“Biz yalnızca
Sana ibâdet eder ve yalnızca Sen’den yardım dileriz” (Fâtiha 5).
Şefaat: “Biri için aracılık etme” anlamındadır.
Ehl-i
Sünnet, şefaatin tanımını şöyle yapar: “Bir kimsenin suçunu affettirmek ve kendisinden cezâyı kaldırmak için, o
kişi hakkında Allah’a yapılan duâ ve niyaz”.
Şefaat: “Çift
yapma, bir şeyi
ikileme veyâ çiftleme” demektir. Bu ise, -aynen Dünyâ’da olduğu gibi- “hatırlı birinin araya girerek
suçlu-günahkâr bir kişinin suçunu-günahını affettirme ve cezâdan kurtarma”
demek değildir. Tam-aksine,”iyi işler yapmış birine artı bir ödül (çift ödül)
vermek” ve “ödülü çoğaltmak” demektir. İslâm’da şefaat diye bir şey elbette vardır. Fakat çoğu kişinin sandığı
gibi, cehennemi hak etmiş olan kişinin, Allah katında hatırı olan bir kişi
tarafından “cehennemden çıkarılıp cennete sokulması” yada “bunun için Allah’a niyazda”
bulunma demek değildir. Aslında şefaat, Dünyâ’da zâten “Allah’ın rızâsı doğrultusunda
yaşamış ve cenneti hak etmiş olan bir kişinin derecesinin yükseltildiğini müjdeleme
işi”dir ki bu ödülü sâdece Allah belirler ama bu müjdeyi vermeyi melekler,
peygamberler yada Allah’ın izin verdikleri kişiler yapar. Yoksa “Dünyâ’da cehennemi
hak edecek şekilde yaşamış ve âhirette cezâsı belirlenip ve kesilip kalemi kırılmış
olan bir kişiye, hatırı yüksek(!) birinin torpil yaparak günahkâr bir kişinin
cezâsını affettirmesi ve cehenneme girmekten kurtarıp cennete girmesini sağlaması”
falan değildir. Şefaat, uydurma hadiste söylendiği gibi; “benim şefaatim büyük
günah işleyenler içindir” sözünde olduğu gibi günahkâr, kâfir, müşrik ve
zâlimler için değil, cenneti hak etmiş olan mü’minler içindir. Hattâ şefaat, sanıldığının tam-aksine,
büyük günah işleyenler için değil, büyük günahlardan uzak durduğu için küçük
günahları da affedilmiş olanlar içindir ki Kur’ân bu konuda şöyle der: “Size yasaklanan büyük günahlardan
kaçınırsanız, sizin kusurlarınızı örteriz ve sizi ‘onurlu-üstün’ bir makâma
sokarız” (Nîsâ 31).
Kulluğu kime yapıyorsanız,
yardımı ve şefaati de ondan beklersiniz. Mü’minler, Fâtiha 5. âyette de
söylendiği gibi kulluğu “sâdece Allah’a” yaptıkları için, yardımı da “sâdece
Allah’tan” ister ve beklerler ki âhirette de şefaati Allah’tan
bekleyeceklerdir. Zâten O’ndan başka şefaat edecek de yoktur ki Kur’ân boyunca
söylenen de budur.
Şefaat istemek günahkârlara
yakışır. Ağır bir suçu var ki şefaat istiyor. Dünyâ’da Allah’ın emir ve
yasaklarına aykırı bir yaşam yaşadığı, şirke, küfre ve zulme düştüğü ve o
şekilde öldüğü yâni İslâm’a aykırı bir yaşamı sonucunda terâzisi cehennemi
gösterdiği için câhilce şefaat istiyor ve bir torpil yâni ayrıcalık bekliyor.
Bunun için de Allah’ın adâletten şaşmayacağını bilmediğinden dolayı “rahmet çok
üstündür” diye günahlarının affedilmesini istiyor ve bekliyor. İyi de bu,
Dünyâ-hayâtını ve imtihanı boşa çıkarmak demek olmuyor mu?. Herkesin bir
şefaatçisi olacaksa ve onu cehennemden kurtaracak ve cennete sokacaksa o zaman
biz niçin imtihan Dünyâ’sında yaşadık ve bu nedenle çabaladık durduk?.
Şefaat vardır fakat şefaat
edenler sâdece hakkı ve hakîkati söyleyeceklerdir, yoksa birilerine torpil
yapacak değillerdir ki zâten buna güçleri de yetmez, izinleri de yoktur. Şu iyi
bilinsin ki, şefaat “torpil” demek değildir. Hak ve hakîkat neyse odur, adâlet
neyi gerektiriyorsa o yapılacaktır ve bunu kimse değiştiremez:
“O’nun katında izin
verdiğinin dışında (hiç kimsenin) şefaati yarar sağlamaz. En sonunda
kâlplerinden korku giderilince (birbirlerine:) ‘Rabbiniz ne buyurdu?’ derler,
‘Hak olanı’ derler. O, çok yücedir, çok büyüktür” (Sebe’ 23).
Allah’tan başka şefaat
yetkisi olan kimse olmadığı gibi, O’ndan başka şefaate güç yetirebilecek kimse
de yoktur:
“Yoksa Allah’tan başka
şefaat ediciler mi edindiler?. De ki: ‘Ya onlar, hiç-bir şeye mâlik değillerse
ve akıl da erdiremiyorlarsa?’. De ki: Şefaatin tümü Allah’ındır. Göklerin ve
yerin mülkü O’nundur. Sonra O’na döndürüleceksiniz” (Zümer 43-44).
Şefaat sâdece hakkı söylemek
ve hakka şâhitlik yapmak demektir:
“O’nun dışında taptıkları
şefaatte bulunmaya mâlik değildirler; ancak kendileri bilerek hakka şâhidlik
edenler başka” (Zuhrûf 86).
Kur’ân boyunca söylenen şey,
“Allah’tan başka hiç kimsenin şefaate mâlik olmadığı”dır. Şefaat bekleyenler,
kıyâmet günü geldiğinde, ortalıkta şefaat edeceğini umdukları hiç kimseyi
göremeyecekler ve bu yüzden de büyük bir umutsuzluğa düşerek yıkılacaklardır:
“Kıyâmet-saatinin
kopacağı gün, suçlu-günahkârlar umutsuzca yıkılırlar. (Allah’a eş koştukları) ortaklarından
kendilerine şefaatçi olan yoktur; onlar, ortak koştuklarını inkâr edecekler” (Rûm 12-13).
Bu âyetlerle birlikte bir-çok
âyette Allah’tan başka dost ve yardımcı olmadığını, Kendisinin ortağı bulunmadığını,
mülkün tümüyle kendisine âit olduğunu ve Dünyâ’nın da âhiretin de sâhibi ve
hâkimi olduğunu bunca âyette açıklamasına rağmen, insanların hâlâ Allah’tan başkasından
şefaat beklemesi kadar saçma bir anlayış olamaz. Kur’ân’a bakın, okuyun ve düşünün,
göreceksiniz ki şefaatçi edinmek Allah’a ortak edinmekle aynı şeydir. Bu
anlayışın sâhibini Allah bağışlar mı?.
Allah’ın, şefaat etmeye izin
verdikleri kişiler birilerine torpil falan yapacak değildirler, onlar ancak
Allah’ın hak sözünü ve adâletini iletecekler sâdece, bu da sâdece mü’minlere
fayda verecektir, günahkârlara değil:
“O gün, Rahmânın
kendisine izin verdiği ve sözünden hoşnut olduğu kimseden başkasının şefaati
bir yarar sağlamaz” (Tâ-hâ 109).
“Kim de bir mü’min
olarak, sâlih olan amellerde bulunursa, artık o, ne zulümden korksun, ne
hakkının eksik tutulmasından” (Tâ-hâ
112).
Şefaat bekleyenler,
beklenilen anlamda bir şefaatin ve şefaatçinin olmadığını anladıklarında şöyle
konuşacaklar:
“Orada birbirleriyle
çekişip tartışarak derler ki: ‘Andolsun Allah’a, biz gerçekten apaçık bir
sapıklık içindeymişiz, çünkü sizi (yalancı olanları) âlemlerin Rabbiyle eşit
tutuyorduk. Bizi suçlu-günahkârlardan başka saptıran olmadı. Artık bizim için
ne bir şefaatçi var, ne de candan-yakın bir dost’. Bizim bir kere daha
(Dünyâ’ya dönüşümüz mümkün) olsaydı da îman edenlerden olabilseydik” (Şuârâ 96-102).
Hiç kimsenin şefaati Allah’ın
kararının ötesine geçemez yada aksi olamaz:
“Ben, O’ndan başka
ilahlar edînir miyim ki, Rahmân (olan Allah), bana bir zarar dileyecek olsa, ne
onların şefaati bana bir şeyle yarar sağlar, ne de onlar beni kurtarabilirler” (Yâsîn 23).
Şefaate etmenin ve şefaat
edilmenin şartları vardır. Önüne gelene şefaat edilmeyecektir:
“Rahmânın katında ahid
almışların dışında (onlar) şefaate mâlik olmayacaklardır” (Meryem 87).
“Dinlerini bir oyun ve
eğlence (konusu) edinenleri ve dünyâ-hayâtı kendilerini mağrur kılanları bırak.
Onunla (Kur’ân’la) hatırlat ki, bir nefis, kendi kazandıklarıyla helâke
düşmesin; (böylesinin) Allah’tan başka ne bir velîsi, ne bir şefaatçisi vardır;
her türlü fidyeyi verse de kabûl olunmaz. İşte onlar, kazandıkları nedeniyle
helâke uğrayanlardır; küfre saptıklarından dolayı onlar için çılgınca kaynar
sular ve acıklı bir azap vardır” (En-âm
70).
Herkes şefaat umuyor,
özellikle günahkarlâr Allah’ın emri doğrultusunda yaşamaya değil de şefaate
güveniyor. Hâlbuki günahkârlar şefaatin “ş”sini bile göremeyeceklerdir:
“Onlar cennetlerdedirler;
birbirlerine sorarlar. Suçlu-günahkârları; ‘Sizi şu cehenneme sürükleyip-iten
nedir?’. Onlar: ‘Biz namaz kılanlardan değildik’ dediler. ‘Yoksula yedirmezdik. (Bâtıla ve tutkulara) dalıp gidenlerle
biz de dalar giderdik. Din (hesap ve cezâ) gününü yalan sayıyorduk. Sonunda
yakîn (kesin bir gerçek olan ölüm) gelip bize çattı’. Artık, şefaat edenlerin
şefaati onlara bir yarar sağlamaz”
(Müddesir 40-48). Yâni artık onlar için hiç-bir umut yoktur. Yaptıklarının ve
şeytân-merkezli yaşamlarının cezâsını çekeceklerdir.
Bırakın -sözde- hatırı
sayılır zannedilen kişileri ve saf temiz insanları, âhirette meleklerin bile
şefaati yarar sağlamayacaktır:
“Göklerde nice melekler
vardır ki, onların şefaatleri hiç-bir şeyle yarar sağlamaz; ancak Allah’ın
dileyip râzı olduğu kimseye izin verdikten sonra başka” (Necm 26).
Kur’ân’ı kafalarına göre
yorumlayanlar ve “ne de olsa iyi şeyler yapmaya çalışıyoruz” diyenler de orada şefaat
bulamayacakları için pişmanlıklar yaşayacaklardır:
“Andolsun, biz onlara bir
Kitap getirdik; îman edecek bir topluluğa bir hidâyet ve bir rahmet olmak üzere
bir bilgiye dayanarak onu çeşitli biçimlerde açıkladık. Onun te’vilinden
başkasına bakmazlar mı?. Onun te’vilinin geleceği gün, daha önce onu unutanlar,
diyecekler ki: ‘Gerçekten Rabbimizin elçileri bize hakkı getirmişlerdi. Şimdi
bize şefaat edecek şefaatçiler var mıdır?. Veyâ geri çevrilsek de işlediklerimizden
başkasını yapsak’. Gerçek şu ki onlar, kendilerini hüsrâna uğratmışlardır,
uydurmakta oldukları şeyler de kendilerinden uzaklaşıp kaybolmuşlardır” (A’raf 52-53).
Âhirette tüm yönetim ve
karar vermek mutlak anlamda Allah’ın elindedir. Bu nedenle de O’ndan başka yardım
beklenecek ve şefaat umulacak kimse yoktur:
“Allah; gökleri, yeri ve
ikisi arasında olanları altı günde yarattı, sonra arşa istivâ etti. Sizin O’nun
dışında bir yardımcınız ve şefaatçiniz yoktur. Yine de öğüt alıp-düşünmeyecek
misiniz?” (Secde 4).
Şefaat sâdece âhirete has
bir şey de değildir. Allah seçtiği peygamberlerine, şartları yerine
getirdiklerinde daha Dünyâ’da iken şu müjdeyi ve şefaati verir:
“İçlerinden bir adama: İnsanları
uyar ve îman edenlere, muhakkak kendileri için Rableri katında ‘gerçek bir
makam’ olduğunu müjde ver diye vahyetmemiz insanlara şaşırtıcı mı geldi?. İnkâr
edenler: “Gerçekten bu, açıkça bir büyücüdür’ dediler. Şüphesiz sizin Rabbiniz,
altı günde gökleri ve yeri yaratan, sonra arşa istivâ eden, işleri evirip-çeviren
Allah’tır. Onun izni olmadıktan sonra, hiç kimse şefaatçi olamaz. İşte Rabbiniz
olan Allah budur, öyleyse O’na kulluk edin. Yine de öğüt alıp düşünmeyecek
misiniz?” (Yûnus 2-3).
Şefaat beklentileri genelde
körü-körünedir:
“Allah’a karşı yalan
uydurup iftirâ düzenden ve O’nun âyetlerini yalanlayandan daha zâlim kimdir?.
Şüphesiz O, suçlu-günahkârları kurtuluşa erdirmez. Allah’ı bırakıp kendilerine
zarar vermeyecek ve yararları dokunmayacak şeylere kulluk ederler ve: ‘Bunlar
Allah katında bizim şefaatçilerimizdir’ derler. De ki: ‘Siz, Allah’a, göklerde
ve yerde bilmediği bir şey mi haber veriyorsunuz?!. O, sizin şirk koştuklarınızdan
uzak ve yücedir” (Yûnus 17-18).
Âhirette kendilerinden şefaat
beklenilenler ortalıkta gözükmeyecektir:
“Andolsun, sizi ilk defâ
yarattığımız gibi (bugün de) teker-teker, yapayalnız ve yalın (bir tarzda) bize
geldîniz ve size lûtfettiklerimizi arkanızda bıraktınız. İçinizden, gerçekten
ortaklar olduklarını sandığınız şefaatçilerinizi şimdi yanınızda görmüyoruz.
Andolsun, aranızdaki (bağlar) parçalanıp-koparılmıştır ve haklarında zanlar
besledikleriniz sizlerden uzaklaşmıştır” (En-âm 94).
Kur’ân’da, âhirette veli ve
şefaatçi bekleyenlere çok net ve korkutucu uyarılar yapılır:
“Rablerine (götürülüp)
toplanacaklarından korkanları onunla (Kur’ân’la) uyarıp-korkut; onların ondan
başka ne velîleri vardır ne şefaatçileri. Umulur ki korkup-sakınırlar” (En-âm 51).
Ancak, kendisinden Dünyâ’da
hoşnut ve râzı olunanlar şefaat hakkı kazanacak ve ancak Allah’ın râzı olduğu
haşyet sâhibi kişilere şefaat edilecektir ki bu da “cennetle müjdelenmek” demektir:
“O, önlerindekini ve
arkalarındakini bilir; onlar şefaat etmezler (kendisinden) hoşnut olunandan
başka. Ve onlar, O’nun haşmetinden içleri titremekte olanlardır” (Enbiyâ 28).
Âhirette, Dünyâ’da yaptıklarınızın
karşılığını göreceksiniz, bu nedenle birilerinin size şefaat ederek torpil
yapacağını boşu-boşuna beklemeyin:
“Bugün her bir nefis,
kendi kazandığıyla karşılık görür. Bugün zulüm yoktur. Şüphesiz Allah, hesâbı
serî görendir. Onları, yaklaşmakta olan güne karşı uyar; o zaman yürekler
gırtlaklara dayanır, yutkunur dururlar. Zâlimler için ne koruyucu bir dost, ne
sözü yerine getirebilir bir şefaatçi vardır” (Mü’min 17-18).
O-hâlde iyisi mi, şimdiden:
“Hiç kimsenin hiç kimse
adına bir şey ödeyemeyeceği, hiç kimseden fidye alınmayacağı ve hiç kimsenin
şefaatinin kabûl edilmeyeceği ve yardım görülmeyeceği bir günden sakının” (Bakara 123).
“Ey îman edenler!,
hiç-bir alış-verişin, hiç-bir dostluğun ve hiç-bir şefaatin olmadığı gün
gelmezden evvel, size rızık olarak verdiklerimizden infâk edin. Kâfirler...
Onlar zulmedenlerdir. Allah... O’ndan başka ilah yoktur. Diridir, kâimdir. O’nu
uyuklama ve uyku tutmaz. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. İzni
olmaksızın O’nun katında şefaatte bulunacak kimdir?. O, önlerindekini ve
arkalarındakini bilir. (Onlar ise) dilediği kadarının dışında, O’nun ilminden
hiç-bir şeyi kavrayıp-kuşatamazlar. O’nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri
kaplayıp-kuşatmıştır. Onların korunması O’na güç gelmez. O, pek yücedir, pek
büyüktür” (Bakara 254-255).
Allah insanlar içinden
seçtiği peygamberler ve onlara indirdiği vahiyler ile bizi uyarmıştır ve daha
Dünyâ’da iken bize şefaat ve müjde vererek zımnen şöyle der: “Eğer
vahiy-merkezli yaşarsanız hem Dünyâ’da hem de âhirette iyiliğe erersiniz ki
Allah âhirette size şefaat eder ve ödülünüzü katlar; fakat vahiy-merkezli değil
de şeytan-merkezli yaşarsanız, o zaman da cezâya mâruz kalırsınız da pişmân
olanlardan olursunuz”.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Kasım 2023
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder