17 Kasım 2023 Cuma

Bilim ve Din Çatışır Mı?


“Göklerin ve yerin gizemleri Allah’a âittir. (Göklerin ve yerin uçsuz-bucaksız derinliklerini bilmek Allah’a mahsustur). Saat, (Dünyâ’nın sonu) bir göz-kırpması kadar veyâ daha kısadır. Allah her-şeye Gücü Yeten’dir” (Nâhl 77).

 

Vâr olmanın ve yaşamın temelinde “çatışma” vardır. İçtiğimiz su bile bir çatışmanın sonucudur. Meselâ bağışıklık sistemimiz mikroplarla ve virüslerle çatışmasa ve savaşmasa, çoktan ölüp gitmiştik.

 

Târih boyunca kesintisiz bir çatışma vardır; hak-bâtıl çatışması. Bu çatışma kıyâmete kadar da sürecektir. Âdem/Havvâ ve Şeytan arasında başlayan çatışma, Hâbil ve Kâbil ile devâm etmiş, sonra da bu çatışma, insanlar, toplumlaştıkça ve kavimlere bölündükçe farklı çatışma-şekilleriyle sürüp gitmiştir. İnsanlar bölünüp Dünyâ’ya yayıldıkça başta coğrafya, iklim ve insan karakteri olmak üzere çeşitli nedenlerle oluşan düşünsel, eylemsel, maddî ve mânevî farklılıklar çatışmayı sürdürmüştür ve günümüzde de çatışma daha farklı bir şekilde sürmektedir. Anlaşılan o ki çatışma kıyâmete kadar da sürecektir. Zîrâ “imtihan” bu çatışma üzerinden gerçekleşmektedir.   

 

Çatışma en temelde hak-bâtıl çatışmasıdır. Hak; Allah, âhiret, gayb, vahiy, peygamber ve din-merkezliyken ve bunlara dayanırken, bâtıl ise; Dünyâ, doğa, eşyâ, madde, insan ve akıl-merkezlidir ve bunlara dayalıdır. Baştan bêri olan ve kıyâmete-âhirete kadar sürecek olan çatışmanın iki temel noktası budur. Hak taraf, mutlak anlamda Allah’a, vahye ve genel isimlendirme ile İslâm’a dayanır ve bu hiç-bir zaman değişmeyerek hep aynı kalır ve hep bâtılın, şirkin, küfrün, adâletsizliğin, eşitsizliğin, ahlâksızlığın, cehâletin ve zulmün karşısında konumlanır.

 

Hak tarafın düşünce sistemi ve hareket metodu hiç değişmez. Bu nedenle ilk peygamber Hz. Âdem’den son peygamber Hz. Muhammed’e kadar tüm peygamberler bâtılı def etmek için aynı hakîkati dile getirmiş ve aynı İslâmî hareket metodunu kullanmışlardır. Bâtıl tarafta olanlar ise her zaman bâtılın farklı türlerini ortaya koyar ve hakka karşı hep, bâtıl adına ortaya koydukları çeşitli görünüşleri merkeze alarak mücâdele ederler. Hiç değişmeyen, aynı hakîkati ve hareket metodunu kullanan İslâm’a karşı bâtıl hep Dünyâ’yı, doğayı, eşyâyı, maddeyi, insanı ve aklı merkeze alan, meselâ; mülk çokluğu, mitoloji, mistisizm, animizm, atavizm (atalara tapmak), ateizm, putperestlik, düalizm, tabiatçılık, nihilizm, gnostisizm ve agnostisizm, ruhçuluk, İslâm’ın yozlaşmış ve hurâfelere boğulmuş şekilleri olan mezhep, meşrep, tasavvuf, târikat, hizip, grup, cemaat, parti vs., yakın zamanlarda da (klâsik felsefeden sonra) modern felsefe, rönesans, aydınlanma, sanâyileşme, akılcılık vs. yâni küfrün ve şirkin dallanıp-budaklanmış çeşitli fraksiyonları ile mücâdele etmiştir ve etmektedir. Bu saydıklarımız, mutlak anlamda Allah’a, âhirete, gayba, vahye, peygamberliğe, dîne ve kısaca İslâm’a karşı Dünyâ’yı, doğayı, eşyâyı, maddeyi, insanı ve aklı merkeze almıştır-almaktadır.

 

İşte günümüzde de hak-bâtıl çatışmasında hakka karşı merkeze alınan ve başat rôl verilen şey; lâik, seküler, demokratik, kapitâlist, liberâl, komünist, sosyâlist, feminist, rasyonâlist, modernist, post-modernist ve post-truth ile uyumlu ve dirsek temâsında olan modern-bilim ve teknolojidir. Günümüzde hak-bâtıl çatışması, İslâm ile modern-bilim/teknoloji üzerinden sürmektedir. Bu nedenle “İslâm ile bilim çatışır mı?” sorusu çok absürd ve câhilce bir soru olur. “Din ile modern-bilim arasında çatışma var mı?” sorusunun cevâbı; “çatışma zâten günümüzde tek hak din olan İslâm ile modern-bilim (ilim değil) arasındadır” şeklindedir.

 

Modern-bilim ile din arasındaki çatışma yaklaşık 300 yıldır yaşanmaktadır. Bundan önce bilim felsefeye bağlı idi. Bilim felsefeye bağlı iken ise din-felsefe çatışması vardı. Dolayısı ile bilim-din çatışması, din-felsefe çatışması üzerinden devâm etmektedir. Dînin bilim yada felsefe ile çatışmaması ancak, Allah ile bağını ve bağlılığını koparmamış olan bilim ve felsefe iledir. Açıkçası bilim ve felsefe Allah’a bağlı ve dînin kontrôlünde olunca çatışma biter ve zâten hem bilim hem de felsefe ancak o zaman en doğruya ve “herkes için fayda”ya ulaşabilir. Aksi-hâlde “azınlığın çoğunluğu kontrôl ve denetim altına tutarak sömürmesi”nin âletleri olmaktan kurtulamayacaklardır. Evet; din ile çatışan bilim ve de felsefe, Allah’tan kopuk olan, Allah’ı hiç hesâba katmayan ve akla ve insana dayanan şeytânî-beşerî akımlardır.

 

Bu çatışmanın bir nedeni de, “bilim felsefeden doğmuşken, felsefenin ise din’den doğmuş olması” fakat sonra da felsefenin din’den, bilimin ise felsefeden kopmuş olmasıdır. Felsefe, dînin Allahsızlaştırılıp akla ve insana, dolayısı ile maddeye, eşyâya ve doğaya dayandırılmasıdır. Böylece “dînî” olmaktan çıkmıştır. Öyle ki, felsefe “Tanrı ölmüştür” (Nietzsche) derken, bilim ise “felsefe ölmüştür” (Hawking) demiştir. Felsefe ve bilim, kendilerini bağımsız ve orijinâl gösterebilmek için bir-önceki ile çatışmaya girmesi kaçınılmaz olmuştur. Hattâ zamanla bir-sonraki bir-öncekinden nefret etmeye bile başlamıştır.  

 

Modern-bilim ve tabî ki teknoloji, Allahsız tarafın dîni, îmânı, şeriatı, peygamberi, vahyi ve ilahı durumundadır. Zîrâ modern insan, uğruna Dünyâ’yı bile yakmaktan çekinmeyeceği çıkarını günümüzde modern-bilim ve teknoloji üzerinden sağlamakta ve korumaktadır. Modern-bilim ve teknolojinin çıkış-yeri olarak batı, işte bu nedenle İslâm’a karşıdır. Çünkü İslâm, Allahsız zihniyetin son 250 yıldır temsilcisi olan batı’ya karşı olduğu için, kışkırtılmış ve rayından çıkarılmış olan modern-bilim ve teknolojiye de karşıdır, yada câhiller bilmese ve kabûl etmese de karşı olmalıdır. Zâten çatışmasız yapamayan batı, kendi iç-çatışmasını büyük ölçüde tamamladığı için İslâm’ı “öteki” ve İslâm coğrafyasını da çatışma alanı olarak seçmiştir ki zâten sürekli olarak hak ile savaşır durur. Kendisine karşı sâdece İslâm tarafından bir direniş olduğundan dolayı da İslâm’ı “çatışmacı” olarak göstermektedir. İslâm elbette çatışmacıdır; bâtıla, cehâlete, haksızlığa, ahlâksızlığa, küfre, şirke ve zulme karşı sürekli çatışır ve mücâdele eder. Tabi bunu târihselci, evrenselci, tâvizci modernist ezikler bilmezler yada bilseler de bâtılın tarafında oldukları hattâ bâtılın günümüzdeki dayanağı olan modern-bilim ve teknolojiye meftûn, râm ve hayrân oldukları için bunu kabûl etmek istemezler de saçmalayıp dururlar.  

 

Peki İslâm bilim ve tekniğe karşı mıdır?. İslâm elbette bilim ve tekniğe karşı değildir, fakat modern-bilim ve teknolojiye karşıdır. Çünkü Allahsızlaşmış, bâtıla meyletmiş ve kışkırtılarak rayından çıkmış olan her-şeye karşıdır. Bilim ve teknik doğal, normâl ve fıtrîdir, parçalayıcı değildir, ihtiyâca göre hareket eder ve kışkırtmaz. Modern-bilim ve teknoloji ise doğal, normâl ve fıtrî değildir, parçalayıcıdır, ihtiyâca daha doğrusu ihtirâsa göre hareket eder.

 

Bilim ve de teknik Hz. Âdem ile başlamıştır. Fakat modern-bilim M.Ö. 600’lü yıllarda başlamış (Thales) ve kısa süre sonra kesintiye uğramış, 1.500’lerden sonra ise yeniden hortlatılmıştır. Modern-bilimin ayrılmaz ekürisi olan teknoloji ise, 1.750’lerden sonra ortaya çıkmış ve yaygınlaştırılmıştır. Modern -bilim ve teknoloji, bilim ve tekniğin doğal, normâl ve fıtrî olandan uzaklaştırılması yâni Allahsızlaştırılmasıdır. Hak yâni İslâm bu nedenle elbette modern-bilim ve teknolojiye karşıdır ve onunla çatışır.

 

Modern Avrupa, uygarlığını Yunan ve Roma (greko-romen) üzerine kurduğu için, M.Ö. 600’lü yıllardan îtibâren Yunanlıların yaptığı gibi bilim ve tekniği yeniden Allahsızlaştırarak, “modern-bilim ve teknoloji”ye çevirmişlerdir. “Bilim ve teknik” ile “modern-bilim ve teknoloji” yada “doğal bilim ve teknik” ile “Allahsız bilim ve teknoloji”, zamânın ve mekânın değişmesiyle birlikte insanlar tarafından değiştirilmiştir ve bu değiştirme hâlen sürmektedir. Aslında târih boyunca doğal ve normâl bilim ve teknik, bir “bayrak yarışı” şeklinde bir milletten başka bir milletin eline geçmiş ve doğal seyrini sürdürerek zamânın ihtiyaçlarına çâreler üretip kolaylıklar sunmuştur. Bu “doğal bilim”dir ve ihtiyâca göre yada ihtiyaç kadar üretir. “İhtiyaç îcâdın anasıdır” denmiştir. Fakat modern-bilim ve teknoloji ise, ihtiyâca göre ürün üretimi değil, üretilen aşırı ürüne göre ihtiyaç üretir. Aslında ihtiyâca göre değil, ihtirâsa göre üretim yapar. Aradaki farkın ve Dünyâ’daki zulmün nedeni işte budur: Kışkırtılmış üretim ve kışkırtılmış tüketim. Buna târihte hiç olmadığı kadar neden olan şey, şeytanın ve nefsin kontrôlünde ve yönlendirmesinde olan modern-bilim ve teknolojiden başkası değildir.

 

Modern-bilim ve de teknoloji ihtiyaçlara çâre üretmekle değil, yeni sûnî ihtiyaçlar üretmekle ilgileniyor ve bunu kabûl etmeyenlere ise baskı ve zulüm yapıyor. Yâni modern-bilim ve teknoloji, zorla ilerletilmeye çalışılan bir zorbalık hâline gelmiştir. Modern-bilim “ilerliyoruz” derken çok ileri gitmiştir ve haddini çok fazla aşmıştır. Bilim olanca hızıyla ille de ilerlemek zorunda değildir. Onun mâkûl ve doğal bir seyri ve sınırı vardır-olmalıdır. İlerleme hızını “gerçek ihtiyaçlar” belirler, sûnî ihtiyaçlar (daha doğrusu ihtiraslar) değil. Aşırı hız, yoldan sapmayı yanında getirir. Bu nedenle yoldan sapmaktansa normâl bir seyirde gitmek daha doğrudur. Modern-bilimin kışkırtıcı zihniyette olması, dinden ve Allah’tan vazgeçmesinin ve uzaklaşmasının bir sonucudur. Allah’tan ve dinden vazgeçince onu tutacak ve yavaşlatacak bir şey kalmamıştır. Modern-bilime ve teknolojiye bâzen düşmanlık derecesindeki karşıtlığımız bu yüzdendir. Yoksa modern-bilim ve teknoloji iyi şeyler de yapmaktadır. Lâkin, “modern-bilim ve teknolojide sizin için bâzı yararlar vardır, fakat zararları ve günahları daha büyüktür” diye bir söz edebiliriz.

 

Modern-bilim ve de teknoloji “sâdece bilim ve teknoloji” değildir ve modern-bilim ve teknoloji üzerinden bir zihniyet ve inanç yâni bir “din” de üretilir. 19. yüzyılın bir-çok önemli düşünürü, rasyonel düşüncenin ve bilimin zaman içerisinde dinlerin yerini alacağını iddiâ etmişlerdir. Bu kişiler dinlerin gitgide daha az referans verilen ve zaman içerisinde tamâmen yok olmaya mahkûm kurumlar olacağını düşünmüşlerdir. Örneğin Engels bilimin açıklama gücünün artmasıyla berâber dîne daha az ihtiyaç duyulacağını iddiâ etmiştir. Büchner, benzer şekilde, bilimin her alanda hâkimiyetini îlân edeceğini ve dinlerin halk nazarında da geçerliliğini yitireceğini düşünmüştür.

 

Bâzı çok-bilmiş müslümanlar İslâm Dîni ile modern-bilimi kardeş gibi göstermeye çalışsalar ve İslâm’ın temel ilkelerine birebir zıt ve saçma-sapan bir şekilde; “İslâm ile bilim çatışmaz, çünkü ikisinin alanları farklıdır” deseler de, İslâm ile modern-bilim arasında zıtlaşmanın olmaması mümkün değildir. Zîrâ çatışma, ikisinin temel dayanaklarının birbirlerine düşman olacak seviyede farklı özellikte olmasıdır. İslâm ve bâtılın günümüzdeki görünümü ve temsilcileri olan modern-bilim ve onun ekürisi teknoloji, dayanak olarak birbirlerinin tam karşısındadırlar ve birbirlerini yok etmeye çalışmaktadırlar. Hak-bâtıl dâvâsı günümüzde (görebilenler için çok açık şekilde) İslâm ve modern-bilim/teknoloji üzerinden yapılmaktadır. Çatışma ikisi arasındadır. Zâten modern-bilim bu düşmanlığı ve çatışmayı açık bir şekilde yapmakta ve İslâm’ı yâni hak-dîni işe karıştırmayarak ve dışlayarak dîne düşmanca davranmaktadır. Modern-bilim apaçık bir şekilde Allah’ı, âhireti, gaybı, vahyi, peygamberliği yâni dîni, dolayısı ile hakkın tek temsilcisi olan İslâm’ı hesâba katmamakta, işe karıştırmamakta, yok saymakta, devri geçmiş bir ilkellik olarak kabûl etmekte, gerici, yobaz ve hattâ terörizm olarak görmekte ve göstermektedir.

 

Bu nedenle modern-bilim/teknoloji ile dînin zıtlaşmaması ve çatışmaması mümkün değildir. Zîrâ ikisinin de dayanağı farklıdır. Din Allah’a dayanırken, modern-bilim ise maddeye, insan ve akla dayanmaktadır. Oysa hepsini Allah yaratmıştır. Modern-bilim işe Allah’ı dâhil etmediği gibi onu hesap-dışı tutar. Hattâ işe Allah’ı karıştıranları da gerici yobazlar olarak görür. Şimdi durum böyleyken din ile modern-bilimin zıtlaşıp da çatışmaması mümkün müdür?.

 

Din’de akıl “araç” iken modern-bilim ve teknolojide akıl “ilah”tır. Din akıl-dışı değildir ama akıl-üstüdür. Bu nedenle akıl dînin kontrôlünde ve yönlendirmesinde olmalıdır ki zâten ancak bu şekilde olursa insanlara zarar değil fayda verir. 

 

Eğer birinden “akıl ile din aynı şeydir, birbirleriyle çatışmazlar ve birbirlerini tamamlarlar” gibi laflar duyarsanız bilin ki onlar modern-bilimi din edinmiş ve merkeze almış olan câhiller ve modern-bilimin verilerini dîne onaylatmak için kıçlarını yırtan eziklerdir.

 

Gazâli dışında; Kindi, Farâbi, İbn Rüşd gibi filozoflar da din ile bilimi uzlaştırmaya çalışmışlar ama başaramamışlardır da sonuçta dîni yozlaştırmak zorunda kalmışlardır. Dîni felsefenin ve tasavvufun saçmalıkları ve zırvalıkları arasında boğmuşlardır.

 

Bu ezikler, modern-bilimin etkisiyle ve efsunuyla kendilerinden geçtikleri için ağızlarından çıkanı kulakları duymaz da şöyle derler: “Peygamberimiz zamânında bilim gelişmemiş olduğu için onların anlayamadığı şeyler şimdi modern-bilim sâyesinde anlaşılır hâle gelmiştir”. Hâlbuki bu söz; “Peygamberimiz’in ve sahabenin dîni anlayamadığı ve kendilerine inen âyetleri anlama noktasında câhil kaldıklarını söylemek” demektir. Oysa Kur’ân apaçık olandır ve anlamak ve idrâk etmek için kolaylaştırılmıştır. Fakat buna rağmen Peygamberimiz ve sahabe Kur’ân’ı yine de anlayamamış da modern-bilime tapan bu ezikler anlayıp ortaya koymuşlar. Bu gibi salakça laflar edenler hep, modern-bilim ve teknolojiyi din edinip onlara taptıkları için böyle konuşmaktadırlar. Bunların dîni çok iyi bildiklerini ve tam bir teslîmiyetle dîne teslim olduklarını falan sanmayın, hayır!; bunlar dîne değil, modern-bilime ve teknolojiye îman etmişlerdir ve dîni ise sâdece tuz-biber olarak kullanmaktadırlar.

 

Şu kesindir ki, İslâm’ın kendinden başka hiç-bir açıklayıcıya ihtiyâcı yoktur. Hele modern-bilim gibi Allahsızlıklara hiç ihtiyaç duymaz. Din ve Kur’ân ancak kendi bütünlüğünde anlaşılabilir ve Sünnet örnekliğine göre amele-eyleme dökülebilir. Aslâ açıklanmak için başka bir şeye ihtiyaç duymaz. Modern-bilimin Kur’ân’ı açıklamaya kalkması haddi değildir ve zâten onun buna çapı ve gücü de yetmez. İslâm ancak ilim-amel yada Kur’ân ve Sünnet bütünlüğüdür ve tüm zamanlarda idrâk etmek ve uygulamak için bu ikisi yeterlidir.

 

Kur’ân’ın modern-bilime değil, modern-bilimin tekrar doğal, normâl ve fıtrî sınırlarına dönebilmesi ve “bilim ve teknik” olabilmesi için Kur’ân’a ihtiyâcı vardır. Her-şey ancak Kur’ân penceresinden bakıldığında kendini net ve doğru olarak gösterir. Kur’ân’a modern-bilimin penceresinden bakmak ancak sapkınlıklara ve sapıklıklara yol açar-açmaktadır. “Kur’ân’a modern-bilimin ışığında” değil, modern-bilime ve her-şeye Kur’ân’ın yâni vahyin ışığında baktığınızda ancak hakîkati görüp idrâk edebilirsiniz. İslâm “büyük mevzu ve büyük haber”dir. Onun küçük mevzulara ve fikirlere ihtiyâcı yoktur. Modern-bilimin, Kur’ân’ı aydınlatabilecek kadar güçlü bir ışığı yoktur, hiç-bir zaman da olmayacaktır.

 

Alimcan Barudi, medeniyetin getirilerini düstur olarak alıp dîne o gözle bakmanın yanlışlığına işâret eder ve tam-aksine dîni iyice öğrenip o gözle medeniyete bakmak gerektiğini savunur. Renan’ın İslâm’a yaptığı suçlamanın etkisinde kalanların, dîni bilime göre anlama çabaları, dîni modern-bilime boğdurmaktadır.

 

Modernist müslümanların; modern-bilim geliştikçe Kur’ân’ın daha iyi anlaşılacağı ve bu yüzden de insanların İslâm’a daha çok ve daha kolay dâhil olacağı, dindar olanların ise daha çok dîne sarılacağı beklentilerinin boş beklentiler olduğu görülmüş hattâ tam-aksi bir sonuç ortaya çıkmıştır.

 

Modern-bilime meftûn, hayrân ve râm olanlar yâni modern-bilimi putlaştırıp ona tapanlar, “akla mutâbık olmayan nasların sahih olmayacağını” söyleyebilmişler ve böylece on numara kâfir olmuşlardır. Oysa tam tersi geçerlidir ve vahiy ile mutâbık olmayan bilgi ve veriler sahih değildir. Modern-bilimin her-şeyi yok etmeye programlı olması onları böyle düşünmeye zorlamış olmalıdır.

 

Modern-bilim dîne niçin bu kadar düşmandır?. Çünkü modern-bilimin foyasını ortaya koyan ve ona meydan okuyan tek şey İslâm Dîni’dir. Modern-bilimin tezgâhını ve sahtekârlıklarını din ortaya koymaktadır. Modern-bilimin “tek gerçek” diyerek millete yutturduğu yalanlara sâdece din karşı çıkmakta ve hakîkati de sâdece din kesin şekilde ortaya koymaktadır. 

 

Din alanında yada bilim alanında olanlar arasında din ile bilimin çatışmadığını söyleyenler vardır ama mesele bu değildir. Din için mesele, -ki biz “din” derken Allah katındaki tek gerçek ve tek geçerli din olan İslâm’dan bahsediyoruz- “merkeze neyin alındığı”dır. “Din ile bilim çatışmaz” diyenler, merkeze Allah sözü olan dîni değil de insan sözü olan modern-bilimi alıyorlar ve hayattaki bir soruyu yada sorunu açıklarken dîne değil de -modern-bilime atıf yapıyorlar ki İslâm açısından bu büyük bir sorundur. İslâm’ı masa-başına ve dört duvar arasına hapsedenler hayatta karşılaşılan bir soru yada sorunu din ile değil modern-bilim ile çözmeye çalışıyorlar. Fakat tabî ki de çözemiyorlar, çözemezler.

 

Merkeze dîni değil de modern-bilimi alan modernist ilâhiyatçılar bile vardır. Bunlardan bâzıları şöyle diyor: “Bilimle daha çok uğraşmak veyâ artan bilimsel bilgi insanı sekülerleştirir fikrinin mutlak bir kâide olmadığını söyleyebiliriz”. Böyle deseler de artan bilimsel bilgi elbette insanları sekülerleştiriyor ve sekülerleştirmiştir. Hattâ Dünyâ genelinde ve müslüman ülkelerde insanların sekülerleşmesine neden olan en önemli ve etkili şey modern-bilim ve teknoloji olmuştur-olmaktadır.

 

Meselâ birilerinin Hz. Îsâ için; “babasız insan mı olur” sözlerine karşı ezilip-büzülen ve komplekse kapılanlar, Hz. Îsâ’nın babasız doğuşunu îmâna bağlayacaklarına modern-bilime ve bağlayarak “dişi hermofraditlerin kendi-kendilerine hâmile kalabileceklerini” söylüyorlar. Fakat işin önemli olan yanı şudur ki insanlık târihinde bunun böyle bir örneği yoktur. Bu modernist eziklerden biri bu konuda şöyle der: “Peki dişi hermafroditler evlenmeksizin kendi-kendilerine (otofertilizasyonla) gebe kalabilirler mi?. Tıbbî literatürde rapor edilen böyle bir vakâ (insanda) henüz olmamıştır. Ama hermafrodit memelilerde (tavşanlarda) rapor edilen otofertilizasyon gebelikleri olmuştur. 1990 yılında Hollanda’da müstakil bir odada izole edilerek tâkip edilen hermafrodit bir tavşan kendi-kendine (otofertilizasyonla) gebe kalmış ve sağlıklı 7 tavşan doğurmuştur. Bu tavşanı izole ederek tâkip etmeye devâm eden araştırmacılar, otopside tavşanın aynı-şekilde (otofertilizasyonla) tekrar gebe kaldığını rapor etmişlerdir. Bu durum otofertilizasyonun hermafrodit insanlarda da mümkün olabileceğini gösterir. Çünkü insanlar da tavşanlar gibi memeliler grubundandır. Zâten hermafroditlerle ilgili tıbbî literatür verileri insandaki dişi hermafroditlerin bu potansiyele sâhip olduklarını yâni ‘potansiyel otofertil’ olduklarını göstermektedir. Bir spermin kendisiyle aynı batın içinde bulunan bir oositi bulması ve onu döllemesi ise potansiyel olarak  dâima mümkündür. Hz. Meryem’in gebeliği de muhtemelen böyle gerçekleşmiş olmalıdır”. Peki örnek var mı?. Bunun olduğuna dâir insanlık târihinden tek bir örnek verebiliyor musun?. Tabî ki de hayır!. Çünkü teoride “olur” gibi gözüken şeylerin hemen hiç-biri pratikte gerçekleşmez. Zâten modern-bilim “olabilir” üzerine kuruludur ve pratikte hiç gerçekleşmiş bir örnek olmasa bile yine de teoriyi savunmaya devâm eder. Bu yüzden de hiç-bir zaman netliğe ulaşamaz. Hz. Âdem’i saymazsak babasız olarak doğan tek insan sâdece Hz. Îsâ’dır ki onun doğumu hermofraditle falan değil, mûcize ile olmuştur. Îman edenler için bu yeterlidir ve başka bir şeye de ihtiyaç yoktur. Fakat bir türlü iknâ olamayanlar argüman arayıp dururlar ve boş laflarla ve işlerle uğraşıp durmak zorunda kalırlar.

 

İşte bizim, “Kur’ân’ı modern-bilimin nesnesi yapmak ve ona işkence ederek, kafasına-kafasına vurarak konuşturmak” dediğimiz şey budur.

 

Peki Hz. İbrâhim’in karısı Sâra ve Hz. Zekeriyyâ’nın karısı Elizabeth için de bir şeyler uyduracak mısınız?. Çünkü onlar da yaşları ilerlemiş kısır kadınlardı ve hâmile kalmaları mümkün değildi. Fakat normâl yollardan hâmile kaldılar, doğum yaptılar ve çocukları oldu. Hem de o çocuklar peygamber oldu. Gerçi onlar için de uydurursunuz bir şeyler, ne de olsa modern-bilim denilen yüce bir ilahınız var, ondan yardım istersiniz, o da size lâzım olan verileri yâni vahiyleri indirir.

 

Hiç-bir zaman olmamış ve olmayacak bir şeyi delil olarak getirmek ancak modern-bilimi din yapmış ve modernizm karşısında ezik-büzük olmuş kişilerin işidir. Modern-bilime o kadar inanıp güvenmişler ve îman etmişlerdir ki pratikte aslâ gerçekleşmeyecek olan şeyleri bile, “beş para etmez teorilerle” kanıtladıklarını sanırlar ve “gerçek budur” derler. Onları dinleyenler de mal bulmuş mağribi gibi bu boş lafların peşine takılırlar da zihinsel orgazmlar yaşarlar. Fakat bu orgazm meşrû ve helâl yoldan olan bir orgazm-şekli değildir.

 

Modern-bilim ve de teknoloji, “doğruluğu sorgulanamaz” olarak görülüyor. Oysa görece doğrusundan ziyâde yanlışları ve ortaya çıkardığı kötülükler vardır. Günümüzde insanı ve Dünyâ’yı ifsâd eden ve fitne verip huzurları kaçıran şey modern-bilim ve teknolojiden başkası değildir:

 

“İnsanların kendi ellerinin kazandığı dolayısıyla, karada ve denizde fesad ortaya çıktı. Umulur ki, dönerler diye (Allah) yaptıklarının bir kısmını kendilerine tattırmaktadır” (Rûm 41).

 

Bilmek daha doğrusu bilmeye çalışmak yada bildiğini sanmak sınırı ve haddini aştığında îmânı azaltır yada zedeler. Çünkü her-şeyi bilirseniz ve bilmeye kalkarsanız yada her-şeyi felsefeyle yada modern-bilim ile bildiğinizi veyâ bilinebileceğini sanırsanız, geriye îman edecek bir şey kalmaz. Bu “îmansızlaşma”yı ortaya çıkarır ki aklı ve bilgiyi ilahlaştırmış olan modernizmin îmansızlığı ve modern insanın îmânının bitme noktasına gelmesinin nedeni budur.

 

İslâm önünde de sonunda da tek hak ve hâkikat olandır. Bâtıl ise tüm zamanlarda farklı görünüşlerle görünmekte, günümüzde ise “hakkın karşısındaki bâtıl” olarak modern-bilim ve teknoloji olarak gözükmekte ve bâtıl böylece din ile olan çatışmasını sürdürmektedir. Çatışma günümüzde din ile modern-bilim arasında olmaktadır ve “bilim ile din çatışır mı?” sorusunun cevâbı “hak-bâtıl çatışması günümüzde din yâni İslâm ile modern-bilim arasındadır” şeklinde verilir. Şu da var ki, hak geldiğinde bâtıl def olup gider:

 

“De ki: Hak geldi, bâtıl yok oldu. Hiç şüphesiz bâtıl yok olucudur” (İsrâ 81).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Kasım 2023

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »

Dünyevîleşme

 

“Sonra onların arkasından öyle nesiller türedi ki, namaz (kılma duyarlılığın)ı kaybettiler ve şehvetlerine kapılıp-uydular. Böylece bunlar azgınlıklarının cezâsıyla karşılaşacaklardır” (Meryem 59).

 

Dünyevîleşme, “din’den vazgeçip yada din’den kısıp Dünyâ’ya yönelme ve Dünyâ’ya meyletmek” demektir. Dünyevîleşmenin zıddı dindarlaşma yâni “düşüncesinin ve davranışlarının yâni  hayâtının merkezine dîni koymak” demektir. Merkeze dîni değil de Dünyâ’yı koyduğunuzda dünyevîleşmişsiniz demektir.

 

Dünyevîleşme insanlıkla yaşıttır. Şeytan, Hz. Âdem ve Havvâ’yı bile “yok olmayacak bir mülk” ile kandırmıştır da Hz. Âdem ve Havvâ dünyevîleşme meyli göstermişler ve tüm film böyle başlamıştır. Tabi onlar Allah’tan af dileyerek ve kendilerini düzletince Allah da onları affetmiştir.

 

Dünyevîleşme tüm zamanlarda vardı ve zâten dünyevîleşmenin zıddı olan din de temelde dünyevîleşmeyi silmek yada normâlleştirmek için vardır. Fakat dünyevileşme asıl, Dünyâ’nın, maddenin, eşyânın ve maddî ürünlerin insanın gözüne-gözüne sokulduğu modernite ile başlamıştır. Modern insan neredeyse komple dünyevîleşmiş durumdadır ve insanlık târihinde bunun bir örneği daha olmamıştır ve bu derece bir dünyevîleşme görülmemiştir. Öyle ki târih boyunca değer-ölçüsü din iken modernizm ile birlikte Dünyâ olmuş ve bu da dünyevîleşmeyi yâni Dünyâ’yı, maddeyi, eşyâyı, insanı ve aklı merkeze almak tek değer-ölçüsü olarak kabûl görmüştür-görmektedir. Artık her-şey Dünyâ ile ve Dünyâ’ya göre ölçülür olmuştur ki dünyevîleşme denilen şey işte budur.

 

Post-modern zamanlarda dünyevîlik insanlara “damardan” verilmektedir. Bu nedenle hemen etki etmekte ve alışkanlık yapmaktadır. Dünyevîleşme haz, zevk ve keyif verdiği için ve de şeytana ve nefse çok uygun olduğu için insanlar kolayca Dünyâ’ya meylederek dünyevîleşmişlerdir.

 

Dînî merkeze almamanın bir cezâsı olarak Allah insanları dünyevîleşmekle cezâlandırmaktadır. Çünkü dünyevîleşme sünnetullah gereğince bir cezâ olmaya başlamıştır. Çünkü insanı içten-içe kemirmekte ve insanın hem içini hem de dışını mahvetmektedir. Çünkü insan tek-boyutlu bir varlık değildir ve bu nedenle sâdece Dünyâ ile ve dünyevîleşmekle sürekli bir tatmine ulaşması ve ölünce de âhirette rahat edebilmesi mümkün değildir. İnsan bir rûha ve kâlbe de sâhiptir ki bunların da tatmin edilmesi gerekir. Zîrâ insanın iç-âleminin de tatmin edilmesi gerekir ki bu da ancak din ile sağlanabilir. O-hâlde insanın Dünyâ’dan kısıp dîne yönelmesi şarttır ve kaçınılmazdır. Lâkin şeytanın oyunları bitmemekte ve şeytan dünyevîleşmeyi çeşitlendirerek insanları kandırmaya ve oyalamaya devâm etmektedir.

 

Dünyevîleşmenin cezâsı dindarlığın tükenmesi yada tükenme noktasına gelmesidir. Meselâ dünyevîleşmenin bir sonucu olarak paraya kıyarak dünyevî şeylere ve eğlenceye aşırı para harcamak, uhrevî ve mânevî şeylere para harcamaya kıyamamakla sonuçlanır.

 

Dünyevî haz, dinden verilen tâvizlere bağlıdır. Dinden ne kadar tâviz verirseniz, Dünyâ’dan o kadar haz alırsınız ki artık dünyevîleşme sizin için kaçınılmaz olur. Çünkü dünyevîleşme sizde meleke hâline gelir. Dünyevîleşme kendisinde meleke hâline gelen insanların hedefi, hazzı, neşeyi, eğlenceyi ve zevki sürekli ve kesintisiz hâle getirmek olur. Bu da kişiyi, diğer insanları kolayca harcayacak duruma getirir.

 

İmtihan dünyevîleşme yada dindarlaşma noktasındadır. Dünyâ’da dindarlığınızdan yada dünyevîleşmenizden hangisi fazlaysa terâziniz o tarafı yönelir ve hesap ortaya çıkar. Kişinin âhirette ne olacağı biraz da dünyevîleşeme ve dindarlaşmayla kendini gösterir. Aslında dünyevîleşme, imtihanı zorlaştırır. Çünkü dünyevîleşme ne kadar fazlaysa ve ne kadar Dünyâ varsa imtihan ve hesap da o kadar zorlaşır. İmtihanınızı kendiniz seçersiniz. Eğer “Allah’ın sözünü Dünyâ’ya hâkim kılma” yolunda olursanız tüm dünyevî imtihanlarınız önemsizleşir. Fakat bu yolda olmazsanız, önemli-önemsiz bir-çok dünyevî imtihanlarla boğuşur durursunuz.

 

Bir yazıda dünyevîleşme hakkında şunlar söylenir:

 

“Dünyevîleşme, kendini Dünyâ’nın çekiciliğine kaptırma, onun esîri hâline gelme anlamına gelir. Dünyevîleşme, hayâtın merkezine dîni koyarak yaşamanın ve düşünmenin tam tersidir. Dünyevîleşme; kişinin önceliğini Dünyâ değerlerine vermesi, kendisini Dünyânın çekiciliğine kaptırması ve onun esîri konumuna gelmesidir. Dünyevîleşme, aynı-zamanda bir zihniyet meselesidir. İnsan kazanmanın öncesinde zihniyetinde oluşan değişimden dolayı dünyevîleşir, kâlbindeki marazdan dolayı dünyevîleşme yönünde tercihini yapar. Dünyevîleşme, dînî meselelerin gündelik hayattan uzaklaştırılıp öneminin azaltılması, kişinin kendisini Dünyâ’nın câzibesine kaptırıp onun esîri olması mânâsını taşır. Diğer bir ifâde ile dînin, gündelik hayattaki têsirini ve yerini azaltma, sınırlama, yaşadığı hayat-tarzına dîni müdâhale ettirmeme anlamına da gelir. İnsanın ilgisini ve dikkatini yalnız ve yalnız Dünyâ’ya çevirmesi, zevk ve sefâya düşkünlük, rahatın peşinde koşmak da dünyevîleşmenin belirtileridir.

 

Dünyevîleşme, insanın hayat-tarzından düşünme biçimine, varlıkları algılama şeklinden olay ve olgulara bakışına kadar çok çeşitli konularda dînî inanç, değer ve sembôllerin hayâtın dışına itilmesi veyâ kişinin hayâtında dünyevî hedeflerine öncelik göstermesidir. Esas dünyevîleşme, Dünyâ’nın ne için vâr olduğunu, gerçek mâhiyetinin ne olduğunu kavrayamamadır. Çünkü Dünyâ’nın kaybedilmesi âhiretin de kaybedilmesi sonucunu meydana getirir. Dünyevîleşme; toplumun dinden uzaklaşması, inanç ve eylemlerin ilâhî hedefler yerine dünyevî hedeflere yönelmesi olarak da târif edilmektedir.

 

Dünyevîleşme, sekülerleşme ve lâikleşmenin başlangıç evresidir. Tedbir alınmadığı takdirde, daha ileri aşaması olan sekülerleşmeye ve daha da ileri aşaması olan lâikleşmeye doğru yol alacaktır. Müslümanın zihin dünyâsında bir-anlık dalgınlık ve gaflet-hâli olarak ortaya çıkan, Allah’ı ve âhiret gününü unutma ile mala-mülke, makam ve mevkîye olan sevgisinin tutkuya doğru yönelmesi hâlidir. Dünyevîleşme, bizâtihi Allah’ı tanımama, ona karşı istiğnâ, büyüklenme, onu unutma, nîmetlerini ve âyetlerini görmezlikten gelme, yâni nankörlük olarak nitelenebilir bir sapkınlıktır. Dünyevîleşmek, insana, hayâta dâir her-şeye maddî açıdan bakma, ben-merkezli algı ve bunu yaşam-tarzı hâline getirmedir. İslâm’da, dünyevî kavramların içi boşaltılarak içi İslâmî anlamlarla doldurulurken; sekülerizmde ise, İslâmî kavramların içi boşaltılarak içi dünyevî anlamlarla doldurulur”.

 

Büyük dertleri olanlar, küçük maddî-dünyevî dertleri “dert” etmezler. İnsanların “büyük dertler”i olmadığında, küçük dertler büyür gider. Dünyevîleşmek büyük dünyâ dertlerini satın almayı da yanında getirir. Artık tüm dikkat Dünyâ için olur ve tüm çaba Dünyâ dertlerini aşmak için gösterilir.

 

Mü’minler ise din ile Dünyâ’yı dengede tutarlar ki aslında bunun en sağlam yolu dîni bir tık önde tutmaktan geçer. Dîni önde tutunca dünyevîleşmekten uzak kalınmış olunur ve bu da kişiyi dünyâ dertlerinden korur.

 

Basit insanların ana-hedefleri, mü’minlerin vazgeçtiği dünyevî hedeflerdir.

 

Dünyevî yüklerimizden kurtulmadan sırât-ı müstakîm üzre yol alamayız.

 

Dünyevîleşme, dinden uzak insanların onulmaz hastalığıdır. İnsanları dünyevîleşmeden kurtaracak olan şey ya din’dir yada bir parça toprak.

 

“Size verilen her-şey, yalnızca dünyâ-hayâtının metaı ve süsüdür. Allah katında olan ise, daha hayırlı ve daha süreklidir. Yine de akıllanmayacak mısınız?” (Kasas 60):

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Kasım 2023

 

 

 

 

Devamını Oku »

İslâm’ın Yarısıyla İlgilenmek

 

“Yoksa siz, Kitab’ın bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz?. Artık sizden böyle yapanların dünyâ-hayâtındaki cezâsı aşağılık olmaktan başka değildir; kıyâmet gününde de azâbın en şiddetli olanına uğratılacaklardır. Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir” (Bakara 85).

 

İslâm’ın yarısıyla ilgilenmek, her-şeyin yarısıyla ilgilenmek, yarısıyla yetinmek ve diğer yarısını ise göz-ardı etmek demektir. Fakat bu “İslâm ile ilgilenmek” demek değildir.Çünkü İslâm ile gerçekten ilgilenmek, tam bir teslîmiyetle teslim olarak onu Kur’ân ve Sünnet bütünlüğü yâni ilim-amel bütünlüğü ile kabûl etmek ve bu bütünlüğe göre tasavvur etmek, düşünmek, konuşmak, yazmak ve davranmakla olur. İslâm’a tam bir teslîmiyetle teslim olmadığınızda onu teslim almaya kalkarsınız ki tüm zamanlarda olduğu gibi günümüzde de onu teslim almaya kalkan kâfir, müşrik ve münâfıklar vardır.

 

İslâm’ın yarısıyla ilgilenmek “İslâm’ı yarıya indirmek” demek olacağı için, bir problemin çözülmesi noktasında bir şey yapılması söz-konusu bile olmaz-olmamaktadır. Oysa İslâm problemleri çözmeye gelmiştir. Çünkü İslâm sâdece çözümleme yapmayı için değil, çözmeyi de hesâba katar ve bunun için çalışır. İşte İslâm’ın sâdece yarısıyla ilgilenip de sâdece çözümleme noktasında olanlarda çözmek düşüncesi ve niyeti olmadığı için İslâm’ı masa-başına, dört duvar arasına, fil-dişi kulelere, zihinlere, beyinlere, vicdanlara, kâlplere vs. hapsederler ve okurlar, yazarlar ve konuşup dururlar. Fakat buların hiç-biri bir yaraya gerçek anlamda merhem olmaz da Dünyâ o bildiğiniz küfür, şirk ve zulüm diyârı olmaya devâm eder. 

 

Herkes İslâm’ın bir yarısıyla ilgileniyor ve diğer yarısını es geçiyor. Kimisi biliyor ama yapmıyor, kimisi ise yapıyor ama bilmiyor. Böylece ilim-amel bütünlüğü oluşmuyor. Bu durum zamanla herkesin, İslâm’ın sâdece bir parçasıyla ilgilenmesi olarak yerleşmeye başlıyor ve İslâm’ın bütünlüğü kaybolmuş oluyor. Bu durum Kur’ân’ı bütünlüğü ile okumamaya ve konuşamamaya sebep oluyor. Artık ne gerçek anlamda bir çözümlemeden ne de bir çözümden bahsedilemiyor. Çünkü İslâm’ın sâdece bir yarısıyla ilgilenmek müslümanları parça-parça ediyor ve onların güçsüzleşmesine neden oluyor:

 

Kendi dinlerini fırkalara ayırmış ve kendileri de parça-parça olmuşlardır; ki her grup kendi elindekiyle övünüp sevinç duymaktadır” (Rum 32). Artık zilletten kurtulmak ve birilerinin güdümünde olmak kaçınılmaz oluyor. Bu durum müslümanların iflâhını kesiyor: “Allah’a ve Resûlü’ne itaat edin ve çekişip bir-birinize düşmeyin, yoksa çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz gider. Sabredin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle berâberdir” (Enfâl 46).

 

Yarım olan bir şeyin kendisi sorunlu olacağı için ondan bir problemi çözmesi beklenemez. Tüm yarımlar bir-araya gelse de parça-parça oldukları için bir irâde ortaya koyamazlar-koyamıyorlar. Bu rezilliğin sürmesine neden oluyor. 

 

Tüm bunlar; yarım îman, yarım müslümanlık ve İslâm ile ucundan-kıyısından ilgilenmek yüzündendir. Oysa İslâm demek bütünlük ve teslîmiyet demektir. İslâm’a ya tam teslim olursunuz, yada mecbûren münâfık olmuş olursunuz.

 

İslâm’ın tamâmıyla ilgilenmek demek ise, Kur’ân ve Sünnet bütünlüğü, ilim ve amel bütünlüğü, iç-âlem ve dış-âlem bütünlüğü ve hayâtın bu bütünlükle inşâsı demektir. Yoksa sâdece iç-âleme yönelmekle, sâdece ilme yönelmekle ve sâdece Kur’ân ile yada sâdece dış-âleme yönelmekle, sâdece amel etmekle ve sâdece Sünnet ile  ilgilenmek, İslâm’ın sâdece yarısıyla yada bir kısmı ile ilgilenmek demektir. Fakat “İslâm ile ilgilenmek” demek değildir. 

 

Günümüzdeki cemaatler, “yarı-İslâmî” topluluklardır. Zîrâ İslâm’ın sâdece yarısıyla ilgilenmekteler ve diğer yarısını ise hiç hesâba katmamaktadırlar. Fakat yarı-müslümanlık diye bir şey yoktur, olamaz. Olsa da bir işe yaramaz ve kişi ne kendisini ne de bir başkasını maddî ve mânevî anlamda kurtaramaz.

 

“Îman ettim” demek; Allah’a, âhirete, gayba, meleklere, vahye, peygamberlere ve dîni olana îmân ettikten başka, İslâm’ın-Kur’ân’ın sosyâl, kültürel, ekonomik, âilevî, kânûnî, hukûkî, askerî, siyâsî vs. tüm alanlarına yönelik emir ve yasaklarına ve Allah’ın sözünü hem iç-âlemde hem de dış-âlemde hâkim kılınacağına bilinçli bir şekilde îman etmektir. Yoksa sâdece “îman ettim” demekle iş bitmez ve İslâm da bu kişileri değiştirmez. İnsanlar değişmeyince Dünyâ da değişmez. Bir değişim olmayınca da hiç-bir kötülük, çirkinlik, yanlış, adâletsizlik, haksızlık, ahlâksızlık, küfür, şirk ve zulüm bitmez. Çünkü İslâm sâdece kuru bilgi ve mâlûmat, kâlplerin inkişâfı, iç-âlemlerin neşesi, beyin fırtınası vs. için olan bir din değildir. İslâm’ın farkı, iç-âlemlerin inşâsından sonra dış-âlemi de bir nizâma sokmak ve İslâm’I hayâta hâkim kılmaktır.

 

İslâm’ın sâdece yarısıyla ilgilenen ve diğer yarısını göz-ardı eden modern müslümanlar umutsuz bir hâle gelmişlerdir. İslâm’ın sosyâl, kültürel, ekonomik, âilevî, siyâsî, askerî, hukûkî, kânûnî yönlerini hem bilmedikleri hem de Allah’a, âhirete ve dîne sağlam bir bağlılıklıkla bağlı olmadıkları için dîne-İslâm’a yeterince ve hakkıyla güven duymamakta ve umut bağlamamaktadırlar. Böyle olduğu içindir ki; “al abdestini, kıl namazını, tut orucunu, oku Kur’ân’ını, kimsenin işine karışma” sözünü sloganlaştırmaktadırlar.

 

İslâm ilim ve amel dînidir ki sâdece İslâm ilim-amel yada Kur’ân-Sünnet bütünlüğüne sâhiptir. Zîrâ İslâm iç-âlemlere hâkim olduktan sonra dış-âleme de hâkim olmak ister. Aksi-takdirde Allah, sâdece göklerin Rabbi olmuş olur ki Allah zinhar bundan râzı olmaz. Çünkü Allah ilahlığını hiç kimseyle paylaşmaz. Bu nedenle de Kendisine ortak koşmak demek olan şirki “affedilmeyecek tek günah” olarak ortaya koyar. Bir din, inanç, düşünüş ve felsefe “basit ve uygulanabilir” değilse, “hak” değildir, “Hak’tan” gelmemiştir, Hak’ka da götürmez. İnsanı yarı-yolda bırakır ve bağlıları da İslâm’ın ancak yarısıyla ilgilenir hâle gelir. İslâm’ın yarısıyla ilgilenenlerin bâriz vasıfları. Amel-eylemden kopuk olmalarıdır. O-hâlde İslâm’ın bütünüyle ilgilenmek demek, onu bütünüyle uygulamak yada bunun için çalışmak demektir ve bu yapıldığında ancak, İslâm görünür olur ve işe yarar hâle gelir. 

 

En güzel amel, “yarım bırakılmayan amel”dir. Bir şeyi yarım bırakmak, “o şeyi hiç yapmamak” gibidir.

 

Allah ve âhiret olmadığında ahlâk yarım kalır ve ona artık ahlâk yerine “etik” denmeye başlanır. Ahlak Dünyâ’da işlevsel olacağına göre, oturulup durulan ve Dünyâ ile ilgilenmeyen müslümanların ahlâkı da yarım olur. Yarım ahlâk elbette sorunlu bir ahlâktır. Bu nedenle yarım ahlâklı olanların ahlâkı merkeze almalarının hiç-bir anlamı ve meşrûiyeti olmaz.

 

İslâm, îman ve teslîmiyet %100 olur. %50 İslâm, îman ve teslîmiyet olmaz. Bir de “tevhid” vardır ki, ya %100 olur, yada %0. Tevhid yâni “şirksizlik”, yarım-yamalak olacak şey değildir. Tevhid %100 olmadığında Allah’ın yardımının ulaşması söz-konusu bile olmadığı gibi, azâbı her yönden kuşatır bizi:

 

“İnsanlardan kimi, Allah’a bir ucundan ibâdet eder, eğer kendisine bir hayır dokunursa, bununla tatmin bulur ve eğer kendisine bir fitne isâbet edecek olursa yüzü-üstü dönüverir. O, Dünyâ’yı kaybetmiştir, âhireti de. İşte bu, apaçık bir kayıptır” (Hac 11).

 

İslâm’ın yarısıyla ilgilenenler, imtihanın da yarıyla muhâtap olmak isterler. Bu nedenle de amel-eylemden kopuk olarak sâdece îman etmenin yeterli olacağını söyler durular. Oysa Kur’ân’ın beyânı çok açıktır:

 

“İnsanlar, (sâdece) ‘îman ettik’ (ve müslüman olduk) diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebût 2).

 

Bir devletin “adâlet devleti” olması için, “İslâm Devleti” olması şarttır. “Yarı-adâlet”, “adâlet” değildir. Tam adâlet ise ancak İslâm bütünlüğü şişe olabilir. İslâm’ın yarısını es geçerek adâletin tam olarak sağlanabilmesi mümkün değildir. 

 

İnsanlar ikiye yarılır. 1-Îtibârını “hak”tan alanlar. 2-Îtibârını “halk”tan alanlar. Modernitenin ortaya koyduğu ideolojilerin tamâmı, îtibârı halktan almayı öne çıkarıyor ve “îtibârı haktan almayı” önemsemiyor

 

İslâm’ın tamamlanması ve bütünüyle ilgilenilmesi ilim-amel bütünüyle olur. Sâdece ilim yada sâdece amel yarım ve akim kalır da bir sorunu çözemez ve bir soruya bile iknâ edici bir cevap veremez.

 

Geleneksel hurâfelerle fazla oyalanıp da modern hurâfeleri söz-konusu etmeyenler de İslâm’ın yarısıyla ilgileniyorlar demektir. İslâm Allahsız moderniteyi alkışlayan ve onaylayan bir din değildir ki modernitenin hurâfelerini eleştirmekten uzak durulsun. Geleneğin uçan-kaçan hurâfeleri “hurâfe” olduğu gibi, modernitenin, çocukları hurâfe bataklığına düşüren süpermen, tarzan, sihirli annem, selena vs. gibi hurâfeleri de “hurâfe”dir. Hattâ insanlık târihinin en çok yayılmış olan hurâfesi cep-telefonudur. Modern hurâfeler böyle olur ve cep telefonu hakkında bir eleştiri yazan nerdeyse yoktur.

 

Modern eğitim sistemi de modern hurâfelere dokunmuyor ve onlardan söz etmiyor. Modern ideolojik hurâfelerle çocukların beyinlerini kemiriyor. Onlara ömür-boyu tapacakları putları cici-bici gösteriyor. İslâm’ın sâdece yarısıyla ilgilenenler bunlara bir eleştiri ve îtirâz getirmeyince doğal olarak modern hurâfeleri meşrûlaştırmış oluyorlar. Geleneksel hurâfeleri konuşa-konuşa bitiremeyen ilâhiyatçı akademisyenlerin modern hurâfelere bir laf ettiklerini bile göremezsiniz. Çünkü onlar İslâm’ın sâdece yarısıyla ilgilendikleri için bir ferâsete ve cesârete sâhip olmadıklarından dolayı ve de sisteme tam da göbeklerinden bağlı oldukları için böyle bir şey yapmayı düşünemiyorlar bile.   Zâten “sistem” tarafından yetiştirilmişlerdir, bağımsız değildirler ve sisteme de çok bağlı ve bağımlıdırlar. Sistem neyi eleştirmeye izin veriyorsa onu eleştirebiliyorlar.

 

Bu yüzden: “Size ne oluyor da, Allah yolunda ve o ezilen erkekler, kadınlar ve yavrular uğrunda savaşmıyorsunuz?. Baksanıza: ‘Ey bizim Rabbimiz!, bizleri zâlim olan bu memleketten kurtar, bize bir yiğit, bir bahâdır gönder’ diye yalvarıp duruyorlar” (Nîsâ 75) âyetini gündemlerine bile alamıyorlar da yapılan zulümler karşısında sus-pus oluyorlar. .

 

Evet; İslâm’ın sâdece bir yarısıyla ilgilenmek ve diğer yarısını es geçerek göz-ardı etmek, Allah’ın bir dediğine inanıp, bir dediğini göz-ardı etmektir. İslâm’ın sâdece bir yarısıyla ilgilenmek “inanmak ama yapmamak”tır.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Kasım 2023

 

Devamını Oku »

16 Kasım 2023 Perşembe

Şefaat Üzerine

 

“Biz yalnızca Sana ibâdet eder ve yalnızca Sen’den yardım dileriz” (Fâtiha 5).

 

Şefaat: “Biri için aracılık etme” anlamındadır. 

 

Ehl-i Sünnet, şefaatin tanımını şöyle yapar: “Bir kimsenin suçunu affettirmek ve kendisinden cezâyı kaldırmak için, o kişi hakkında Allah’a yapılan duâ ve niyaz”.

 

Şefaat: “Çift yapma, bir şeyi ikileme veyâ çiftleme” demektir. Bu ise, -aynen Dünyâ’da olduğu gibi- “hatırlı birinin araya girerek suçlu-günahkâr bir kişinin suçunu-günahını affettirme ve cezâdan kurtarma” demek değildir. Tam-aksine,”iyi işler yapmış birine artı bir ödül (çift ödül) vermek” ve “ödülü çoğaltmak” demektir. İslâm’da şefaat diye bir şey elbette vardır. Fakat çoğu kişinin sandığı gibi, cehennemi hak etmiş olan kişinin, Allah katında hatırı olan bir kişi tarafından “cehennemden çıkarılıp cennete sokulması” yada “bunun için Allah’a niyazda” bulunma demek değildir. Aslında şefaat, Dünyâ’da zâten “Allah’ın rızâsı doğrultusunda yaşamış ve cenneti hak etmiş olan bir kişinin derecesinin yükseltildiğini müjdeleme işi”dir ki bu ödülü sâdece Allah belirler ama bu müjdeyi vermeyi melekler, peygamberler yada Allah’ın izin verdikleri kişiler yapar. Yoksa “Dünyâ’da cehennemi hak edecek şekilde yaşamış ve âhirette cezâsı belirlenip ve kesilip kalemi kırılmış olan bir kişiye, hatırı yüksek(!) birinin torpil yaparak günahkâr bir kişinin cezâsını affettirmesi ve cehenneme girmekten kurtarıp cennete girmesini sağlaması” falan değildir. Şefaat, uydurma hadiste söylendiği gibi; “benim şefaatim büyük günah işleyenler içindir” sözünde olduğu gibi günahkâr, kâfir, müşrik ve zâlimler için değil, cenneti hak etmiş olan mü’minler  içindir. Hattâ şefaat, sanıldığının tam-aksine, büyük günah işleyenler için değil, büyük günahlardan uzak durduğu için küçük günahları da affedilmiş olanlar içindir ki Kur’ân bu konuda şöyle der: “Size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin kusurlarınızı örteriz ve sizi ‘onurlu-üstün’ bir makâma sokarız” (Nîsâ 31).

 

Kulluğu kime yapıyorsanız, yardımı ve şefaati de ondan beklersiniz. Mü’minler, Fâtiha 5. âyette de söylendiği gibi kulluğu “sâdece Allah’a” yaptıkları için, yardımı da “sâdece Allah’tan” ister ve beklerler ki âhirette de şefaati Allah’tan bekleyeceklerdir. Zâten O’ndan başka şefaat edecek de yoktur ki Kur’ân boyunca söylenen de budur.

 

Şefaat istemek günahkârlara yakışır. Ağır bir suçu var ki şefaat istiyor. Dünyâ’da Allah’ın emir ve yasaklarına aykırı bir yaşam yaşadığı, şirke, küfre ve zulme düştüğü ve o şekilde öldüğü yâni İslâm’a aykırı bir yaşamı sonucunda terâzisi cehennemi gösterdiği için câhilce şefaat istiyor ve bir torpil yâni ayrıcalık bekliyor. Bunun için de Allah’ın adâletten şaşmayacağını bilmediğinden dolayı “rahmet çok üstündür” diye günahlarının affedilmesini istiyor ve bekliyor. İyi de bu, Dünyâ-hayâtını ve imtihanı boşa çıkarmak demek olmuyor mu?. Herkesin bir şefaatçisi olacaksa ve onu cehennemden kurtaracak ve cennete sokacaksa o zaman biz niçin imtihan Dünyâ’sında yaşadık ve bu nedenle çabaladık durduk?.

 

Şefaat vardır fakat şefaat edenler sâdece hakkı ve hakîkati söyleyeceklerdir, yoksa birilerine torpil yapacak değillerdir ki zâten buna güçleri de yetmez, izinleri de yoktur. Şu iyi bilinsin ki, şefaat “torpil” demek değildir. Hak ve hakîkat neyse odur, adâlet neyi gerektiriyorsa o yapılacaktır ve bunu kimse değiştiremez:

 

“O’nun katında izin verdiğinin dışında (hiç kimsenin) şefaati yarar sağlamaz. En sonunda kâlplerinden korku giderilince (birbirlerine:) ‘Rabbiniz ne buyurdu?’ derler, ‘Hak olanı’ derler. O, çok yücedir, çok büyüktür” (Sebe’ 23).

 

Allah’tan başka şefaat yetkisi olan kimse olmadığı gibi, O’ndan başka şefaate güç yetirebilecek kimse de yoktur:

 

“Yoksa Allah’tan başka şefaat ediciler mi edindiler?. De ki: ‘Ya onlar, hiç-bir şeye mâlik değillerse ve akıl da erdiremiyorlarsa?’. De ki: Şefaatin tümü Allah’ındır. Göklerin ve yerin mülkü O’nundur. Sonra O’na döndürüleceksiniz” (Zümer 43-44).

 

Şefaat sâdece hakkı söylemek ve hakka şâhitlik yapmak demektir:

 

“O’nun dışında taptıkları şefaatte bulunmaya mâlik değildirler; ancak kendileri bilerek hakka şâhidlik edenler başka” (Zuhrûf 86).

 

Kur’ân boyunca söylenen şey, “Allah’tan başka hiç kimsenin şefaate mâlik olmadığı”dır. Şefaat bekleyenler, kıyâmet günü geldiğinde, ortalıkta şefaat edeceğini umdukları hiç kimseyi göremeyecekler ve bu yüzden de büyük bir umutsuzluğa düşerek yıkılacaklardır:

 

“Kıyâmet-saatinin kopacağı gün, suçlu-günahkârlar umutsuzca yıkılırlar. (Allah’a eş koştukları) ortaklarından kendilerine şefaatçi olan yoktur; onlar, ortak koştuklarını inkâr edecekler” (Rûm 12-13).

 

Bu âyetlerle birlikte bir-çok âyette Allah’tan başka dost ve yardımcı olmadığını, Kendisinin ortağı bulunmadığını, mülkün tümüyle kendisine âit olduğunu ve Dünyâ’nın da âhiretin de sâhibi ve hâkimi olduğunu bunca âyette açıklamasına rağmen, insanların hâlâ Allah’tan başkasından şefaat beklemesi kadar saçma bir anlayış olamaz. Kur’ân’a bakın, okuyun ve düşünün, göreceksiniz ki şefaatçi edinmek Allah’a ortak edinmekle aynı şeydir. Bu anlayışın sâhibini Allah bağışlar mı?.

 

Allah’ın, şefaat etmeye izin verdikleri kişiler birilerine torpil falan yapacak değildirler, onlar ancak Allah’ın hak sözünü ve adâletini iletecekler sâdece, bu da sâdece mü’minlere fayda verecektir, günahkârlara değil:

 

“O gün, Rahmânın kendisine izin verdiği ve sözünden hoşnut olduğu kimseden başkasının şefaati bir yarar sağlamaz” (Tâ-hâ 109).

 

“Kim de bir mü’min olarak, sâlih olan amellerde bulunursa, artık o, ne zulümden korksun, ne hakkının eksik tutulmasından” (Tâ-hâ 112).

 

Şefaat bekleyenler, beklenilen anlamda bir şefaatin ve şefaatçinin olmadığını anladıklarında şöyle konuşacaklar:

 

“Orada birbirleriyle çekişip tartışarak derler ki: ‘Andolsun Allah’a, biz gerçekten apaçık bir sapıklık içindeymişiz, çünkü sizi (yalancı olanları) âlemlerin Rabbiyle eşit tutuyorduk. Bizi suçlu-günahkârlardan başka saptıran olmadı. Artık bizim için ne bir şefaatçi var, ne de candan-yakın bir dost’. Bizim bir kere daha (Dünyâ’ya dönüşümüz mümkün) olsaydı da îman edenlerden olabilseydik” (Şuârâ 96-102).

 

Hiç kimsenin şefaati Allah’ın kararının ötesine geçemez yada aksi olamaz:

 

“Ben, O’ndan başka ilahlar edînir miyim ki, Rahmân (olan Allah), bana bir zarar dileyecek olsa, ne onların şefaati bana bir şeyle yarar sağlar, ne de onlar beni kurtarabilirler” (Yâsîn 23).

 

Şefaate etmenin ve şefaat edilmenin şartları vardır. Önüne gelene şefaat edilmeyecektir:

 

“Rahmânın katında ahid almışların dışında (onlar) şefaate mâlik olmayacaklardır” (Meryem 87).

 

“Dinlerini bir oyun ve eğlence (konusu) edinenleri ve dünyâ-hayâtı kendilerini mağrur kılanları bırak. Onunla (Kur’ân’la) hatırlat ki, bir nefis, kendi kazandıklarıyla helâke düşmesin; (böylesinin) Allah’tan başka ne bir velîsi, ne bir şefaatçisi vardır; her türlü fidyeyi verse de kabûl olunmaz. İşte onlar, kazandıkları nedeniyle helâke uğrayanlardır; küfre saptıklarından dolayı onlar için çılgınca kaynar sular ve acıklı bir azap vardır” (En-âm 70).

 

Herkes şefaat umuyor, özellikle günahkarlâr Allah’ın emri doğrultusunda yaşamaya değil de şefaate güveniyor. Hâlbuki günahkârlar şefaatin “ş”sini bile göremeyeceklerdir:  

 

“Onlar cennetlerdedirler; birbirlerine sorarlar. Suçlu-günahkârları; ‘Sizi şu cehenneme sürükleyip-iten nedir?’. Onlar: ‘Biz namaz kılanlardan değildik’ dediler. ‘Yoksula  yedirmezdik. (Bâtıla ve tutkulara) dalıp gidenlerle biz de dalar giderdik. Din (hesap ve cezâ) gününü yalan sayıyorduk. Sonunda yakîn (kesin bir gerçek olan ölüm) gelip bize çattı’. Artık, şefaat edenlerin şefaati onlara bir yarar sağlamaz” (Müddesir 40-48). Yâni artık onlar için hiç-bir umut yoktur. Yaptıklarının ve şeytân-merkezli yaşamlarının cezâsını çekeceklerdir.

 

Bırakın -sözde- hatırı sayılır zannedilen kişileri ve saf temiz insanları, âhirette meleklerin bile şefaati yarar sağlamayacaktır:

 

“Göklerde nice melekler vardır ki, onların şefaatleri hiç-bir şeyle yarar sağlamaz; ancak Allah’ın dileyip râzı olduğu kimseye izin verdikten sonra başka” (Necm 26).

 

Kur’ân’ı kafalarına göre yorumlayanlar ve “ne de olsa iyi şeyler yapmaya çalışıyoruz” diyenler de orada şefaat bulamayacakları için pişmanlıklar yaşayacaklardır:

 

“Andolsun, biz onlara bir Kitap getirdik; îman edecek bir topluluğa bir hidâyet ve bir rahmet olmak üzere bir bilgiye dayanarak onu çeşitli biçimlerde açıkladık. Onun te’vilinden başkasına bakmazlar mı?. Onun te’vilinin geleceği gün, daha önce onu unutanlar, diyecekler ki: ‘Gerçekten Rabbimizin elçileri bize hakkı getirmişlerdi. Şimdi bize şefaat edecek şefaatçiler var mıdır?. Veyâ geri çevrilsek de işlediklerimizden başkasını yapsak’. Gerçek şu ki onlar, kendilerini hüsrâna uğratmışlardır, uydurmakta oldukları şeyler de kendilerinden uzaklaşıp kaybolmuşlardır” (A’raf 52-53).

 

Âhirette tüm yönetim ve karar vermek mutlak anlamda Allah’ın elindedir. Bu nedenle de O’ndan başka yardım beklenecek ve şefaat umulacak kimse yoktur:

 

“Allah; gökleri, yeri ve ikisi arasında olanları altı günde yarattı, sonra arşa istivâ etti. Sizin O’nun dışında bir yardımcınız ve şefaatçiniz yoktur. Yine de öğüt alıp-düşünmeyecek misiniz?” (Secde 4).

 

Şefaat sâdece âhirete has bir şey de değildir. Allah seçtiği peygamberlerine, şartları yerine getirdiklerinde daha Dünyâ’da iken şu müjdeyi ve şefaati verir:

 

“İçlerinden bir adama: İnsanları uyar ve îman edenlere, muhakkak kendileri için Rableri katında ‘gerçek bir makam’ olduğunu müjde ver diye vahyetmemiz insanlara şaşırtıcı mı geldi?. İnkâr edenler: “Gerçekten bu, açıkça bir büyücüdür’ dediler. Şüphesiz sizin Rabbiniz, altı günde gökleri ve yeri yaratan, sonra arşa istivâ eden, işleri evirip-çeviren Allah’tır. Onun izni olmadıktan sonra, hiç kimse şefaatçi olamaz. İşte Rabbiniz olan Allah budur, öyleyse O’na kulluk edin. Yine de öğüt alıp düşünmeyecek misiniz?” (Yûnus 2-3).

 

Şefaat beklentileri genelde körü-körünedir:

 

“Allah’a karşı yalan uydurup iftirâ düzenden ve O’nun âyetlerini yalanlayandan daha zâlim kimdir?. Şüphesiz O, suçlu-günahkârları kurtuluşa erdirmez. Allah’ı bırakıp kendilerine zarar vermeyecek ve yararları dokunmayacak şeylere kulluk ederler ve: ‘Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir’ derler. De ki: ‘Siz, Allah’a, göklerde ve yerde bilmediği bir şey mi haber veriyorsunuz?!. O, sizin şirk koştuklarınızdan uzak ve yücedir” (Yûnus 17-18).

 

Âhirette kendilerinden şefaat beklenilenler ortalıkta gözükmeyecektir:

 

“Andolsun, sizi ilk defâ yarattığımız gibi (bugün de) teker-teker, yapayalnız ve yalın (bir tarzda) bize geldîniz ve size lûtfettiklerimizi arkanızda bıraktınız. İçinizden, gerçekten ortaklar olduklarını sandığınız şefaatçilerinizi şimdi yanınızda görmüyoruz. Andolsun, aranızdaki (bağlar) parçalanıp-koparılmıştır ve haklarında zanlar besledikleriniz sizlerden uzaklaşmıştır” (En-âm 94).

 

Kur’ân’da, âhirette veli ve şefaatçi bekleyenlere çok net ve korkutucu uyarılar yapılır:

 

“Rablerine (götürülüp) toplanacaklarından korkanları onunla (Kur’ân’la) uyarıp-korkut; onların ondan başka ne velîleri vardır ne şefaatçileri. Umulur ki korkup-sakınırlar” (En-âm 51).

 

Ancak, kendisinden Dünyâ’da hoşnut ve râzı olunanlar şefaat hakkı kazanacak ve ancak Allah’ın râzı olduğu haşyet sâhibi kişilere şefaat edilecektir ki bu da “cennetle müjdelenmek” demektir:

 

“O, önlerindekini ve arkalarındakini bilir; onlar şefaat etmezler (kendisinden) hoşnut olunandan başka. Ve onlar, O’nun haşmetinden içleri titremekte olanlardır” (Enbiyâ 28).

 

Âhirette, Dünyâ’da yaptıklarınızın karşılığını göreceksiniz, bu nedenle birilerinin size şefaat ederek torpil yapacağını boşu-boşuna beklemeyin:

 

“Bugün her bir nefis, kendi kazandığıyla karşılık görür. Bugün zulüm yoktur. Şüphesiz Allah, hesâbı serî görendir. Onları, yaklaşmakta olan güne karşı uyar; o zaman yürekler gırtlaklara dayanır, yutkunur dururlar. Zâlimler için ne koruyucu bir dost, ne sözü yerine getirebilir bir şefaatçi vardır” (Mü’min 17-18).

 

O-hâlde iyisi mi, şimdiden:

 

“Hiç kimsenin hiç kimse adına bir şey ödeyemeyeceği, hiç kimseden fidye alınmayacağı ve hiç kimsenin şefaatinin kabûl edilmeyeceği ve yardım görülmeyeceği bir günden sakının” (Bakara 123).

 

“Ey îman edenler!, hiç-bir alış-verişin, hiç-bir dostluğun ve hiç-bir şefaatin olmadığı gün gelmezden evvel, size rızık olarak verdiklerimizden infâk edin. Kâfirler... Onlar zulmedenlerdir. Allah... O’ndan başka ilah yoktur. Diridir, kâimdir. O’nu uyuklama ve uyku tutmaz. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. İzni olmaksızın O’nun katında şefaatte bulunacak kimdir?. O, önlerindekini ve arkalarındakini bilir. (Onlar ise) dilediği kadarının dışında, O’nun ilminden hiç-bir şeyi kavrayıp-kuşatamazlar. O’nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kaplayıp-kuşatmıştır. Onların korunması O’na güç gelmez. O, pek yücedir, pek büyüktür” (Bakara 254-255).

 

Allah insanlar içinden seçtiği peygamberler ve onlara indirdiği vahiyler ile bizi uyarmıştır ve daha Dünyâ’da iken bize şefaat ve müjde vererek zımnen şöyle der: “Eğer vahiy-merkezli yaşarsanız hem Dünyâ’da hem de âhirette iyiliğe erersiniz ki Allah âhirette size şefaat eder ve ödülünüzü katlar; fakat vahiy-merkezli değil de şeytan-merkezli yaşarsanız, o zaman da cezâya mâruz kalırsınız da pişmân olanlardan olursunuz”.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Kasım 2023

 

 

Devamını Oku »