16 Kasım 2023 Perşembe

Şefaat Üzerine

 

“Biz yalnızca Sana ibâdet eder ve yalnızca Sen’den yardım dileriz” (Fâtiha 5).

 

Şefaat: “Biri için aracılık etme” anlamındadır. 

 

Ehl-i Sünnet, şefaatin tanımını şöyle yapar: “Bir kimsenin suçunu affettirmek ve kendisinden cezâyı kaldırmak için, o kişi hakkında Allah’a yapılan duâ ve niyaz”.

 

Şefaat: “Çift yapma, bir şeyi ikileme veyâ çiftleme” demektir. Bu ise, -aynen Dünyâ’da olduğu gibi- “hatırlı birinin araya girerek suçlu-günahkâr bir kişinin suçunu-günahını affettirme ve cezâdan kurtarma” demek değildir. Tam-aksine,”iyi işler yapmış birine artı bir ödül (çift ödül) vermek” ve “ödülü çoğaltmak” demektir. İslâm’da şefaat diye bir şey elbette vardır. Fakat çoğu kişinin sandığı gibi, cehennemi hak etmiş olan kişinin, Allah katında hatırı olan bir kişi tarafından “cehennemden çıkarılıp cennete sokulması” yada “bunun için Allah’a niyazda” bulunma demek değildir. Aslında şefaat, Dünyâ’da zâten “Allah’ın rızâsı doğrultusunda yaşamış ve cenneti hak etmiş olan bir kişinin derecesinin yükseltildiğini müjdeleme işi”dir ki bu ödülü sâdece Allah belirler ama bu müjdeyi vermeyi melekler, peygamberler yada Allah’ın izin verdikleri kişiler yapar. Yoksa “Dünyâ’da cehennemi hak edecek şekilde yaşamış ve âhirette cezâsı belirlenip ve kesilip kalemi kırılmış olan bir kişiye, hatırı yüksek(!) birinin torpil yaparak günahkâr bir kişinin cezâsını affettirmesi ve cehenneme girmekten kurtarıp cennete girmesini sağlaması” falan değildir. Şefaat, uydurma hadiste söylendiği gibi; “benim şefaatim büyük günah işleyenler içindir” sözünde olduğu gibi günahkâr, kâfir, müşrik ve zâlimler için değil, cenneti hak etmiş olan mü’minler  içindir. Hattâ şefaat, sanıldığının tam-aksine, büyük günah işleyenler için değil, büyük günahlardan uzak durduğu için küçük günahları da affedilmiş olanlar içindir ki Kur’ân bu konuda şöyle der: “Size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin kusurlarınızı örteriz ve sizi ‘onurlu-üstün’ bir makâma sokarız” (Nîsâ 31).

 

Kulluğu kime yapıyorsanız, yardımı ve şefaati de ondan beklersiniz. Mü’minler, Fâtiha 5. âyette de söylendiği gibi kulluğu “sâdece Allah’a” yaptıkları için, yardımı da “sâdece Allah’tan” ister ve beklerler ki âhirette de şefaati Allah’tan bekleyeceklerdir. Zâten O’ndan başka şefaat edecek de yoktur ki Kur’ân boyunca söylenen de budur.

 

Şefaat istemek günahkârlara yakışır. Ağır bir suçu var ki şefaat istiyor. Dünyâ’da Allah’ın emir ve yasaklarına aykırı bir yaşam yaşadığı, şirke, küfre ve zulme düştüğü ve o şekilde öldüğü yâni İslâm’a aykırı bir yaşamı sonucunda terâzisi cehennemi gösterdiği için câhilce şefaat istiyor ve bir torpil yâni ayrıcalık bekliyor. Bunun için de Allah’ın adâletten şaşmayacağını bilmediğinden dolayı “rahmet çok üstündür” diye günahlarının affedilmesini istiyor ve bekliyor. İyi de bu, Dünyâ-hayâtını ve imtihanı boşa çıkarmak demek olmuyor mu?. Herkesin bir şefaatçisi olacaksa ve onu cehennemden kurtaracak ve cennete sokacaksa o zaman biz niçin imtihan Dünyâ’sında yaşadık ve bu nedenle çabaladık durduk?.

 

Şefaat vardır fakat şefaat edenler sâdece hakkı ve hakîkati söyleyeceklerdir, yoksa birilerine torpil yapacak değillerdir ki zâten buna güçleri de yetmez, izinleri de yoktur. Şu iyi bilinsin ki, şefaat “torpil” demek değildir. Hak ve hakîkat neyse odur, adâlet neyi gerektiriyorsa o yapılacaktır ve bunu kimse değiştiremez:

 

“O’nun katında izin verdiğinin dışında (hiç kimsenin) şefaati yarar sağlamaz. En sonunda kâlplerinden korku giderilince (birbirlerine:) ‘Rabbiniz ne buyurdu?’ derler, ‘Hak olanı’ derler. O, çok yücedir, çok büyüktür” (Sebe’ 23).

 

Allah’tan başka şefaat yetkisi olan kimse olmadığı gibi, O’ndan başka şefaate güç yetirebilecek kimse de yoktur:

 

“Yoksa Allah’tan başka şefaat ediciler mi edindiler?. De ki: ‘Ya onlar, hiç-bir şeye mâlik değillerse ve akıl da erdiremiyorlarsa?’. De ki: Şefaatin tümü Allah’ındır. Göklerin ve yerin mülkü O’nundur. Sonra O’na döndürüleceksiniz” (Zümer 43-44).

 

Şefaat sâdece hakkı söylemek ve hakka şâhitlik yapmak demektir:

 

“O’nun dışında taptıkları şefaatte bulunmaya mâlik değildirler; ancak kendileri bilerek hakka şâhidlik edenler başka” (Zuhrûf 86).

 

Kur’ân boyunca söylenen şey, “Allah’tan başka hiç kimsenin şefaate mâlik olmadığı”dır. Şefaat bekleyenler, kıyâmet günü geldiğinde, ortalıkta şefaat edeceğini umdukları hiç kimseyi göremeyecekler ve bu yüzden de büyük bir umutsuzluğa düşerek yıkılacaklardır:

 

“Kıyâmet-saatinin kopacağı gün, suçlu-günahkârlar umutsuzca yıkılırlar. (Allah’a eş koştukları) ortaklarından kendilerine şefaatçi olan yoktur; onlar, ortak koştuklarını inkâr edecekler” (Rûm 12-13).

 

Bu âyetlerle birlikte bir-çok âyette Allah’tan başka dost ve yardımcı olmadığını, Kendisinin ortağı bulunmadığını, mülkün tümüyle kendisine âit olduğunu ve Dünyâ’nın da âhiretin de sâhibi ve hâkimi olduğunu bunca âyette açıklamasına rağmen, insanların hâlâ Allah’tan başkasından şefaat beklemesi kadar saçma bir anlayış olamaz. Kur’ân’a bakın, okuyun ve düşünün, göreceksiniz ki şefaatçi edinmek Allah’a ortak edinmekle aynı şeydir. Bu anlayışın sâhibini Allah bağışlar mı?.

 

Allah’ın, şefaat etmeye izin verdikleri kişiler birilerine torpil falan yapacak değildirler, onlar ancak Allah’ın hak sözünü ve adâletini iletecekler sâdece, bu da sâdece mü’minlere fayda verecektir, günahkârlara değil:

 

“O gün, Rahmânın kendisine izin verdiği ve sözünden hoşnut olduğu kimseden başkasının şefaati bir yarar sağlamaz” (Tâ-hâ 109).

 

“Kim de bir mü’min olarak, sâlih olan amellerde bulunursa, artık o, ne zulümden korksun, ne hakkının eksik tutulmasından” (Tâ-hâ 112).

 

Şefaat bekleyenler, beklenilen anlamda bir şefaatin ve şefaatçinin olmadığını anladıklarında şöyle konuşacaklar:

 

“Orada birbirleriyle çekişip tartışarak derler ki: ‘Andolsun Allah’a, biz gerçekten apaçık bir sapıklık içindeymişiz, çünkü sizi (yalancı olanları) âlemlerin Rabbiyle eşit tutuyorduk. Bizi suçlu-günahkârlardan başka saptıran olmadı. Artık bizim için ne bir şefaatçi var, ne de candan-yakın bir dost’. Bizim bir kere daha (Dünyâ’ya dönüşümüz mümkün) olsaydı da îman edenlerden olabilseydik” (Şuârâ 96-102).

 

Hiç kimsenin şefaati Allah’ın kararının ötesine geçemez yada aksi olamaz:

 

“Ben, O’ndan başka ilahlar edînir miyim ki, Rahmân (olan Allah), bana bir zarar dileyecek olsa, ne onların şefaati bana bir şeyle yarar sağlar, ne de onlar beni kurtarabilirler” (Yâsîn 23).

 

Şefaate etmenin ve şefaat edilmenin şartları vardır. Önüne gelene şefaat edilmeyecektir:

 

“Rahmânın katında ahid almışların dışında (onlar) şefaate mâlik olmayacaklardır” (Meryem 87).

 

“Dinlerini bir oyun ve eğlence (konusu) edinenleri ve dünyâ-hayâtı kendilerini mağrur kılanları bırak. Onunla (Kur’ân’la) hatırlat ki, bir nefis, kendi kazandıklarıyla helâke düşmesin; (böylesinin) Allah’tan başka ne bir velîsi, ne bir şefaatçisi vardır; her türlü fidyeyi verse de kabûl olunmaz. İşte onlar, kazandıkları nedeniyle helâke uğrayanlardır; küfre saptıklarından dolayı onlar için çılgınca kaynar sular ve acıklı bir azap vardır” (En-âm 70).

 

Herkes şefaat umuyor, özellikle günahkarlâr Allah’ın emri doğrultusunda yaşamaya değil de şefaate güveniyor. Hâlbuki günahkârlar şefaatin “ş”sini bile göremeyeceklerdir:  

 

“Onlar cennetlerdedirler; birbirlerine sorarlar. Suçlu-günahkârları; ‘Sizi şu cehenneme sürükleyip-iten nedir?’. Onlar: ‘Biz namaz kılanlardan değildik’ dediler. ‘Yoksula  yedirmezdik. (Bâtıla ve tutkulara) dalıp gidenlerle biz de dalar giderdik. Din (hesap ve cezâ) gününü yalan sayıyorduk. Sonunda yakîn (kesin bir gerçek olan ölüm) gelip bize çattı’. Artık, şefaat edenlerin şefaati onlara bir yarar sağlamaz” (Müddesir 40-48). Yâni artık onlar için hiç-bir umut yoktur. Yaptıklarının ve şeytân-merkezli yaşamlarının cezâsını çekeceklerdir.

 

Bırakın -sözde- hatırı sayılır zannedilen kişileri ve saf temiz insanları, âhirette meleklerin bile şefaati yarar sağlamayacaktır:

 

“Göklerde nice melekler vardır ki, onların şefaatleri hiç-bir şeyle yarar sağlamaz; ancak Allah’ın dileyip râzı olduğu kimseye izin verdikten sonra başka” (Necm 26).

 

Kur’ân’ı kafalarına göre yorumlayanlar ve “ne de olsa iyi şeyler yapmaya çalışıyoruz” diyenler de orada şefaat bulamayacakları için pişmanlıklar yaşayacaklardır:

 

“Andolsun, biz onlara bir Kitap getirdik; îman edecek bir topluluğa bir hidâyet ve bir rahmet olmak üzere bir bilgiye dayanarak onu çeşitli biçimlerde açıkladık. Onun te’vilinden başkasına bakmazlar mı?. Onun te’vilinin geleceği gün, daha önce onu unutanlar, diyecekler ki: ‘Gerçekten Rabbimizin elçileri bize hakkı getirmişlerdi. Şimdi bize şefaat edecek şefaatçiler var mıdır?. Veyâ geri çevrilsek de işlediklerimizden başkasını yapsak’. Gerçek şu ki onlar, kendilerini hüsrâna uğratmışlardır, uydurmakta oldukları şeyler de kendilerinden uzaklaşıp kaybolmuşlardır” (A’raf 52-53).

 

Âhirette tüm yönetim ve karar vermek mutlak anlamda Allah’ın elindedir. Bu nedenle de O’ndan başka yardım beklenecek ve şefaat umulacak kimse yoktur:

 

“Allah; gökleri, yeri ve ikisi arasında olanları altı günde yarattı, sonra arşa istivâ etti. Sizin O’nun dışında bir yardımcınız ve şefaatçiniz yoktur. Yine de öğüt alıp-düşünmeyecek misiniz?” (Secde 4).

 

Şefaat sâdece âhirete has bir şey de değildir. Allah seçtiği peygamberlerine, şartları yerine getirdiklerinde daha Dünyâ’da iken şu müjdeyi ve şefaati verir:

 

“İçlerinden bir adama: İnsanları uyar ve îman edenlere, muhakkak kendileri için Rableri katında ‘gerçek bir makam’ olduğunu müjde ver diye vahyetmemiz insanlara şaşırtıcı mı geldi?. İnkâr edenler: “Gerçekten bu, açıkça bir büyücüdür’ dediler. Şüphesiz sizin Rabbiniz, altı günde gökleri ve yeri yaratan, sonra arşa istivâ eden, işleri evirip-çeviren Allah’tır. Onun izni olmadıktan sonra, hiç kimse şefaatçi olamaz. İşte Rabbiniz olan Allah budur, öyleyse O’na kulluk edin. Yine de öğüt alıp düşünmeyecek misiniz?” (Yûnus 2-3).

 

Şefaat beklentileri genelde körü-körünedir:

 

“Allah’a karşı yalan uydurup iftirâ düzenden ve O’nun âyetlerini yalanlayandan daha zâlim kimdir?. Şüphesiz O, suçlu-günahkârları kurtuluşa erdirmez. Allah’ı bırakıp kendilerine zarar vermeyecek ve yararları dokunmayacak şeylere kulluk ederler ve: ‘Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir’ derler. De ki: ‘Siz, Allah’a, göklerde ve yerde bilmediği bir şey mi haber veriyorsunuz?!. O, sizin şirk koştuklarınızdan uzak ve yücedir” (Yûnus 17-18).

 

Âhirette kendilerinden şefaat beklenilenler ortalıkta gözükmeyecektir:

 

“Andolsun, sizi ilk defâ yarattığımız gibi (bugün de) teker-teker, yapayalnız ve yalın (bir tarzda) bize geldîniz ve size lûtfettiklerimizi arkanızda bıraktınız. İçinizden, gerçekten ortaklar olduklarını sandığınız şefaatçilerinizi şimdi yanınızda görmüyoruz. Andolsun, aranızdaki (bağlar) parçalanıp-koparılmıştır ve haklarında zanlar besledikleriniz sizlerden uzaklaşmıştır” (En-âm 94).

 

Kur’ân’da, âhirette veli ve şefaatçi bekleyenlere çok net ve korkutucu uyarılar yapılır:

 

“Rablerine (götürülüp) toplanacaklarından korkanları onunla (Kur’ân’la) uyarıp-korkut; onların ondan başka ne velîleri vardır ne şefaatçileri. Umulur ki korkup-sakınırlar” (En-âm 51).

 

Ancak, kendisinden Dünyâ’da hoşnut ve râzı olunanlar şefaat hakkı kazanacak ve ancak Allah’ın râzı olduğu haşyet sâhibi kişilere şefaat edilecektir ki bu da “cennetle müjdelenmek” demektir:

 

“O, önlerindekini ve arkalarındakini bilir; onlar şefaat etmezler (kendisinden) hoşnut olunandan başka. Ve onlar, O’nun haşmetinden içleri titremekte olanlardır” (Enbiyâ 28).

 

Âhirette, Dünyâ’da yaptıklarınızın karşılığını göreceksiniz, bu nedenle birilerinin size şefaat ederek torpil yapacağını boşu-boşuna beklemeyin:

 

“Bugün her bir nefis, kendi kazandığıyla karşılık görür. Bugün zulüm yoktur. Şüphesiz Allah, hesâbı serî görendir. Onları, yaklaşmakta olan güne karşı uyar; o zaman yürekler gırtlaklara dayanır, yutkunur dururlar. Zâlimler için ne koruyucu bir dost, ne sözü yerine getirebilir bir şefaatçi vardır” (Mü’min 17-18).

 

O-hâlde iyisi mi, şimdiden:

 

“Hiç kimsenin hiç kimse adına bir şey ödeyemeyeceği, hiç kimseden fidye alınmayacağı ve hiç kimsenin şefaatinin kabûl edilmeyeceği ve yardım görülmeyeceği bir günden sakının” (Bakara 123).

 

“Ey îman edenler!, hiç-bir alış-verişin, hiç-bir dostluğun ve hiç-bir şefaatin olmadığı gün gelmezden evvel, size rızık olarak verdiklerimizden infâk edin. Kâfirler... Onlar zulmedenlerdir. Allah... O’ndan başka ilah yoktur. Diridir, kâimdir. O’nu uyuklama ve uyku tutmaz. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. İzni olmaksızın O’nun katında şefaatte bulunacak kimdir?. O, önlerindekini ve arkalarındakini bilir. (Onlar ise) dilediği kadarının dışında, O’nun ilminden hiç-bir şeyi kavrayıp-kuşatamazlar. O’nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kaplayıp-kuşatmıştır. Onların korunması O’na güç gelmez. O, pek yücedir, pek büyüktür” (Bakara 254-255).

 

Allah insanlar içinden seçtiği peygamberler ve onlara indirdiği vahiyler ile bizi uyarmıştır ve daha Dünyâ’da iken bize şefaat ve müjde vererek zımnen şöyle der: “Eğer vahiy-merkezli yaşarsanız hem Dünyâ’da hem de âhirette iyiliğe erersiniz ki Allah âhirette size şefaat eder ve ödülünüzü katlar; fakat vahiy-merkezli değil de şeytan-merkezli yaşarsanız, o zaman da cezâya mâruz kalırsınız da pişmân olanlardan olursunuz”.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Kasım 2023

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder