ve mekân ise, zâten dînin uygulama alanı bulamayacağı şekilde tasarlanmış ve inşâ edilmiştir. Modern hayatta kişiye, İslâm’ı, “sâdece kâlbinde yaşamak” kalıyor ki o bile moderniteden etkilendiği için kâlbinde bile en saf hâliyle duramıyor.

Modern hayatta İslâm niçin hakim olamaz?. Çünkü İslâm nefsin hâkim olduğu bir hayatta ve nefsin altında yaşayacak bir din değildir. Şeytanın, nefsin ve tâğutların kontrôlü altında yaşanacak bir din değildir İslâm. En azından sürekli olarak o hâlde kalamaz ve o mekânda bulunamaz. Hicret bu nedenle önemlidir. Nefsin hâkimiyetinde olan bir mekânda İslâm’ın bir sığıntı gibi yaşamasından bahsedilemez. İslâm “arâziye uyan” pasif bir din değildir ki!. Modern hayat nefis-merkezli bir hayattır ve bu nedenle de nefisler sürekli olarak kışkırtılır. Kışkırtılmış nefisler altında İslâm’ın hakkıyla yaşanması düşünülemez.

Lâkin.. Dünyâ modernite tarafından kuşatılmış diye İslâm pılını-pırtısını toplayıp gidecek bir din değildir. Zîrâ mülk Allah’ındır ve İslâm Dîni de Allah’ın dînidir. Bu nedenle de modernite ile mücâdele edilecek ve mü’minler iç-âlemlerini İslâm ile değiştirdikten sonra dış-âlemi ve mekânı da İslâm ile değiştirip tam da İslâm’a uygun hâle getirecekler ve tüm peygamberler gibi bu amaç için azimle çalışacaklardır. Yeryüzünde fitne kalmayıncaya kadar ve İslâm hayâta hâkim olup hakkıyla yaşanabilecek bir mekân kurana kadar İslâm-merkezli çalışacaklardır. O hâlde günümüzde İslâm’ın hayâta hâkim olması için ilk başta nefsin, sonra da nefis-merkezli ortaya konan ve şekillendirilen eşyânın, gerekirse altı-üstüne getirilerek değiştirilmesi gerekecektir ki târih boyunca bu iş “güzellikle” olmadığında sünnetullah devreye girmiş ve “helâk” ile olmuştur. Nice değişmez ve yıkılmaz zannedilen nefis-merkezli yapılar, kurumlar, mekânlar, devletler ve uygarlıklar yerin dibine geçirilmiştir. Zîrâ ya İslâm’a göre olacak, yada hiç olmayacaktır.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârun Görmüş
Ekim 2019




















Devamını Oku »

12 Temmuz 2020 Pazar

Tâtil Üzerine


“O hâlde, bir işten boş kaldığında yeni bir işe koyulup yorul” (İnşirâh 7).

 

Tâtil: “Kânun gereğince çalışmaya ara verileceği belirtilen süre, dinlenme. Okul, meclis, adliye vb. kuruluşların çalışmasını durdurduğu veyâ kapalı bulunduğu dönem. Eğlenmek, dinlenmek amacıyla çalışmadan geçirilen süre”.

 

Modern dünyâda her şeyin bir tâtili var. Resmî tâtil olmasa bile insanlar kendilerine has özel günleri tâtil olarak belirliyorlar. Yılbaşı, sevgililer günü, kadınlar günü, ulusal bayramlar, anneler-babalar günü, evlilik yıldönümü vs. resmî yada resmî olamayan bu günler hep bir tâtil havasında geçirilir. Dünyevî düşünüldüğünde böyle yapmaları normâl gözüküyor. Çünkü dünyevî düşünüldüğünde yâni âhiret hesâba katılmadığında geriye, “Dünyâ’da doya-doya yaşamak” ve “gününü gün etmek” kalıyor. Müslümanlar için ise tâtil değil “tebdil” vardır ki tebdil, “yan gelip yatmak” demek değil, âyetin de söylediği gibi; bir işten yorulduğunda başka bir işe yada şeye yönelmektir. Bedenin yan gelip yatmaya ve uyumaya da ihtiyâcı vardır tabi ama bizim bahsettiğimiz, “hiçbir şey yapmamak değil, bir işten yorulunduğunda yada bir işe ara verildiğinde yine başka bir iş/şey yapmaktır. Tebdil lûgatta: “Değiştirmek. Tağyir etmek. Bir şeyi başka bir şeye değiştirmek” demektir. Tebdil, meselâ bir işten yorulunulduğunda yada işe ara verildiğinde, bir arkadaşla bir çay-kahve içmek, biraz yürüyüş yapmak, kitap okumak, sohbet etmek vs. gibi şeyler yapmaktır. Meselâ kentten köye gidip hem oradaki işlerini yapmak, hem de tanıdıklarla hoş vakit geçirmek tâtil değil tebdildir. 

 

Deniz, Güneş ve kum.. Modern insanın ve de artık müslümanların da hayâli olmuş. Çünkü modern insan en sıkıntısız ve stressiz zamânın bu şekilde geçirileceğini düşünmektedir. Sürekli olarak deniz, kum, Güneş ve tâtil hayâli, “kafayı kuma sokma” isteği ve böylece hiç-bir şeyi kafaya takmama düşüncesi ve eylemi. Modern insan, tâtil aracılığı ile kafayı kuma sokmaktadır. Yâni hiç-bir şeyi umursamak istememektedir. Kumu özlemesinin psikolojik nedeni belki de budur. Bir tarafta savaşlar, depremler, seller, ölümler, hastalıklar, acılar ve çeşitli sıkıntılar yaşanırken, sözde her türlü sıkıntıdan kaçıp da kafa ve beden konforunun dibine vurulan tâtiller hayâl edilmekte ve böylece tâtil yerleri dolup-taşmaktadır. Turizm bu düşünceden beslenmektedir.

 

İnsanların mutlakâ kafa dağıtmak, bir hava almak, nefeslenmek, ara vermek, başka bir şeyler yapmak gibi ihtiyâçları vardır tabî ki. Fakat bu, “tüm sorunlardan kaçmak ve sorunları unutarak görmezden gelmek” anlamında değil, “sorunların üzerine daha sağlam gidebilmek için kafa ve beden enerjisi toplamak” amaçlı olmalıdır. Yâni tâtil değil tebdil.

 

Kur’ân’da iki kelime hiç geçmez. 1-Emeklilik. 2-Tâtil. Tâtil; “âtıl kalmak” demektir. Tâtil Arapça bir kelimedir ama ne Kur’ân’da ne de hadiste geçmez. Hattâ fıkıhta “tâtildeyken yâni âtıl hâldeyken kişinin verdiği hüküm geçersizdir” denir. Çünkü âtıl olmak yâni tâtilde olmak bir çeşit sarhoşluk hâlidir. Tâtildeyken bir şeye odaklanmak azalır.

 

Mola kelimesi bile ölüm ile ilgilidir. Eski türklerde “mezar” yerine kullanılan kelimelerden biri de “mola” kelimesidir.

 

M. İslamoğlu tâtil hakkında şunları söyler: “Bedenin tâtili ölüm, yerin-göğün tâtili kıyâmet olur. Tâtil işlevin sona ermesidir. Kâlbimiz yada başka bir organımız tâtil yapsa ölürüz, atomlar ve elektronlar tâtil yapsa füzyon sonucu kıyâmet kopardı. Şeytan bile tâtil yapmıyorken biz nasıl tâtil yapalım. Tâtil yapmayın, tebdil yapın. Modern dünyânın tâtili tek-dünyâlık bir dünyâ anlayışıyla uyumludur. Tâtil yerine tebdil önerilmiştir, yâni ilgi alanını yada yerini değiştir”.

 

Canlılık entropiye karşı bir mücâdeledir. Entropi durağan olan daha çabuk yıpratıp bozar. O yüzden durağanlık ve atâlet bozulmanın ve geriye gidişin başlangıcıdır. Durduğunuz anda ölmeye başlarsınız. Yaratıcının koyduğu entropi yasasının karşı konulmaz gücü, mücâdele etmeyen ve bir çaba içinde olmayan her-şeyin zamanla bozulacağını, yok olacağını bize göstermektedir.

 

Tâtili çok sevenler ve tâtil yapabilenler herkesi tâtil yapabiliyor zannetmektedir. Oysa TÜİK verilerine göre; nüfûsun yüzde 86’sının “evden uzakta bir haftalık tâtil” yapacak parası bulunmuyor. Evinden uzakta tâtil yapamayanların sayısı 60 milyondur. Bu tâtil ille de bir otelde deniz kenarında değil, köyünde-yaylasında bir süreliğine dinlenme olarak da düşünülmelidir.

 

“Tâtil insanları dinlendirir” diyorlar ama bu tartışılır. Tâtil, “tâtili yaparken” işe yarayabilir fakat tâtil sonrasında işe gelindiğinde birikmiş işler nedeniyle işler sarpa sarar ve yoğun bir çalışma temposuna girilir. Bu da tâtilde atılan stresi fazlasıyla geri getirir. Tâtilin yâni atıl kalmanın acısı çıkar.

 

Tâtil, batı’lı olan yada batı’lı zihniyete sâhip olanlar için çok önemlidir ve olmazsa-olmazdır. Amerika’da bir kadının, yaz için kış aylarında yaptığı tâtil plânı, doğurduğu gayr-ı meşrû çocuk yüzünden iptâl edilme tehlikesi oluşturduğu için bebeğini öldürmüştü. Sebep olarak “tâtile gitmemi engelleyecekti” dedi. Yeni doğum yapmış olan bir kadın, yıllık izin zamânında yeni doğan çocuğuna bakmak zorunluluğundan dolayı tâtil rezervasyonunu iptâl etmek ve tâtilden vazgeçmek zorunda kalacağı için çocuğunu öldürüyor. Tâtile çıkabilmek için çocuğunu öldürüyor. Bu nasıl bir vicdan ve nasıl bir tâtil tapımı böyle!. Çünkü tâtil çok abartılıyor ve insan için “her şey” demek hâline getiriliyor. Modern insan tâtil yapmadığında yaşadığını hissedemiyor. Bu nedenle modern birey için tâtil en önemli şeydir. Çünkü hazzı ve zevki en yoğun bir şekilde ancak tâtilde yaşayabilecektir. Rûhunu hapsetmiş olduğu için buhrandan-buhrâna giren modern insan, oluşan boşluğu -güyâ- tâtil yaparak ve bedenini ödüllendirerek doldurmaktadır. Âhiret inancı ve cennete îman olmadığı için Dünyâ’yı cennete çevirmek en önemli şeydir onun için. O yüzden modern insan tâtile çıkamamayı bir felâket olarak görür.

 

Modern çalışma şeklinde çalışanların sürekli hayâl ettikler şey, hafta-sonu tâtilleri, resmî tâtiller ve yıllık izinlerdir. Tüm yıl boyunca ona kilitlenmişlerdir ki bunu sekteye uğratacak olan düğün, cenâze, bayram, sınav, seçim vs. gibi nedenler insanların sinirini bozar. Aslında tâtilin bu kadar yoğun şekilde hayâlini kurmanın bir nedeni de, çok yoğun çalışma temposudur ki bu, modernite ve sanâyileşme ile başlamıştır. Protestanlık da bunun üstüne tüy dikmiştir. “Çalışmak ibâdettir” sözü Protestanlığın bir mottosudur. Klâsik-geleneksel zamanlarda ise çalışma, iklime göre yâni doğaya göre olurdu. Yazın biraz yoğun bir çalışma dönemi olur ve sonra da rutin kısa süreli günlük işler yapılırdı. Ne tâtile ihtiyaç duyulur, ne  de sürekli olarak yoğun bir iş temposu olurdu. Modernite yoğun çalışma temposu ve uzun mesâi saatlerini ortaya çıkardığı için insanlar yoğun şekilde çalışmaktan bunalıyor ve tâtil istiyor. Âtıl kalmak istiyor. Yoğun çalışma temposu insanlara sürekli olarak tâtil hayâli kurdurmaktadır. Modern insan, çok yoğun çalışma temposu nedeniyle tâtili dinleştirmiştir. Amaç tâtildir.

 

Allah tâtil yapmaz. Hristiyanların dediği gibi, Allah âlemi altı günde yaratıp yedinci gün tâtile çıkmaz. Altı günde yaratır ve arşa istivâ eder. Hristiyanlıktan ilhamla batı dünyası tâtil yapmayı dinleştirmiştir. Nazife Şişman çalışma ve tâtil konusunda şunları söyler:

 

“İş, aslında tâtil için, o kısacık tâtil için tüm yıl çalışılıyor. İnsanın bütün hedefini tâtile endeksleyerek, işe tâtil hayâliyle katlanılmasını sağlayan yeni iş ahlâkı da kapitâlizmle birlikte gelişmiştir. Weber’e göre çalışmanın kendinde bir hedef olarak belirlenmesi kapitâlizmi mümkün kılmıştı. Protestan dindarlar için tembellik günahtı, çalışmak ise ibâdet. Hâlbuki Protestanlık öncesinde çalışma Kilise’nin yüce ideâlleri arasında yer almazdı. Tanrı kendisi de altı gün çalışmış, yedinci gün dinlenmişti. Bu, insanlar için de en yüce gâyeydi. İnsanlar cennette çalışmak zorunda kalmayacaklardı, tıpkı Pazar günleri olduğu gibi. Yâni hristiyanlara göre hayâtın maksadı ‘pazar’a ulaşmaktı. Hayat yalnızca hafta-sonu için uzun bir bekleyişti. Augustinus, cennette, Tanrı’nın dinlendiği ve Hz. Îsâ’nın cennet katına çıktığı gün olan Pazar’ın dâimi hâlini bulacağımızı yazmıştı. Protestanlık-öncesi kilise mensupları çalışma ‘zahmeti’ni cezâ olarak algılarlardı. Sisyphos efsânesindekine benzer bir şekilde cehennemde hiç sona ermemecesine çalışmak zâlimce bir işkenceydi. Dante’nin cehenneminde de günahkarlara ‘Pazar’ hiç gelmez. Âdetâ onlar sonsuz bir ‘Cumâ’ya mahkûm edilmişlerdir. Reformasyon sonrasındaysa, yâni Protestanlıkla birlikte hayâtın çekim-merkezi Pazar gününden Cumâ gününe geçmiştir. İnsan hayâtında çalışmak esastı.

 

Sanayi Devrimi sonrasında işin verimliliği açısından dinlenme ve eğlenmenin önemi vurgulanmaya başlanmış ve işçilerin daha verimli çalışmaları için ‘boş zaman’ kavramı tedâvüle sokulmuştu. Boş zaman/eğlence ne kadar genişletilirse-genişletilsin yada ne kadar önemsenirse-önemsensin hayâtın merkezinde ‘iş’ vardı. İşin disiplinli ve kişinin zamânını örgütleyen yapısı, sanâyi ile birlikte değişmişti. Daha önceki dönemlerde, meselâ tarım toplumlarında tabiatın döngüsü kişiyi örgütlüyor yada atölyede veyâhut loncada işin kendisi ve bizzat ‘usta’ çalışmanın zamânını  belirliyordu. Sanâyi toplumunda ise kapitâlist, işçinin zamânını satın alıyordu. Bu sebeple işte geçirilen zamânın ön-plâna geçmesiyle birlikte haftayı, yâni işte geçirilmesi gereken zamânı doldurup Pazar’ı beklemek doğal bir durum hâline geldi.

 

İslâm’da ilk olarak ‘O her gün (an) bir iştedir’ meâlindeki âyet, altı günde kâinâtı yaratıp Pazar günü dinlenen Tanrı imajından başka bir yaratıcı tasavvuruna imkân veriyor. Diğer taraftan bütün dünyâ hayâtını oyun ve eğlence olarak gören bir anlayış hâkimdir İslâm îtikâdında. Bu dünyâ hayâtının kendisi koskoca bir eğlence ve oyalanmadır zâten. Bu yüzden insan kendisini asıl hayâta hazırlamalıdır. Hazırlanmak demek ‘çalışmak, sây-û gayret üzere olmak’ demektir. Sâdece ekonomik faaliyet olarak tanımlanması mümkün olmayan ‘çalışma’nın kendisi bizâtihi ibâdettir. Mü’min bir işten boşalınca bir başkasına sarılır ve böylece Rabbine kavuşuncaya kadar gayrete devâm eder. Müslümanlar için çalışma bir nevî ibâdet olduğundan ve mü’minin bütün hayâtının ibâdet sayılması gerektiğinden, Sanâyi Devrimi öncesi dönem için bugünkü anlamıyla ‘boş zaman’ kavramı söz-konusu değildir. Zâten batı Avrupa târihinde de ‘boş zaman’ kavramı kapitâlist ekonomiye paralel bir gelişmedir”.

 

Bayramlar da artık tâtil olarak düşünülüyor. Oysa bayramlar, aktif şekilde yakınlarla-akrabâlarla bir-araya gelmek ve ziyâretlerde bulunmak, paylaşımlar yapmaktır. Bayramın ne demek olduğunu unutan bâzıların gündemi; “bayram tâtili 9 gün olacak mı?”, “tâtilde nereye gideceğiz?” düşüncesiyle bayramı seyrana çevirmektedirler. Bu durum, tâtile olan tapınmayı gösterir. Bayramlar “tâtil” değil, “tebdil”dir.  

 

“Ben İspanya’yı 3-F ile yönettim” sözü Franco’ya âittir. İspanya Kralı Franco’nun “3-F” formülü ile iktidârını uzun yıllar koruduğu söylenir. Nedir “3-F”?. “Fado-Fiesta-Futbol”. Yâni “müzik, tâtil-eğlence ve spor. Evet; bunlar kitlelerin afyonudur. Kitleler her zamana, bedenlerinin rahatına bakarlar ve bunları sağlayacak olan kişilere ve şeylere yönelirler.

 

Aklı tâtile çıkarmak ise en beteridir. Aklın tâtile çıkma hâli bir çeşit sarhoşluk hâlidir Sarhoşken namaz bile kılınmaz. O yüzden tâtildeyken namaz kılmak daha zor gelir insana. Devletler, akıllarını tâtile çıkardıklarında yâni âtıl bıraktıklarında duraklamaya ve çökmeye başlarlar ve sonunda da yıkılıp giderler.

 

Türkiye’de hafta tâtilinin Cumâ’dan Pazar’a ve sonra da Cumartesi-Pazar olarak değiştirilmesi, müslümanlıktan ve İslâm’dan vazgeçip batı’ya ve yahudi-hristiyan kültürüne geçildiği içindir. Böylece Türklerde de tâtil anlayışı ortaya çıkmıştır. Oysa Cuma, tâtil değil tebdil idi.  

 

Ev-hanımlarının sürekli bir işleri olduğu ve resmî bir tatilleri olmadığı için, bir de ayrıca dışarıda bir yerlerde mesâili bir şekilde çalışmaları onlara yapılan bir zulüm olur. Çünkü onlar bir işten yorulduklarında başka bir şey (tebdil) yapmaya fırsat bulamazlar. İşyerinde yaptıkları işle zâten iyice yorulmalarına rağmen, eve gelince bir de ev işi ile yorulurlar ve böylece baştaki âyet onlara hitâp etmez olur. Bu nedenle bir işyerinde çalışan kadın, evdeki işleri savsaklamak zorunda kalır. Evdeki çocuklarla ve yaşlılarla yeterince ilgilenemez ve böylece kreşler ve huzur-evlerinin sayıları gün geçtikçe artar. Tabi oteller ve tâtil köylerinde yer bulmak da zorlaşır.

 

Tâtil bir tüketim-şeklidir. Tâtil aşırı tüketmek için ortaya atılmış kapitâlist sömürü düzeninin bir parçasıdır. 

 

Tâtil, çalışmanın tersi olarak “durmak” demektir. Durmak ise, “ölmeye başlamak”tır. Şezlongun üstünde hareketsiz yatmak ile kabirde hareketsiz bir şekilde yatmak arasında fark yoktur. Tâtil, tüm kâinât bir-an dâhi durmazken yapılan bir “durma”dır.

 

Müslümanın “ebedî tâtil yeri” cennettir. “Cenneti Dünyâ’da kurma ve yaşama” isteği “cinnet” ile sonuçlanmaya mahkûmdur. “Cenneti Dünyâ’da kurma ve yaşama isteği cinnet”tir vesselam.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Nîsan 2020

 

 

 

Devamını Oku »

10 Temmuz 2020 Cuma

FETÖ ve AKP Merkezli Müslümanlık



“Böylece biz, her ülkenin önde gelenlerini -orada hîleli düzenler kursunlar diye- oranın suçlu-günahkârları kıldık. Oysa onlar, hîleli düzeni ancak kendilerine kurarlar da bunun şuuruna varmazlar” (En-âm 123).

İslâm, “bilgi ve bilincin kaynağı Kur’ân” olan, “amel ve eylemin kaynağı ise Peygamber’in güzel örnekliği (Sünnet) olan” Dîn’in adıdır. O hâlde müslüman da, “Kur’ân ve Sünnet-merkezli olan kişi”dir. Kur’ân ve Sünnet’e uygun olan ve aykırı olmayan şeyler de İslâm’dan kabûl edilebilir. Türkiye müslümanları ise, aslında müslümanlığı ilk kabûl ettikleri günden bêridir Kur’ân ve Sünnet-merkezli ol(a)mamışlardır. Onun yerine ataları, ulu kişileri, maddî ve mânevî gücü, destanları, efsâneleri, masalları, rüyâları, uydurmaları ve zırvalıkları kabûl etmişler-ederler ve din diye bunları konuşurlar ve bunlara uyarlar. Kur’ân’ı teberrüken ve anlamadıkları orijinâl dilinden okurlarken, Peygamber onlar için ruhsal-mânevî bir kişiliktir ve  böyle olunca da onu örnek almayı imkânsız zannederler. “Ama o peygamber” sözü Türkler arasında çok söylenen bir sözdür. Bu sözle zımnen: “Biz o’nun gibi olamayız” demek isterler. Oysa Allah, peygamberleri “örnek alınsınlar” diye göndermiştir.   

Muhâfazakâr müslüman Türkler, modern Türkiye’nin demokrasiye geçtiği günden bêridir sağ muhâfazakâr demokrasi ve neo-nurculuk denen siyâsî ve dînî iki akıma uymaktadırlar. Bu akımların başa geçen lîderleri onların “doğal lîderleri” durumundadır. Öyle ki bu lîderler onlar için “yolunda ölünecek kişiler”dir. Onlara karşı hiç-bir eleştirileri yoktur. Ne derlerse-desinler kabûlleridir. Türk müslümanlarının içinde az bir kesim istisnâ, bunlara uğramayan ve uymayan kişi olmamıştır. Bu kişiler arasında okumuş-yazmış ve çobanlıktan fabrikatörlüğe kadar her alandan ve kesimden insan vardır.

Peki bu nasıl olmaktadır?. Niçin olmaktadır?. Çünkü dediğimiz gibi, Türk müslümanları diğer bir-çok kavimlerin müslümanları gibi, İslâm’ı Kur’ân ve Sünnet’ten yâni, Peygamber’in hayâtından öğrenmemişlerdir. Onun yerine nefse ve duygulara hitâp eden siyâsetten, siyâsî lîderlerden ve sözde dinden ve dînî lîderlerden öğenmişler ve hayatlarını da bunlara göre düzenlemişlerdir ve düzenlemektedirler. Böyle olunca da nefse ve duygulara hitâp eden herkes ve her-şey kutsal olarak görülür ve bu kişilere ölümüne ve tapılırcasına bağlanılır. İşte AKP-Erdoğan ve Neo-nurculuk-Fethullah bağlılığı da en son bağlılıklardan ve bağlanılanlardan ikisidir.

Bu iki akım AKP iktidârı ile güçlerini birleştirip birlikte hareket etmeye başlayınca oldukça büyük bir güce ulaşmışlar ve hattâ birileri de zamânında “bunlar artık yıkılmaz” demişti. Diğer bâzıları da “yıkılır ama nasıl yıkılır” sorusunu sormuş ve bir cevap bulamamıştır. Zâten onlara olan bağlılık en çok da bu dönemde artmış ve onlar da Türkiye’de İslâm’a aykırı olan siyâsi ve dînî düzeni ve inancı en çok bu dönemde yerleştirmişlerdir. Şimdilerde birbirlerine can düşman olsalar da aslında ikisinin de dînî ve dünyevî düşünceleri aynıdır. İkisi de maddî güce yâni paraya tapmaktadır ve bu uğruda İslâm ve müslümanlar yerine İslâm düşmanı ülke, ideoloji ve lîderleri desteklemekte ve şeytânî düzenlere uymaktadırlar.

İslâmî ve  insânî yapının yıkılmaması için bağlılığın “sâdece Allah’a” olması gerekir. Allah’a ve O’nun gönderdiği Kitab’a ve Peygamber’e bağlı olanlar kenetlenmiş bir duvar gibi sımsıkı dururlar ve yıkılmazlar. Nefsî ve duygusal bağlılıkların ise yıkılması an meselesidir ve AKP-FETÖ bağı ve bağlılığı en küçük bir çıkar çatışmasında yıkılıvermiştir. Hiç yıkılmayacak gibi duran bu tür yapılar en küçük bir anlaşmazlıkta ve çıkar çatışmasında sarsılır ve yıkılır gider ve öyle de olmuştur. Öyle ki birbirlerine can düşman olurlar. Böylece onların bağlıları da ayrılmış ve dağılmış olur.

Bu iki akım da aslında aynı düşünce ve zihnî yapıya sâhiptirler. İkisi de güçten ve güçlüden yanadır ve ikisi de bu nedenle bâtıldır. Zîrâ “En Güçlü Olan”a bağlanmazlar da kendilerinde güç vehmettiklerine sarılırlar. ABD ve İsrâil’in ebedîliği merkezinde hayâtiyetlerini devâm ettirirler. İki kesim de İslâm’a ihânet etmiştir. İlk çıkış noktalarında bir nebze de olsa iyi şeyler söylerlerken, sonunda varıp-dayandıkları yerde birbirlerine düşman oldukları gibi İslâm’a da düşman olmuşlardır. Zîrâ İslâm-dışı akımları dinleştirmişler ve onları izlemektedirler. Allah ve Peygamber’e değil de, şeytana, nefse ve beşerî olanlara bağlıdırlar ve onlara inanmaktadırlar.

Darbe girişiminden sonra FETÖ’den ayrılıp AKP’ye geçenler olduğu gibi, AKP’den kopup Fetö’cülüğe devâm edenler de oldu. Bir de ikisini de bırakıp Atatürkçü olanlar var. Fakat bunların câhil olduğu şey şudur ki, bunların bağlandıklarının hepsi de “aynı şey”dir. Farklı olan ise, “hepsinden vazgeçip Allah’a ve Peygamber’e yâni İslâm’a bağlanmak”tır.

Türkiye’de 15 Temmuz sonrası bir-çokları için ortaya çıkan çâresizlik, “denize düşenin yılana sarılması” şeklinde bir sonuç ortaya çıkarmıştır. Çünkü bir çâresizlik varsa, âcil bir durum varsa, halk aceleci davranır ve ortaya çıkan düşüncelere ve hareketlere çok çabuk kanar ve eklemlenir. Çünkü insan başına gelen bir sorunu hemen çözmek ister yada o sorundan bir-an önce kaçıp kurtulmaya bakar. İşte bu nedenle bu sorunlara çâre olduğunu söyleyen yapılara hemen bağlanabilir ve o anda hem bir kriz durumu olduğu için hem de Kitap ve Sünnet-merkezli bir din-düşünce anlayışı olmadığı için bir direnç ve sabır olmaz ve bu hareketlere hemen bağlanılabilir ve benimsenebilir. İşte 15 Temmuz’da olan da budur. Çok güvendikleri kişilerin yaptıkları karşısında şok olan genel halk, çâreyi o yapıdan uzaklaşmakta bulmuş fakat Allah yerine, yine kendilerinde hayâl kırıklığı yaratan kişiler gibi benzer kişilere ve kurumlara sığınmışlardır. Bunu “kurtuluş” ve “doğru davranış” zannetmektedirler. Zîrâ o anki olağan-üstü durum karşısında doğru düşünememişler ve çâresiz bir durumda kalmışlardır. O çâresizlik durumu ve “sürekli cehâlet” onları doğru yola ulaştıramamıştır.

Körü-körüne olan bağlılıklar bir konuda değerlendirmeyi de yanlış yapmaya neden olur. AKP ve FETÖ-merkezli Türkiye müslümanlarının değerlendirmeleri çok yanlıştır. Zîrâ Kitap ve Sünnet’i bilmedikleri için (çünkü onlar bağlı oldukları lîderleri tarafından bu konuda bilerek câhil bırakılırlar) değerlendirmelerini “bir-önceki”ne göre yaparlar. Maddî duruma ve seviyeye bakarak yaparlar. Fakat bu tür değerlendirme doğru sonuçlar vermez ve yanlış sonuçlar verir. Hak değerlendirme elbette hakka ve hakîkate yâni İslâm-merkezli yapıldığında ortaya çıkar.

Meselâ iktidardaki parti, AKP ve AKP’li müslümanlara(!) ve onun o zamanki mânevî destekçiliğini yapmış olan FETÖ ve FETÖ’cü müslümanlara(!) göre her-şeyi iyi yapmıştır ve yapmaktadır. Fakat iyi yapmadığı şeyler ne olacak?. Bâzıları değerlendirmelerini sâdece “maddî olan” üzerinden yapınca, yapılan onca işlerin kötü sonuçlarını göremiyorlar ve de görmek istemiyorlar. İstatistiği sâdece ekonomik yönden değerlendirmek bir hastalık hâline geldi. Bir değerlendirme yapılacağı zaman hemen, yapılan maddî şeylerin hesâbı ve bilançosu ortaya atılıyor. İyi de bu yapılanların bedeli nedir, faturası kime çıkarılmıştır ve bunlar yapılırken gözden kaçanlar nelerdir?. Meselâ İslâm’a göre insanın ayırıcı özelliği olan “ahlâk”tan ne haber?.

Başbakanlık İnsan Hakları Kurulu’nun 2010 yılında yaptığı bir araştırma var. Bu araştırma ve sonuçları mecliste ateşli bir şekilde tartışılmıştı. Buna göre; “2002 yılında 25.000 (yirmibeşbin) olan ‘hayat kadını’ sayısı 100.000’i (yüzbin) geçmiş durumdadır. Ekonomide pembe tablolar çizmek, rakamlara takla attırmak gittikçe artan fuhuş sektörünün bu hükûmet döneminde ulaştığı zirveyi gizlemeye yetmiyor. Daha da vahimi, “40 bin kadın da vesîka alabilmek için genelevlerin kapısında bekliyor” deniyordu. “Bunlar resmî veriler. Bu rakamlar devletin telaffuz ettiği rakamlar. Ekonomi bozuldukça ‘hayat kadını’ sayısı da artmıştır” denilmiştir.

AKP’nin başa geldiği 2002 yılında ülke nüfusu 68-69 milyon iken, vesîkalı hayat-kadını (fâhişe) sayısı 25.000 idi. 2014 yılında nüfus 78 milyona ulaşmasına yâni sâdece %12-13 artmasına rağmen, 2014 yılında vesîkalı hayat-kadını sayısı %400-500 artarak 100.000 sayısını aşmıştır. Bu rakam gayr-ı resmî olarak 300.000’dir. Bu kadınlar sâdece zevk nedeniyle mi bu işi yapıyorlar?. Tabî ki de hayır!. İnsanlar ya yaşamak için yada kıyas yaptıkları görece iyi yaşama ulaşmak için bu seviyesiz işi yapıyorlar ve yapmak zorunda bırakılıyorlar. Bir kadının fâhişelik yapmasının iki nedeni olabilir; ya ahlâkı bozulmuş ve mâlûm yollara düşmüştür, yada geçim zorluğuna düşmüş ve mecbûren o yola girmiştir. Bülent Arınç’ın da dediği gibi; “AKP mânevî alanda başarılı olamamıştır. Eğer AKP hükûmeti iffet kavramına otoyol, demiryolu, gökdelen yapımı kadar önem vermiş olsaydı, şüphesiz tablo bu denli vahim olmayacaktı”. Bir ülkede ahlâk bozulmuşsa, her-şey bozuk demektir. Ahlâkın bozuk olduğu yerde hiç-bir şey iyi ve düzgün değildir ve olamaz.

İşte değerlendirme böyle yapılır. Ülkede ahlâk ne hâldedir?, adâlet ne durumdadır?, eğitim nasıldır? vs. önemli olan bunlardır. Yoksa dökülen betonun çoğalmasına bakarak doğru değerlendirmeler yapılamayacağı gibi, yanlış değerlendirmeler şirke ve küfre de kapı aralar. AKP ve FETÖ müslümanlığında olan şey budur.

Şirk iki türlüdür. Siyâsetle, ideolojiyle, lîderle (madde) şirk koşmak; hurâfeyle, uydurmalarla, şeyhlerle (mânâ) şirk koşmak. Bunun günümüz Türkiye’sindeki popüler yansıması; “AKP-Tayyip ile şirk koşanlar” ve etkisi azalsa ve bitme noktasına gelse de, dînî bilgi bağlamında “FETÖ-Fethullah ile şirk koşanlar” şeklindedir.

AKP’nin politikaları için hiç-bir eleştirisi-îtirâzı olmayan ve tam-aksine yanlış uygulamalarını bile şiddetle savunanlar, AKP’yi Rab-İlah edinmiş olup Allah’a şirk koşmaktadırlar. FETÖ’nün dînî ve dünyevî düşüncesi için hiç-bir eleştirisi olmayanlar da FETÖ’yü Rab-ilah edinmiş olup şirk koşmaktadırlar.

Zamânında (ve şu-anda) AKP’ye oy veriyor diye on numara müslüman olduğunu zanneden kişiler vardır. Zaman Gazetesi’ne, Sızıntı Dergisi’ne abone olduğu için, Samanyolu TV’yi izlediği için kendini on numara müslüman ve “dindar” zannedenler olmuştur ve hâlen de vardır. Müslümanlık-mü’minlik, şirke ve küfre dolayısı ile zulme düşmüş dînî ve siyâsî lîderlere ve akımlara kapılmakla değil, “sâdece Allah’a” bağlamakla, Kur’ân’a uymakla ve Peygamber’i izlemekle olur.
 
AKP’ye, yâni liberâl demokrasiye oy veren ve FETÖ’ye bağlanan müslümanlar, 28 Şubat’ın çözüp dağıttığı kişilerdir. Bu dağılma onların dînî düşüncelerini ve duruşlarını da bozup dağıtmıştır. Liberâl, kapitâlist, muhâfazakâr demokrat ve şimdilerde lâik-Atatürkçü olmalarının nedeni budur.

CHP’nin adamakıllı bir muhâlefet yap(a)mamasının nedeni; Erdoğan’ın, AKP’nin ve AKP’lilerin de zâten lâik-seküler-demokratik-kapitâlist-liberâl ideolojileri benimsemiş olmasından dolayıdır. Bu durumda CHP neye karşı çıkacak ki!. Tayyip Erdoğan ve AKP, Türkleri-müslümanları batı’nın yörüngesine sokmakta CHP’den daha başarılı olmuştur. FETO da onlara çanak tutmuştur. Atatürk’ün ürettiği CHP zihniyeti ile, AKP ve FETÖ’nün ürettiği AKP-FETÖ zihniyeti arasında, “lîderleri-kişileri ilahlaştırmak” anlamında bir fark yoktur.

Kendilerini “FETÖ câhiliyesi”nden kurtaranlar, “Allah’a sığınmak” varken, “AKP câhiliyesi”ne sığındılar. AKP câhiliyesinden kurtulanlar da, “Allah’a sığınmak” ve “Peygamber’i izlemek” yerine “Atatürkçülük-Kemalizm câhiliyesi”ne sığınıyorlar. Buna, “bâtıldan bâtıla kaçmak” denir.

Peki Türkiye’li müslümanlar bunları ne uğruna yapmışlardır ve yapmaktadırlar?. Tabî ki de cehâletleri ve Dünyâ’ya olan bağlılıkları yüzünden. AKP-FETÖ işbirliğinin sonucunda Türkiye’de görece bir maddî çoğalma olmuş ve Türkiye’li müslümanların bir-çoğu da bundan çok yararlanmıştır. Sonuçta dünyevîleşmişlerdir ve bu çok hoşlarına gitmiştir. Maddî olarak zenginleşmişlerdir ve bu durumdan çok memnun olmuşlardır. Fakat bunu hangi tâvizleri vererek ve nelerden vazgeçerek yapmışlardır?. Dinden, merhâmetten, vicdandan, adâletten, delikanlılıktan vs. verdikleri tâvizlerin sonucunda bu duruma gelmişlerdir. İşte bu akımlara kapılmalarının nedeni aslında budur. Yahya Bin Muaz’ın hitâbını düşünelim. Ne diyordu:

“Ey İnsanlar! görüyorum ki; evleriniz Rum Kayseri’nin evlerine, lükse hayranlığınız Kisra’nın tutumuna, servet peşinde koşmanız Kârûn’un anlayışına, saltanatınız Firavun saltanatına, nefisleriniz Ebu Cehil nefsine, gurûrunuz Ebrehe’nin gurûruna, yaşayışınız sefihlerin yaşayışına benziyor. Allah için söyleyin bana, Ümmet-i Muhammed’den olanlar nerede?”.

Ey müslümanlar!: “Sizin içinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten vazgeçiren bir topluluk bulunsun” (Âl-i İmran 104).

Evet; bir Uygur Doğu Türkistan atasözü olan: “Bu-gün göz yumduklarımız, yarın bize göz açtırmayacak olanlardır” sözü tezâhür etmiştir-etmektedir.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Aralık 2019















Devamını Oku »

7 Temmuz 2020 Salı

Dünyâ’ya Kazık Çak(ma)mak Üzerine




“Her nefis ölümü tadıcıdır; sonra bize döndürüleceksiniz” (Ankebût 57). Ayrıca; (Âl-i İmran 185) ve (Enbiyâ 35).

Ölüm.. Doğum gibi hayâtın kesin gerçeği. Yaşanmadığında ne olduğu kesin olarak bilinemeyecek olan şey. Zîrâ ölümün denemesi yapılamıyor. Aslında doğum nasıl doğal ve normâl bir durumsa, ölüm de doğal ve normâl bir durumdur. Zâten Dünyâ’ya ölerek geldik. Rahimde ölüp, Dünyâ’ya doğduk. Hattâ tüm varlık sürekli olarak, her-an ölümü yaşamakta. Yâni bir ölüm, bir hayat oluyor. Kâlp bir atar bir durur. Kâlbimiz “ölüm-hayat, ölüm-hayat” diye atıyor sanki. Hayâtın diğer adı da ölümdür. Fakat insan, anlamlandırma yeteneğine sâhip, hatırlayabilen, çok duygulu, özleyen, ayrılmayı sevmeyen ve hattâ ayrılıktan nefret eden bir varlıktır. Öyle ki; bırakın, sevdiği bir insanı yada hayvanı, cansız denilen varlıklardan bile kolayca ayrılamıyor. Bir elbisesinden yada eşyâsından bile ayrılamıyor. Uzun zaman yaşadığı evinden ayrılmakta zorlanıyor meselâ. Hâlbuki hayvanlar için bu sorun bile değildir. Diğer yıl başka bir yuva yapar. Demek ki insan çok çabuk ve güçlü şekilde “alışabilen” bir varlıktır. Tabi alışkanlık aslında bir-nevî sıradanlaşma da demek oluyor. İnsanın alıştığına gösterdiği ilgi zamanla azalır. Alışılan şey henüz kaybedilmediğinde genelde böyledir. Kaybedildiğinde ise o kişiye yada şeye ne kadar alışmış olduğu hemen fark-edilir ve artık onun olmayacağı düşüncesi insanı çok üzer. Hele ki kaybedilen kişi ruhsal bağla bağlı olunan sevdiği yada yakınları olursa o zaman üzüntü kedere döner. O hâlde hiç-bir şeyin Dünyâ’da kalıcı olmadığını bilmemiz gerekir. Mü’minler bunu her dâim akıllarında tutarlar.  

Allah’ı ve âhireti hesâba katmayanlar yada katmak istemeyenler yâni Dünyâ’ya kazık çakmak isteyenler uzun ve sonsuz yaşama isteğindedirler. Târih boyunca böyle bir hedef hayâllerini süslemiştir-süslemektedir. Allah yerine “yaşamaya” taparak şirke ve küfre düşenler, “en çok yaşamak isteyenler”dir:

“Andolsun, onları hayâta karşı (diğer) insanlardan ve şirk koşanlardan (bile) daha ihtiraslı bulursun. (Onlardan) Her biri, bin yıl yaşatılsın ister; oysa bunca yaşaması onu azabtan kurtarmaz. Allah, onların yapmakta olduklarını görendir” (Bakara 96).

Dünyâ sürekli olarak kazığı bize çakıyorken Dünyâ’ya kazık çakmayı yâni Dünyâ’da ölümsüzce yaşamayı istemek ne kadar da çelişik bir düşüncedir.  

“Hiç ölmeyecek gibi Dünyâ’ya, yarın ölecekmiş gibi âhirete çalış” sözü de sorunludur. Zâten başımıza ne geldiyse, “hiç ölmeyecekmiş gibi Dünyâ için çalışmak”tan dolayı gelmiştir-geliyor. Âhirete çalışmak ise, ölümün bir gün öncesinde başladığında çok da sonuç vermez. Zîrâ ölüm kapıya gelip dayandığında son dakîkada yapılan îman ve amel bir işe yaramaz. O hâlde âhireti kazanmak için olması gereken çalışma tüm hayat boyunca yapılan bir çalışmadır ki zâten imtihan da bunu gerektirir.

İnsanın bedeni yaşlanır ama rûhu yaşlanmaz, olgunlaşır ve genç kalır. İnsan rûhu kendini sürekli genç hisseder. 97 yaşına ulaşmış olan tanıdığım bir teyze, kas-iskelet sistemindeki rahatsızlıklarına bakmadan hâlen köye gidip ev yapmayı, bahçe ve tarlalarını ekip biçmeyi hayâl ediyor. Çünkü insan rûhu (yada nefsi) yaşlanmaz. Hattâ genç yaşta  olup da aynı düşüncede olanlar bile vardır. Yürüme zorluğu çeken bâzıları, Dünyâ’yı tümden değiştirmenin hayâlini kurup hesâbını yapar durur ama, aslında tuvalete gidecek dermânı bile zor bulmaktadır.  

Termodinamiğin İkinci Kânunu olan Entropi’ye göre Dünyâ’ya kazık çakmak imkânsızdır. Zîrâ bu kânuna göre her-şey zamanla daha kullanışsız hâle gelmektedir ve en sonunda da her-şey en kullanışsız hâle gelecektir ki bu “ölüm” demektir. Hiç-bir şey kalıcı değildir, olamaz. 

Modern insan Dünyâ’ya kazık çakmak ve hiç ölmemek istiyor. Bunun hayâlini kuruyor. Byung-Chul Han: “Ölmek hiç olmadığı kadar zordur bugün” der. Çünkü modern insana göre ölüm bir trajedidir. Acısız bir ölümün nasıl olacağını araştırır durur. An îtibârıyla ölümden kurtulamayacağını bildiği ve gördüğü için, en azından acısız bir ölüm yaşamak istemektedir. “Uykuya dalar gibi” ölmek isteyenler vardır. Oysa ölümün ne olduğunu onu yaşayandan başkası gerçek anlamda bilemez. Ölüm hâlinde ne olur ve ölüm hâli nasıldır bilinmez ki!. Biz onu dışarıdan gözlemlerken bâzı yorumlar yaparız sâdece.

Eskiler yaşlarını pek bilmezlerdi. Onu sayıp durmazlardı da. Çünkü ölüm onlar için bir trajedi değildi. Ölüm ile iç-içe yaşıyorlardı. Doğa içindeki ölümü ve dirimi izleyip duruyorlardı. Böylece ölümü içselleştirmişlerdi. Doğanın doğumunu (ilkbahar), gençliğini (yaz), yaşlılığını (sonbahar) ve kefen giyip ölümünü (kış) her sene izliyorlardı: Modern kentlerde bu pek mümkün olmuyor. Zîrâ modern kentlerde ne toprak ne de gökyüzü görülmektedir. Bu biraz da bilinçli olarak yapılmaktadır. Zîrâ insan, başını gökyüzüne kaldırdığında muhteşem bir âhengi görür ve fıtrî olarak Allah’ı düşünmeye başlar. İşte bu engellenmek istenmektedir.

Eski insanlar için ölüm de yaşamın bir parçası gibi görülmüştür. Oysa ölüm modern insan dehşet bir şeydir. Bir felâkettir, bir trajedidir. Bu nedenle modern kentlerde ölüm insanlardan saklanır. Mezarlıklar en ücrâ köşelere kurulur. Ultra-modern insanlar çocuklarının yanında “ölüm” kelimesinin konuşulmasından aşırı bir rahatsızlık duyarlar. Bir keresinde, küçük bir çocuğun yanında bir kedinin öldüğü söylendi diye çocuğun annesi dehşete kapılmıştı da renkten renge girmişti. “Çocuğun yanında ölümden bahsetmeyin” anlamında eliyle işâret yapmıştı. Ölümden bahsedilmeyince sanki ölüm yok olacak. Oysa hayat ölümün bir sonucudur. Ölüm olmadığında hayat da olmaz. Biz her nefeste oksijeni öldürürüz ve hayâtımızı devâm ettiririz meselâ. Tüm doğa bir ölür bir dirilir. Sonsuz bir yaşama kavuşmak yada “cennete kazık çakmak” için ölmemiz gerekir. Fakat bu ölüm, Allah yolunda geçirilmiş bir hayâtın sonucundaki bir ölüm olmalıdır. Yoksa Dünyâ’ya kazık çakmak isteyenler cehennemde ölmek isteyecek ama ölemeyecektir ve kazığı ona cehennem çakacaktır:

“Ki o, en büyük ateşe yollanacaktır. Sonra onun içinde o, ne ölür, ne yaşar” (Âlâ 12-13).

İnsan Dünyâ’ya kazık çakmak için çırpına-dursun, o kazıkları Dünyâ’ya Allah çakmıştır:

“Biz, yeryüzünü bir döşek kılmadık mı?. Dağları da birer kazık?” (Nebe’ 6-7).

Fakat o kazıkların bile bir ömrü vardır. Doğarlar, yeşerirler, olgunlaşırlar, yaşlanırlar ve ölürler. En sonunda kıyâmette ise dağılıp yok olup giderler. Ne kadar yaşarlarsa-yaşasınlar, o kazıklar yâni heybetli dağlar bile ebedî değildir.

Aynı şeyi yapıp durmak insanı sıkar ve bıktırır. Hele modern insan aynı şeyleri yapmak zorunda kalmaktan dehşete kapılır. Monoton bir hayat modern insan için bir cehennemdir. Ama yine de Dünyâ ‘da uzun ve sonsuz bir yaşama kavuşmak ister. Hâlbuki uzun yada sonsuz bir yaşam, aynı şeylerin defâlarca tekrar edilmesinden başkası değildir. Aynı şeyi 100 kere yapmakla 1.000 kere yapmak arasında fark yoktur.

Ölümden o kadar korkmaya gerek yoktur. Çünkü ölüm varsa sen yoksun, sen varsan henüz ölüm gelmemiştir. Mü’minler için önemli olan uzun yada sonsuz bir hayat yaşamak değil, Allah’ın râzı olacağı güzel bir hayat yaşamaktır. Bakın Hz. Süleyman bunu nasıl bile getiriyor:

“Rabbim!; Sen bana mülkten (bir pay ve onu yönetme imkânını) verdin, sözlerin yorumundan (bir bilgi) öğrettin. Göklerin ve yerin yaratıcısı, Dünyâ’da ve âhirette benim velim Sensin. Müslüman olarak benim hayâtıma son ver ve beni sâlihlerin arasına kat” (Yûsuf 101).

Hayâtın anlamlı olması için uzun bir yaşam ve ölümsüzlük değil, imtihan ve âhiret bilinciyle yaşamak ve âhirette cenneti kazanacak bir ömür sürmekle gerekir. Bir mü’min için önemli olan, Allah’ı râzı edecek ve cenneti kazanacak amellerde bulunmak ve bu yolda olmak-ölmektir. Bunun için bize verilen ömür yeterlidir:

“İçinde onlar (şöyle) çığlık atarlar: ‘Rabbimiz, bizi çıkar, yaptığımızdan başka sâlih bir amelde bulunalım’. Size orada (Dünyâ’da), öğüt alabilecek olanın öğüt alabileceği kadar ömür vermedik mi?. Size uyaran da gelmişti. Öyleyse (azâbı) tadın; artık zâlimler için bir yardımcı yoktur” (Fâtır 37).

Hayâtı sınırsız ve sonsuzca yaşama isteğinde olanların bir-çoğunun intihar ettiği de vakıâdır. Zîrâ insan sınırsız ve sonsuz bir hayâta dayanamaz. Zâten sonsuz ve sınırsız bir yaşamla da tatmin ol(a)maz. İnsanı gerçek anlamda tatmin edecek ve “çok şükür” dedirtecek tek şey, “hakkını vererek Allah yolunda olmak ve ölmek”tir. Kur’ân ve Sünnet’e göre düşünmek ve yaşamaktır. Zîrâ kâlpler ancak Allah’ın zikriyle tatmin bulur:

…Haberiniz olsun; kâlbler yalnızca Allah’ın zikriyle mutmain olur” (Ra’d 28).

Sonsuz ve sınırsız bir hayat düşüncesine sâhip olanlar için hayat bir trajediden ibârettir. Dünyâ’ya kazık çakmak isteyenler, aslında bunalım içinde yaşarlar ve en sonunda da ölümün kendilerini alıp götürmesini isterler. Çünkü onlar zâten mânen ölü olarak yaşarlar. Ölümün de farklı türleri vardır. Hele kâlplerin ölümü insanı bunalımdan-bunalıma sürükler.

Gerçi maddî bir sonsuz yaşama ulaşmak da imkânsızdır. Bakmayın siz insanın zihnini makinelere-robotlara aktararak yada makine-insan üretimi ile ve parçaları eskidikçe değiştirerek sonsuza kadar yapay-zekâ ve akıllı robot şeklinde yaşanabileceğini söyleyenlere. Onlar ölümden en çok korkanlardır. Şu en kesin olan kânundur ki, Entropi buna izin vermez. Zîrâ Entropi her-şeyi “en kullanışsız hâli”ne kadar götürür. Bu ise ölmek ve yok olmak demektir.   

Sonsuz bir hayat, insanı zıvanadan çıkarır ve maddî-mânevî bir yıkıma götür. Sonsuz ve sınırsız bir yaşam, insana sonsuz ve sınırsız sapıklıklar yaptırır. Bu düşüncede olanlar kafayı yerler. Aslında teknoloji aracılığıyla sonsuz (sonsuz olunca sınırsız da olur) bir yaşam isteği, vicdanlarının onları âhirete ve cehenneme karşı uyarmasından başka bir şey değildir. Sonsuz ve sınırsız yaşamı isteyenler en çok da, Allah’a karşı sorumluluklarını yerine getirmeyenler ve suçlu olanlardır.

Sınırsızlık “sınırlı varlık” olan insan için bir belâdır, eziyettir. Üstelik sınırsız yaşama isteği şirktir. Haddini bilmezliktir. Sınırsızlık ve sonsuzluk ancak Allah için mümkündür. Kendisini Allah yerine koyma isteği ile modern insan böylelikle ilahlaşmanın derdindedir. Zîrâ iç-âleminde (nefsinde) kendi-kendini ilah gibi görmektedir. Bunu dış yaşamda da somutlaştırmak isteğindedir. Ama nâfile bir istektir bu. Zîrâ her varlık ölümü tadacaktır:

 “Her nefis ölümü tadıcıdır; sonra bize döndürüleceksiniz” (Ankebût 57). Ayrıca; (Âl-i İmran 185) ve (Enbiyâ 35).

Tasavvufta da -hâşâ- Allah olarak bir sınırsızlığa ulaşma düşüncesi ve isteği vardır. Fakat bu istekte olanların hiç-biri amaçlarına ulaşamamış ve Dünyâ’ya kazık çakamamıştır.

Sınırsız ve sonsuz bir hayat anlamsız bir hayattır. Anlamsız bir hayat ise hayvanlara göredir. İnsan anlamsız yâni Allahsız yaşadığında, hiç-bir zaman sınırsız bir yaşama ulaşamayacak ve çok da uzun olmayan bir zaman sonra hayâtına kendisi bir son verecektir. Zîrâ sonsuz yaşamda hiç-bir anlam kalmaz. Yaşamanın anlamı kalmaz. İşte bu duruma gelen kişiler Dünyâ’ya kazık çakılamayacağını ve sonsuz ve sınırsız şekilde yaşamanın bir anlamının olmadığını o zaman anlarlar. Ama artık iş işten geçmiştir. Üstelik âhirette ebedî hayâtı kaçırmış olurlar. İnsan ancak Dünyâ’da normâl bir süre yaşadıktan sonra ebedî cennet yaşamıyla tatmin bulur. Cennetten başka sonsuz bir hayat yoktur. Dünyâ’da ölümden kaçış yoktur ve Dünyâ’ya kazık çakmak diye bir şey olamaz:

“Sizin aranızda ölümü takdir eden Biziz ve Bizim önümüze geçilmiş değildir” (Vâkıa 60).

 “Her nerede olursanız (olun), ölüm sizi bulur; yüksekçe yerlerde tahkim edilmiş şatolarda olsanız bile…” (Nîsâ 78).

“De ki: Elbette sizin kendisinden kaçtığınız ölüm, şüphesiz sizinle karşılaşıp-buluşacaktır. Sonra gaybı da, müşâhede edilebileni de bilen (Allah)’a döndürüleceksiniz; O da size yaptıklarınızı haber verecektir” (Cum’a 8).

“De ki: Eğer ölümden veyâ öldürülmekten kaçıyorsanız, kaçış size kesin olarak bir yarar sağlamaz; böyle olsa bile, pek az (bir zaman) dışında yararlandırılmazsınız” (Ahzâb 16).

“Hayır; can, köprücük kemiğine gelip dayandığı zaman, ‘son müdâhaleyi yapacak kim’ denir. Artık gerçekten, kendisi de bir ayrılık olduğunu anlamıştır. (Ölüm korkusundan) ayaklar birbirine dolaştığında” (Kıyâme 26-29).

“Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamak” şeklindeki bir yaşam müslümana uygun değildir. Zîrâ bu tür bir yaşam-şekli, “seküler bir yaşam-şekli”dir. Zâten belli bir yaşa gelmiş olanlarda ölümü kabûl etme düşüncesi hâkim olmaya başlar. Bir keresinde yaşını almış bir teyze, “yeter artık, Allah dünyâmı değiştirsin” demişti. Bir keresinde de her gün gördüğüm yalnız yaşayan bir teyze, “Hârûn, ölemiyorum oğlum, duâ et de öleyim” demişti. En sonunda bir sabah ölüm haberi geldi.

Seküler-modern insan sanki hiç ölmeyecekmiş gibi dünyâ için çalışıyor. Nevzat Tarhan, sekülerlik için: “Tanımına dünyâsallaşma, ölüm ve yüksek değerleri yok gibi yaşama” olarak bakabiliriz. İçinde bulunduğumuz çağda tüm dünyâda yüksek değerler yokmuş gibi yaşama rüzgârı var. Modernizm mânevî değerleri yok sayarak yaşama rüzgârını da getirdi” der.

Sonsuz ve sınırsız, dolayısı ile anlamsız bir hayat düşüncesi, anlamsız yâni Allahsız yaşayanların ortaya attıkları, boş, gereksiz ve aslâ gerçekleşmeyecek batıl bir düşünce ve istektir:

“O, amel (davranış ve eylem) bakımından hanginizin daha iyi (ve güzel) olacağını denemek için ölümü ve hayâtı yarattı. O, üstün ve güçlü olandır, çok bağışlayandır” (Mülk 2).

Evet, biz bu Dünyâ’ya kazık çakmaya gelmedik. Allah’ın fıtrata ve vahyettiği hakîkatlere göre yaşamak için geldik. Allah’ın istediği ve emrettiği gibi bir düşünme ve amel-eylem hâlinde olmak ancak, bizi bu tür travmalardan ve sapık düşüncelerden kurtarır. Sınırsız ve sonsuz bir hayat düşüncesi, şeytanın insana attığı en büyük kazıklardan biridir. İnsan hiç-bir zaman Dünyâ’ya kazık çakamayacak ve sonsuz ve sınırsız bir hayâta ulaşamayacaktır. Zâten varlığın formatı da buna uygun değildir. Fakat şeytan bu düşüncede olanlara hayatları boyunca kazık atacaktır ve o kazıkla ölenler, âhirette de “sonsuz cehennem kazığı” ile cezâlandırılacaklardır.

 En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Eylül 2019




Devamını Oku »

2 Temmuz 2020 Perşembe

Müslümanları Susturan Üç Kavram: Modernizm, Servet, Bilim




“Şimdi de Allah size kitabı, içinde her-şey inceden-inceye açıklanmış olarak göndermişken Allah’tan başkasını mı hakem isteyeceğim?. Kendilerine kitap verdiklerimiz de bilirler ki, o tamâmıyla gerçek olarak Rabbin tarafından indirilmiştir. Sakın şüphelenenlerden olma!” (En-âm 114).

“…Sana neyi infâk edeceklerini sorarlar. De ki: İhtiyaçtan artakalanı. Böylece Allah, size âyetlerini açıklar; umulur ki düşünürsünüz” (Bakara 219).

“Onların çoğunluğu zandan (kuruntu) başkasına uymaz. Gerçekten zan ise, haktan hiç-bir şeyi sağlayamaz. Şüphesiz Allah, onların işlemekte olduklarını bilendir” (Yûnus 36).

Yazının başlığında bahsettiğimiz müslümanlar; Kur’ân’ı bilen, Sünnet’i kabûl eden, buna göre düşünen, konuşan, yazan ve bir şeyler yapmaya çalışan insanlardır. Yoksa bahsettiğimiz kişiler modernleşmiş -sözde- müslümanlar değildir. Onlar zâten modernizmi, serveti ve modern-bilim ve teknolojiyi baş-tâcı yapmış ve bu üç şeye göre hayatlarını düzenleyenler ve Kur’ân’dan, Sünnet’ten ve Dünyâ’dan haberi olmayan kişilerdir.

Bahsettiğimiz samîmi müslümanlar, düşünsel ve siyâsî alanda olan küfür ve şirkin gâyet iyi farkındadırlar. Bunları çok iyi bir şekilde dile getirirler, bunlar hakkında çok isâbetli konuşurlar ve yazarlar. Bâtıl, hurâfe ve siyâsî alanda insanları şirke ve küfre düşmekten uzaklaştırmak ve kurtarmak için tebliğ ve dâvetlerde bulunurlar. Allah ve Peygamber yerine konan tasavvuf ve târikâtın sözde büyüklerinin ilahlaştırılmasını, gayr-ı İslâmî dinlerin ve düşüncelerinin yanlışlıklarını, küfürlerini ve şirklerini çok iyi bir şekilde açığa vururlar. Hurâfeleri iyi tespit ederler. Bu yanlışları çeşitli şekillerde açıklarlar.

Lâkin; iş modernizm, servet (ekonomi) ve modern-bilim ve de teknolojiye gelince, bu üç etkenin ortaya çıkardığı şirki, küfrü ve dolayısıyla zulmü yeterince ve doğru bir şekilde ele alıp da ortaya koy(a)mazlar. Hattâ bâzen de hiç-bir eleştiri ve îtirazda bile bulun(a)mazlar. Oysa modernite, servet ve modern-bilim ve teknolojinin ortaya çıkardığı şirk, küfür ve zulüm, en az siyâsî alandaki ve bâtıl hurâfelerin ortaya koyduğu kadar ağır bir şirk ve küfürdür.

Bu müslümanlar bilgi eksikliğinden yada isteksizlikten dolayı modernizme yeterli oranda eleştiri ve îtirâz getir(e)mezler. Servet konusunda çok da doğru bir yargıda bulun(a)mazlar. Modern-bilim ve de teknolojiye ise yaptıkları bir eleştiri ve îtirâz neredeyse yoktur. Çünkü modern-bilim ve teknolojiyi “kazanım” olarak görmektedirler. Modern dünyâda yaşadıkları ve moderniteden bir nebze yararlandıkları için çıban-başı olan moderniteyi olması gerektiği gibi eleştirip îtirâz etmezler. Ekonomi konusunda gelince; müslümanlar zâten en çok da sermâyeden ve servetten yıkılmaktadırlar. O servet ve mülk konusu var ya!; işte müslümanlar târih boyunca hep bu konuda yanılmışlar ve ayrılığa düşmüşlerdir. Nede olsa “mal canın yongasıdır” ya!. Kur’ân âyetleri apaçık olmasına rağmen yine de hakîkati dile getir(e)miyorlar. Genelde insanların ama özelde müslümanların yumuşak karınlarından biridir servet konusu. Hattâ belki de “karnın en yumuşak yeridir” desek yanlış olmaz. Modernizm, servet ve bilim deyince akan sular duruyor.

Modern-bilim ve teknoloji konusunda, ben müslümanlar arasında esaslıca bir eleştiri yapan bir-iki müstesnâ dışında kimseyi göremiyorum. Çünkü modern-bilim ve teknolojiden yararlandıklarını ve bunların faydası olduğunu söylüyorlar. Fakat bu yararlanmanın ve faydanın yanında zarar görmek de yok mudur?. Peki bu yararlanmanın ve faydanın bedeli nedir ve bu bedeli kim ödüyor?. Modern-bilim ve teknolojinin elbette bir-çok zarârı vardır. Hattâ yararlarından çok zararları vardır fakat bâzı görece yararları da olduğu için modern-bilim ve teknolojiye yeterince eleştiri ve îtirâz yapılmıyor.

Oysa bu üç etkenin ortaya koyduğu şirk, küfür ve dolayısıyla zulüm; hurâfeler, bâtıl düşünceler ve seküler siyâsetin ortaya koyduğu şirk, küfür ve zulümden daha az değildir. Hattâ hurâfe ve siyâsetin ortaya koyduğu şirk ve küfrün destekçisi; modern zihniyet, servet, modern-bilim ve teknolojiden başkası değildir. Yoksa hurâfe ve siyâset, desteğini nereden alacak ki?.

Bir şey şirk ise orada mutlakâ küfür; küfür ve şirk varsa da orada mutlakâ adaletsizlik ve dolayısı ile de zulüm vardır. Zulüm, şirk ve küfre içkindir. Modernite Allah yerine aklı, peygamber yerine insanı, din yerine ise beşerî ideolojileri koymuştur. O yüzden şirk ve küfrü, dolayısıyla da adâletsizliği ve zulmü ortaya koymaktadırlar. Hurâfeden ve siyâsetten kaynaklanan şirk ve küfür çok bâriz olduğu için müslümanların moderniteye karşı bir dereceye kadar eleştiri ve îtirâzları vardır. Fakat şu da var ki; modernite, modern-bilim ve teknoloji, hayâtiyetini servetten alır. Bu servet “batı serveti”dir ki kaynağı hırsızlık ve sömürüye dayanan bir servettir. Fakat insanlar Dünyâ’ya göbekten bağlı oldukları ve bunun için de mutlakâ paraya ihtiyaç duydukları için servete olması gereken eleştiri ve îtirâzı yapamıyorlar ve de hakkı ve hakîkati net olarak ortaya koyamıyorlar. Zîrâ bunu yaptıklarında kendilerini de eleştirmiş ve zarâra uğratmış olacaklardır. Bunu göze alamıyorlar demek ki..

Müslümanlar modern-bilim ve teknolojiye neredeyse hiç ses çıkar(a)mıyorlar. Çünkü modern hayat, bilim ve teknolojiyle sürdürülüyor. Fakat modern zulümler de bilim ve teknolojiyle ortaya konuyor ve sürdürülüyor. Oysa doğal-bilim zulme dönmüyordu. Modern-bilim ve teknoloji ise zulmü ayyuka çıkarmış ve tüm Dünyâ’ya yaymıştır. İnsanları bu yolla madden ve mânen perişân etmektedir. Buna rağmen müslümanlar hem yeterli bilinçte olmadıklarından, (çünkü Kur’ân’ın da modern-bilim ve teknolojiyi desteklediğini ve benimsediğini zannediyorlar hem de belki de işlerine gelmediği için) bir eleştiride ve îtirâzda bulunmuyorlar. Böyle olunca da modern-bilim ve teknoloji sanki Allah’ın da murâdıymış gibi algılanıyor ve tam da olması gerektiği ve hatâsız-kusursuz düşünceler ve teoriler ortaya konulduğu zannediliyor. Hattâ Kur’ân da modern-bilim ve teknolojiye göre yorumlanıyor. Üstelik en doğru ve isâbetli yorumun da modern-bilim ile yapılabileceğini zannediyorlar.

Aslında moderniteye yeterli eleştiri ve îtirâz yapılmadığında ve hattâ isyân edilmediğinde, servete de yanlış yorumlar yapılıyor ve modern-bilim ve teknolojiye de bir şey denemiyor ve eleştiri ve îtirâz edilemiyor. İyi de kardeşim, Dünyâ’nın yarısını ateş çemberi içinde bırakan şey modern ideolojiler, düşünceler, sistemler, sûni ve haksız kazançla elde edilmiş servet ve bunun desteklediği modern-bilim ve teknoloji değil mi?. Mazlumları mazlumlaştıran etken nedir ki?. Uçağı olmayan devletlere uçağı olan devletler zulmediyor. Çünkü üstlerine binlerce metre yükseklikten bombalar atılıyor ve evleri başlarına yıkılıyor. İnsanlar bu güce karşı bir şey yapamıyorlar. İnsanları parayla kontrôl ve esir ediyorlar ve de köle gibi kullanıp sömürüyorlar. Çalıp çırptıkları ve sömürdükleriyle zenginleşiyorlar ve o zenginliği de yine köleleştirmek ve sömürmek için kullanıyorlar. Böylece servetlerine servet katıyorlar. O hâlde servet nasıl bu kadar mâsum kabûl edilebiliyor?. Yine; bu sömürüyü yapmak için modern-bilim ve teknolojiyi kullanıyorlar ve insanlığın târih boyunca görmediği oranda zulümler ortaya koyuyorlar.

Peki bunu yapmaktan niçin çekinmiyorlar?. Niçin insanlıktan bu derece çıkmışlardır?. Çünkü artık Allah, din ve âhiret kaygıları kalmamıştır, zîrâ modernizm bunu ortadan kaldırmış ve Allah yerine aklı, bilimi ve insanı koymuştur. Modernitede merhâmetli ve vicdanlı davranmak gereksiz görüldüğü gibi, adâleti gözetmenin de bir anlamı kalmamıştır. Zîrâ din olarak hak dîni değil, Allah’sız, vicdansız, merhâmetsiz ve zâlim modern-bilim ve teknolojiyi kabûl etmişlerdir. Tüm bunlar üzerinden servete tapılmaktadır.  

O hâlde bahsettiğimiz müslümanların bu konuda da duyarlı olmaları ve bunları eleştirel bir tarzda incelemeleri ve de eleştirip îtirâz etmeleri gerekmektedir. Çünkü bunu yapacak başka kimse de yoktur. Zîrâ biz moderniteye, bilim ve teknolojiye yeterli oranda ses çıkarmadığımızda, serveti eleştirmediğimizde, eleştirip durduğumuz hurâfeler, bâtıl düşünce ve inanışlar ve kâfir ve müşrik siyâset de hayâtiyetini devâm ettirecek ve müslümanlar boşa kürek çekmiş olacaklardır. Çünkü bu konuda hiç-bir yol alamayacakları gibi geri-geri gitmek zorunda kalacaklardır ki, olan şey budur.

Hurâfelere, tasavvuf, târikat ve sapık düşünce, ideoloji ve dinlere eleştiri ve îtirâz gereklidir. Müslümanlar bunu iyi bir şekilde yapıyorlar. Fakat bunlar oturulup durulan yerden yapılmaktadır ve zâten bu nedenle yâni eylemsiz şekilde eleştirildiği için hâkim güçler tarafından engellenmiyor ve dolayısıyla eleştiriler bolca yapılabiliyor ve aslında müslümanlara eleştirip îtirâz etmek için de sâdece bu alan bırakılıyor. Fakat iş, amel-eylem gerektiren ve mecbûren amel-eyleme dönüşen “vazgeçişler”in yapılması ve kafa ve beden konforunun bozulmasını gerektiren modernite, servet ve modern-bilim ve teknoloji eleştirisine gelince, yeterli oranda yada hiç eleştiri ve îtirâz yapılmıyor, bunlar konuşulmuyor, konuşan ve  yazan engelleniyor ve suskun bırakılıyor. Bunun nedeni maalesef müslümanların yeterli bilgide, dirâyette ve cesârette olmamalarıdır. Kafa ve beden konforunu bozmayı göze alamamaktan kaynaklanan yönü de vardır tabi.

Nasıl ki tasavvufun ve târikatların hurâfe ve sapıklıklarına, bâtıla, uydurmalara, zırvalıklara, aslı-astarı olmayan rivâyetlere ve küfür ve şirk siyâsetine haklı ve yeterli şekilde eleştiri yapılıyorsa ve îtirâz ediliyorsa; modernizm, servet ve modern-bilim ve teknolojiye de aynı yeterlilikte eleştiri yapılmalı, îtirâz ve icâbında isyân edilmelidir. Zîrâ küfür, şirk, adâletsizlik ve dolayısı ile zulmün asıl çıkış-noktası ve besleyicisi, modernizm düşüncesi, servet ve bilim-teknolojidir.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
2019 Aralık

























Devamını Oku »