17 Mayıs 2021 Pazartesi

İlâhî Kânunlar, Beşerî Kânunlar

 

“Allah’tan başka bir hakem mi arayayım?. Oysa O, size Kitab’ı açıklanmış olarak indirmiştir. Kendilerine Kitap verdiklerimiz, bunun gerçekten Rabbinden hak olarak indirilmiş olduğunu bilmektedirler. Şu-hâlde, sakın kuşkuya kapılanlardan olma!” (En-âm 114).

 

Dünyâ’da hak-hakîkat ve adâlet-eşitlik ancak, Allah’ın kânunları olan Kur’ân ile hükmedildiğinde gerçekleşir. Çünkü nefisler ancak, “İslâm’ın kânunları” ile dizginlenebileceği gibi, kâlpler de ancak Allah’ın zikri olan Kur’ân ile tatmin bulabilir. Buna rağmen İslâm’ın kânunları yerine beşerî kânunlarla Dünyâ’nın bir “barış yurdu”na döneceğini beklemek, “boşuna bir bekleyiş”tir. Allah’ın kânunları yerine beşerin çıkaracağı (sistem-içi) kânunlarla iyiliğe gidileceğini sanmak, derin bir cehâlet ve ağır bir ahmaklıktır. İslâmî kânunların dışındaki tüm kânunlar, deneme-yanılmayla çıkarılır. Fakat yanılgılar hiç-bir zaman bitmez. Bu yanılgılarla da Dünyâ hiç-bir zaman barış yurdu olamaz.

 

Kur’ân’ın; etimolojik değerlendirilmesine, kelimelerinin-kavramlarının didiklenmesine, te’viline-yorumuna gerek olmayan ve “işlendiğinde affedilmeyecek tek günah” olan apaçık bildirisi şudur: “Allah’tan başkalarının hüküm (kânun-yasa) koyması şirktir”. Bütün Dünyâ eksiksiz bir-araya gelip Allah’ın kânunlarına aykırı bir kânun ortaya koysa, o kânun yine de küfürdür, şirktir. O kânunu koyanlar da müşrik, kâfir, fâsık, zâlim ve câhildir. Şirk; Allah’ın kânunları dururken, beşerin, keyfine ve çıkarına göre kânun yapmasıdır. Tevhid; Allah’ın kânunlarının gökte hâkim olduğu gibi, yeryüzünde de hâkim olması demektir. Tevhid; göklerdeki düzenin aynısını yeryüzünde de kurmak için “Allah’ın kânunları”na sarılmaktır.

 

Uygulanmayan kânun nasıl ki işe yaramazsa, kânunların şâhı olan Kur’ân kânunları da, uygulanmadığında çok da işe yaramaz. Meselâ zinânın Kur’ânî cezâsı olan “100 sopa”yı kânunlaştırmadıkça, tecâvüzlerin önüne geçilemez. Bu dînin bir şeriatı (kânun) vardır ve Peygamberimiz bu şeriatı “hayâta hâkim kılmak” için gönderilmiştir.

 

Seküler-lâik-beşerî ülkelerin ve insanların kânunları “hukûkî” değil, “siyâsî”dir. Kânunlar ikiye ayrılır: 1-Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın mutlak kânunları; 2-Bir-takım kaprisli insanların, çıkarları için uydurdukları değişken beşerî yasalar. Mecliste kânun çıkaran vekiller, “aleyhlerine olacak bir kânun” çıkarırlar mı?. Tabî ki de çıkarmazlar. O hâlde çıkarılan kânunlar, “vekillerin ve zenginlerin lehlerine”, garibanların ise aleyhine olacak kânunlardır.

 

Lâik-demokratik cumhûriyete geçiş, İslâm kânunlarından, Roma-Yunan kânunlarına bir geçiştir. Bu geçişin ideolojisi demokrasidir. Demokrasi, İslâmî-fıtrî kânunların iptâli; şeytânî-tâğûtî-nefsî arzuların ikâmesidir.

 

Demokraside orman kânunları hâkimdir, her zaman “güçlüler” kazanır. Demokrasilerde çıkarılan kânunlar her zaman zenginlerin ve güçlülerin lehine, fakirlerin ve zayıfların ise aleyhinedir. Demokrasinin ibâdeti olan oy kullanmak; “ben Allah’ın kânunlarını değil, beşerin, keyfine göre çıkardığı kânunları istiyorum” demektir. Beşerî sistemlere oy vermek, “kânunları Allah’tan değil de, bâtıl batı’dan almaya devâm etmek” demektir.

 

İslâm âleminde-ülkelerinde, hayatta olanlara; İsviçre, Almanya, İngiltere, Fransa ve İtalya’nın lâik kânunları; ölenlere ise İslâm’ın kânunları uygulanıyor. İslâm’ın kânunları bir-tek ölüler için uygulanıyor. 

 

Tüm beşerî sistemlerin kânunlarında “boşluk” varken, bir tek Kur’ân’ın kânunlarında “boşluk” yoktur. Beşerî kânunlar çok karmaşık ve sonuca ulaşamayan kânunlardır. Oysa İslâm’da haram-helal ne kadar da açıktır. Allah’ın haram kılmadıkları eğer temizse ve meşrû olarak elde edildiyse helâldir. Bir-kaç şey haramdır sâdece; ölü, kan, leş, ve domuz eti. Kur’ân’ın yasaklamadıkları şeyler eğer temiz ve meşrû ise helâldir. Kur’ân başka ek bir maddeye de gerek duymaz. Allah’ın kânunları açık ve nettir. Bu nedenle de kısadır. İnsanların çıkardığı kânunların ise bir türlü sonu gelmez. Sürekli eklemeler yapılır durur. İnsanlar Kur’ân’a uygun yorum yapabilirler ama asıl önemli olan “Kur’ân’a göre hareket etmek”tir.

 

Devletin “değiştirilmesi teklif dâhi edilemeyecek kânunları”na laf edemeyenler, Kur’ân’ın hükümlerinin, “modern zamâna uymuyor(!)” diye değiştirilmesi gerektiğini savunuyorlar. Dünyâ’da, “değiştirilemez” zannedilen ne “beşerî kânunlar” çıkartıldı ki, şu-anda esâmisi bile okunmuyor. Allah’ın kânunları ise sapasağlam duruyor. İslâm’a göre, Allah’ın kânunlarına rağmen bir kânun, teklif bile edilemez. Allah’ın kânunları, beşerin nefsine uyana kadar yorumlanıp değiştirilirken, beşerin kânunlarının değiştirilmesi teklif bile edilemiyor. Şirk denen pislik budur işte. Değiştirilmesi teklif edilemeyecek ve hattâ düşünülemeyecek olan tek kânun, “Allah’ın kânunları”dır. Kur’ân’da sürekli söylenen; “yalnızca Allah’a kulluk edin” sözü, “yalnızca Allah’ın kânunlarına uyun” demektir.

 

Kimin kânunlarına göre hareket ediyorsanız, onun dînindensinizdir. Türkiye’de Allah’ın kânunlarına göre hareket etmek kânûnen yasak ve suçtur. (Anayasanın 24. maddesi). Fakat Atatürk’ün beşerî kânunlarına göre hareket etmek şarttır. İnsanlar seküler-beşerî kânunların “suç” dediğinden korkuyorlar da, Allah’ın “günah” dediğinden korkmuyorlar.

 

Beşerî kânunlar ve kurallar; küresel güçleri, sermâyedarları yâni tâğutları “halktan korumak için” hazırlanmış beşerî metinlerdir. O yüzden gayr-i İslâmî sistemlerde kânunları çıkaranlar kânunlardan üstündür. Prens prensipten üstündür. Beşerî kânunlar, “ayrıcalıklı(!)” olanların, “ayrıcalıklarını korumak için” uydurduğu metinlerdir.

 

Beşerî kurallara aşırı bağlılık, kişiyi aptallaştırır. Allah’ın kânunları ise özgüven verir.

 

Allah’ın seçtiği (Peygamber) konuşunca şirk sayılıyor, insanın seçtikleri (meclis) konuşunca kânun oluyor. Kânunları tek bir kişinin belirlemesi “yanlış” görülürken, tek-tek kişilerden oluşan çoğunluğun belirlemesi neden “doğru” görülüyor?. Ne değişiyor ki?.

 

Sâdece Allah’a ibâdet etmek, “sâdece O’nun kânunlarıyla hareket etmek” demektir. “Hükmün sâdece Allah’a âit olması” budur. “Allah’tan başkasına tapmak” denile şey ise, “Allah’ın kânunlarından başka kânunları istemek, benimsemek ve beşerî kânunlara uymak” demektir. Aslâ affedilmeyecek tek günah olan şirk de küfür de budur. 

 

Kur’ân okumak demek, “modern kânunlara karşı gelmek”, “modern kânunları çiğnemek” demektir. Zîrâ:

 

“Hüküm vermek yalnızca Allah’a âittir” (Yûsuf 40).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Kasım 2020

 

 

Devamını Oku »

16 Mayıs 2021 Pazar

Sünnet ve Ahlâk

 

“Andolsun, sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah’ın Resûlü’nde ‘güzel bir örnek’ vardır” (Ahzâb 21).

 

Ahlâk “eyleme zorlayan” şeydir. Ahlâk bir felsefe değildir. Ahlâkın bilgisi “ahlâk” değildir çünkü. Zâten hiç-bir şeyin bilgisi o şeyin kendisi değildir, olamaz. Bilgi amele-eyleme döndüğünde ancak, bir görünürlük ve ahlâk kazanır.

 

Güzel örneklik, en başta “ahlâk örnekliği”dir. Zîrâ İslâm, âlemleri inşâ etmeye iç-âlemlerden başlar. İç-âlemini en güzel şekilde inşâ eden kişiyi ve örnekliği Sünnet’te ve Peygamberimiz’de buluruz. Çünkü o “muhteşem bir ahlâk’a sâhiptir:

 

“Gerçekten sen, pek büyük bir ahlâk üzeresin” (Kalem 4).

 

“Ahlâkı Kur’ân’dan değil de Sünnet’ten mi alacağız” sorusu ciddî ve samîmi bir soru değildir. Kur’ân her okuyana aynı ve benzer şeyi söyler ama, her okuyan aynı şeyi yap(a)maz. Öyleyse Kur’ân’ı okuyunca en ideâl olan amel-eylemi yapan ve yaptığı şeyi Allah’ın onayladığı kişinin ahlâkıyla ahlâklanmak en doğru davranış olur. Zâten Hz. Âişe de, kendisine Peygamber’in ahlâkı sorulduğunda; “o’nun ahlâkı Kur’ân idi” demiştir. Yâni Peygamberimiz’in ahlâkını Kur’ân inşâ etmiştir. Böylece “El-Emîn” iken, “âlemlere rahmet Hz. Muhammed” olmuştur. Çünkü ahlâk güzelliği kişiyi âlemlere rahmet kılar. 

 

Modern insanlar ve özellikle müslümanların bir-çoğu, ahlâk-timsâli, örnek şahsiyet olan Peygamberimiz ve diğer peygamberler yerine, her türlü hırsızlık, yolsuzluk, şiddet, terbiyesizlik ve ahlâksızlık örnekleri olan gerçek yada çizgi-sanal karakterleri örnek alıyorlar. Şehvet, şöhret, servet ve makâm sâhiplerini örnek alıyor insanlar. Böylece aslında nefsi örnek almış oluyorlar. Çünkü örnek alınan kişiler haz içinde yaşayanlar yâni nefis-merkezli olanlardır. Bu, “ahlâkı örnek almak” değildir elbette. Açıkçası ahlâk, nefis ile paralel gidemez, nefisler ahlâk tarafında terbiye edilmeli ve haddi bildirilmelidir. Aksi-hâlde nefisler kışkırtıldığında ahlâk kaçar gider. Çünkü ahlâka yâni yaratılışa aykırı bir durum oluşmuş olur.    

 

Sahih Sünnet, ahlâkın tezâhür etmiş şeklidir. Ercüment Özkan Sünnet hakkında şunları söyler:

 

“Sünnet; Kur’ân’ın Peygamber tarafından pratize edilişi, Kur’ân’da anlayıp uyguladıklarının toplamı, Resulûllah’ın İslâm’ı yaşayış şeklidir. Kur’ân’ı ahlâk edinişte tuttuğu yoldur. Bu anlamıyla bütün müslümanlar için bağlayıcıdır. Sünnet’i hafif görmek İslâm’ı hafif görmektir, Sünnetsiz İslâm olmaz. Sünnet’e îtirâz eden İslâm’dan çıkar.

 

Bir insan olarak Peygamber’i rahatlıkla örnek edinebileceksek Peygamber’in kendisine gelen Kur’ân vahyi dışında bizden bir farkının bulunmaması gerekir. Aksi-takdirde geçerli bir mâzeretimiz olurdu ve Peygamber bizim için ‘usve-i hasene’ olarak takdim edilmezdi. Kur’ân, ahlâk edinilmek için gönderilmiş bir Kitap’tır. Öncelikle Peygamber’in ve onu tâkip eden inananların dünyâ görüşlerini ve buna bağlı olarak amellerini düzene koyan bir Kitap’tır. Peygamber ve tâkip edenleri Kur’ân’ı ahlâk edinmeye özen göstermişler, hayatlarını ona uyarlamışlardır. Diğer bir ifâdeyle Kur’ân ‘sünnet edilsin’ diye gönderilmiş bir kitaptır. Peygamber’in en büyük Sünnet’i de ‘Kur’ân’a uymak’tır. Bu Sünnet’ini de hiç-bir zaman terk etmemiştir.

 

Allah, Peygamber’ini yanlış üzerinde bırakmamış, onu düzeltmiştir. Allah, dînini Peygamber seçtiği kimseler vâsıtasıyla ilettiği gibi, o dînin uygulanmasını da aynı peygamberler vâsıtasıyla göstermiştir. Bu uygulama sırasında yanlış yapmışlarsa, Allah hemen yanlışları düzeltmiştir. Allah göndermiş olduğu elçisini düzeltmeli ki ondan dînini alanlar düzgün olsun, yâni düzeltme işi elçiyi gönderene Allah’a âitti. ‘Namazları benden gördüğünüz gibi kılınız’ hadisi, ‘Hz Peygamber kendinden bir şey yapmıyor. Allah onun yaptığına müdâhale etmemekle o’nu onaylamış oluyor’. Sükûtunda onaylamak olduğunu düşünürsek böyle bir kanaât sergilenebilir”.

 

Rôl-modelimiz Peygamberimiz ve diğer peygamberler yâni Sünnet’tir. Biz Kur’ân’ın da emriyle Peygamberimiz’i örnek ve rôl-model olarak alırız. O örnek ahlâkını Kur’ân ile oluşturmuş El-Emîn birisidir. Onu Allah vahiyle yetiştirmiş ve iç-âlemini, ahlâkını ve karakterini inşâ etmiştir. Böylece ideâl bir ahlâk ve karakter örneği, “insan örneği” ortaya çıkmıştır.

 

Bir âile, karakterini ve ahlâkını Kur’ân ve Sünnet ile oluşturmuşsa, o âilenin diğer fertleri de sağlam karakterli ve ahlâklı olurlar. Zîrâ çocuklar her-şeyi ilk başta anne-babalarından görüp öğrenirler. Âile ahlâken ve karakter olarak iyi durumdaysa, çocuk da iyi olur Allah’ın izniyle.

 

Müslümanlar Peygamber’e dış görünümünü değil, ahlâkını ve karakterini benzetmelidir. Yoksa dıştan benzemekle içten de benzemiş olunmaz. Kendini Peygamber’e içten benzetemeyenler, dıştan benzetmeye çalışıyorlar. Bu nedenle biz Peygamberimiz’in kılık-kıyâfetinden, saçı-sakalından vs. ziyâde, vahiy-merkezli o tâvizsiz duruşunu yâni ahlâkını örnek almalıyız ve kendimizi o’na benzetmeliyiz. Zâten ancak o’na benzeyen insanlardan oluşmuş bir toplum vahiy-merkezli bir yapı kurabilir ve Allah’ın sözünü hayâta hâkim kılma yolunda olabilir ve de ölebilir. 

 

Allah bize Peygamberimiz’i rôl-model olarak gösterirken, şeytan, nefs ve tâğutlar ise, ahlâksızlığı ortaya çıkaranları ve yaygınlaştıranları örnek gösterir. Çocuklar çizgi film kahramanlarını örnek alırken, gençler film ve pop yıldızlarını örnek alıyorlar ki onların genelde nasıl da ahlâk-dışı bir yaşamları olduğunu her yerden görmek mümkündür.

 

“Aklını kullan, hiç kimse seni doğruya ulaştıramaz, sen kendi yolunu kendin bul, ahlâkını kendine göre kendin belirle, başkalarına bakma” diyenlerin mutlakâ başkalarını örnek aldıklarını görürsünüz. Bir dönem ülkenin güvenliğinin başında bulunmuş olan biri şöyle demişti: “Ben bir konuda çözüm bulamayınca ve ne yapacağımı bilemeyince, hemen; ‘acaba Atatürk bu konuda ne demiş, böyle durumlarla karşılaştığında ne yapmış’ diye ona bakıyorum ve ona göre bir çözüm yolu arıyorum”. Bu yaptığı lâik inancı bakımından tutarlıdır elbette. Kendi dînine ve inancına göre yapılması gerekeni yapıyor. Fakat sıra, Allah’ın; “örnek alın” dediği Peygamber’i örnek almaya gelince niçin iş tersine dönüyor ve “elin arabı”, “1.400 yıl önceki bedevi”, “çöl adamı”, “ilkel” vs oluyor?. 100 senelik bir süre az da 1.400 senelik süre mi çok yâni. İyi de, müslümanlar nasıl böyle düşünebilirler ki!. Çünkü âyet çok açıktır ve yazının başına lamba gibi asılmıştır. Ey müslümanlar!; şunu çok iyi bilin ki, Peygamber düşmanı olarak sağlam karakterli ve ahlâklı bir insan olmazsınız.

 

İnsanlar mutlak inandıkları ve güvendikleri kişilerin sözlerine, tavırlarına ve eylemlerine bakarlar ki, bu, insanların ahlâkıdır. Öyleyse insanlar ya beşerî zihniyete, düşünceye ve amel-eyleme sâhip olan örneklere yada Kur’ân-merkezli zihniyete, düşünceye ve amel-eylem şekli olan örnekliğe yâni Sünnet’e bakacaklardır. Müslümanlar için bu zorunludur. Zîrâ Ahzâb Sûresi 21. âyet bu örnekliği bize “izlenilmesi gereken güzel örneklik” olarak sunmuştur. Alınacak en güzel örnek Peygamber örnekliğidir. Çünkü Peygamberimiz’i Allah seçmiştir, vahiy ile yetiştirmiştir ve Peygamberimiz kesin şekilde Kur’ân’a bağlıdır. Fakat sâdece okumayla ve raflarda tutmakla Kur’ân ahlâklı bir toplum ortaya çıkaramaz. Netîcede Kur’ân, hakîkati barındıran bir Kitap’tır sâdece. Onu okuyup, idrâk edip hayatta uygulamadıkça vahye uygun ahlâklı bir toplum ortaya çıkmaz. Kur’ân’ın 23 yılda fâsıla-fâsıla inmesi, “indikçe hayâta aktarılması, hayatta mâkes bulması ve harekete dönüşerek bir ahlâk ortaya çıkarması için”dir. İnsan oturduğu yerde ahlâklı olamaz. Ahlâk, bir hareketin sonucunda ortaya çıkar. Zîrâ ahlâk sâdece bilgi değil, “bilgi ve eylem”dir.    

 

Goethe: “insan karakteri, en çok nelere güldüğünden belli olur” der. İnsanın en çok güldüğü ve üzülüp-ağladığı şeyler insanın karakterini ve ahlâkını gösterir. İnsanın neye güldüğüne ve neye üzüldüğüne bakarak onun karakterini ve ahlâkını anlayabiliriniz. Modern insan nefsine haz veren şeylere gülüyor ve neredeyse hiç-bir şeye üzülmüyor yada üzülmek istemiyor. Sürekli olarak relâks hâlinde olmak, haz ve zevk içinde yaşamak istemektedir. Fakat Dünyâ’nın formatı buna müsâit olmadığı gibi, bu şekilde bir hayat, imtihan içindeyken olabilecek bir şey değildir. Böyle bir yaşamı ancak, hak edenler cennette göreceklerdir. Modern insan üzülmekten alabildiğine kaçıyor. Tâ ki ölüme kadar. Ölümle karşılaşınca üzüntü yerini kahrolmaya ve buhrâna bırakıyor.

 

Tasavvuf ve târikatlarda,”Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmak” diye bir absürdlükten bahsedilir. Ahlak, ahlâksızlık yapma potansiyeli olanlar içindir. Allah ahlâkı da yaratmıştır zâten. O’nun ahlâkı olmaz. Çünkü ahlâk “yaratılış”la alâkalıdır ve Allah “yaratılmış” değildir. O sırât-ı müstakîm üzere yaratışını yapar ve yönetime geçer.   

 

Televizyon, internet, cep telefonu ve sosyâl medya, ahlâkı zayıflatıyor ve insanı yozlaştırıyor. Çünkü televizyon, cep telefonu, internet ve bilgisayar gibi modern iletişim araçları çok büyük oranda ahlâksızlığı üreten ve yaygınlaştıran araçlardır. Bağlı oldukları ve adandıkları bir din ve tâkip ettikleri Kitab’ı olmayanlar ve de örnek alacağı bir karakterden ve kriterden yoksun olanlar, işte bu araçların kuşatması altında ahlâken çökmektedirler. Oysa yazılı kültürde ve kulağa hitâp eden iletişim araçları böyle kötü bir etki yapmıyordu. Zîrâ sözlü ve yazılı kültür rûh içeriyordu ve kişilere bir ahlâk katıyordu. Oysa görsel kültür insanların dış-âlemlerini ve nefislerini parlatırken iç-âlemlerini paramparça ederek yıkıp mahvetmiştir. El ve kulak medeniyeti insanı bu derece etkilemiyordu. Ne olduysa “göz” ile birlikte başladı. Göz, ahlâkın yitimi için en uygun organdır. Göze hitâp eden araçlarla insanların karakteri ve ahlâkı ayaklar altına düşmüştür. M. Esat Altıntaş karakter ve ahlâk hakkında şunları söyler:

 

“Gerçeği kavramak ve yeni yaşantılar edinmekle karakterin değişmesi mümkündür. Bu sebeple karakter, hem ahlâkî hükmün konusudur, hem de insanın ahlâkî gelişiminin hedefidir. İnsanın ‘karakter özelliği’ demek, bir anlamda, ‘davranış özelliği’ demektir. Bu açıdan karakter, insanın ayırt edici özelliği olan davranış kalıbıdır. İslâm Dîni, insanın ahlâkını güzelleştirmek için, karakterini eğitmeye büyük önem verir. Sağlam bir karakter oluşturmak için, önce insanın doğru bir inanç sistemine sâhip olmasını ister. İnanç sistemine uygun bir yaşantı gerçekleştirebilmesi için de, insanın irâdesini güçlendirmeyi hedefler. Bunu da ibâdet esaslarıyla gerçekleştirir. Hattâ diyebiliriz ki, ibâdetlerden beklenen maksat, insanlarda güzel ahlâkın oluşturulmasıdır. Meselâ, namazın hikmetlerinden birisi de insanı kötülüklerden alıkoymasıdır. Hac, nefsi arındırma yöntemi olarak ahlâkın düzeltilmesine; zekât, hem nefsi bencillikten korumaya ve hem de toplumsal barışın sağlanmasına bir vâsıta, oruç ise, nefsin kötülüklerden arındırılmasına bir vesîle olarak yüksek ahlâkî değerlere ulaşmaya sevk edici önemli etkenler arasında sayılabilir. Din dilinde güzel ahlâkın zirvesi, ihsan makâmıdır. İhsan, her zaman ve her yerde insanın Allah’ın ilâhî gözetimi altında bulunma idrâkini yaşama durumudur.

 

Diğer taraftan İslâm, insanın ahlâkî gelişimini sağlayabilmesi için, ona tâkip edeceği bir ‘ideâl ve model’ sunar. Çünkü ahlâk için ‘salt bilgi’ yeterli değildir, ama çok önemli bir başlangıç faktörüdür. Burada asıl önemli olan ‘bilgi’yi ‘eylem’le bütünleştirmektir. Bu nedenle biz güzel ahlâka ve ihsân makâmına ulaşmayı, ‘mükemmel olanı modelleme’ yoluyla başarabiliriz. İşte şahısların gerek düşünce ve gerekse eylem-plânında belirli bir sonucu üretmek için tam ve kesin olarak neler yapacağının açığa çıkartılmasına ‘modelleme’ denir. Bir mü’min olarak bizim ‘modelleyebileceğimiz’ yegâne şahsiyet Hz. Muhammed’dir. Eğer biz, onun inanç ve ahlâk sistemini modelleyebilirsek, onun yaptığı gibi davranmaya doğru ilk adımı atmış oluruz. Mü’minin alacağı karakter eğitiminin örneği, Hz. Peygamberin (s.a.s.) karakteridir. Nitekim bu durum, Kur’ân’da şöyle ifâde edilmiştir: ‘Allah’ın elçisinde sizin için üstün bir örnek vardır’. O hâlde gerek Kur’ân’dan ve gerekse Hz. Peygamber’in hayâtından beslenen bir kimse mükemmel bir karakter eğitimini pratik olarak gerçekleştirebilir”.

 

Sünnet örnekliğini örnek almaktan gocunanlar ve çekinenler, nice ahlâksızları ve karaktersizleri örnek alırlar ve taklit ederler. Örnek aldıkları kişilerin onları ahlâka taşımadığı mevcut ortamdaki sonuca bakıldığında çok bellidir. Kur’ân’ın “güzel örneklik” dediği Peygamberimiz’in Sünnet’i, “halk edildiğimiz gibi tertemiz olmak ve bu minvâlde hayâta devâm etmek” demektir ki ahlâk budur. Bunu Allah’ın onayıyla ve örnek göstermesiyle Peygamberimiz en ideâl şekilde ortaya koymuştur. Çünkü ahlâk, “Hallâk’ın ilk yarattığı gibi tertemiz olmak ve tertemiz kalmak” demektir. Bunun için tam da “Muhammed’ce” yaşamak gerekir.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ekim 2020

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »

7 Mayıs 2021 Cuma

Dâire, Üçgen, Kare

 


“Dönüp-duran göğe andolsun” (Târık 11).

 

Dönüp-duran şey yuvarlak-dâire olur. Dönüp-duran bir yapı içinde üçgen, kare ve dikdörtgen olmaz. Zâten üçgen, kare ve dikdörtgen şeklindeki yapılar, dönüp-durmaya uygun şekiller değildir.  

 

Kâinatta net çizgilere sâhip olan üçgen, kare ve dikdörtgen şeklinde doğal bir varlık yoktur. Yuvarlak yada yuvarlağımsı varlıklardır hepsi. Zîrâ kâinatta sürekli bir döngü vardır ve bu döngüye paralel olarak yaratılmış her-şey yuvarlaktır, dâiredir. Zâten yörüngeleri de dâire yada elips çizerler.  

 

Üçgen ve kare-dikdörtgen ise, insan yapımıdır. Klâsik insan, üçgen yapılar; pramitler, zigguratlar, kuleler vs. yaparken, modern insan ise; kare ve dikdörtgen şekiller kullanır ve insanlık târihinin en biçimsiz, bir estetiği olmayan düz çizgilere sâhip şekiller ve yapılar ortaya çıkarmıştır. Üçgen yapılar, lîderin ilahlığını temsil ederken, kare-dikdörtgen yapılar ise kuşatmayı ve sınırlamayı ifâde eder ki bu da modern ilahlık şeklidir. Dâire ise halkadır ve halkla ilgilidir. Tüm halkı kucaklar ve dâire-halka büyür gider.  

 

Dâireler birbirlerine yanaştırıldığında mutlakâ boşluklar olur ve insanlara özgürlük ve kaçacak alan kalmış olur. Eğer kişi mevcut durumu beğenmiyorsa üç dâirenin birbirine değdiği yerde oluşan o küçük boşluğa kaçabilir ve orada kendine göre yaşayabilir. Böylece ne dâirelerden uzak kalmış ne de dâirelerin içinde kalmış olur. Yâni dâire, insana özerk bir alan imkânı verir ve alternatif bir yer olanağı sağlanmış olur. Zîrâ dâire-halka İslâmî şekildir ve İslâm’da zorlama ve kuşatma yoktur. Yada en fazla “doğal zorluklar” vardır. İnsanların yaptıklarında ise; ya klâsik üçgen şekilleriyle kişiye yine alan bırakılmaz (fakat üçgenler bir-araya getirildiğinde estetik bir görüntü ortaya çıkabilir) yada modernitede olduğu gibi kare ve dikdörtgen şekilleri kullanılarak geriye sıfır boşluk bırakılır ki, bu yapıda bir estetik de yoktur. Çünkü modernizmde bir “ilerleme” düşüncesi vardır ve bu ilerleme lineer-düz bir ilerleme olarak görüldüğü için düz çizgilere ve açılara sâhip “kare ve dikdörtgen uygarlığı” ortaya çıkar. Oysa kâinatta bir ilerleme ve gerileme yoktur, bir döngü vardır. Bu döngü, evrende de gözlemlediğimiz şekilde dâire yada elips bir şekilde, mutlak olarak aynı yere gelinmeyen ve aynı noktadan tekrar geçilmeyen helezon-vâri bir döngüdür.

 

Kâinatta ve doğada 90 derecelik açıya sâhip yaratılmış doğal bir şey yoktur. Doğal, normâl , fıtrî ve medenî olan, yuvarlak hatlara sâhiptir ve estetiktir. Rûh içerir, anlamlı olur ve çevresine anlam ve rûh katar. Fakat kesin köşeli kare ve dikdörtgen şekillerinde rûh yoktur, zîrâ anlamsız bir şekil ve yapıdır kare ve dikdörtgen. Üstelik kare ve dikdörtgene bakıldığında görülen şey sâdece maddedir. Üçgenler de böyledir ama en azında üçgende bir estetik vardır. Bi-ince rûh barındırır içinde. Zîrâ ne de olsa din ve ilah düşüncesi üçgen uygarlığında iptâl edilmemiştir.  

 

Dâire sisteminde “insanları tüm yönleriyle kontrôl etme” düşüncesi olmaz. Çünkü dediğimiz gibi, dâireler birleştirilse bile kenarlarında boşluklar kalır ve kaçacak bir yer olur. Üçgenlerde birleşme olduğunda ise bir karmaşa olur ve yine bir kuşatma olmuş olsa da tam anlamıyla bir kontrôl olmaz. Çünkü üçgen sisteminde kontrôl etmeyle baş edilemez. Zîrâ bir estetik ve sanat barındırır ve bu da bir sonsuzluk açığa çıkarır. Bu sonsuzluk içinde tam bir kuşatılmışlık olmaz. Fakat kare ve dikdörtgende her-şey birbirine o kadar benzer ki, baktığınızda her-şeyi tıpatıp aynı görürsünüz. Sağdan-soldan, aşağıdan-yukarıdan, nereden baksanız her-şey aynıdır ve kontrôl etmek bu nedenle çok kolaydır. Kare ve dikdörtgen yapıları bir alttan bir de yandan saydığınızda sonuç açığa çıkıverir. Kare ve dikdörtgen yapı, “bir-örnekleştirme uygarlığı”dır. Estetik ve rûh yoktur. Her-şey aynıdır. Her-şeyin aynı olduğu yerde rûh, anlam ve sanat olmaz. Rûhun, estetiğin ve anlamın olmadığı yerde Allah da olmaz. Bu nedenle bir kare-dikdörtgen uygarlığı olan modernizmde Allah göklere hapsedilir.

 

Kare ve dikdörtgen sisteminde herkes ve her-şey birbirine benzer ve aynı şekilde davranır. Üçgende ise bir desen ortaya çıkar ve küçük farklılıklar oluşur. Dâireye gelince; dâirevî yapıda en küçük dâire sonsuza kadar büyür gider. Her dâire ayrı bir rûh, estetik ve anlam taşır. Zâten her-şey dâire yada yuvarlağımsı şekildedir ve en çok da gökyüzü dâireye benzer. Dâire Allah’ı hatırlatır. Çünkü gökler Allah’ı hatırlatır. Zîrâ dâire ve yuvarlak şekilde bir sınır olmadığı için sonsuzluğu çağrıştırır. Sonsuzluğu çağrıştıran şey elbette Sonsuz Olan’ı hatırlatacaktır.

 

Yaşadığımız evlere “dâire” denmesinin nedeni, dönüp-dolaşıp aynı yere yâni eve gelindiği içindir. Fakat modern dâireler (ev) “yuva” değildir. Yuva deyince bir yuva-rlaklık akla gelir. Yuva bir halkadır. Modern mîmâri şekli kare ve dikdörtgendir. Kibrit kutusu gibi olan bu evlerde bir rûh, anlam ve estetik olmadığı için insanı sıkar ve boğar. Hele bu evler bir hapis-hâneye benzeyen apartmanların içindeyse, o evlerde insanları tutamazsınız. Bu yüzden aparman dâireleri “yuva” olamaz. 

 

Bâzen kare ve dikdörtgeni yuvarlak gibi yutturmaya çalışırlar ve kare-dikdörtgen uygarlığını “dâire medeniyeti” gibi göstermek isterler. Uzaktan ve dikkatsiz bakışlar buna aldanabilir. Uzaktan bakıldığında “yuvarlak” gibi gözüken ve yuvarlak olduğuna inanılan bir nesnenin, yanına gidildiğinde “kare” olduğu görülebilir. Fakat yanına gidilmediğinde bir sorun yoktur ve o şey nasıl görünüyorsa ve kabûl ediliyorsa öyledir.

 

Modernizm bir matematik uygarlığıdır ve bu uygarlığın şekilleri kare ve dikdörtgendir. Arada da üçgen kullanır. İslâm medeniyeti ise göklerin bir izdüşümü olarak dâire medeniyetidir. Kâinatta her-şey dâiredir. İnsanlar da buna uyarlar ve kâlp şeklindeki Kâbe’nin etrâfında dâire çizecek şekilde dönerler, müslüman halkalar oluşur ve hayırlı işler yaparlar. Modernite ise insanları ip gibi dizer ve aslında ipe dizer. Zîrâ modernite bir “kontrôl etme uygarlığı”dır. İslâm’da ise gerçek kontrôlü iç-âlemden Allah yapar. İnsan içinden kontrôl edilmedikçe dışından tam anlamıyla kontrôl edilemez. Ancak sınırlı şekilde kontrôl edilebilir. Bu nedenle de gerek üçgen gerekse kare-dikdörtgen uygarlıklarında tatlı-sert bir “demir yumruk yönetimi” olur. İslâm’da ise gönüllülük esastır. Taşkınlık yapılmadığı müddetçe son karar, kendisine tebliğ ve dâvet-uyarı yapılan insandadır. Zîrâ İslâm’da zorlama yoktur. Tabi bu zorlama, bir şeyi zorla yaptırmak konusundadır. Gönüllülük dîni olan İslâm, insanın bir şeyi gönüllü olarak yapmasını ister. Fakat İslâm’ın da olmazsa-olmazları vardır ve İslâm’ı kabûl edip “müslümanım” diyenlerin yapması şart olan sorumlulukları ve zorunlulukları vardır.

 

Modernite bir “matematik uygarlığı”dır. Matematik, bâzen dâireleri kullansa da aslında, daha çok üçgen, kare ve dikdörtgen şekillerini kullanır. Doğada yalın hâlde dâireler, üçgenler, doğru çizgiler vs. yoktur. Yâni aslında doğal dünyâda matematiğe gerek yoktur. “Doğal matematik”e eyvallah fakat matematik, doğaldan nefret eden modernliğin sonucunda abartılmış ve merkeze konmuştur. Gerçek doğada, ne dâire, ne üçgen, ne de doğru çizgi vardır. Bu nedenle matematiksel biçimlerin dilini öğrenmek boşunadır. Çünkü doğa kitabı onlarla yazılmamıştır. Beşerî düşünce ve sistemler ortaya çıktıkça gelişmiştir matematik. Tabî ki doğal bir matematikten de bahsedilebilir. Bu matematik (ki buna aslında “meta-matik” demek daha doğru olur) rûhu ve anlamı iptâl etmez. Zîrâ rûh, anlam ve estetik, sınırlı olanda azalır ve kaybolur.

 

Modern mîmârî kare ve dikdörtgenden müteşekkil kesin çizgilere sâhip yapılardır. Oysa insanlar binlerce yıl boyunca estetik içeren yuvarlak ve dâire şeklindeki yapılarda yaşamışlardı. Atalarımız dâire şeklindeki çadırlarda yaşamışlardır. İslâm mîmarisi, kesin çizgi ve hatlardan değil, sonsuzluğu yâni Allah’ı çağrıştıran yuvarlak hatlardan oluşur.

 

Apartman denilen kare-dikdörtgen şeklindeki modern evlerde kadını-kızı tutmak imkânsızdır. Bu nedenle ya işe gitmeyi yada okumayı ve okulu uzatabildikçe uzatmayı düşünürler. Yada sürekli dışarıya çıkmak isterler. Zîrâ apartman dâireleri insanları boğar, huzûr vermez. Çünkü insanlar; rûh, estetik, anlam ve Allah’tan kopuk kare, dikdörtgen ve üçgen yapılar içinde yâni kesin hatlara sâhip yapılar içinde duramazlar. Zâten evlilikler biraz da bu nedenle sürdürülemiyor. Çünkü apartman denilen evler “yuva” değildir. Bir sıcaklık, neşe ve rûh yoktur içlerinde. Apartmanlar yüzdeyüz maddedirler. Beton yığınıdırlar. Rûhtan yoksun apartman dâireleri, insanların huzurla yaşadıkları “yuva”lar olamıyor. Aslında apartman dâireleri hem “ev” değildir, hem de “yuva” değildir. Onlar, insanların kendilerini özgür sandıkları modern hapis-hânelerdir.  

 

Modern insan, kare ve dikdörtgen yapılarda (doğum hastânelerinde) doğuyor, kare ve dikdörtgen şeklindeki evlerde yaşıyor ve ölünce de yine dikdörtgen şeklindeki mermerler altında yatıyor. Modernite işte budur. Modern insan, “kare ve dikdörtgen ile hapsedilmiş varlık”tır.

 

Dâire göğü hatırlatır, çünkü gök döner durur. Dâire göğü hatırlatınca Allah’ı da hatırlatır. Çünkü insanın elinin değmediği muhteşem bir düzen ve döngüye sâhip olan gökyüzüne bakıldığında ister-istemez Göğün Yaratıcısı akla gelir. Modernite bundan dolayı dâire yerine üçgen, kare ve dikdörtgeni merkeze alır. Her-şeyi ona göre yapar. Rûhsuzluğu, estetiksizliği ve anlamsızlığı, dolayısıyla Allah’sızlığı bundan kaynaklanır.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ekim 2020

 

Devamını Oku »

1 Mayıs 2021 Cumartesi

Nebî’ye İtaat Etmemek

 

“Kitapta Mûsâ’yı da an!. Gerçekten o ihlâs sâhibi idi ve hem resûl hem de nebî (resûlen nebîyyen) idi” (Meryem 51).

 

Onlar ki, yanlarındaki Tevrat’ta ve İncil’de (geleceği) yazılı bulacakları ümmî haber getirici (Nebî) olan elçiye (Resûl) uyarlar; o, onlara mârufu (iyiliği) emrediyor, münkeri (kötülüğü) yasaklıyor, temiz şeyleri helâl, murdar şeyleri haram kılıyor ve onların ağır yüklerini, üzerlerindeki zincirleri indiriyor. Ona inananlar, destek olup savunanlar, yardım edenler ve onunla birlikte indirilen nûru izleyenler; işte kurtuluşa erenler bunlardır” (A’raf 157).

 

Kur’ân’ı, Kur’ân bütünlüğüne ve Peygamber örnekliğine göre okuduğunuzda hiç-bir çelişki içermediğini apaçık şekilde görürsünüz. Fakat aşırı didikleyerek parçalayınca ve aşırı yoruma tâbi tutunca sanki Kur’ân’da çelişki varmış gibi görülür. Oysa Kur’ân karmaşık bir kitap değildir ve kolaylaştırıldığını söyler. Bir şeye çok ayrıntılı bakmak o şeyin kusurlarını açığa çıkarır yada aşırı yoğun bakış, bakılan şeyi yamuk görmeye neden olabilir. Çünkü bir şeyi aşırı ayrıntılandırmak ve derinlemesine araştırmak bütünlüğü bozacağından dolayı, o şeyi “o” olmaktan çıkarır.

 

Resûl-Nebî ayırımı yapmamak (ki Kur’ân’da bu şekilde esastan bir ayrım yoktur) târih boyunca insanlar için sorun olmamıştır. Çünkü onlar Peygamber örnekliğinden (Sünnet) şüphe etmiyorlardı ve Peygamber örnekliğini (Ahzâb 21) hiç-bir zaman göz-ardı etmiyorlardı. Ne zaman ki modernitenin etkisi ve baskısıyla hadisler ve rivâyetlerin eleştirisi başladı, (ki kanımca mevcut hadis ve rivâyetlerin %99’u uydurmadır) eleştiri, îtirâz ve inkâr “Peygamber örnekliğini görmezden gelmeye ve hattâ onu inkâr etmeye” kadar gitti. Böyle olunca da “sâdece Kur’ân” çalışmaları devreye girdi. İşte çelişki zannedilen şeyler de bu çalışmaların sonucunda ortaya çıktı-çıkıyor. Müslümanların arasındaki ihtilafların nedeni, dananın altında buzağı aramak ve Peygamber örnekliğini yâni sahih Sünnet’i göz-ardı etmekten dolayıdır.

 

Her hizbin, cemaatin vs. kendilerine özel bir teorisi var ve zannediyorlar ki bu teoriye göre Kur’ân okunduğunda tüm sorunlar bitecek. Meselâ birileri Resûl ve Nebî kelimelerini ayırdığımızda bir-çok sorunun çözülebileceğini söylüyor. Ne yâni; Resûl ve Nebî kelimelerini ayırdığımızda herkes Kur’ân âşığı ve Kur’ân âlimi mi olacak zannediyorsunuz?. Peki Peygamber’in Kur’ân’daki diğer isimleri ne olacak?. Kur’ân’da Peygamberimiz’e hitâp edilirken farklı-farklı: “Muhammed, Ahmed, Şâhid, Beşir, Nezir (nüzûl sürecinde Peygamberimiz’in ilk ismi ‘nezr’dir), Musaddık (tasdik eden), Abdullah, Kerîm, Rahmet (âlemlere rahmet), Âkıb (kendisinden sonra peygamber gelmeyen) vs. isimlerle de seslenilir. Şimdi bu hitâpları da ayırıp, onların da farklı bir anlamda olduğunu mu araştırıp inceleyeceğiz?. Niye araştırmayalım ki?. Bunlar “yerine göre” farklı kelimelerle kullanılan hitâplardır. Nebî ve Resûl de öyledir. Hayır!; hiç ayırmaya gerek yok. Çünkü ayırma yâni parçalama bir başladı mı, sonu bir türlü gelmez. Tabi bir-süre sonra ayrılan şey “o” olmaktan çıkar. Artık parçalanan şeyin “örnekliği” de olmayacağından dolayı o şey târihe gömülüp gider.

 

Peygamber’in kendiliğinden haram kılma hakkı ve yetkisi yoktur. O sâdece Allah’ın haram kıldıklarını haram olarak aktarabilir. Fakat tabi bir devlet başkanı olarak “yasaklar” koyabilir ki bunlar genelde geçicidir yada vahye aykırı değildir.

 

“Sâdece Kur’ân” sözü Kur’ân’ı çok mekanikleştiriyor ve onu rûhundan koparıyor. Kur’ân, amele-eyleme dönük bir din’dir ve amel-eylem ona rûh katar. Böylece Kur’ân mekanikleşmekten korunur. O hâlde peygamberler vahiy nûrunu amel-eylem ile çoğaltan ve o rûhu yaygınlaştıranlardır. Onlar dağlar gibidir. Dağlar nasıl ki yeryüzünün yüzölçümünü çoğaltıyorlarsa, peygamberler de vahyi ete-kemiğe büründürerek ve hayatta görünür kılarak genişletirler. Bu genişletme öyle çoğalır ki, sonunda tüm Dünyâ’yı sarar. Böylece Dünyâ vahiy tarafından kuşatılmış olur.

 

Peki Peygamberimiz’in eşleri o’nunla hangi sıfatı üzerinden münâsebet kuruyorlardı?. Meselâ Peygamberimiz’in eşleri, “Muhammed’e bir hîle yapalım, ama bu hîleyi o’nun Resûl yönüne değil de Nebî yönüne yapalım” diye mi plân kurdular?. Tabi ki de hayır!, onlar plânı eşleri Muhammed’e kuruyorlardı ki o Resûl ve Nebî’dir. Onlar Resûl ve Nebî ayrımı yapmıyorlardı, çünkü hem Resûl hem Nebî olan kişi aynı kişi olarak karşılarındaydı. Muhâtap Resûl ve Nebî sıfatıyla karşılarında duran Muhammed bin Abdullah’tı. Zâten aksi olsaydı müşrikler de bunu değerlendirirdi. “Hangi sıfatla konuşuyor?” diye sorup dururlardı ve Resûl sıfatına itaat etmeyip isyân ederlerken Nebî sıfatına bir şey demezlerdi. Nebî olarak yaptıklarına bir şey demezlerdi. Yâni Resûl olarak söylediklerine düşman olurlarken, Nebî olarak yaptıklarına ses çıkarmazlardı. Çünkü ne de olsa bir zamanlar o’na “el-emin” diyorlardı. Resûl ve Nebî ayırımı yapıldığında Nebî’ye itaat edilmediğinde ortaya çıkacak absürdlüklerin haddi-hesâbı olmaz.

 

Ahzâb 21. âyet gereği (çünkü bu âyet Kur’ân’da bulunduğu için kıyâmete kadar bağlayıcıdır) Peygamber’in güzel örnekliği yâni vahyi hayâtta uygulama pratiği bizim için kıyâmete kadar geçerlidir, bu geçerlilik Peygamber’in sâdece kendi dönemi için değildir. Yoksa Ahzâb 21. âyet boşa çıkar. “Bu âyette Nebî’nin değil, Resûl’ün örnekliğinden bahsediliyor” demenin hiç-bir anlamı ve önemi yoktur. Çünkü Resûl sâdece âyetleri aktarmakla görevliyse ve zâten artık ölüp gittiyse, biz kimin hangi amel ve eylemini örnek alacağız?. Çünkü örnek almak amel ve eylemle alâkalıdır. Örneklik, Hz. Muhammed’in Resûl ve Nebî olarak yaptıkları amel-eylem içeren örneklerdir.

 

“Nebî’ye itaat yoktur” düşüncesine aşağıdaki âyetler îtirâz eder:

 

“De ki: “Ey insanlar!; muhakkak ki; ben, sizin hepinize (gönderilen) Allah’ın Resûl’üyüm. O ki; semâların ve arzın mülkü, O’nundur. O’ndan başka ilâh yoktur. O, hayat verir (yaşatır) ve öldürür. Öyleyse Allah’a ve O’nun ümmî, nebî, resûl’üne îmân edin ki; o, Allah’a ve O’nun kelimelerine (sözlerine) inanır (îmân eder). Ve O’na tâbî olun ki; böylece siz, hidâyete eresiniz” (A’raf 158).

 

Âyette, hem resûle hem de nebîye îman edilmesi emrediliyor. Îman edilene elbette itaat da adilir. Âyetin sonundaki zamir, eğer Peygamberimiz’e gidiyorsa, o hâlde resûle de “nebîye de itaat”ten bahsediliyor demektir. Fakat denirse ki “hidâyet sâdece Allah’tandır”, o hâlde zamir, Allah’a gider. Lâkin âyetlerde, “hidâyete yöneltmeyi” ve “hidâyete ulaştırmayı” peygamberlerin de yaptığını görüyoruz: 

 

“Hani Rabbi ona, kutsal vâdi Tuva’da seslenmişti: ‘Firavun’a git; çünkü o, azdı’. Ona de ki: ‘Temizlenmek ister misin?’. Seni hidâyete erdireyim (ve ehdiye-ke)” (Nâziât 16-19).

 

“Kitap’ta İbrâhim’i de zikret. Gerçekten o, doğruyu-söyleyen bir peygamberdi (nebiyyâ). Hani babasına demişti: ‘Babacığım, işitmeyen, görmeyen ve seni herhangi bir şeyden bağımsızlaştırmayan şeylere niye tapıyorsun?’. Babacığım, gerçek şu ki, bana, sana gelmeyen bir ilim geldi. Artık bana tâbi ol, seni hidâyet edeyim (ehdi-ke) düzgün bir yola ulaştırayım” (Meryem 41-43).

 

Meryem 41. âyette Hz. İbrâhim bir “nebî olarak” babasından kendisine tâbi olmasını istiyor. O hâlde tâbi olunması gerekenler sâdece resûller değil, nebîlerdir de.

 

Sahabe, Resûl ve Nebî ayrımı yapmazdı ve onların muhâtabı Hz. Muhammed’ti. O yüzden meselâ Zeyd, Peygamber’in, “eşini yanında tut” hitâbını duyduğunda, onun bu öğüdü Resûl olarak mı, Nebî olarak mı yada Abdullah bin Muhammed olarak mı yaptığını çok da önemsememiş olsa gerek. Nebî’ye itaat yoktur diyenlere sormak gerekir; bu durumda Zeyd, Peygamber’in hangi sıfatına aykırı davranmıştı?. Peygamber, Zeyd’e: “Bak ben bunu Resûl olarak söylüyorum” mu demişti?. Çünkü âyet, olaydan sonra geliyor. Peygamber, Allah’ın bir emrini ilettiği zaman mü’minlerin bunu yerine getirmemesi düşünülemez. Fakat Peygamber bir konuda fikrini söylediğinde mü’minlerden bâzıları bunu uygun görmeyip de farklı fikirler ortaya atabilirler ki savaş durumunda mevzilenme konusunda bunun örnekleri vardır. Zâten aksi-hâlde istişâre emrinin bir anlamı ve önemi kalmazdı. Peki şimdi biz “istişâreyi Nebî yapar ama Resûl yapmaz” mı diyeceğiz?.

 

“Nebî’nin söylediklerine uymayabiliriz, fakat “Resûl söylediğinde uymamak olmaz” diyorlar. Hâlbuki âyetlere baktığımızda bunun istisnâlarını da görüyoruz. Ahzâb 37. âyeti 36. âyetle ard-arda (siyak-sibak) okuduğumuzda, Zeyd’e öğüt vereninin Resûl olduğu görülür. Fakat Zeyd yine de hanımını boşamıştır:

 

“Allah ve Resûlü, bir işe hükmettiği zaman, mü’min bir erkek ve mü’min bir kadın için o işte kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Resûlü’ne isyân ederse, artık gerçekten o, apaçık bir sapıklıkla sapmıştır.

   

Hani sen (resûl), Allah’ın kendisine nîmet verdiği ve senin de kendisine nîmet verdiğin kişiye: ‘Eşini yanında tut ve Allah’tan sakın’ diyordun; insanlardan çekinerek Allah’ın açığa vuracağı şeyi kendi nefsinde saklı tutuyordun; oysa Allah, kendisinden çekinmene çok daha lâyıktı. Artık Zeyd, (öğüde rağmen karısını boşayıp) ondan ilişkisini kesince, biz onu seninle evlendirdik; ki böylelikle evlatlıklarının kendilerinden ilişkilerini kestikleri (kadınları boşadıkları) zaman, onlarla evlenme konusunda mü’minler üzerine bir güçlük olmasın. Allah’ın emri yerine getirilmiştir” (Ahzâb 36-37).

 

Bir sahabenin, Allah’ın Resûlü’nün sözünün mutlakâ yerine getirilmesi gerektiğini bilmemesi düşünülemez. Zâten âyette de, “Allah ve Resûlü’nün sözünün üstüne söz söylenmemesi” emrediliyor. O hâlde seçkin sahabelerden, Peygamberimiz’in evlatlığı da olan Zeyd, Peygamberimiz’in “bir resûl olarak” verdiği direktifi-öğüdü niçin dinlememiştir de karısını boşamıştır?. Kur’ân’da bu konuda neden bir uyarı yoktur?. Yoktur, çünkü resûl ve nebî arasında fark yoktur ve sahabelerin, herhangi bir konuda bâzen Peygamberimiz’i dinlemedikleri de olmuştur. Zîrâ onların muhâtabı, hem resûl hem de nebî olan Hz. Muhammed’tir.

 

Gerek resûl gerekse nebî olan, Hz. Muhammed yada Muhammed bin Abdullah’tır. Hz. Muhammed, ismi “Muhammed” olarak geçen iki âyetten Âl-i İmran 144’te: “Muhammed resûldür” (Muhammedun illâ resûl) denirken; Ahzâb 40’da ise: “Muhammed nebîdir” (Muhammedun ebâ ehadin min ricâlikum, ve lâkin resûlallâhi ve hâtemen nebiyyine) denir.

 

“Biz senden önce hiç-bir resûl ve nebî (min resûlin ve lâ nebîyyin) göndermiş olmayalım ki, o bir dilekte bulunduğu zaman, şeytan, onun dilediğine (bir kuşku veyâ sapma unsuru) katıp bırakmış olmasın. Ama Allah, şeytanın katıp-bırakmalarını giderir, sonra kendi âyetlerini sağlamlaştırıp-pekiştirir. Allah, gerçekten bilendir, hüküm ve hikmet sâhibidir” (Hac 52).

 

Bu âyetteki “ve” bağlacı, “beyâniye vavı”dır. Yâni deniyor ki; “Senden önce hiç-bir resûl yâni nebî göndermiş olmayalım ki”... Şeytan, Hz. Muhammed’in hem Resûl hem de Nebî yönüne kuşku düşürebiliyor, sâdece Nebî yönüne değil.

 

“Resûle itaatsizlik yapılamaz, yâni karşı gelinemeyecek olan, Peygamber’in resûl yönüdür” diyorlar. Fakat bu, “o zaman nebîye itaatsizlik yapılabilir” anlamına gelir ki resûl-nebî ayırımı yapanlar böyle diyorlar. “Sahabe de, Peygamberimiz’in nebî yönüne îtirâz etmiştir” diyorlar. Hâlbuki sahabelerin îtirâz ettikleri, Peygamberimiz’in “insan” yönü”dür, insan yönüne îtirâz etmişlerdir ve şöyle demişlerdir: “Ey Allah’ın resûlü-nebîsi; bu Allah’tan mı, senden mi”?. Yâni, “senin resûl-nebî yönün tarafından mı, yoksa insan yönün tarafından mı?”. “Eğer insan yönün tarafından ise bir îtirâzımız olacak. Fakat resûl ve nebî yönün tarafındansa bir îtirazda bulunamayız. Çünkü Kur’ân bunu yasaklar. “Bu Allah’tan mı yoksa senden mi?” sorusu, “bu resûlden mi yoksa nebîden mi?” sorusu değildir.

 

Resûl ismi aracılığıyla emredilenler nasıl ki bir hüküm ortaya koyuyorsa, nebî ismi aracılığıyla emredilenler de bir hüküm ortaya koyar. Ahzâb Sûresi 59. âyette bunu açıkça görebiliyoruz:

 

“Ey Nebî!; eşlerine, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına, dış elbiselerinden (cilbablarından) üstlerine giymelerini söyle; onların (özgür ve iffetli) tanınması ve eziyet görmemeleri için en uygun olan budur. Allah, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir” (Ahzâb 59).

 

Bu âyet de vahyi bildiriyor. Tesettürü emrini bildiren âyet “nebî” diyor. Demek ki vahyi bildiren-emreden taraf, Peygamberimiz’in sâdece Resûl yönü değil, Nebî yönüdür de. Şimdi, âyet resûl olarak değil de, nebî olarak geldi diye bu emre uyulmasa ve itaat edilmese de olur mu?. Bu tarz âyetleri göz-ardı edebilir miyiz?. Peygamber’in nebî yönünü yâni Sünnet’i inkâr edenler bu tür âyetlerle amel etmeyi kabûl etmediklerinden olacak, tesettürün de İslâm’dan olmadığını söyleyebiliyorlar. Kur’ân’ın apaçık âyetlerini inkâr edenler, bu inkârı, Sünnet’i yâni Peygamber’in nebî yönünü inkâr ederek yapıyorlar.

 

“Nebî Peygamber’in şahsını ilgilendiren konularda olur” diyorlar. İyi de resûl olarak söyledikleri onun şahsını ilgilendirmiyor mu?. Zâten hem nebî hem de resûl olarak söyledikleri ve yaptıklarıdır bizi ilgilendiren. Nebî olarak yaptıkları, Peygamber’in hem kendi şahsını, hem de toplumu ilgilendirir. Sâdece kendi şahsını ilgilendiren taraf, Peygamber’in “insan olarak” yaptıklarıdır. Peygamberimiz nebî olduğu için mecbûren resûl de oluyor; resûl olduğu için mecbûren nebî de oluyor. Öyleyse her nebî resûl, her resûl de nebîdir. 

 

“Ey îman edenler!; Allah’a itaat edin; elçiye itaat edin ve sizden olan emir sâhiplerine de. Eğer bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, artık onu Allah’a ve elçisine döndürün. Şâyet Allah’a ve âhiret gününe îman ediyorsanız. Bu, hayırlı ve sonuç bakımından daha güzeldir” (Nîsâ 59).

 

Bu âyette müslümanlar arasında çıkacak bir anlaşmazlıkta çözüm için kimlere gidileceği açıkça söyleniyor. Emir sâhiplerine gidilecek ve onlara itaat edilecek de Nebî’ye mi itaat edilmeyecek?. Gerek Nebî-Resûl’e, gerekse emir sâhiplerine uymak, onların yeni bir farz ortaya koymasında değil, farzlara göre hareket emri verme noktasındadır ki Resûl-Nebî olarak Peygamber’e itaat de zâten bu noktadadır.

 

“Nebî’ye itaat yoktur” düşüncesi, “insan peygamber”i kabûl edememe sorunudur. Resûl ve Nebî sıfatları bir insanda toplanmıştır. Bu nedenle Resûl-Nebî olarak yapılan şey gereksiz bir ayrıştırmadır, işgüzarlıktan başka bir şey değildir. Tabi bir fitne de ortaya çıkarmakta ve Peygamber’in değerini ve önemini göz-ardı etmeye neden olmaktadır. Öyle ki artık müslümanlar Muhammed kelimesini bile kullanamaz duruma gelmiştir.

 

“Resûlün sâdece âyetleri iletme görevi vardır, Resûlün bağlayıcılığı Kur’ân’ın bağlayıcılığı demek oluyor” denildiğinde, 23 yıllık yaşanmışlık göz-ardı edilerek Kur’ân’ı istediğiniz gibi yorumlayabilirsiniz. Bunun için lügatler size çok yardımcı olacaktır. Özellikle modernitenin ağır kuşatması ve psikolojik baskısı nedeniyle Kur’ân yâni Resûl, âyetlerin ve kelimelerin deşilmesiyle ve aşırı yorumla istenildiği gibi yorumlanabiliyor. Oysa 23 yıllık örneklik iptâl  ve inkâr edilmediğinde Kur’ân’ı istediğiniz gibi  yorumlayamazsınız. Çünkü yaşanarak ortaya konulmuş ideâl bir örneklik vardır ve örneklik, Allah’ın “güzel” dediği bir örnekliktir, aşılamaz bir örnekliktir. O örnekliğe aykırı bir yorum yapamazsınız. Yaptığınız anda peygamberliğinizi îlân etmiş olursunuz ve ortalık “sahte peygamberler”lerden geçilmez olur. Şu da var ki, Peygamberimiz’in örnekliği yâni vahiy-merkezli hayâtı, şeytanın son oyunu olan moderniteye ve onun Allah’a düşman düşünce, ideoloji ve sistemlerine birebir aykırı olduğu için, moderniteye hayrân ve râm olanların amaçladıkları şey, Resûl-Nebî ayırımı gibi türlü oyunlarla Resûl’ü yâni örnekliği iptâl etmek ve vahyi moderniteye uygun olarak yorumlamak, böylece hem modernitenin baskısından hem de “güzel örneklik” ile gösterilen sorumluluktan ve ağır yükten kurtulmaktır.

 

Kur’ân’da peygamber kıssaları anlatılır ki, aslında kıssalar peygamber hayatlarıdır yâni onların sünnetleridir. Peygamberlerin müşriklerle ve kâfirlerle nasıl mücâdele ettiklerinin anlatılarıdırlar. Şimdi Nebî’ye yâni Peygamber’in örnekliğine gerek yoksa, o zaman hiç-bir peygambere gerek yok demektir. Böyle olunca peygamberler üzerinden ibret almak anlamsız olur. Çünkü onlar uzun zaman önce ölüp gitmişlerdir!. O hâlde Kur’ân’daki kıssalar da bizim için önemini kaybederler. Çünkü kıssalarda peygamberlerin vahiy-merkezli olarak yaptıkları ve yaşadıkları örnek hayat (Sünnet) anlatılmaktadır. Onların mücâdelesi anlatılmaktadır. Onların üzerinden uzun zaman geçip gitmişse, o zaman Kur’ân’da peygamberlerin hayatlarını anlatan kıssalar önemini kaybeder. Yâni Kur’ân âyetlerini inkâr etmek kolaylaşır ve normalleşir.

 

Kur’ân’ın üçte-biri ve hattâ yarısı, “Sünnet” denen “peygamber örneklikleri”dir. Dolayısı ile Kur’ân ya eski zamanda yaşamış peygamber örnekliklerini ortaya koyar, yada yeni örnekliklerin ortaya konulmasını ister. Bu da tabî ki, ya eski peygamberlerin Kur’ân’daki örnekliklerine bakarak, yada Peygamberimiz’in örnekliğine yâni Sünnet’ine bakarak yapılacaktır. Böylece zımnen: “Kıssalara bakın, peygamberler ne güzel örneklikler göstermişlerdi. Hadi şimdi siz de bu örneklikler üzerinden yeni örneklikler gösterin” denilmektedir:

 

“İbrâhim ve onunla birlikte olanlarda sizin için güzel bir örnek vardır. Hani kendi kavimlerine demişlerdi ki: ‘Biz, sizlerden ve Allah’ın dışında taptıklarınızdan gerçekten uzağız. Sizi (artık) tanımayıp-inkâr ettik. Sizinle aramızda, Allah’a bir olarak îman edinceye kadar ebedî bir düşmanlık ve bir kin baş göstermiştir’. Ancak İbrâhim’in babasına: ‘Sana bağışlanma dileyeceğim, ama Allah’tan gelecek herhangi bir şeye karşı senin için gücüm yetmez’ demesi hâriç. Ey Rabbimiz!, biz sana tevekkül ettik ve içten sana yöneldik. Dönüş sanadır” (Mümtehine 4).

 

Burada Hz. İbrâhim’in ve onunla birlikte olanların “güzel örnekliği”ni görüyoruz. Nedir bu örneklik?. Küfre, şirke, zulme, cehâlete, adâletsizliğe karşı bir dik duruş sergileyerek, “sizin dîninizi yâni hayat-tarzınızı tanımıyoruz ve inkâr ediyoruz” diyebilmektir. Bu sözü tâğutların yüzlerine karşı açıkça söyleyebilmektir. Hz. İbrâhim’in ve onunla birlikte olanların bu örnekliği Kur’ân’a geçerek ebedîleşmiştir. İşte Peygamberimiz’in örnekliği de böyledir. Peygamberimiz’in örnekliğinin yâni “Nebî olarak yaptıkları”nın bağlayıcı olmadığının zannedilmesi, o’nun “son Peygamber” olması ve bu nedenle de bir sonraki olası peygamber ve vahiyden oluşan kutsal bir kitapta, Peygamberimiz’in davranışlarının yâni Sünnet’inin yer almamasıdır. Zîrâ onun pratik örnekliği “yaşanmışlık” olarak târihe kazınmıştır. Gerçi Peygamber’imizin hayâtından bâzı kesitler Kur’ân’a alınmıştır. “Hicret”, “İfk Hâdisesi”, “Fetih”, Zeyd’in hanımı” gibi olaylar Kur’ân’da yer almıştır. Eğer Peygamberimiz “son peygamber” ve Kur’ân “son Kitap” olmasaydı, bir sonraki gönderilen peygamber ve vahiyde muhtemelen şunlar yazıyor olacaktı: “Muhammed’i de an. O ne güzel işler yapmıştı, o hep kendisine inen vahye göre hareket ederdi. Böylece güzel bir örneklik ortaya koymuştu. O hâlde sen de o’nun güzel örnekliği olan Sünnet’in uy!”.  

 

Kur’ân kıssalarında peygamberlerin sâdece sünnetleri değil hadisleri-sözleri de vardır. Peygamberlerin bir-çok sözleri (hadis) Kur’ân’a geçip ebedîleşmiştir. Meselâ Hz. Süleyman’ın, Belkıs’a söylediği sözler yâni hadisleri, Allah’ın, Hz. Süleyman’a: “Belkıs’a de ki” diye emrettiği sözler değil, Hz. Süleyman’ın kendisine inen vahiylerin onda meleke hâline gelmesiyle dile gelip söylenmiş bir sözdür. Hz. Süleyman’ın söylediği bu sözler Kur’ân’a geçmiştir ve kıssalarda anlatılmıştır.

 

Kur’ân kıssalarında anlatılan peygamber yâni Resûl-Nebî örneklikleri, peygamberlerin sünnetleridir. Allah, olmayan bir şeyi söylememektedir. Allah, yaşanmış olan bir örneklik üzerinden ders vererek bu örneklikleri onaylamış oluyor. Zâten Kur’ân, hayâta indiği için, âyetlerin büyük çoğunluğu, yaşanmış olaylar üzerine iner ve onlara çözüm sunar ki, bunlar tüm zamanlarda benzer olan yaşantılar ve benzer sorunların çözümleridir.

 

Kur’ân kıssaları, peygamberlerin ictihadlarının (Sünnet) Allah tarafından onaylanmasıdır. Mûsâ Cârullah’ın tespit ettiği gibi; “bir-çok Kur’ân ahkâmı/farz, Hz. Muhammed ve arkadaşlarının önceden içtihatları ile vâzettiklerinin (Sünnet) onaylanmasıdır”.

 

Kur’ân’da kısaların hem güzel hem de gerçek olduğu dile getirilir ve Peygamberimiz’e bu kıssalardan ibret alması söylenir. Peygamberimiz’e söylenen aslında, eski peygamberlerin sünnetlerini göz-önüne alması emridir:

 

“Biz bu Kur’ân’ı sana vahyetmemizle, en güzel kıssaları gerçek bir haber (kıssa) olarak sana aktarıyoruz, oysa sen, daha önce, bundan haberi olmayanlardandın” (Yûsuf 3).

 

Kur’ân, kıssalardan ders almamızı ister ki bu, aslında “örnekliklerden yâni sünnetlerden ders alınması” anlamına gelir:

 

“Andolsun, Yûsuf ve kardeşlerinde soranlar için âyetler (ibretler) vardır” (Yûsuf 7).

 

Ashab-ı Kehf için şunlar söylenir ve Ashab-ı Kehf’in sünneti yâni “güzel örnekliği”nden bahsedilir:

 

“Biz sana onların haberlerini bir gerçek (olay) olarak aktarıyoruz. Gerçekten onlar Rablerine îman etmiş gençlerdi ve biz de onların hidâyetlerini arttırmıştık” (Kehf 13).

 

Ashâb-ı Kehf, bulundukları toplumdan, içinde şirk, küfür, adâletsizlik ve zulüm olduğu için ve insanlar uyarılara kulak asmadığı için o bölgeden ayrılıp gitmişler, şirk ve zulüm ortamında yaşamaktansa bir-mağaralık yerde yaşamayı her-şeyden vazgeçerek göze alabilmişlerdir. İşte bu bir örnekliktir ve bu güzel örneklik Kur’ân’a dâhil edilerek ebedîleşmiştir.

 

Kıssalarda geçen şehirlerin bâzılarının hâlâ kalıntılarının bulunduğu ve bu kalıntılara bakılması da tavsiye edilir. Bu kalıntılar aslında, önceki peygamberlerin güzel örnekliklerini yâni sünnetlerini sergiledikleri “görev yerleri”dir ve bu yerlerde onlardan kalmış olan izler de vardır. O hâlde târihi eserler ve kentler, sünnetlerin teşhis edilebileceği yerler de sayılır. Kur’ân, peygamberlerin yaşadığı bu yerlerin gezilmesini ve buralardan ibretler almamızı emrediyor. Bu, “yaşanmışlıktan ve peygamber sünnetlerinden ibret almak” anlamına gelir:

 

“Bunlar, sana doğru haber (kıssa) olarak aktardığımız (geçmişteki) nesillerin haberleridir. Onlardan kimi ayakta kalmış, (hâlâ izleri var, kimi de) biçilmiş ekin (gibi yerle-bir edilmiş, kalıntısı silinmiş) dir” (Hûd 100).

 

“Andolsun, biz her ümmete: ‘Allah’a kulluk edin ve tâğuttan kaçının’ (diye tebliğ etmesi için) bir elçi gönderdik. Böylelikle, onlardan kimine Allah hidâyet verdi, kiminin üzerine sapıklık hak oldu. Artık, yeryüzünde dolaşın da yalanlayanların uğradıkları sonucu görün” (Nâhl 36).

 

Allah’ın Kur’ân’da kıssalara bu kadar yer vermesinin nedeni, Kur’ân’ın “hayâta ve insanlara göre inmesi”nden dolayıdır. Aksi-hâlde, Allah Kur’ân’da sürekli olarak; “Allah, göklerin ve yerin nûrudur. O’nun nûrunun misâli, içinde çerağ bulunan bir kandil gibidir; çerağ bir sırça içerisindedir; sırça, sanki incimsi bir yıldızdır ki, doğuya da, batıya da âit olmayan kutlu bir zeytin ağacından yakılır; (bu öyle bir ağaç ki) neredeyse ateş ona dokunmasa da yağı ışık verir. (Bu,) Nûr üstüne nûrdur. Allah, kimi dilerse onu kendi nûruna yöneltip-iletir. Allah insanlar için örnekler verir. Allah her-şeyi bilendir” (Nûr 35). âyetindeki gibi, zâtıyla ilgili sözlerden bahsetseydi, Kur’ân anlaşılmaz ve yaşan(a)maz bir kitap olup çıkardı.

 

Peygamber’e yâni Resûl ve Nebî’ye yâni Hz. Muhammed’e tâbi olmak; ona gelen âyetlere îman etmek, Peygamber’in o âyetleri açıklamasını dinlemek, Peygamber’in vahyin bir emri ve sorumluluğu olarak 23 yıl boyunca vahiy-merkezli amel ve eylemleri, vahyi hayâta aktarış tarzını örnek edinmekle olur. Bu önemli ve bağlayıcıdır, zîrâ Allah’ın kontrôlünde ve düzeltmesinde yaşanmış ve ortaya konulmuş örnek bir hayattır. Peygamberlerin gönderilmesinin nedeni budur: “Örneklik oluşturmak”. Yoksa peygamber göndermenin bir anlamı ve önemi olmazdı.

 

Bizim temel kaynağımız elbette Kur’ân’dır ve Kur’ân’a ilâve-ek bir haram-helal koyma yetkisi Peygamber dâhil kimsenin haddi değildir. Fakat Kur’ân raflara, kâlplere, zihinlere ve dört duvar arasına hapsedilebilecek ve “zihinlerin orgazmı” için kullanılabilecek bir kitap değildir. Kur’ân kişinin iç-âlemini âyetleriyle inşâ ettikten sonra, “dış-âlemi de Peygamber’in vahiy-merkezli amel-eylem örnekliği ile inşâ etmek” hedefi vardır. Fakat modernler ve Kur’âniyyun, vahyi sâdece kâlplerin, zihinlerin ve beyinlerin bir nesnesi zannettiklerinden dolayı, onu istedikleri gibi eğip-bükebilecekleri bir Kitap olarak görüp kullanıyorlar. Kur’ân’ın hayâta hâkim olmak isteyen ve bunu emreden bir Kitap olduğunu bilmemeleri yada kabûl etmemeleri nedeniyle, İslâm’ın ve Kur’ân’ın bu yönünü göz-ardı ettikleri için, onu sâdece zihinlerin bir eğlencesi ve beyin fırtınası aracı hâline getiriyorlar. Böyle olunca da Kur’ân’ı anlamak için Peygamber örnekliğine ihtiyaç duymuyorlar. Bu nedenle Resûl-Nebî ayırımı yapıyorlar ve Peygamber örnekliğini blôke ediyorlar. Fakat Kur’ân, sosyâl, kültürel, ekonomik ve en önemlisi de hukûkî alanda hayâta hâkim olmak ve Dünyâ’yı İslâm ile aydınlatmak için gönderilmiş bir Kitap olduğu için, vahyin en güzel örnekliğini yaparak vahyi hayâta hâkim kılan Peygamber’in Sünnet’i de bizim amel ve eylem konusunda “bağlayıcı olan” ikinci kaynağımızdır. Sünnet, “Kur’ân’a bağlı olmak”, “ona aykırı olmamak” ve “ilâve-ek yapmamak” koşuluyla “ikinci kaynağımız”dır. Bu kaynak es geçildiğinde Kur’ân, kâlplerin ve zihinlerin bir nesnesi olarak raflardaki sayısını arttırmaktan başka bir işe yaramayacaktır, yaramıyor da.

 

Şunu da söylemeden geçemeyeceğim.. Resûl ve Nebî ayırımı yapanların dillerine doladıkları; “Nebî hatâ yapar ama Resûl hatâ yapmaz” sözü yanlıştır. Çünkü resûller de hatâ yapabilirler ve yapmışlardır. Resûlün hatâ yapmış olduğunun kanıtı, resûl-nebî ayırımı düşüncesini ve teorisini alt-üst eder ve çökertir. Kur’ân’ı okuyanların hattâ okumayanların bile bildiği bir âyette “resûl olarak” yapılan bir hatâ çok açıktır. Kur’ân’ı okumayanlar resûl-nebî ayırımı gibi bir şeyle meşgûl olmadıkları için bunun farkında değildirler ama resûl-nebî ayırımı yapanlar, resûlün hatâ yaptığından bahseden âyeti niçin görmezler?. Çünkü resûl ve nebî ayrımı yapılınca ve “nebî hatâ yapar ama resûl hatâ yapmaz” diye körü-körüne inanılınca, artık apaçık âyetler bile görülmez hâle gelir. Hâlbuki Kur’ân’da Resûllerden birinin yaptığı bir hatâdan-yanlıştan da bahsedilir ki bu âyet, Resûl-Nebî ayrımını ve “Nebî’ye itaat yoktur” düşüncesini çökertir.

 

Deniyor ki; “resûle itaat ederiz ama nebîye itaat etmeyiz. Çünkü nebî hatâ yapar ama resûl yapmaz”. Oysa bu düşünce yanlıştır ve “bir insan olduğu için” resûller de “resûl olarak” hatâ yapabilirler ve yapmışlardır da:

 

“Şüphesiz Yûnus da gönderilmiş resûllerdendi. (Ve inne Yûnuse le minel murselîn). Hani o, dolu bir gemiye kaçmıştı. Böylece kur’âya katılmıştı da, kaybedenlerden olmuştu (Sâffât 139-141).

 

Bir resûl olan Hz. Yûnus, “görev yerini izinsiz terk etme suçu” işleyerek hatâ-yanlış yapmıştı. Yaptığı hatâ-yanlış, “Resûl olarak” yaptığı hatâ ve yanlıştı. Âyetin siyâkına baktığımızda Hz. Yûnus’un bu hatâyı, “resûl” sıfatıyla yaptığını görüyoruz. Çünkü Kur’ân, Hz. Yûnus bu hatâyı yaparken “nebî” değil, “resûl” ifâdesini kullanmıştır.

 

Kur’ân “ne yapılacağını” söylerken, Sünnet “nasıl yapılacağını” gösterir. Buradaki “gösterir” kelimesi önemlidir. Kur’ân ne yapılacağını söyler ama nasıl yapılacağını göstermez. Çünkü raflardaki Kur’ân, daha doğrusu mushaf, ne yapılacağını eksiksiz bir şekilde söyler, fakat “nasıl yapılacağını” gösteremez. İşte orada devreye peygamberler girer ki zâten gönderilme amaçları budur.

 

Demek ki kendisine vahiy gönderilen Hz. Muhammed’e itaat etmek, o’nun hem Resûl hem de Nebî yönünedir. İnsan yönüne ise îtirâz edilebilir ve edilmiştir de. Zâten Peygamberimiz de bu îtirazları yerinde bulmuştur. Resûl-Nebî kelimelerinin ayrı-ayrı yazılışı esastan bir ayırma değil, Kur’ân’ın dil zenginliği açısından olan bir ayrımdır ve başka âyetlerde de aynı anlama gelen farklı kelimeler de ayrı-ayrı kullanılmıştır.

 

Nebîye itaat etmemek, o’nu hesâba katmamak ve inkâr etmek, “Nebevî Duruş”u önemsemeyip inkâr etmek anlamına gelir ki, böyle yapanların duruşları yamuk-yılıktır.

 

Resûl’e itaat Nebî’ye itaat, Hz. Muhammed’e itaat ise ikisine de itaattir. Nebî’ye itaat etmemek düşüncesi modern bir yozlaşma ve sapmadır.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ağustos 2020 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »