7 Temmuz 2020 Salı

Dünyâ’ya Kazık Çak(ma)mak Üzerine




“Her nefis ölümü tadıcıdır; sonra bize döndürüleceksiniz” (Ankebût 57). Ayrıca; (Âl-i İmran 185) ve (Enbiyâ 35).

Ölüm.. Doğum gibi hayâtın kesin gerçeği. Yaşanmadığında ne olduğu kesin olarak bilinemeyecek olan şey. Zîrâ ölümün denemesi yapılamıyor. Aslında doğum nasıl doğal ve normâl bir durumsa, ölüm de doğal ve normâl bir durumdur. Zâten Dünyâ’ya ölerek geldik. Rahimde ölüp, Dünyâ’ya doğduk. Hattâ tüm varlık sürekli olarak, her-an ölümü yaşamakta. Yâni bir ölüm, bir hayat oluyor. Kâlp bir atar bir durur. Kâlbimiz “ölüm-hayat, ölüm-hayat” diye atıyor sanki. Hayâtın diğer adı da ölümdür. Fakat insan, anlamlandırma yeteneğine sâhip, hatırlayabilen, çok duygulu, özleyen, ayrılmayı sevmeyen ve hattâ ayrılıktan nefret eden bir varlıktır. Öyle ki; bırakın, sevdiği bir insanı yada hayvanı, cansız denilen varlıklardan bile kolayca ayrılamıyor. Bir elbisesinden yada eşyâsından bile ayrılamıyor. Uzun zaman yaşadığı evinden ayrılmakta zorlanıyor meselâ. Hâlbuki hayvanlar için bu sorun bile değildir. Diğer yıl başka bir yuva yapar. Demek ki insan çok çabuk ve güçlü şekilde “alışabilen” bir varlıktır. Tabi alışkanlık aslında bir-nevî sıradanlaşma da demek oluyor. İnsanın alıştığına gösterdiği ilgi zamanla azalır. Alışılan şey henüz kaybedilmediğinde genelde böyledir. Kaybedildiğinde ise o kişiye yada şeye ne kadar alışmış olduğu hemen fark-edilir ve artık onun olmayacağı düşüncesi insanı çok üzer. Hele ki kaybedilen kişi ruhsal bağla bağlı olunan sevdiği yada yakınları olursa o zaman üzüntü kedere döner. O hâlde hiç-bir şeyin Dünyâ’da kalıcı olmadığını bilmemiz gerekir. Mü’minler bunu her dâim akıllarında tutarlar.  

Allah’ı ve âhireti hesâba katmayanlar yada katmak istemeyenler yâni Dünyâ’ya kazık çakmak isteyenler uzun ve sonsuz yaşama isteğindedirler. Târih boyunca böyle bir hedef hayâllerini süslemiştir-süslemektedir. Allah yerine “yaşamaya” taparak şirke ve küfre düşenler, “en çok yaşamak isteyenler”dir:

“Andolsun, onları hayâta karşı (diğer) insanlardan ve şirk koşanlardan (bile) daha ihtiraslı bulursun. (Onlardan) Her biri, bin yıl yaşatılsın ister; oysa bunca yaşaması onu azabtan kurtarmaz. Allah, onların yapmakta olduklarını görendir” (Bakara 96).

Dünyâ sürekli olarak kazığı bize çakıyorken Dünyâ’ya kazık çakmayı yâni Dünyâ’da ölümsüzce yaşamayı istemek ne kadar da çelişik bir düşüncedir.  

“Hiç ölmeyecek gibi Dünyâ’ya, yarın ölecekmiş gibi âhirete çalış” sözü de sorunludur. Zâten başımıza ne geldiyse, “hiç ölmeyecekmiş gibi Dünyâ için çalışmak”tan dolayı gelmiştir-geliyor. Âhirete çalışmak ise, ölümün bir gün öncesinde başladığında çok da sonuç vermez. Zîrâ ölüm kapıya gelip dayandığında son dakîkada yapılan îman ve amel bir işe yaramaz. O hâlde âhireti kazanmak için olması gereken çalışma tüm hayat boyunca yapılan bir çalışmadır ki zâten imtihan da bunu gerektirir.

İnsanın bedeni yaşlanır ama rûhu yaşlanmaz, olgunlaşır ve genç kalır. İnsan rûhu kendini sürekli genç hisseder. 97 yaşına ulaşmış olan tanıdığım bir teyze, kas-iskelet sistemindeki rahatsızlıklarına bakmadan hâlen köye gidip ev yapmayı, bahçe ve tarlalarını ekip biçmeyi hayâl ediyor. Çünkü insan rûhu (yada nefsi) yaşlanmaz. Hattâ genç yaşta  olup da aynı düşüncede olanlar bile vardır. Yürüme zorluğu çeken bâzıları, Dünyâ’yı tümden değiştirmenin hayâlini kurup hesâbını yapar durur ama, aslında tuvalete gidecek dermânı bile zor bulmaktadır.  

Termodinamiğin İkinci Kânunu olan Entropi’ye göre Dünyâ’ya kazık çakmak imkânsızdır. Zîrâ bu kânuna göre her-şey zamanla daha kullanışsız hâle gelmektedir ve en sonunda da her-şey en kullanışsız hâle gelecektir ki bu “ölüm” demektir. Hiç-bir şey kalıcı değildir, olamaz. 

Modern insan Dünyâ’ya kazık çakmak ve hiç ölmemek istiyor. Bunun hayâlini kuruyor. Byung-Chul Han: “Ölmek hiç olmadığı kadar zordur bugün” der. Çünkü modern insana göre ölüm bir trajedidir. Acısız bir ölümün nasıl olacağını araştırır durur. An îtibârıyla ölümden kurtulamayacağını bildiği ve gördüğü için, en azından acısız bir ölüm yaşamak istemektedir. “Uykuya dalar gibi” ölmek isteyenler vardır. Oysa ölümün ne olduğunu onu yaşayandan başkası gerçek anlamda bilemez. Ölüm hâlinde ne olur ve ölüm hâli nasıldır bilinmez ki!. Biz onu dışarıdan gözlemlerken bâzı yorumlar yaparız sâdece.

Eskiler yaşlarını pek bilmezlerdi. Onu sayıp durmazlardı da. Çünkü ölüm onlar için bir trajedi değildi. Ölüm ile iç-içe yaşıyorlardı. Doğa içindeki ölümü ve dirimi izleyip duruyorlardı. Böylece ölümü içselleştirmişlerdi. Doğanın doğumunu (ilkbahar), gençliğini (yaz), yaşlılığını (sonbahar) ve kefen giyip ölümünü (kış) her sene izliyorlardı: Modern kentlerde bu pek mümkün olmuyor. Zîrâ modern kentlerde ne toprak ne de gökyüzü görülmektedir. Bu biraz da bilinçli olarak yapılmaktadır. Zîrâ insan, başını gökyüzüne kaldırdığında muhteşem bir âhengi görür ve fıtrî olarak Allah’ı düşünmeye başlar. İşte bu engellenmek istenmektedir.

Eski insanlar için ölüm de yaşamın bir parçası gibi görülmüştür. Oysa ölüm modern insan dehşet bir şeydir. Bir felâkettir, bir trajedidir. Bu nedenle modern kentlerde ölüm insanlardan saklanır. Mezarlıklar en ücrâ köşelere kurulur. Ultra-modern insanlar çocuklarının yanında “ölüm” kelimesinin konuşulmasından aşırı bir rahatsızlık duyarlar. Bir keresinde, küçük bir çocuğun yanında bir kedinin öldüğü söylendi diye çocuğun annesi dehşete kapılmıştı da renkten renge girmişti. “Çocuğun yanında ölümden bahsetmeyin” anlamında eliyle işâret yapmıştı. Ölümden bahsedilmeyince sanki ölüm yok olacak. Oysa hayat ölümün bir sonucudur. Ölüm olmadığında hayat da olmaz. Biz her nefeste oksijeni öldürürüz ve hayâtımızı devâm ettiririz meselâ. Tüm doğa bir ölür bir dirilir. Sonsuz bir yaşama kavuşmak yada “cennete kazık çakmak” için ölmemiz gerekir. Fakat bu ölüm, Allah yolunda geçirilmiş bir hayâtın sonucundaki bir ölüm olmalıdır. Yoksa Dünyâ’ya kazık çakmak isteyenler cehennemde ölmek isteyecek ama ölemeyecektir ve kazığı ona cehennem çakacaktır:

“Ki o, en büyük ateşe yollanacaktır. Sonra onun içinde o, ne ölür, ne yaşar” (Âlâ 12-13).

İnsan Dünyâ’ya kazık çakmak için çırpına-dursun, o kazıkları Dünyâ’ya Allah çakmıştır:

“Biz, yeryüzünü bir döşek kılmadık mı?. Dağları da birer kazık?” (Nebe’ 6-7).

Fakat o kazıkların bile bir ömrü vardır. Doğarlar, yeşerirler, olgunlaşırlar, yaşlanırlar ve ölürler. En sonunda kıyâmette ise dağılıp yok olup giderler. Ne kadar yaşarlarsa-yaşasınlar, o kazıklar yâni heybetli dağlar bile ebedî değildir.

Aynı şeyi yapıp durmak insanı sıkar ve bıktırır. Hele modern insan aynı şeyleri yapmak zorunda kalmaktan dehşete kapılır. Monoton bir hayat modern insan için bir cehennemdir. Ama yine de Dünyâ ‘da uzun ve sonsuz bir yaşama kavuşmak ister. Hâlbuki uzun yada sonsuz bir yaşam, aynı şeylerin defâlarca tekrar edilmesinden başkası değildir. Aynı şeyi 100 kere yapmakla 1.000 kere yapmak arasında fark yoktur.

Ölümden o kadar korkmaya gerek yoktur. Çünkü ölüm varsa sen yoksun, sen varsan henüz ölüm gelmemiştir. Mü’minler için önemli olan uzun yada sonsuz bir hayat yaşamak değil, Allah’ın râzı olacağı güzel bir hayat yaşamaktır. Bakın Hz. Süleyman bunu nasıl bile getiriyor:

“Rabbim!; Sen bana mülkten (bir pay ve onu yönetme imkânını) verdin, sözlerin yorumundan (bir bilgi) öğrettin. Göklerin ve yerin yaratıcısı, Dünyâ’da ve âhirette benim velim Sensin. Müslüman olarak benim hayâtıma son ver ve beni sâlihlerin arasına kat” (Yûsuf 101).

Hayâtın anlamlı olması için uzun bir yaşam ve ölümsüzlük değil, imtihan ve âhiret bilinciyle yaşamak ve âhirette cenneti kazanacak bir ömür sürmekle gerekir. Bir mü’min için önemli olan, Allah’ı râzı edecek ve cenneti kazanacak amellerde bulunmak ve bu yolda olmak-ölmektir. Bunun için bize verilen ömür yeterlidir:

“İçinde onlar (şöyle) çığlık atarlar: ‘Rabbimiz, bizi çıkar, yaptığımızdan başka sâlih bir amelde bulunalım’. Size orada (Dünyâ’da), öğüt alabilecek olanın öğüt alabileceği kadar ömür vermedik mi?. Size uyaran da gelmişti. Öyleyse (azâbı) tadın; artık zâlimler için bir yardımcı yoktur” (Fâtır 37).

Hayâtı sınırsız ve sonsuzca yaşama isteğinde olanların bir-çoğunun intihar ettiği de vakıâdır. Zîrâ insan sınırsız ve sonsuz bir hayâta dayanamaz. Zâten sonsuz ve sınırsız bir yaşamla da tatmin ol(a)maz. İnsanı gerçek anlamda tatmin edecek ve “çok şükür” dedirtecek tek şey, “hakkını vererek Allah yolunda olmak ve ölmek”tir. Kur’ân ve Sünnet’e göre düşünmek ve yaşamaktır. Zîrâ kâlpler ancak Allah’ın zikriyle tatmin bulur:

…Haberiniz olsun; kâlbler yalnızca Allah’ın zikriyle mutmain olur” (Ra’d 28).

Sonsuz ve sınırsız bir hayat düşüncesine sâhip olanlar için hayat bir trajediden ibârettir. Dünyâ’ya kazık çakmak isteyenler, aslında bunalım içinde yaşarlar ve en sonunda da ölümün kendilerini alıp götürmesini isterler. Çünkü onlar zâten mânen ölü olarak yaşarlar. Ölümün de farklı türleri vardır. Hele kâlplerin ölümü insanı bunalımdan-bunalıma sürükler.

Gerçi maddî bir sonsuz yaşama ulaşmak da imkânsızdır. Bakmayın siz insanın zihnini makinelere-robotlara aktararak yada makine-insan üretimi ile ve parçaları eskidikçe değiştirerek sonsuza kadar yapay-zekâ ve akıllı robot şeklinde yaşanabileceğini söyleyenlere. Onlar ölümden en çok korkanlardır. Şu en kesin olan kânundur ki, Entropi buna izin vermez. Zîrâ Entropi her-şeyi “en kullanışsız hâli”ne kadar götürür. Bu ise ölmek ve yok olmak demektir.   

Sonsuz bir hayat, insanı zıvanadan çıkarır ve maddî-mânevî bir yıkıma götür. Sonsuz ve sınırsız bir yaşam, insana sonsuz ve sınırsız sapıklıklar yaptırır. Bu düşüncede olanlar kafayı yerler. Aslında teknoloji aracılığıyla sonsuz (sonsuz olunca sınırsız da olur) bir yaşam isteği, vicdanlarının onları âhirete ve cehenneme karşı uyarmasından başka bir şey değildir. Sonsuz ve sınırsız yaşamı isteyenler en çok da, Allah’a karşı sorumluluklarını yerine getirmeyenler ve suçlu olanlardır.

Sınırsızlık “sınırlı varlık” olan insan için bir belâdır, eziyettir. Üstelik sınırsız yaşama isteği şirktir. Haddini bilmezliktir. Sınırsızlık ve sonsuzluk ancak Allah için mümkündür. Kendisini Allah yerine koyma isteği ile modern insan böylelikle ilahlaşmanın derdindedir. Zîrâ iç-âleminde (nefsinde) kendi-kendini ilah gibi görmektedir. Bunu dış yaşamda da somutlaştırmak isteğindedir. Ama nâfile bir istektir bu. Zîrâ her varlık ölümü tadacaktır:

 “Her nefis ölümü tadıcıdır; sonra bize döndürüleceksiniz” (Ankebût 57). Ayrıca; (Âl-i İmran 185) ve (Enbiyâ 35).

Tasavvufta da -hâşâ- Allah olarak bir sınırsızlığa ulaşma düşüncesi ve isteği vardır. Fakat bu istekte olanların hiç-biri amaçlarına ulaşamamış ve Dünyâ’ya kazık çakamamıştır.

Sınırsız ve sonsuz bir hayat anlamsız bir hayattır. Anlamsız bir hayat ise hayvanlara göredir. İnsan anlamsız yâni Allahsız yaşadığında, hiç-bir zaman sınırsız bir yaşama ulaşamayacak ve çok da uzun olmayan bir zaman sonra hayâtına kendisi bir son verecektir. Zîrâ sonsuz yaşamda hiç-bir anlam kalmaz. Yaşamanın anlamı kalmaz. İşte bu duruma gelen kişiler Dünyâ’ya kazık çakılamayacağını ve sonsuz ve sınırsız şekilde yaşamanın bir anlamının olmadığını o zaman anlarlar. Ama artık iş işten geçmiştir. Üstelik âhirette ebedî hayâtı kaçırmış olurlar. İnsan ancak Dünyâ’da normâl bir süre yaşadıktan sonra ebedî cennet yaşamıyla tatmin bulur. Cennetten başka sonsuz bir hayat yoktur. Dünyâ’da ölümden kaçış yoktur ve Dünyâ’ya kazık çakmak diye bir şey olamaz:

“Sizin aranızda ölümü takdir eden Biziz ve Bizim önümüze geçilmiş değildir” (Vâkıa 60).

 “Her nerede olursanız (olun), ölüm sizi bulur; yüksekçe yerlerde tahkim edilmiş şatolarda olsanız bile…” (Nîsâ 78).

“De ki: Elbette sizin kendisinden kaçtığınız ölüm, şüphesiz sizinle karşılaşıp-buluşacaktır. Sonra gaybı da, müşâhede edilebileni de bilen (Allah)’a döndürüleceksiniz; O da size yaptıklarınızı haber verecektir” (Cum’a 8).

“De ki: Eğer ölümden veyâ öldürülmekten kaçıyorsanız, kaçış size kesin olarak bir yarar sağlamaz; böyle olsa bile, pek az (bir zaman) dışında yararlandırılmazsınız” (Ahzâb 16).

“Hayır; can, köprücük kemiğine gelip dayandığı zaman, ‘son müdâhaleyi yapacak kim’ denir. Artık gerçekten, kendisi de bir ayrılık olduğunu anlamıştır. (Ölüm korkusundan) ayaklar birbirine dolaştığında” (Kıyâme 26-29).

“Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamak” şeklindeki bir yaşam müslümana uygun değildir. Zîrâ bu tür bir yaşam-şekli, “seküler bir yaşam-şekli”dir. Zâten belli bir yaşa gelmiş olanlarda ölümü kabûl etme düşüncesi hâkim olmaya başlar. Bir keresinde yaşını almış bir teyze, “yeter artık, Allah dünyâmı değiştirsin” demişti. Bir keresinde de her gün gördüğüm yalnız yaşayan bir teyze, “Hârûn, ölemiyorum oğlum, duâ et de öleyim” demişti. En sonunda bir sabah ölüm haberi geldi.

Seküler-modern insan sanki hiç ölmeyecekmiş gibi dünyâ için çalışıyor. Nevzat Tarhan, sekülerlik için: “Tanımına dünyâsallaşma, ölüm ve yüksek değerleri yok gibi yaşama” olarak bakabiliriz. İçinde bulunduğumuz çağda tüm dünyâda yüksek değerler yokmuş gibi yaşama rüzgârı var. Modernizm mânevî değerleri yok sayarak yaşama rüzgârını da getirdi” der.

Sonsuz ve sınırsız, dolayısı ile anlamsız bir hayat düşüncesi, anlamsız yâni Allahsız yaşayanların ortaya attıkları, boş, gereksiz ve aslâ gerçekleşmeyecek batıl bir düşünce ve istektir:

“O, amel (davranış ve eylem) bakımından hanginizin daha iyi (ve güzel) olacağını denemek için ölümü ve hayâtı yarattı. O, üstün ve güçlü olandır, çok bağışlayandır” (Mülk 2).

Evet, biz bu Dünyâ’ya kazık çakmaya gelmedik. Allah’ın fıtrata ve vahyettiği hakîkatlere göre yaşamak için geldik. Allah’ın istediği ve emrettiği gibi bir düşünme ve amel-eylem hâlinde olmak ancak, bizi bu tür travmalardan ve sapık düşüncelerden kurtarır. Sınırsız ve sonsuz bir hayat düşüncesi, şeytanın insana attığı en büyük kazıklardan biridir. İnsan hiç-bir zaman Dünyâ’ya kazık çakamayacak ve sonsuz ve sınırsız bir hayâta ulaşamayacaktır. Zâten varlığın formatı da buna uygun değildir. Fakat şeytan bu düşüncede olanlara hayatları boyunca kazık atacaktır ve o kazıkla ölenler, âhirette de “sonsuz cehennem kazığı” ile cezâlandırılacaklardır.

 En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Eylül 2019




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder