2 Aralık 2016 Cuma

Modernizm


“Şimdi de Allah size kitabı, içinde her-şey inceden-inceye açıklanmış olarak göndermişken Allah’tan başkasını mı hakem isteyeceğim?. Kendilerine kitap verdiklerimiz de bilirler ki, o tamâmıyla gerçek olarak Rabbin tarafından indirilmiştir. Sakın şüphelenenlerden olma!” (En-âm 114).

 

Bir yazıda modernizmin ne demek olduğu ve kelimenin kökeni hakkında şunlar söylenir:

 

Modernizm; “Geleneksel olanı günün anlayışına uydurma, geleneksel yapıyı ve anlatımı reddederek yeniyi ortaya çıkarma anlayışıdır”.

 

Modernizm          Modernus

Modernus            Modern-us

Modern               Moda: Hemen, şimdi, yeni

Modernizm          Modern-izm

Modern               Hemen, şimdi, yeni olan

 

Modern: “İçinde yaşanılan çağa ve günlere uygun olan; asrî, çağdaş, çağcı, yeni; batı’ya, Avrupa’ya ve Amerika’ya uygun, batı’lı; köksüz, geleneksiz” anlamındadır. Modernist de; “Bu tarzda yaşamayı seven ve seçen kişi” anlamındadır.

 

“Mod”, “biçim” demektir. Modernizm “biçimcilik” ama “tek-biçimcilik” anlamına gelir. Modernist, “tek-biçimli olma yanlısı” demek olur. Modernizmde farklı biçimler olmaz, zîrâ modernizm “türedi” bir ideolojidir. Köksüzdür, “şimdi” çıkmıştır. Temeli yoktur. Zâten bu nedenle eskiyi-geleneği-“kök”ü hem yok sayar hem de onu uydurduğu kavramlarla kötüler durur. Aslında hayâtiyetini biraz da böyle bir tavırdan alır. Modernizm “aynı modda kalmak ve o modu kutsamak” demektir. “Aynı modayı, aynı şekli-tarzı, moda-mod sürekli tâkip etmek”, “modaya uymak” anlamındadır. Modern olmak, “aynı tarzda olmak” demektir. Aynı modda kalmak. Bu bağlamda aslında yenilikçi de değildir. Mîmârisi dikey olsa da, düşüncede dikey hareket etmez, yatay değişiklikler yapar durur ve ahmaklar da bunu “ilerleme” zannederler. Fakat modernitenin reklâmı iyi yapıldığından, bir-çokları ona üşüşüvermektedir. Modernizm zamânın modasıdır. İnsanlar bu modaya aşırı bir şekilde kapılmış gitmektedir.

 

Modern çağda insanlar hep birbirlerine benzer. Hem görünüşte hem de düşünüşte. Zâten benzer düşününce benzer bir görüntü ortaya çıkar. Modernizmde gerçek bir farklılık ve renklilik yoktur. Hattâ farklı fikirlere bile yer yoktur. Farklı bir fikir öne sürecek olsanız, hemen ya yobaz, ya geri-kafalı yada terörist damgasını yersiniz. Modernizm, aslında “zamânın yobazlığını yapmak”tır. Çünkü modernizm, modernizme aşırı bir şekilde bağlı olunmasını ister ve hattâ bunu tüm Dünyâ’ya dayatır. Özellikle orta-doğuda yapılan savaşlar, bu dayatmanın bir sonucu ve tezâhürüdür.

 

Modern sözcüğü, târihî uzantısı belli olmayan, ama mekânı Avrupa kıtası olarak belirlenen bir yeri kapsamaktadır. Bir Çin uygarlığı veyâ doğu-bilimi için modern sözcüğü kullanılmamaktadır. Sabiha Çimen bu konuda şunları söyler:

 

“Modernizm; geleneksel düşüncelerden ayrıştırılabilir gelişmeleri nitelendirmek için kullanılıp, ‘tarıma dayalı toplumsal yapıdan, sanâyiye dayalı toplumsal yapıya geçiş’ olarak tanımlanmaktadır. Uzmanlaşma, köyden şehre geçiş, okur-yazarlık oranının artması, sanâyileşme, teknolojik gelişmeler modernizm olgusunun ortak özelliklerini oluşturmaktadır. ‘Modern’ kelimesi, Avrupa’lı olmayı ve o değerleri kanıksamayı da çağrıştırır. Modern olmak belirli bir çağdaki baskın değerlere sâhip olmayı ifâde etmekte, bu bağlamda günümüzde modern olmak kelimenin ilk anlamından oldukça farklı olarak ‘ussal’ ve ‘lâik’ olmaktır. Diğer bir deyişle, ‘dinsel dünyâ tasarımının yerini bir dünyâsal kültürün alması’ demektir”.

 

Modernite kelimesini ilk kez Hegel kullanmış olup, “İngiltere’deki yeni zamanları” belirtmektedir. Anthony Giddens: “Modernite, Avrupa’da 17. yüzyıldan bu-yana ortaya çıkan, daha sonrasında etkileri açısından, az yada çok, dünyâ-ölçeğinde yaygınlaşan hayat-biçimlerine, yada örgütlere işâret eder” der.

  

Modernizm kendini “özgürlük ideolojisi” olarak tanıtır. Güyâ insanı özgür kılmak için gelmiştir. Modernizmin bahsettiği özgürlük aslında, “dîne karşı özgürlük”tür. Dînin “tutması”ndan sıyrılıp, “nefsin serbest bırakmasına” uymayı özgürlük zanneder modernizm. Bu bir özgürlük değil, bir esârettir, “nefsin esâreti”dir. Nefis her dâim kötülüğü emreder ve bu kötülüğün şehvetle yayılmasını amaçlar. Bu bağlamda modernizmin özgürlük târifi; “şehvetin kölesi olmak”tır. Hâlbuki bu, “âdi bir kölelik şekli”dir. Bundan dolayı modern anlamdaki “özgürlük” çoğaldıkça insanın esâreti artar. Öyle ki; bir zaman gelir, insan her taraftan kuşatılır. Bir yazıda modernizmin târifi şöyle yapılır:

 

“Modernizm, târihsel köken ve süreç îtibârıyla batı’da dîne, dîni düşünceye, dîni değerlere, dîni topluma, dîne dayalı yasa yapma ve idâri düzenleme biçimine, dîni siyâsete ve dolayısıyla bunların tümünü temsil eden ilâhi egemenliğe alternatif olarak ortaya çıkmış sivil bir düşünüş biçimi, dîne karşı bir özgürlük hareketidir. Bir zihniyet yapısıdır. Burada dîni ve dîni bilgiyi temsîlen rakip olarak kilise ve ruhban sınıfı vardır. Bu ikisi de modern çağ öncesi toplumsal biçim ve siyâsal bir düzenin parçasıdır”.

 

Aslında modernizm, mutlak anlamda “yeni” değildir. Modernizm, siyâsette Roma, düşüncede Yunan’ın bir tekrârıdır. Modernizm zâten bir tekrardır. Yunan düşüncesi pagan/çok-tanrılı; Roma siyâseti de emperyâlisttir. Batı bu iki olguyu modernleştirmiştir ve “modernizm” olarak ideolojileştirmiştir. Fikrini Roma ve Yunan’dan aldığı için, modern zamanlarda siyâset ve düşünce aynen Roma siyâseti ve Yunan düşüncesi gibi olmuştur/oluyor.

 

Modernizm, “ticâretin tarıma olan üstünlüğü”dür. Tarım toplumundan sanâyi-ticâret toplumuna bir (ç)evrilmedir modernizm. Fakat bu durum insanları genel anlamda mutlu-huzurlu etmemektedir. Tarım göz-ardı edilince, ihtiyâcımız olan tarım ürünleri da çeşitli katkılar ve GDO ile ifsâd olmuştur-olmaktadır. Yediğimizin-içtiğimizin zehir olması modernizm yüzündendir.  

 

İnsanlık târihinde hiç olmadığı kadar bir yöneliş modernizme olmuştur. Zîrâ modernizm nefis-merkezlidir ve nefs, kendi merkezinde olana çok ve çabuk meyleder. İnsanlık târihinde hiç-bir şeye bu derece bir ilgi duyulmamış ve yöneliş görülmemiştir. Çünkü modernizm, nefsin ilahlaştırılmasıdır. Tam anlamıyla nefs-merkezli bir sistemdir. Bu nedenle nefsin modernizme ilgi duyması çok kolay olmaktadır. Nefs, köle olmak pahasına modernizme uyabilir. Böyle olunca da insanlar, modern teorisyenlerin ve modernizmin ağababalarının direktiflerine göre düşünmekte ve hareket etmekte bir sakınca görmüyorlar. Atasoy Müftüoğlu:

 

“Bugün, daha çok, Türkiye örneğinde izlenebileceği üzere, İslâm dünyâsı toplumlarında asimile edilen unsurlar, gönüllü olarak sömürgeleştirilen aydınlar, ne pahasına olursa-olsun batı’lıların duymak istedikleri, dinlemek istedikleri, görmek istedikleri doğrultuda konuşuyor, yazıyor ve olaylara onların baktığı çerçeveden bakıyor” der.

 

Modernizm demek, liberâlizm, kapitâlizm ve demokrasi demektir. Modernizm bir “para uygarlığı”dır. Allah katında tek geçerli din İslâm iken; modern-dünyâda tek geçerli din ise kapitâlizmdir, paraizmdir. Modernizmde tek geçerli ölçünün para olması; modernizmin, matematik-merkezli olmasındandır. Modernizm sosyal ve düşünsel yönü matematiksel yönelimler ile blôke eder.

 

Modernizm bir “parçacılık” uygarlığıdır aynı-zamanda. Her-şeyi parçalar ve kendi istediği gibi yorumlayarak ve üzerinde tâdilat yaparak o şeyi kendi istediği şekle sokar. Bir şeyi aşırı incelemeye ve yorumlamaya tâbi tutarak onun niteliğini önce yorumda, sonra da şekilde değiştirir. Fakat aşırı inceleme, incelenen şeyde mutlakâ bir hatâ açığa çıkarır. Zîrâ “aşırı inceleme”, o şeyi “parçalayarak bütününden koparmak” demektir. Parçalanan şey eksiktir. Çünkü “parça” eksiktir. İşte modernizm ve psikoloji, eşyâdan başka, insanı da çeşitli şekillerde aşırı bir incelemeye tâbi tuttu, yâni parçaladı. Artık modernizm için “insan” demek, “hatâ ve eksiklik” demek oldu. İnsan özgün şeklinden ve mânevi yapısından çıktı. Artık özüne göre değil, modernizme göre düşünmeye ve hareket etmeye başladı. Yine modernizm, devletleri bölüp parçalar ki daha iyi yönetebilsin; işte insanı da bireyselleştirerek parçalar ki insanı da daha kolay yönetebilsin.

 

Atasoy Müftüoğlu: “Modern uygarlığın başlıca sorunu çoğunlukla, "’yığınların nasıl doğacakları, nasıl beslenecekleri ve nasıl öldürülebilecekleri’ sorunudur. Modern uygarlığın yegâne amacı, Dünyâ nüfûsunu, tabiatı ve kaynakları kontrôl altına almaktan ibârettir” der.

 

Modern insan, işi ile birlikte anılan bir insan hâline geldi. Çalışmak bir araçtır. Modern zamanlarda insanlar onu amaç edindi. Modern insan, “daha çok yemek için daha çok çalışan insan”dır.

 

Modernitenin sözde başarısının arkasında her zaman olduğu gibi ilâhî olanla, dinle kavgası vardır. Çünkü ilahi olana ve dîne karşıtlık ve kavgası onun varlık sebebidir. Modem insan modem hayâtın getirdiği doğal olmayan ve oranlı olmayan dayatma ve zorlamalar sebebiyle her an teyakkuz hâlindedir. Dolayısıyla stres hayâtın ayrılmaz  parçası olmuştur. Yine bu sebepledir ki modem insanın yüzü gülmez, suratsızlığı hemen hiç eksik olmayan bir kişilik özelliğine dönüşmüştür; iş yerinde, caddede, otobüste, metroda hep somurtur.

 

Modern insan depresif bir insandır. Depresyon, modern hıza ayak uyduramamaktan kaynaklanır ilk-başta. Sonra da onun hızlı değişimini tâkip etmeye çalışan fakat bir türlü o hızlı değişime ayak uyduramayan ve kafayı yiyen insanlar türer. İslâm medeniyetinde yaşamanın huzûrundan ilmel-yakîn de olsa haberi olamayanlar; modern yaşamın hazlarıyla büyülenmiş durumdadırlar ve bu nedenle de modern dünyâyı “cennet” zannetmektedirler. Modern insan; “haz alıyorum, o hâlde yaptığım doğrudur ve bu nedenle de haklıyım” diyen insandır.

 

İnsanlar modern-dünyâda teoriye göre ölçüp biçiyorlar. Hâlbuki bir şey teoride ayrı, pratikte ayrı sonuç verir. De Facto her zaman farklıdır. Modern insanlar bunu göz-ardı ediyor ve teori ile pratiği aynı zannediyorlar. Fakat zihninde oluşan şeyin pratikte karşılığını bulamayınca bir-anda mutsuz ve umutsuzlaşıveriyorlar. Oysa hiç-bir zaman soyut ile somut birbirine tam uymaz ve benzemez. 

 

Modern insan, her-şeyi bildiğini ve bilebileceğini zanneden bir câhildir. Cehâlet zâten budur. Modern düşünce, tanımını yapamadığı şeyi yok kabûl ediyor. Modern bilim, tanımlayamadığını “yok” kabûl eder. Fakat o yok saydıkları, bilimin vicdânıdır aslında, yok saydığı şey vicdandır ve vicdansız bilim zulümden başka bir şey üretmez. Modern teknoloji, “yıkım teknolojisi”dir. Teknoloji ilerledikçe yıkım-gücü artan makineler ve silahlar çıkıyor ortaya.

 

Modern bilim, modernizmin sihridir. İnsanları bu sihir ile kendine bağlar. Modern insanın gözünde bilim-adamları “her-şeyi bilen birer tanrı”dırlar. Zâten en çok kullanılan cümle de; “uzmanlara sorduk” sözüdür. Eğer bir Doç. yada Prof.sanız her zaman haklısınızdır. Hattâ hem Prof hem de medyatik bir akademisyen iseniz, ortaya attığınız tüm düşünceler bir-çoklarınca sanki bir dînî buyrukmuş gibi kabûl edilip hemen uygulamaya sokulacaktır.

 

Modern-bilim dîne hiç atıf yapmaz ve hattâ dinden nefret eder. Modern-bilimin kaynak sorunu yoktur. Dine karşı oluşturduğu düşünce “modern bilim” olur. Zâten modern-bilim dîne savaş açtığı ve onu karaladığı ölçüde hayâtiyetini devâm ettirebilir ve yıkılmaktan korunabilir. Zâten genel anlamda modernizmin kaynak sorunu yoktur. Dîne karşı konum almasıyla modernite meydana gelir. Bu konuda Celaleddin Vatandaş şunları söyler:

 

“Modernite varlığını Kilise kurumuna borçludur. Şunu çok rahatlıkla ifâde etmek mümkündür; eğer Kilise olmasaydı modem zihniyet ve hayat tarzı da olmayacaktı. Kilisenin akıl ve mantıkla çelişen inançları ve bin yılı aşkın süren baskıcı, bağnaz, haksız uygulamaları modernitenin varlık sebebi ve meşruiyet referansı olmuştur. Modernite, Kilise’nin karşısında konumlanarak inşâ oldu. Varlığını borçlu olduğu Kilise karşıtlığı üzerinden de tüm din ve aşkın/soyut tanrı tasavvur ve inançlarına îtirâz etti. Din ve Tanrı karşıtlığına dayanan inanç ve eylemlerini ise yaklaşık 500 yıllık bir zaman diliminde parça-parça inşâ etti. Hümanizm, lâisizm, liberâlizm, kapitâlizm, pozitivizm, bireycilik, rasyonalizm vs. modem düşüncenin, inancın ve hayat tarzının parçalardan bâzılarını teşkil etti. Hepsinin her bakımdan sistematik bir bütüne dönüşmesi ise Aydınlanma ile gerçekleşti. Aydınlanma ile parçalar birleştirilip inanç ve hayat tarzıyla sistematik bir bütün oluşturulurken, ekseni hep aşkın/dînî olana îtirâz oluşturdu. Zîrâ geleneksel anlamıyla dinler ve aşkın tanrı tasavvurları vâr oldukça ne hümanizmin, rasyonâlizmin, lâisizmin, pozitivizmin, ne de liberâlizmin, bireyciliğin, kapitalizmin bir anlamı, önemi ve işlevi olmayacaktı”.

 

Modern dünyâ, kâlbi bırakıp zekâya ve akıllarına kilitlenmiş insanların dünyâsıdır. Her-şeyi zekâlarına ve nefislerinin kontrôlündeki akıllarına göre yapıyorlar. Bakın kâlpten-gönülden bağımsız inşâ edilen modern kentlere; ruhsuz taş yığınlarından başka bir şey değildirler. Modern kentler “yaşanılan yerler” değil; insanların “orada bulunmak” zorunda olduğu yerlerdir. Modern kentler, “şehir” değildir, “memleket” değildir.

 

Moderniteyi ayakta tutan şey emperyâlizmdir. Modernite emperyâlizmin her çeşidini kullanarak hayâtiyetini sürdürür. Tabi bu-arada birilerinin de hayatlarını karartır. Atasoy Müftüoğlu bu konuda şöyle der:

 

“Batı’lı olmayan toplumlar, özellikle de İslâm dünyâsı toplumları, modernite ile emperyâlizm arasındaki ilişkiyi gereği gibi görebilmiş, anlayabilmiş ve eleştirel bir değerlendirmeye tâbi tutabilmiş değildir. Batı’lı bilgi ve iktidar yapıları, önce ‘modern’ kavramına dokunulmazlık, benzersizlik ve üstünlük kazandırmak sûretiyle, bu kavramı çok etkili bir ideolojik silah olarak kullanmak sûretiyle, bu kavram aracılığıyla her tür emperyâlizme, sömürgeciliğe ve batı’lı evrensellik yaklaşımına meşrûiyet kazandırdılar. Sözünü ettiğimiz meşrûiyetin tartışılmaz kılınan otoritesi ile birlikte, keyfî emperyâlizmlerin ürettiği hâkim dil ideolojik bir iktidar oluşturdu. Bu iktidar gereği gibi sorgulanamadığı için, reddedilemediği için, İslâm dünyâsı toplumları bugün kendilerine âit kavram ve kurumları inşâ edemiyor. Sömürgeci retorik hiç-bir alanda hiç-bir çeşitliliğe hayat-hakkı tanımıyor”.

 

Modern insan “her-şeyin kölesi olmuş” olan insandır. Hayrân olmadığı bir şey yoktur. Hayrân olduğu şeye sâhip olmak için her-şeyi yapar hâle gelmiştir. Bu nedenle modern zamanlardaki kölelik, eski köleliklerden bin beterdir. Çünkü eski kölelik sâdece bir kişiye yada şeye yapılırken, şimdiki kölelik herkese ve her-şeye yapılan bir köleliktir. Modernizm, nihâyetinde tüm Dünyâ’yı köleleştirmek isteyen şeytan-işi bir pisliktir.

 

Bu modernite bambaşka bir fitnedir. Çünkü daha yüzyıl öncesinde yaşayanlarla bile anlaşamıyor, onları geri görüyor. Çünkü her-şeyi gereksiz yere öyle bir değiştirmiş ki, dedelerinin dillerini, yaşam-tarzlarını ve kültürlerini bile anlayamıyor. Oysa klâsik hayatta öyle değildi. Meselâ Hz. İbrâhim ile Mekke’deki haniflerin düşünce ve yaşam-şekilleri arasında, yaklaşık 2500 yıl geçmiş olmasına rağmen çok da bir fark yoktu. Moderniteden önce tüm dünyâ toplumları, kendilerine-has özellikler dışında farklı değillerdi. Üstelik mesâfelerin o kadar uzun olmasına ve ulaşımın zor olmasına rağmen.

 

Modernizm, “doğruların çoğalması ve sonsuzlaşması ideolojisi”dir. Oysa “doğru” tektir. Bu bağlamda modern zamanlarda müslümanlar da modernleşti ve modernizme göre düşünmeye ve hareket etmeye başladılar. Buna Kur’ân-merkezli çalışmalar yapanlar da dâhildir. Öyle bir hâle geldi ki, Kur’ân’ın modern yorumları dışındaki yorumları göz-ardı edilir ve kötülenir oldu, modernizme göre düşünmeyenler mevcut kötü durumun suçluları olarak görülmeye ve gösterilmeye başlandı. Modernizme olan hayranlık müslümanların da gözünü kör etmeye başladı ve Kur’ân’ı tam da modernizmin istediği anlama sokmaya çalışıyorlar ve başarıyorlar da. Oysa “Kur’ân okumak” demek, -modernizm beşer-merkezli olduğu için- “modern kânunlara karşı gelmek”, “modern kânunları çiğnemek” demektir. Celaleddin Vatandaş:

 

“İster Türkiye’nin iki yüz yıllık târihinde belirleyici olan batı’lılaşma politikaları bağlamında ele alınsın, isterse küreselleşme bağlamında ele alınsın, en temelde bireyler için karşıt-kutuplu bir seçenek söz-konusudur. Seçenekler gelenek-modern ekseninde şekillenmekte ve modernlik ‘doğru seçenek’ olarak anlam kazanmaktadır. Çünkü geleneksellik ve modernlik birbirinden tamâmen farklı ve çoğu zaman karşıt inançları, tutumları, tavırları, anlayışları, değerleri, yaşama tarzlarını ifâde etmekte ve günümüz dünyâsında ve daha da önemlisi günümüz Türkiye’sinde modernlik ‘olması gereken’ olarak sunulmakta ve gösterilmektedir” der.

 

Modern uygarlığın geçtiği yoldan müslümanların da geçmesi gerektiği, yâni müslüman muhayyilenin modern paradigmayı taklit etmesi (oksidentâlizm) gerektiği söylemleri var. Eğer müslümanlar böyle yaparlarsa, bir zaman sonra; batı’nın birilerini sömürdüğü gibi müslümanlar da birilerini sömürmeye başlarlar. Bu sömürme “öldürerek sömürme” şeklinde de olacaktır. Bu durumun İslâm’ın özüyle uyuşması söz-konusu bile olamaz. Artık müslümanların bâzılarının düşüncesi bu şekle gelmeye başlamıştır. Hâlbuki modernizmin ve onun mümessili olan batı’nın kalkındığı şartlarda kalkınmak zulüm ve dolayısıyla da şerefsizliktir.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Aralık 2016

 

 

Devamını Oku »

1 Aralık 2016 Perşembe

Link

Devamını Oku »

Kıyam



“Onların kâlpleri üzerinde (sabrı ve kararlılığı) rabtetmiştik; (Krala karşı) kıyâm ettiklerinde demişlerdi ki: Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbi’dir; ilah olarak biz O’ndan başkasına kesinlikle tapmayız, (eğer tersini) söyleyecek olursak, andolsun, gerçeğin dışına çıkarız” (Kehf 14).

Kıyâm lûgatta: “Ayakta durmak. Ayağa kalkmak. Ayaklanmak. İsyân. Ölümden sonra tekrar dirilmek. Bir işe başlamak, devâm etmek. Canlanmak. Kıyâmet günü. Namazın iftitah tekbiriyle rükû arasındaki ayakta durma kısmı” anlamlarına gelir.

Kıyâm bir baş-kaldırmadır. Namazda durulan kıyâm ise, sonu Allah’a secde etmekle bittiğinden dolayı Allah’a yapılan bir başkaldırı değil, bir boyun bükmedir. Tüm kâinât O’na boyun bükmüş olduğundan dolayı şeytan da dâhil Allah’a karşı hiç kimse kıyâm edemez.

İslâm’da kıyâmın sloganı “lâilâheillallah”tır. Allah’tan başka tüm sahte ilahlara karşı kıyâm edilerek baş-kaldırılır. İslâm “ret” ile başlar, yâni mevcuda kıyâm etmekle başlar ve bu “Lâ” ile ifâde edilir. Kıyâm “ret” ile başlar ve bu ret, tâğutun reddedilmesidir. Tâğut reddedilmeden hiç-bir kıyâm sonuç vermez ve tevhid gerçekleşmez:

“Sana indirilene ve senden önce indirilene gerçekten inandıklarını öne sürenleri görmedin mi?. Bunlar, tâğutun önünde muhâkeme olmayı istemektedirler; oysa onu reddetmekle emrolunmuşlardır. Şeytan onları uzak bir sapıklıkla sapıtmak ister” (Nîsâ 60).

“Dinde zorlama (ve baskı) yoktur. Şüphesiz, doğruluk (rüşd) sapıklıktan apaçık ayrılmıştır. Artık kim tâğutu tanımayıp (küfredip) Allah’a inanırsa, o, sapasağlam bir kulpa yapışmıştır; bunun kopması yoktur. Allah, işitendir, bilendir” (Bakara 256).

Kıyâm etmek cihadın her türlüsüyle cihad etmektir. Nefsiyle cihad yapanlar, namazda kıyâma dururlarken, kâfirle cihad edenler savaş meydanında kıyâma dururlar. Küfrün beli en kesin şekilde, nefse ve kâfire karşı yapılan kıyâmla kırılır.

İslâmî bir devrim ancak kıyâm ile olur Bu devrim, nefse karşı kıyâm etmekle başlayıp, küfre, kâfire ve zulme karşı olan kıyâm ile devam eder ve netîcelenir. Zâlimlere karşı kıyâm edilmediğinde Dünyâ bir zulüm diyârı olur ve gözyaşları hiç dinmez. Bu nedenle müslümanlar namaz ile başlayan kıyâmlarını, cihad ile tamamlamalıdırlar. Bu kıyâm sürecinin, nefis ile yapılan mücâhede-mücâdele ile başlaması zorunludur. Zîrâ şeytana karşı kıyâm edemeyenler, kâfire karşı da kıyâm edemezler. Fakat tevhidî süreci başarıyla verenler, zâlimlerin en büyük korkusudur. Allah böyle mü’minlerin kıyâma kalktıklarında ne olacağını şöyle söyler: 

“Ancak inananlar, iyi işler yapanlar, Allah’ı çok ananlar ve kendilerine zulmedildikten sonra (rakiplerine) üstün gelmeye çalışanlar böyle değildir. Zulmedenler, yakında nasıl bir devrime uğrayıp devrileceklerini bileceklerdir!” (Şuârâ 227).

Âyetin de dediği gibi kıyâm, zâlimleri devirmek içindir. Zâlimler ancak, büyük kıyâm olan bir intifâda ile devrilebilirler. Yâni kıyâm etmeden zâlimlerin ve zulmün kökü kurutulamaz.

İslâm, bir kıyâma kalkıştır. Allah’ın kıyâmı. Allah zulme karşı kıyâm etmiştir ve seçtiği bir kişiye peygamberlik vermiştir ve ona vahyetmiştir. Öyleyse Allah, kıyâmını vahyederek yapar. Peygamberler de bu kıyâmın en büyük pratik temsilcileridirler. İslâm’ın kıyâmı, zulme karşı olan bir kıyâmdır. Zîrâ zulme karşı kıyâm etmeyenler, zâlimler tarafından kıyım-kıyım edilirler.

Vâr olmak için kıyâm etmek şarttır. İnsanların varlık sebebi bile bir kıyâmın sonucudur. Cimâ sırasında yaşanan kıyâmın sonucu.

Kâbe bir kıyâm, ayaklanma yeridir. Ümmet orada bir-araya gelerek bir kıyâm başlatabilir ve mevcut zâlim yönetimlere ve zulümlere karşı bir kıyâm başlatmalıdır da. Kâbe’de başlatılacak bir kıyâmı durdurmaya hiç-bir güç engel olamaz. Kâbe sâdece tavaf ve namaz yeri değil, aynı-zamanda kıyâm yeridir de:

“Hani biz İbrâhim’e Evin (Kâbe’nin) yerini belirtip hazırladığımız zaman (şöyle emretmiştik:) Bana hiç-bir şeyi ortak koşma, tavaf edenler, kıyâm edenler, rükûa ve sücûda varanlar için Evimi tertemiz tut” (Hac 26).

Şeytana-tâğuta, küfre-kâfire, zulme-zâlime karşı kıyâm etmeyenler, Allah’a karşı isyân etmeye başlarlar.

Kıyâm, bâzen de “durmak”la alâkalı olabilir. “Duruşunu bozmamak”la. Mücahit Gültekin bu bağlamda kıyâm konusunda şunlar söyler:

“Bugün, dindar/muhâfazakâr gençliğin sâdece namazın bir rüknü zannettiği ‘kıyâm’ diye bir kavramımız var; ‘durmak’ anlamına geliyor. Ellerinizi de bağlayıp, öylece durduğun yerde durmak. Tam bir hareketsizlik hâli!. ‘Durduğun yerde durarak isyân etmek’ gibi muazzam bir anlamı var bu kavramın. Seni yerinden, duruşundan etmek istediklerinde kıpırdamamak, kaynaşmamak, kımıldamamak!. İslâm’da hicret bile ‘durmak’ içindir; durduğun yerde durabilmenin imkânları kalmadığında, durduğun yerde durabilmek için başka bir yere gitmek; durmak için gitmektir. İslâm’da aslolan, ‘yerinde durmak’tır. İsmet Özel’in bir dönem yaptığı konferanslar için koyduğu genel başlık, durmanın içindeki isyânı en güzel şekilde ifâde ediyor: ‘Toparlanın, Gitmiyoruz!’. Modernizmin, kapitâlizmin, liberâlizmin en sevmediği şeydir duran insan. O yüzden batı, durduğun yerde durmayı ‘çözümsüzlük’ olarak kodlar; ‘değişimi’ kutsar. Durduğun yerde durmanın adı onların literatüründe ‘irticâ’dır; geri kalmaktır”.

Bir “süper kıyâm” başlangıcı olan kıyâmet, her-şeyin bitmesi değil, bir şeyin bitmesi ve yeni bir şeyin başlamasıdır. Kıyâmet, yeni bir şey için kıyâm etmektir. Kıyâmet, “yeniden dirilmek” için kıyâm etmektir.

Namaz da bir kıyâm provasıdır. Namaza kalkmak, namazla kalkmaktır. Namazdaki kıyâm, bir-süre sonra meydandaki kıyâma dönmelidir. Zîrâ kıyâma durmadan kıvâma erilemez. Kıyâm etmeyenler, kıyâmet ile cezâlandırılırlar. En büyük kıyâmdır kıyâmettir.

Öyleyse; kıyâmet gelmeden önce kıyâm et!. Ya kıyâm et, ya kıyâmet.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Aralık 2016

Devamını Oku »

Günaha Alışmak


“Evet; kim bir kötülük işler de günahı kendisini kuşatırsa, (artık) onlar, ateşin halkıdırlar; orada süresiz kalacaklardır” (Bakara 81).

Günah: “Cezâyı gerektiren amel. Dîne aykırı iş. Allah’ın emirlerine uymayan hareket” diye geçer lûgatta.

Günaha alışmak, yâni  günahkârlık, günahı önemsememeyi de yanında getirir ve günah önemsenmeyince toplum yozlaşıp bozulmaya başlar. Günaha girmek, günaha ilk adımı atmakla başlar. Günaha yaklaşmak günahı doğuruyor. O hâlde günahtan korunmanın en güvenilir ve garantili yolu, günaha yaklaşmamaktan geçiyor. Zâten Rabbimiz de kişiyi büyük bir günah olan zinâdan korunması için, ona “zinâya yaklaşma” diyor. “Zinâ yapma!” değil, “zinâya yaklaşma!”. Çünkü yaklaşırsan yaparsın:

“Zinâya yaklaşmayın, gerçekten o, çirkin bir hayâsızlık ve kötü bir yoldur” (İsrâ 32).

O hâlde günah işlememek için de günaha yaklaşmamak hattâ ondan kaçmak gerekir. Fakat modern dünyâ gibi günah ile örülmüş bir ortamda iseniz ne yapacaksınız?. Günaha karşı büyük bir mücâdele verilmeli ve o günah ortamını yıkıp, yerine sevap ve helâl ortamını kurmak gerekir. Zâten İslâm’ın devlet talebi bu nedenledir. İslâm’ın devlet talebinin olmadığını söyleyen birileri, herhâlde günah ortamında yaşamaktan çok memnunlar ki günah ortamının bertarâf edilmesine karşı çıkıyorlar yada desteklemiyorlar. İslâm Devleti’nden başka nasıl bir yol var günah ortamını değiştirmek için?. Peygamberimiz “Mekke günah yurdunu” fetihten önce değiştirebilseydi Medîne’ye hicret etmezdi. Günah ortamı güzellikle, kırıp-dökmeden değişmiyor demek ki. İslâm’ı tam anlamıyla yaşayabilmek için günahsız bir alana ihtiyaç vardır. En azından büyük günahlardan arındırılmış, büyük günahların işlenmediği bir alan kurmak gerekir.

Şeytan günahtan beslenir ve yardımcıları olan tâğutlar da günahsız yapamaz. Bu nedenle insanlara sürekli günah telkin eder dururlar. Şeytan, insanı günaha sokmak ve günaha alıştırmak için dört cihetten saldırır. İnsanı günaha alıştırmak için günahı önemsiz gösterir. Telkinleriyle bâzı kavramların-deyimlerin ortaya çıkmasını sağlar. Meselâ “Günahın boynuma” sözü; bu söz bir terâneden öteye gidemez. Bu söz, günahı önemsizleştirebilir. Hâlbuki herkesin günahı kendinedir:

“Doğrusu, hiç-bir günahkâr, bir başkasının günah yükünü yüklenmez” (Necm 38).

Modern zamanlarda günah, çok çeşitlendi ve başkalaştı. Çok farklı günaha girme yolları var. Farkına varmadan bir bakıyorsunuz ki günaha girmişsiniz ve hattâ günaha alışmışsınız da o günahı savunmaya başlamışsınız. Günaha alışınca bir zaman sonra o günahı savunmaya da başlarsınız. Size göre o apaçık günah, günah olmaktan çıkar ve normâl gibi görünmeye başlar. Günahın içinden bakıldığında günah “günah” olarak görülmez. Modern zamanlar günaha girmeyi de modernleştirdi. Ustaca günahlar ortaya koyuluyor yada çok çekici günahlar ortaya çıkıyor ve insanlar günah “ustaca” olunca o günahı işlemekten çekinmiyor. Ustaca hazırlanmış günahlar daha işlenir bulunuyor. Hâlbuki günah, “profesyonelce” yapıldığında günah olmaktan çıkmaz. Günah günahtır. Modern günah, profesyonel günah, teknolojik günah, dijitâl günah, üç boyutlu günah, vs. günahların tamâmı günahtır.

Günaha alışmanın en önemli sebebi şehvettir. Modern zamanlar şehveti çeşitli ürünler ve kanallarla sürekli diri tutuyor. Şehvet günaha açılan kapı oluyor. Şehvet kışkırtılınca günaha girmek çok kolay oluyor ve modernizm bir kışkırtma uygarlığı olduğundan, kışkırtma çok kolaylaşıyor. Dolayısı ile de bir günah uygarlığı oluşuyor.

Bir kısım da atalarından gördüklerinin aynısını yaparak günaha giriyor ve o günahları yapa-yapa günaha alışıyor. İşlediği günahı ataları da yaptığı için o günahı normâl görebiliyor. Hiç demiyor ki, “ya atalarım da yanlış yapmışlarsa”. Oysa Kur’ân bunu defaatle vurguluyor:

“Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine ve elçiye gelin’ denildiğinde, ‘Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey (günah) bize yeter’ derler. (Peki,) ya ataları bir şey bilmiyor ve hidâyete ermiyor idilerse?” (Mâide 104).

Çeşitli korkular yada endişelerle de insanlar günahtan kopamıyorlar ve uzaklaşamıyorlar. Bunun çeşitli nedenleri vardır. Ramazan Yılmaz:

“Nefsin put edinilmesi, yalnızca hoşa giden, beğenilen, arzulanan konularda değil, geleneksel inanç ve alışkanlıkların, kültürel kalıplardan edinilen bilgi-birikimi ile korku ve endişe duygularının ağır basması sonucunda da kişi hevâsını ilah edinebilir. Kur’ân’da sıkça geçen “Biz atalarımızın bulunduğu yol üzerinde bulunuyoruz”, “Atalarımızdan böyle bir şey görmedik” yada toplum arasında sıkça sarf edilen, “İnsanlar ne der”, “Bu zamanda böyle olmaz, o zaman başka şimdi başka”, “Buna izin verirler mi?” yada, “Çoluk-çocuğum var, başım belâya girer” gibi ifâdeler kişinin nefsini ön-plâna çıkarmasından, geleneksel ve kültürel inanç ve edinimlerin têsirinde kalmasından kaynaklanmaktadır” der.

İdeolojik günahlar da vardır. İdeolojiler insanı günaha sokar ki aslında Allah’ın düzeninden başka tüm sistemler-ideolojiler “günah üretim merkezleri”dir. Modern zamanlarda insanları en çok ve büyük günaha sokan şey, bir küfür sistemi olan demokrasi ideolojisidir. “Her-şey serbest” diyen demokrasi, “tüm günahları işlemek de serbesttir” demeye getiriyor. İnsanlar günah işleye-işleye günaha alışıyorlar ve günahı kanıksıyorlar. Böylece günah onların ideolojileri, felsefeleri, düşünceleri ve hattâ inançları hâline geliyor. Sonuçta kişi, kendisini cehenneme götürmesi kesin olan günahları, canı pahasına savunmaya başlıyor. Demek ki günahlar, insanları dalâlete götürebiliyor. Bu nedenle günaha alıştıran demokrasiye ve demokratik yönetimlere de itaat etmemek gerekir:

“Öyleyse, Rabbinin hükmüne sabır göster. Onlardan günahkâr veya nankör olana itaat etme!” (İnsan 24).

Dünyâ-hayâtını âhirete tercih etmek günah ve suçtur. Bu suçun bir cezâsı vardır ve bu suçun cezâsı bizzat o şeyin kendisidir. Yâni âhirete rağmen Dünyâ’yı tercih etmek bir cezâdır. Günah aynı-zamanda bir cezâdır. Günaha alışmak, cezâya alışmak oluyor. Cezânın şiddeti önemsenmiyor artık.

Hastalık, günahın dışa-vurumudur. Bir hastalık bâzen, toplumsal günahların bir kişi üzerindeki görünümü olur. Hastalığa alışmak günaha alışmak anlamına da gelir. Özellikle sosyâl hastalıklar toplumları günaha alıştırıyor ve toplum ifsâd oluyor. Günaha alışmak toplumu ifsâd ediyor. İfsâd olan toplum, bir “günah toplumu” olup çıkıyor.  

İki çeşit günahkâr vardır: “Tok günahkârlar”, “aç günahkârlar”. Aç günahkârları “tok mü’minler”e çeviremiyorsak, “tok günahkârlar”a çevirmek gerekir. Çünkü tok olan günahkârlara “söz” daha kolay anlatılabilir.  

Her-şeye günah demek ne kadar yanlışsa, hiç-bir şeyin günah olmadığını söylemek o derecede yanlıştır. Öyle yorumlar yapılıyor ki, yorumcunun o yoruma nasıl ulaştığına anlam veremiyorsunuz. Modern zamanlarda İslâm hakkında modernizm ile uyumlu öyle yorumlar yapılıyor ki, günaha girmek mümkün değil. Sanki günah diye bir şey yok ve her-şey serbest. Yâni ısrarla günaha girmek isteseniz bile giremezsiniz.

Bâzen günah, birileri için günah olmaktan çıkabilir. Kısas gibi. Mazlumlar günaha alışamaz. Zîrâ sürekli olarak günahın eziyetini çekmektedir. Öyle mazlûmiyetler vardır ki; o mazlûmiyeti yaşayan mazlum Dünyâ’yı yaksa günaha girmez.

Modern Dünyâ/kent, günaha bakmadan ve basmadan yürünemeyecek bir Dünyâ/kenttir. Artık günaha girmeden tâli bir yolda bile yürünemiyor.

Günaha öyle bir alışılmış ki, artık bir şeyin günah olmasına aldırmıyor insanlar. Yasaklar, insanlara günahlardan daha çok etki ediyor. Oysa yasağın cezâsı kolay, günahın cezâsı zordur.

Günaha alışmak yâni günahkârlık insanın yüzüne yansır. Artık günahkârlar sîmalarından tanınırlar.

Günah işlemek “günaha alışmak” demek değildir, fakat günahta ısrâr ederek günahkâr olmaktır günaha alışmak. “Alışılmış günah”tan kurtulmak çok zordur. Eğer günah, “en büyük günah” olan “şirk günahı” değilse, alışılmış günahlardan da kurtulunabilir:

“Ancak tövbe eden, îman eden ve sâlih amellerde bulunup davranan başka; işte onların günahlarını Allah iyiliklere çevirir. Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir” (Furkân 70).

“Öyleyse, müslümanları suçlu-günahkâr olanlar gibi (eşit) kılar mıyız?” (Kalem 35).

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Aralık 2016











Devamını Oku »

Şirkin Dört Atlısı: Firavun, Hâmân, Kârun ve Bel’am



“Ve dediler ki: Rabbimiz, gerçekten biz, efendilerimize ve büyüklerimize itaat ettik, böylece onlar bizi yoldan saptırmış oldular” (Ahzâb 67).

Firavun, Hâmân, Kârun ve Bel’am; şirkin tüm zamanlardaki amansız temsilcileri ve idârecileridir bunlar. Hakkın tahrip ve tahrif edilmesini bunlar başlatır ve taşeronlarını da kullanarak yine bunlar sürdürür. Şeytandan aldıkları telkin ve emirlerle hareket eden bu tâğutlar, hem ekini hem de nesli ifsâd ederler, toplumu bozarlar, ahlâksızlığı açığa çıkarırlar, sömürü, ölüm ve zulüm bunlarla bir-araya geldiğinde ayyuka çıkar. Bunlar Dünyâ’nın zehiridir. Bunlara uygulanacak tek panzehir ise İslâm’dır, Kur’ân’dır. Zâten bu nedenle en çok korktukları şey de budur. Bu nedenle vahyi hayattan uzak tuttukları sürece iktidarlarını sürdürebilirler. Amaçları, güçleri hiç-bir zaman yetmeyeceği için vahyi yok etmek değil, vahyi hayattan uzak tutmaktır.  

Firavun-Hâmân

Firavun ve Hâmân’ı tek bir kişi sayabiliriz. Bunlar iktidârı-otoriteyi temsil ederler ve bu otoritenin başı Firavun iken, otoriteyi besleyen ve koruyanın başı Hâmân’dır. Firavun hükümdâr iken, Hâmân baş-vezirdir. İktidâr demek, ikisinin birlikteliği demektir. Bunlar gücü temsil ederler. Askerî ve bürokratik gücü temsil ederler ve halkı, şeytanın telkin ettiği kânun ve kurallarla baskı altında tutarak iktidarlarını yada ilahlıklarını sürdürürler.

“O, iş-başına geçti mi yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya, ekini ve nesli helâk etmeye çaba harcar. Allah ise, bozgunculuğu sevmez” (Bakara 205).

Hâmân kuvvetin yâni asker ve polisin başındaki kişidir. Firavun ise Hâmân’ı atayan kişidir. Halkın, isteyerek yada zorla onayını ve desteğini almıştır. Firavun ve Hâmân ikilisi birbirlerine muhtaçtırlar. Birinin yokluğu diğerini de yok edebileceğinden, bunun korkusuyla iş-birliği içindedirler her dâim. Otoriteyi ve gücü elinde bulunduran bu ikili, halkı küçümseyerek ve onları kendilerine muhtâç ederek otoriteye bağlarlar ve böylece onların da desteğini almış olurlar. İlginçtir; halk sömürüldükçe daha fazla destekler onları. Zîrâ gücü azalan halk, lîdere daha fazla bağlanır, ondan medet umar. Hele ki etkin mânevi bir güçleri de yoksa, hepten ezilir giderler.

“Böylelikle Firavun kendi kavmini küçümsedi, onlar da ona boyun eğdiler. Gerçekten onlar, fâsık olan bir kavimdi” (Zuhrûf 54).

“Firavun otoriteyi temsil eder” dedik. Bu otoriteye put adlandırmasıyla Lât denebilir. Lât, el lât=el lâh gibi en yüce otoriteyi temsil eder. Hâmân ise put adlandırmasıyla Uzza’ya tekâbül eder. Uzza=Aziz=güç-kuvvet demektir. Bunlar Allah’tan rôl çalarak ilahlık yapmaktadırlar ve otoritelerini sürdürmektedirler. Fakat bunlar da en nihâyetinde fânidir ve ölüm geldiğinde ilah olmadıkları apaçık ortaya çıkar ve rezil olurlar. Ölüm ânında ilah olmadıklarının îlânını şöyle yaparlar:

“Biz, İsrâiloğullarını denizden geçirdik; Firavun ve askerleri azgınlıkla ve düşmanlıkla peşlerine düştü. Sular onu boğacak düzeye erişince (Firavun): ‘İsrâiloğullarının kendisine inandığı (ilahtan) başka ilah olmadığına inandım ve ben de müslümanlardanım’ dedi” (Yûnus 90).

Fakat bu tövbe onu kurtaramaz. Onu kurtaramayacağı için uşağı olan Hâmân’ı da kurtaramaz. Çünkü zamânında şirki birlikte işleyen bu tâğutlar, tövbeyi de zamânında yapmalıydılar.

“Allah’ın (kabûlünü) üzerine aldığı tövbe, ancak cehâlet nedeniyle kötülük yapanların, sonra hemencecik tövbe edenlerin(kidir). İşte Allah, böylelerinin tövbelerini kabûl eder. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sâhibidir” (Nîsâ 17).

Firavun ve Hâmân şirkin ele-başlarıdır. Bu tüm zamanlarda geçerli olan bir durumdur. Fakat ne zaman ki Allah bir peygamber göndermiş, (Mûsâ ve Hârûn) işte ancak o zaman bunlar alt edilmiştir. Öyleyse tüm zamanlardaki Firavun ve Hâmân’a da yeni Mûsâ’lar ve Hârûn’lar gereklidir.

Kârun

“Gerçek şu ki, Kârun, Mûsâ’nın kavmindendi, ancak onlara karşı azgınlaştı. Biz, ona öyle hazîneler vermiştik ki, anahtarları, birlikte (taşımaya) davranan güçlü bir topluluğa ağır geliyordu” (Kasas 76).

Kârun, şirkin üçüncü atlısıdır ve Firavun ve Hâmân’ın en büyük destekçisidir. İş-birliği hâlindedirler. Zîrâ buna mecburdurlar. Çünkü sâdece ne otoriteyle, ne kuvvetle, ne de parayla iktidar kurulamaz ve ilahlık yapılamaz. Firavun ve Hâmân’ın sağladığı uygun ortamda servet-sâhibi olan ve gün geçtikçe servetini arttırarak zenginleşen Kârun ve Kârun’lar, kazandıklarıyla iktidârı da desteklemeli ve onlarla iş-birliği hâlinde bulunmalıdırlar. Bâzen bu mülk-sâhipleri o kadar çok zenginleşirler ve gücü ellerine geçirirler ki otoriteye bile kafa tutabilirler ve hattâ otoriteyi yerlerinden edebilirler.

Halk, bu servet-sâhiplerine bakarak otoriteyi daha kolay destekler. Çünkü zenginler halkın idôlüdürler yada zenginler halkın idôlü hâline getirilirler. Halk onlara özenir ve onlar gibi olmak ister. Tâ ki onların mallarıyla berâber yerin dibine batışını görene kadar:

“Böylelikle kendi ihtişamlı-süsü içinde kavminin karşısına çıktı. Dünyâ-hayâtını istemekte olanlar: ‘Ah keşke, Kârun’a verilenin bir benzeri bizim de olsaydı. Gerçekten o, büyük bir pay sâhibidir’ dediler. Kendilerine ilim verilenler ise: ‘Yazıklar olsun size, Allah’ın sevâbı, îman eden ve sâlih amellerde bulunan kimse için daha hayırlıdır; buna da sabredenlerden başkası kavuşturulmaz’ dediler. Sonunda onu da, konağını da yerin dibine geçirdik. Böylece Allah’a karşı ona yardım edecek bir topluluğu olmadı. Ve o, kendi-kendine yardım edebileceklerden de değildi. Dün, onun yerinde olmayı dileyenler, sabahladıklarında: ‘Vay, demek ki Allah, kullarından dilediğinin rızkını genişletip-yaymakta ve kısıp-daraltmaktadır. Eğer Allah, bize lûtfetmiş olmasaydı, bizi de şüphesiz batırırdı. Vay, demek gerçekten inkârcılar felâh bulamaz’ demeye başladılar” (Kasas 79-82).

Kârun, putlardan Menat’ı temsil eder. Menat=mani=paradır. Kârun paranın ilahlaşmasının timsâlidir. Kârun servetin “tekel” olmasıdır. Servet birilerinin elinde tekelleşince Kârun’lar halkın tepesine binerek, Kârun ve Hâmân birlikte milleti soyup soğana çevirirler. Allah bu nedenle servetin birlerinin elinde tekelleşmesini yasaklamıştır:

“Allah'ın o (fethedilen) şehir halkından Resûlü’ne verdiği fey, Allah’a, Resûl’e, (ve Resûl’e) yakın akrabalığı olanlara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara âittir. Öyle ki (bu mallar ve servet) sizden zengin olanlar arasında dönüp-dolaşan bir devlet (güç) olmasın. Resûl size ne verirse artık onu alın, sizi neden sakındırırsa artık ondan sakının ve Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah cezâsı (ikâbı) pek şiddetli olandır” (Haşr 7).

Bel’am

Bel’am İbn Bahura ile temsil edilen Bel’am, pek ehemmiyetli olmadığı düşünülse de aslında şeytâni-tâğûti sistemin en önemli ayağıdır. Tabanın sesini kısmakla görevlidir. Fakat bunu zorlama ile değil, duygusal ve dîni sömürüyle yapar. Dînin ruhsuz tarafını iyi bilir. Dînin bilgisini bilir sâdece. Ahlâk-amel-eylem yönünü bilmez, bilse de zinhar yerine getirmez ve zâten görevi de budur: Halkın meydana çıkmasını önlemek.

Bel’am; Firavun, Hâmân ve Kârun ile iş-birliği hâlindedir ve o üçü Bel’ama muhtaçtırlar. Bel’am, “kader” der, “sabır” der, “günah” der, “mânâsı başka” der, “farklı bir anlamı var” der ve milletin tasavvurunu-düşüncesini değiştirir. Halkı, eleştiri, îtirâz ve isyân edemez hâle getirir. Halk, yanlış öğrendiği din nedeniyle “yeter artık” diyemez duruma gelir. Çünkü öğrendiği yanlış bilgi buna engel olur. Bel’amın görevi tüm zamanlarda, Firavun, Hâmân ve Kârun’un direktifleri ve istekleri doğrultusunda, din yoluyla “halkın gazını almak”, “sesini kısmak”, “sivri yerlerini törpülemek” olmuştur. Halkın dînini-îmânını hattâ ilahını değiştirir ve onları bambaşka yollara sokar; şirk yollarına. Bu Bel’amlardan biri de Kur’ân’da bahsedilen Samiri’dir. Kendisinde olan bir bilgiyle resûlün bilgisini harmanlayıp karıştırarak yâni hakkı bâtıla bulayarak halkın inancında sapma meydana getirmiş, onları yeniden, tapmaktan kurtuldukları buzağıya taptırmaya başlamıştır:

 “Dedi ki: Biz senden sonra kavmini deneme (fitne)den geçirdik, Samiri onları şaşırtıp-saptırdı. Bunun üzerine Mûsâ, kavmine oldukça kızgın, üzgün olarak döndü. Dedi ki: Ey kavmim!; Rabbiniz size güzel bir vaadde bulunmadı mı?. Size (verilen) söz (yada süre) pek uzun mu geldi?. Yoksa Rabbinizden üzerinize kaçınılmaz bir gazâbın inmesini mi istediniz de bana verdiğiniz sözden caydınız?. Dediler ki: Biz sana verdiğimiz sözden kendiliğimizden dönmedik, ancak o kavmin (Mısır halkının) süs eşyâlarından bir-takım yükler yüklenmiştik, onları (ateşe) attık, böylece Samiri de attı. Böylece onlara böğüren bir buzağı heykeli döküp çıkardı. İşte bu sizin ilahınız, Mûsâ'nın ilahı da budur; fakat (Mûsâ) unuttu dediler” (Tâ-hâ 85-88).

İşte böylece Bel’amlar aşırı yorumlamalarla, dillerini eğip bükerek söyledikleri süslü sözlerle, aldatmalarla halkı kandırırlar ve onları “hak din”den saptırırlar ve öyle bir zihniyet ortaya çıkarırlar ki, artık insanlar, Bel’amın dînî taban desteği, Kârun’un maddî desteği, Hâmân’ın kuvvet desteği ve Firavun’un otorite desteği ile şirkin iktidârını yâni şeytanın hâkimiyetini kurarlar ve sürdürürler. Bu durum târihte kalmış bir durum değildir. Tüm zamanlarda ama özellikle de modern zamanlarda da geçerlidir ve zâten yürürlüktedir de. İhsan Eliaçık bu konuda şunları söyler:

“Otorite: Devlet, saltanat, taht, lîder, ecdad, egemenlik, sınır, ulus…

Güç: Silah, petrôl, toprak, nüfus, nüfûz…

Para: Sermâye, banka, altın, gümüş, dolar, euro…

Yeryüzünde kan döküp fesat çıkarmak bunlar için olmuyor mu?. Yaşadığımız çağa dikkat ediniz. Otorite sevdâsından emperyalizm doğmuş. Güç tapıncından faşizm doğmuş. Para hırsından kapitâlizm doğmuş. İnsanlığın ezelî ve ebedî sorunu bu üçü; Lât (otorite), Uzza (güç/kuvvet) ve Menat (para) başka bir şey değil. Ne diyor Kur’ân bu üçüne karşı?: Allah’tan başka otorite yoktur (Lâ ilâhe illallah). Güç ve kuvvet yalnızca Allah’a âittir (Lâ havle ve lâ guvvete illâ billah). Ve üçüncüsü; Mülk Allah’ındır (Lehu’l-Mülk).

Şimdi anlaşıldı mı bunların “ismi” neden veriliyor Kur’ân’da. Çünkü bunlar insanlıkta ölmeyen “isim”ler. Yok olup gitmiş taşlar-tahtalar değil. Bunlar yaşayan putlar: Lât, Uzza, Menat”.

Siyonist Önderleri Protokôlleri’nde, şirkin bu dört atlısının iktidârının bir versiyonu anlatılır: “Siyon yılanı Dünyâ’yı çevreleyerek yutmuştur. Yılanın başı ulusların kâlplerine girecek ve onları çürütüp yok edecektir. Siyon’dan yâni Kudüs’ten harekete başlayan yılan, zaferle zincirini tamamlayacak, sonra yine oraya dönecektir”.

Allah’tan başkasını sevmek, “Dünyâ’yı sevmek” demektir ki, Dünyâ’ya tapanların başında bu dörtlü gelir. Dünyâ’yı bunlar ele geçirmişlerdir. Dünyâ’yı sevenler mecbûren bu dörtlünün dinlerine uyup onları ilah ediniyorlar.

Ramazan Yılmaz bu konuda şöyle der:

“İnsanın insana baskı ve zulmüne dayalı olan beşerî sistemler, temel yapı olarak Fir’avnî bir düzendir. Fir’avnî bir düzenin tüm özelliklerini üzerlerinde taşıyan beşerî sistemler, târihin her döneminde üç temel direk üzerine binâ edilmişlerdir. Bu direklerin ilki, Fir’avn’ı temsil eden askerî güç; ikincisi, Hâmân’ı simgeleyen ve Kur’ân’da Mele olarak sıfatlandırılan, düşünce olarak sisteme yön verenler ve üçüncüsü, Kârun’un temsilcileri durumunda olan, ekonomik yönden sistemi ayakta tutan küresel sermâyedarlar.

Fir’avn, Hâmân ve Kârun’un şahsında simgeleşen bu üçlü, târihin her döneminde vâr olagelmiş, günümüzde de bu üçlü zulüm-çetesi varlığını sürdürmektedir. Bunlar, her dönemde vahyi esaslara karşı çıkmışlar, insanların da vahyi esaslara yönelmelerine engel olmuşlardır:

“Biz hangi ülkeye bir uyarıcı gönderdiysek mutlakâ oranın varlıkla şımarmış kimseleri: ‘Biz, sizin gönderildiğiniz şeyi inkâr ediyoruz’ dediler” (Sebe’ 34)”.

Firavun: Otoriteyi elinde bulunduran; Hâmân: Kuvveti elinde bulunduran; Kârun: Mülkü yâni ekonomiyi elinde bulunduran; Bel’am: Tâğutları din adına meşrûlaştıran, din adına itaat ettiren kişi ve gruplardır. Şirkin bu dört atlısı, birbirlerinin neden-sonuçlarıdır ve hepsi aslında tek bir şeydir. Zîrâ küfür tek millettir. Bunlardan birini alt-etmek, tamâmını alt-etmek anlamına gelir.  

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Aralık 2016


Devamını Oku »

Kurtuluş Savaşı Kazanılmasaydı..


“Savaş hoşunuza gitmediği hâlde üzerinize yazıldı (farz kılındı). Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz” (Bakara 216).

 

1919-1922 arasında yapılan “savaş”ın sonucunda Türkiye’de bir-çok değişim yaşandı. Öyle ki, Türklerin 1.000 yıllık ideolojileri bile değişti. Bu savaşla birlikte Türk milleti kurtuldu(!). Zâten savaşın adı da “kurtuluş savaşı” değil mi?. Peki bu savaş bizi neyden kurtardı?. Neydik de ne olduk?. Yada soruyu şöyle soralım; Kurtuluş Savaşı kazanılmasaydı neler olacaktı?. Bu yazımızda bunu ortaya koymaya çalışacağız..

 

Kurtuluş Savaşı kazanılmasaydı..

 

Pâdişahlar kovulamayacak, tepemizde devletin sâhipleri olarak bizi aşırı şekilde kontrôl edip duracaklardı. Öyle ki; bize nefes bile  aldırmayacaklardı.

 

Cumhuriyet, demokrasi, lâiklik olmayacaktı ve biz İslâm Dîni’nin karanlık kânunları yüzünden perişân olacaktık. Bu yobaz(!) kânunlarla yâni şeriatla câhil kalacaktık ve muâsır devletlere ayak uyduramayacaktık. Çok şükür ki bu “dîni karanlık” tarafından kuşatılmadık.

 

Pâdişahlar ve şeyhler, gibi “tek-adam”ların kulu-kölesi olacaktık. Onarı kovduk ve artık tam özgür olduk. Artık bize kimse karışamıyor. Hiç kimsenin tahakkümünde değiliz.

 

Tüm İslâm âlemine sözünü dinletebilen bir halifenin boyunduruğunda kalacaktık. Halifeliği de kaldırdık da bu boyunduruktan kurtulduk.

 

İslâm şeriatı gibi gerici kânunlarla adâletsiz bir yargılama yapılacaktı ve bir-çok haksızlığa uğrayacaktık. Neyse ki şimdi tam adâletli yargılamalar yapılıyor, kimseye haksızlık yapılmıyor ve zâten dâvâlar da çok süratli bir şekilde karâra bağlanıyor.

 

Avrupa’nın çeşitli modern muâsır devletlerin kânunlarından mahrûm kalacaktık. Almanya’dan, İsviçre’den, İtalya’dan, İngiltere’den alamasaydık modern kânunlarımızı, nerden alacaktık ki?. Bu mahrûmiyet, kânunlarımızın ve dolayısı ile adâletimizin çok kötü olmasına neden olacaktı. İyi de biz kânunlarını aldığımız batı’yı savaşıp yenmemiş miydik?, yendiğimiz devletlerin kânunlarını mı aldık?. Neyse, önemli değil, o kânunlar modern kânunlar ne de olsa. Biz batı’yla, batı uygarlığına girmek için savaştık (!?).  

 

Bin yıllık kültür, pardon cehâlet külliyatı hayâtımızı karartacaktı. Allah’tan, harf değişikliği ile onları okunmaz hâle getirdik de kurtulduk 1.000 yıllık geçmişimizden.

 

Medreseler kapatılmayacaktı ve beyni sulanmış hâfızlar(!) ın tahakkümüne mâruz kalacaktık. Çünkü Kur’ân okumak beyni sulandırıyor. Bu nedenle iyi ki de batı klâsiklerini tercüme edip okuduk.

 

O “büyük harf devrimi” yapılamayacaktı ve biz 1.000 yıldır kullandığımız ecik-bücük anlaşılmaz ve anlaşılması çok zor olan arapçayla câhil kalacaktık ve muâsır devletlerle ilişki kurmayacaktık. Allah’tan harf devrimi oldu da bir-anda Dünyâ’da nerdeyse lîder bir konuma geldik. Hem harf devrimi yapılmasaydı dünyâ-çapında bunca âlimi ve bilim-adamını nasıl yetiştirecektik ki?. Üstelik sâdece 2 yıl içinde tüm Türk halkı okuma-yazma öğrenmiş oldu bu devrim sayesinde. Bakın, şimdi nasıl da okuyup-yazıyoruz. Çok fazla okuyoruz, 11.000 kişiye bir kitap düşüyor, az şey mi bu?.  

 

Uydurulmuş târihten kurtulup da “gerçek târihi” bilemeyecektik. Masallarla oyalanacaktık. Atlantis, Mu uygarlıklarının Türk olduğunu bilemeyecektik. İlk insanın da Türk olduğunu öğrenemeyecektik.

 

Modern tarıma geçemeyecek ve kara-saban yerine traktör ve biçer-döverlerle tarım yapamayacaktık. Gerçi bu makineler halkın değil de “birinin” makineleriydi ama olsun fark etmez, gurûrumuzdur yine de.

 

Tekke ve zâviyeler kapatılmayacaktı ve bu mekânlar nedeniyle insanlar câhil kalacaklardı. Gerçi insanlar buralarda psikolojik olarak rahatlıyorlardı ama olsun, modern tıp ile birlikte her köşe-başında nede olsa psikologlarımız, yaşam koçlarımız var. Onlar bizim psikolojimizi düzeltir.

 

Kılık-kıyâfet kânunu çıkmayacaktı ve biz o çarşafın-yorganın altında karanlıklar içinde kalacaktık, bak; şimdi açıldık-saçıldık ve modern bir görünüme kavuştuk. Hem artık kadınlar daha özgür. Kadınlar o yobaz kıyâfetlerini çıkarmayacak olsalardı, “güzel bacak yarışmaları”, “güzellik kraliçesi seçimleri” yapılmayacaktı ve kızlarımız bikiniyle çıktıkları podyumlarda, Dünyâ’nın en güzel kızları seçilmeyecekti. Kılık-kıyâfet kânunuyla kılığımız-kıyâfetimiz ne güzel oldu. Hem artık Fransız modasını da tâkip edebiliyoruz.

 

Takvim, saat ve ölçülerde değişiklik yapamayacaktık ve günümüzü-saatimizi şaşıracak ve bir şeyin miktârının ne kadar olduğunu öğrenemeyecektik. Takvim ve saatimiz olmasaydı ne akşam olduğunu ne de sabah olduğunu anlayabilecek ve ne kışın geldiğini ne de yazın geldiğini fark edebilecektik. Bir tas bulgurun ölçeğinin ne kadar olduğunu bilemeyecektik.  

 

Soyadı kânunu çıkmayacaktı ve biz kim olduğumuzu bilememenin vermiş olduğu şaşkınlıkla âvâre gibi dolaşacaktık ortalıkta. Soyadı kânunuyla birlikte kimliğimizi bulduk. Gerçi bizim adımız ve soyadımızdan bâzen binlerce oluyor ama olsun. Artık bizim bir soyadımız var. Önceden bir soyadımız yoktu. Kimin soyundan olduğumuzu bilmiyorduk.

 

Türk kadını medeni haklarına kavuşamayacaktı ve dînin karanlığı altında cehâlet içinde kalacaktı. Kadınlar evlere haps-olmaktan kurtulamayacaklardı. Gerçi ev hapsinden kurtuldular ama şimdi de “fabrika hapishâneleri”ne düştüler ama olsun, evden çıktılar ya, önemli olan o. Aramızda kalsın; evden bir çıktılar, bir daha da geri girmiyorlar. Seçimlerde oy atabiliyorlar. Çok medenî oldular canım!. Sabahın köründe, pardon 6’sında kalkıp da yollara düşüyor ve işe gidip para kazanıyorlar. Artık kadın her işi yapabiliyor. Evdeki kocası ona bir şey diyemiyor. Gerçi bu sefer de “erkek patronlar” onlara kök söktürüyor ama olsun, ne de olsa tüm Dünyâ’da böyle bu.

 

En önemlisi de; şapka-kânunu çıkmayacaktı. Bir düşünsenize şapka-kânununun çıkmamış olduğunu!. Aman Allah’ım!, ne yapardık?. Şapka-kânunu çıkmasaydı başımıza ne takacaktık?. Allah’tan şapka-kânunu çıktı da başımızı soğuktan-sıcaktan koruyabiliyoruz artık. Hem kellerimiz de görünmüyor. Gerçi bu yüzden yüzlerce insanın îdam edilmesi gerekiyordu ama modern olmak bir-kaç yüz kişinin asılmasından daha önemlidir. Bak artık biz de batı’lı olduk. Şapkayı takıveriyoruz, batı’lı oluyoruz. Çok büyük bir devrim canım bu şapka-kânunu. Batı’lılar çıkarsa bile biz çıkarmayız artık. Birileri de çıkmış, “şapka takmamaktan dolayı îdâma mahkûm olan birini asmaya gelenler, adamın bir-kaç gün önce ölmüş olduğunu görünce, mezarı kazıp adamı çıkarmışlar ve astıktan sonra tekrar gömmüşler” gibi boş laflar ediyorlar. Niye bu kadar diretmiş ki?.

 

Yine, hepimiz aç ve açıkta kalacaktık. Yiyecek bir lokma ekmek bile bulamayacaktık. Gerçi 1930 yıllarda, gazetelerde de yazıldığı gibi, yaklaşık 15.000 çocuk açlık ve açlığa bağlı sebeplerden dolayı öldü ama bu geçici bir durumdu. O zaman bolluk vardı aslında.

 

Bira ve bira hammaddesi olan malt fabrikalarımız olmayacaktı. Yâni kafa çekmek için içecek bir şey bulamayacaktık.

 

Tek parti rejimi ile cumhuriyeti oturtamayacaktık ve halk da seve-seve benimsemeyecekti. Arada bir ortaya çıkan (pardon çıkarılan) partiler Türkiye’yi bölecekti. Buna önlem almasını bildik. Hatay’ı topraklarımıza katamayacaktık. Gerçi Misâk-ı Millî sınırları içinde olan Musul, Erbil, Kerkük, Halep, Nahçıvan, Batum, Selânik, Kırcali, Varna ve Adaları falan verdik ama olsun, Hatay’ı aldık ya, sen ona bak. Hem Musul petrollerinden 25 yıl boyunca payımızı nasıl alacaktık?. Almadık mı? Hişşşt!.

 

2. dünyâ-savaşına katılmak zorunda kalacaktık ve perişân olacaktık. Gerçi şu-anda Dünyâ’yı 2. dünyâ-savaşına katılanlar yönetiyor ama olsun. Uzak durmak en iyisi.

 

NATO’ya giremeyecektik, BM’ye alınmayacaktık, komünist Ruslar bizi mahvedecekti, “Marshall yardımı”nı alamayacaktık. Demokrasiye geçemeyecektik. AB ile ilişkilere bulunamayacaktık. AB’ye girme umûdumuz olmayacaktı.

 

Fenerbahçeli, Beşiktaşlı, Galatasaraylı olamayacak, ünlü şarkıcılarımız-türkücülerimiz olmayacaktı.

 

Asgari ücret 1.300 lira olamayacaktı (2016). Her mahâllemizde milyonerlerimiz olmayacaktı. Ülkede milyar-dolar serveti olanların sayısı 35; milyonerlerin ülke genelindeki sayısı 200.000 bin kişi olmayacaktı.

 

Batı’yla birlik olup da müslümanlarla savaşamayacak yada batı’ya, müslümanlarla ve “pis araplarla” savaşmaları için hava-kara sahalarımızı açamayacaktık ve onlara destek veremeyecektik. Darbeleri savuşturamayacaktık, sınırlarımızı koruyamayacaktık.

 

Allah korusun Îran gibi olacaktık. Yobaz kalacaktık. Gerçi Îran’lılar uranyum zenginleştiriyorlarmış ama osun, orada kadınların başörtü takması mecburmuş.

 

Ülkemiz kalkınamayacaktı, dünyâ-çapında ilim ve bilim-adamı, sanatçı, sporcu, müzisyen yetiştiremeyecektik. Dünyâ’nın sözü geçen sayılı ülkelerinden biri olamayacaktık

 

Dinden kurtulup da bilim ve akıl ile süper düşünceler üretemeyecektik. Dünyâ-çapında markalarımız olmayacaktı. Selçuklu ve Osmanlı gibi Dünyâ’da rezil bir millet olacaktık.

 

Faruk Köse, Kurtuluş Savaşı olmasaydı neler olacağını şu şekilde anlatır:

 

“Eğer ‘kurtarıcılarımız’ bizi kurtarmasalardı da, işgâl altına girseydik ne olurdu?. İşgâlciler Hilâfet’i kaldırırlardı. Kur’ân hükümlerini hayattan uzaklaştırır, Kur’ân’ı yasaklar, ayaklar altına alırlardı. Resûlullah’ın önderliği kalmazdı. Bâzı câmilerimiz yıkılır, satılır, başka amaçlarla kullanılırdı. Ezanımız yasaklanırdı. Dilimiz, alfabemiz değişirdi. Kültürümüz, geleneğimiz terk edilirdi. Kadınlarımızın tesettürü açılır, kılığımız-kıyâfetimiz yasaklanırdı. Ahlâkımız, sosyâl yapımız bozulurdu. İslâm siyâsal, sosyâl, hukûkî, iktisâdî ve benzeri alanlarda hayattan uzaklaştırılırdı. Yerine ne gelirdi?. İslâm Hukûku yerine Avrupalıların hukûku, İslâmî yaşantının yerine Avrupalıların yaşantısı getirilirdi. Kur’ân İncil’e, câmi kiliseye, imam papaza benzetilirdi. Devlet lâikleştirilir, insan dinsizleştirilirdi vs. vs.

 

Peki, kurtulduk da ne oldu?. Zâten tam da bunlar oldu. Hilâfet’ten kurtulduk. Kur’ân’dan kurtulduk. İslâm hukûkundan, Şeriat’tan kurtulduk. Kültür ve geleneklerimizden kurtulduk. Kılık-kıyâfetimizden kurtulduk. Alfabemizden kurtulduk. İslâm’dan kurtulduk!. Özgürlük bilincinden, İslâm kardeşliğinden, Ümmetin diğer toplumlarından kurtulduk. İşgâlcilerin kanatları altında bir başımıza kaldık. İşgâlciler kalsaydı bundan kötüsü olmayacaktı. Demek ki işgâlciler, zâten istediklerini elde etmeyi garantiledikleri için gitmişler”.

 

Evet, eğer Kurtuluş Savaşı yapılıp kazanılmasaydı, bunlar ve bunun gibi bir-çok şeyden mahrûm kalacaktık. Mutlu, huzurlu ve refah içinde yaşayamayacaktık.

 

Sâhi; bu Kurtuluş Savaşı, neyden kurtulmanın savaşıydı?.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Aralık 2016

 

 

 

 

Devamını Oku »