“Kitapta Mûsâ’yı da an!.
Gerçekten o ihlâs sâhibi idi ve hem resûl hem de nebî (resûlen nebîyyen) idi” (Meryem 51).
Onlar ki, yanlarındaki
Tevrat’ta ve İncil’de (geleceği) yazılı bulacakları ümmî haber getirici (Nebî) olan elçiye (Resûl) uyarlar; o,
onlara mârufu (iyiliği) emrediyor, münkeri (kötülüğü) yasaklıyor, temiz şeyleri
helâl, murdar şeyleri haram kılıyor ve onların ağır yüklerini, üzerlerindeki
zincirleri indiriyor. Ona inananlar, destek olup savunanlar, yardım edenler ve onunla
birlikte indirilen nûru izleyenler; işte kurtuluşa erenler bunlardır” (A’raf 157).
Kur’ân’ı, Kur’ân bütünlüğüne
ve Peygamber örnekliğine göre okuduğunuzda hiç-bir çelişki içermediğini apaçık
şekilde görürsünüz. Fakat aşırı didikleyerek parçalayınca ve aşırı yoruma tâbi
tutunca sanki Kur’ân’da çelişki varmış gibi görülür. Oysa Kur’ân karmaşık bir
kitap değildir ve kolaylaştırıldığını söyler. Bir şeye çok ayrıntılı bakmak o
şeyin kusurlarını açığa çıkarır yada aşırı yoğun bakış, bakılan şeyi yamuk görmeye
neden olabilir. Çünkü bir şeyi aşırı ayrıntılandırmak ve derinlemesine
araştırmak bütünlüğü bozacağından dolayı, o şeyi “o” olmaktan çıkarır.
Resûl-Nebî ayırımı yapmamak
(ki Kur’ân’da bu şekilde esastan bir ayrım yoktur) târih boyunca insanlar için sorun
olmamıştır. Çünkü onlar Peygamber örnekliğinden (Sünnet) şüphe etmiyorlardı ve
Peygamber örnekliğini (Ahzâb 21) hiç-bir zaman göz-ardı etmiyorlardı. Ne zaman
ki modernitenin etkisi ve baskısıyla hadisler ve rivâyetlerin eleştirisi
başladı, (ki kanımca mevcut hadis ve rivâyetlerin %99’u uydurmadır) eleştiri,
îtirâz ve inkâr “Peygamber örnekliğini görmezden gelmeye ve hattâ onu inkâr
etmeye” kadar gitti. Böyle olunca da “sâdece Kur’ân” çalışmaları devreye girdi.
İşte çelişki zannedilen şeyler de bu çalışmaların sonucunda ortaya çıktı-çıkıyor.
Müslümanların arasındaki ihtilafların nedeni, dananın altında buzağı aramak ve
Peygamber örnekliğini yâni sahih Sünnet’i göz-ardı etmekten dolayıdır.
Her hizbin, cemaatin vs. kendilerine
özel bir teorisi var ve zannediyorlar ki bu teoriye göre Kur’ân okunduğunda tüm
sorunlar bitecek. Meselâ birileri Resûl ve Nebî kelimelerini ayırdığımızda
bir-çok sorunun çözülebileceğini söylüyor. Ne yâni; Resûl ve Nebî kelimelerini
ayırdığımızda herkes Kur’ân âşığı ve Kur’ân âlimi mi olacak zannediyorsunuz?.
Peki Peygamber’in Kur’ân’daki diğer isimleri ne olacak?. Kur’ân’da
Peygamberimiz’e hitâp edilirken farklı-farklı: “Muhammed, Ahmed, Şâhid, Beşir,
Nezir (nüzûl sürecinde Peygamberimiz’in ilk ismi ‘nezr’dir), Musaddık (tasdik
eden), Abdullah, Kerîm, Rahmet (âlemlere rahmet), Âkıb (kendisinden sonra
peygamber gelmeyen) vs. isimlerle de seslenilir. Şimdi bu hitâpları da ayırıp,
onların da farklı bir anlamda olduğunu mu araştırıp inceleyeceğiz?. Niye
araştırmayalım ki?. Bunlar “yerine göre” farklı kelimelerle kullanılan
hitâplardır. Nebî ve Resûl de öyledir. Hayır!; hiç ayırmaya gerek yok. Çünkü
ayırma yâni parçalama bir başladı mı, sonu bir türlü gelmez. Tabi bir-süre
sonra ayrılan şey “o” olmaktan çıkar. Artık parçalanan şeyin “örnekliği” de
olmayacağından dolayı o şey târihe gömülüp gider.
Peygamber’in kendiliğinden
haram kılma hakkı ve yetkisi yoktur. O sâdece Allah’ın haram kıldıklarını haram
olarak aktarabilir. Fakat tabi bir devlet başkanı olarak “yasaklar” koyabilir
ki bunlar genelde geçicidir yada vahye aykırı değildir.
“Sâdece Kur’ân” sözü
Kur’ân’ı çok mekanikleştiriyor ve onu rûhundan koparıyor. Kur’ân, amele-eyleme
dönük bir din’dir ve amel-eylem ona rûh katar. Böylece Kur’ân mekanikleşmekten korunur.
O hâlde peygamberler vahiy nûrunu amel-eylem ile çoğaltan ve o rûhu
yaygınlaştıranlardır. Onlar dağlar gibidir. Dağlar nasıl ki yeryüzünün yüzölçümünü
çoğaltıyorlarsa, peygamberler de vahyi ete-kemiğe büründürerek ve hayatta
görünür kılarak genişletirler. Bu genişletme öyle çoğalır ki, sonunda tüm
Dünyâ’yı sarar. Böylece Dünyâ vahiy tarafından kuşatılmış olur.
Peki Peygamberimiz’in eşleri
o’nunla hangi sıfatı üzerinden münâsebet kuruyorlardı?. Meselâ Peygamberimiz’in
eşleri, “Muhammed’e bir hîle yapalım, ama bu hîleyi o’nun Resûl yönüne değil de
Nebî yönüne yapalım” diye mi plân kurdular?. Tabi ki de hayır!, onlar plânı eşleri
Muhammed’e kuruyorlardı ki o Resûl ve Nebî’dir. Onlar Resûl ve Nebî ayrımı
yapmıyorlardı, çünkü hem Resûl hem Nebî olan kişi aynı kişi olarak karşılarındaydı.
Muhâtap Resûl ve Nebî sıfatıyla karşılarında duran Muhammed bin Abdullah’tı.
Zâten aksi olsaydı müşrikler de bunu değerlendirirdi. “Hangi sıfatla
konuşuyor?” diye sorup dururlardı ve Resûl sıfatına itaat etmeyip isyân
ederlerken Nebî sıfatına bir şey demezlerdi. Nebî olarak yaptıklarına bir şey
demezlerdi. Yâni Resûl olarak söylediklerine düşman olurlarken, Nebî olarak
yaptıklarına ses çıkarmazlardı. Çünkü ne de olsa bir zamanlar o’na “el-emin”
diyorlardı. Resûl ve Nebî ayırımı yapıldığında Nebî’ye itaat edilmediğinde ortaya
çıkacak absürdlüklerin haddi-hesâbı olmaz.
Ahzâb 21. âyet gereği (çünkü
bu âyet Kur’ân’da bulunduğu için kıyâmete kadar bağlayıcıdır) Peygamber’in
güzel örnekliği yâni vahyi hayâtta uygulama pratiği bizim için kıyâmete kadar geçerlidir,
bu geçerlilik Peygamber’in sâdece kendi dönemi için değildir. Yoksa Ahzâb 21.
âyet boşa çıkar. “Bu âyette Nebî’nin değil, Resûl’ün örnekliğinden
bahsediliyor” demenin hiç-bir anlamı ve önemi yoktur. Çünkü Resûl sâdece
âyetleri aktarmakla görevliyse ve zâten artık ölüp gittiyse, biz kimin hangi
amel ve eylemini örnek alacağız?. Çünkü örnek almak amel ve eylemle alâkalıdır.
Örneklik, Hz. Muhammed’in Resûl ve Nebî olarak yaptıkları amel-eylem içeren
örneklerdir.
“Nebî’ye itaat yoktur” düşüncesine
aşağıdaki âyetler îtirâz eder:
“De ki: “Ey insanlar!;
muhakkak ki; ben, sizin hepinize (gönderilen) Allah’ın Resûl’üyüm. O ki;
semâların ve arzın mülkü, O’nundur. O’ndan başka ilâh yoktur. O, hayat verir
(yaşatır) ve öldürür. Öyleyse Allah’a ve O’nun ümmî, nebî, resûl’üne îmân edin
ki; o, Allah’a ve O’nun kelimelerine (sözlerine) inanır (îmân eder). Ve O’na
tâbî olun ki; böylece siz, hidâyete eresiniz” (A’raf 158).
Âyette, hem resûle hem de
nebîye îman edilmesi emrediliyor. Îman edilene elbette itaat da adilir. Âyetin
sonundaki zamir, eğer Peygamberimiz’e gidiyorsa, o hâlde resûle de “nebîye de
itaat”ten bahsediliyor demektir. Fakat denirse ki “hidâyet sâdece
Allah’tandır”, o hâlde zamir, Allah’a gider. Lâkin âyetlerde, “hidâyete yöneltmeyi”
ve “hidâyete ulaştırmayı” peygamberlerin de yaptığını görüyoruz:
“Hani
Rabbi ona, kutsal vâdi Tuva’da seslenmişti: ‘Firavun’a git; çünkü o, azdı’. Ona
de ki: ‘Temizlenmek ister misin?’. Seni hidâyete
erdireyim (ve ehdiye-ke)” (Nâziât
16-19).
“Kitap’ta
İbrâhim’i de zikret. Gerçekten o, doğruyu-söyleyen bir peygamberdi (nebiyyâ). Hani babasına demişti: ‘Babacığım,
işitmeyen, görmeyen ve seni herhangi bir şeyden bağımsızlaştırmayan şeylere
niye tapıyorsun?’. Babacığım, gerçek şu ki, bana, sana gelmeyen bir ilim geldi.
Artık bana tâbi ol, seni hidâyet edeyim (ehdi-ke) düzgün bir yola
ulaştırayım” (Meryem 41-43).
Meryem 41. âyette Hz.
İbrâhim bir “nebî olarak” babasından kendisine tâbi olmasını istiyor. O hâlde
tâbi olunması gerekenler sâdece resûller değil, nebîlerdir de.
Sahabe, Resûl ve Nebî ayrımı
yapmazdı ve onların muhâtabı Hz. Muhammed’ti. O yüzden meselâ Zeyd,
Peygamber’in, “eşini yanında tut” hitâbını duyduğunda, onun bu öğüdü Resûl
olarak mı, Nebî olarak mı yada Abdullah bin Muhammed olarak mı yaptığını çok da
önemsememiş olsa gerek. Nebî’ye itaat yoktur diyenlere sormak gerekir; bu
durumda Zeyd, Peygamber’in hangi sıfatına aykırı davranmıştı?. Peygamber,
Zeyd’e: “Bak ben bunu Resûl olarak söylüyorum” mu demişti?. Çünkü âyet, olaydan
sonra geliyor. Peygamber, Allah’ın bir emrini ilettiği zaman mü’minlerin bunu
yerine getirmemesi düşünülemez. Fakat Peygamber bir konuda fikrini söylediğinde
mü’minlerden bâzıları bunu uygun görmeyip de farklı fikirler ortaya atabilirler
ki savaş durumunda mevzilenme konusunda bunun örnekleri vardır. Zâten
aksi-hâlde istişâre emrinin bir anlamı ve önemi kalmazdı. Peki şimdi biz
“istişâreyi Nebî yapar ama Resûl yapmaz” mı diyeceğiz?.
“Nebî’nin söylediklerine
uymayabiliriz, fakat “Resûl söylediğinde uymamak olmaz” diyorlar. Hâlbuki âyetlere
baktığımızda bunun istisnâlarını da görüyoruz. Ahzâb 37. âyeti 36. âyetle ard-arda
(siyak-sibak) okuduğumuzda, Zeyd’e öğüt vereninin Resûl olduğu görülür. Fakat
Zeyd yine de hanımını boşamıştır:
“Allah ve Resûlü, bir işe
hükmettiği zaman, mü’min bir erkek ve mü’min bir kadın için o işte kendi
isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Resûlü’ne isyân ederse,
artık gerçekten o, apaçık bir sapıklıkla sapmıştır.
Hani sen (resûl), Allah’ın kendisine nîmet verdiği ve senin
de kendisine nîmet verdiğin kişiye: ‘Eşini yanında tut ve Allah’tan sakın’
diyordun; insanlardan çekinerek Allah’ın açığa vuracağı şeyi kendi nefsinde
saklı tutuyordun; oysa Allah, kendisinden çekinmene çok daha lâyıktı. Artık
Zeyd, (öğüde rağmen karısını boşayıp) ondan ilişkisini kesince, biz onu seninle
evlendirdik; ki böylelikle evlatlıklarının kendilerinden ilişkilerini
kestikleri (kadınları boşadıkları) zaman, onlarla evlenme konusunda mü’minler
üzerine bir güçlük olmasın. Allah’ın emri yerine getirilmiştir” (Ahzâb
36-37).
Bir sahabenin, Allah’ın Resûlü’nün
sözünün mutlakâ yerine getirilmesi gerektiğini bilmemesi düşünülemez. Zâten
âyette de, “Allah ve Resûlü’nün sözünün üstüne söz söylenmemesi” emrediliyor. O
hâlde seçkin sahabelerden, Peygamberimiz’in evlatlığı da olan Zeyd,
Peygamberimiz’in “bir resûl olarak” verdiği direktifi-öğüdü niçin dinlememiştir
de karısını boşamıştır?. Kur’ân’da bu konuda neden bir uyarı yoktur?. Yoktur,
çünkü resûl ve nebî arasında fark yoktur ve sahabelerin, herhangi bir konuda
bâzen Peygamberimiz’i dinlemedikleri de olmuştur. Zîrâ onların muhâtabı, hem
resûl hem de nebî olan Hz. Muhammed’tir.
Gerek resûl gerekse nebî
olan, Hz. Muhammed yada Muhammed bin Abdullah’tır. Hz. Muhammed, ismi
“Muhammed” olarak geçen iki âyetten Âl-i İmran 144’te: “Muhammed resûldür” (Muhammedun illâ resûl) denirken; Ahzâb 40’da
ise: “Muhammed nebîdir” (Muhammedun ebâ ehadin
min ricâlikum, ve lâkin resûlallâhi ve hâtemen nebiyyine) denir.
“Biz senden önce hiç-bir
resûl ve nebî (min resûlin ve lâ
nebîyyin) göndermiş olmayalım ki, o bir dilekte bulunduğu zaman, şeytan,
onun dilediğine (bir kuşku veyâ sapma unsuru) katıp bırakmış olmasın. Ama
Allah, şeytanın katıp-bırakmalarını giderir, sonra kendi âyetlerini
sağlamlaştırıp-pekiştirir. Allah, gerçekten bilendir, hüküm ve hikmet
sâhibidir” (Hac 52).
Bu âyetteki “ve” bağlacı,
“beyâniye vavı”dır. Yâni deniyor ki; “Senden önce hiç-bir resûl yâni nebî
göndermiş olmayalım ki”... Şeytan, Hz. Muhammed’in hem Resûl hem de Nebî yönüne
kuşku düşürebiliyor, sâdece Nebî yönüne değil.
“Resûle itaatsizlik
yapılamaz, yâni karşı gelinemeyecek olan, Peygamber’in resûl yönüdür” diyorlar.
Fakat bu, “o zaman nebîye itaatsizlik yapılabilir” anlamına gelir ki resûl-nebî
ayırımı yapanlar böyle diyorlar. “Sahabe de, Peygamberimiz’in nebî yönüne îtirâz
etmiştir” diyorlar. Hâlbuki sahabelerin îtirâz ettikleri, Peygamberimiz’in
“insan” yönü”dür, insan yönüne îtirâz etmişlerdir ve şöyle demişlerdir: “Ey
Allah’ın resûlü-nebîsi; bu Allah’tan mı, senden mi”?. Yâni, “senin resûl-nebî
yönün tarafından mı, yoksa insan yönün tarafından mı?”. “Eğer insan yönün
tarafından ise bir îtirâzımız olacak. Fakat resûl ve nebî yönün tarafındansa
bir îtirazda bulunamayız. Çünkü Kur’ân bunu yasaklar. “Bu Allah’tan mı yoksa
senden mi?” sorusu, “bu resûlden mi yoksa nebîden mi?” sorusu değildir.
Resûl ismi aracılığıyla
emredilenler nasıl ki bir hüküm ortaya koyuyorsa, nebî ismi aracılığıyla
emredilenler de bir hüküm ortaya koyar. Ahzâb Sûresi 59. âyette bunu açıkça
görebiliyoruz:
“Ey Nebî!; eşlerine,
kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına, dış elbiselerinden (cilbablarından)
üstlerine giymelerini söyle; onların (özgür ve iffetli) tanınması ve eziyet
görmemeleri için en uygun olan budur. Allah, çok bağışlayandır, çok
esirgeyendir” (Ahzâb 59).
Bu âyet de vahyi bildiriyor.
Tesettürü emrini bildiren âyet “nebî” diyor. Demek ki vahyi bildiren-emreden
taraf, Peygamberimiz’in sâdece Resûl yönü değil, Nebî yönüdür de. Şimdi, âyet
resûl olarak değil de, nebî olarak geldi diye bu emre uyulmasa ve itaat
edilmese de olur mu?. Bu tarz âyetleri göz-ardı edebilir miyiz?. Peygamber’in
nebî yönünü yâni Sünnet’i inkâr edenler bu tür âyetlerle amel etmeyi kabûl
etmediklerinden olacak, tesettürün de İslâm’dan olmadığını söyleyebiliyorlar.
Kur’ân’ın apaçık âyetlerini inkâr edenler, bu inkârı, Sünnet’i yâni
Peygamber’in nebî yönünü inkâr ederek yapıyorlar.
“Nebî Peygamber’in şahsını
ilgilendiren konularda olur” diyorlar. İyi de resûl olarak söyledikleri onun
şahsını ilgilendirmiyor mu?. Zâten hem nebî hem de resûl olarak söyledikleri ve
yaptıklarıdır bizi ilgilendiren. Nebî olarak yaptıkları, Peygamber’in hem kendi
şahsını, hem de toplumu ilgilendirir. Sâdece kendi şahsını ilgilendiren taraf,
Peygamber’in “insan olarak” yaptıklarıdır. Peygamberimiz nebî olduğu için
mecbûren resûl de oluyor; resûl olduğu için mecbûren nebî de oluyor. Öyleyse
her nebî resûl, her resûl de nebîdir.
“Ey îman edenler!; Allah’a
itaat edin; elçiye itaat edin ve sizden olan emir sâhiplerine de. Eğer bir
şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, artık onu Allah’a ve elçisine döndürün. Şâyet
Allah’a ve âhiret gününe îman ediyorsanız. Bu, hayırlı ve sonuç bakımından daha
güzeldir” (Nîsâ 59).
Bu âyette müslümanlar arasında
çıkacak bir anlaşmazlıkta çözüm için kimlere gidileceği açıkça söyleniyor. Emir
sâhiplerine gidilecek ve onlara itaat edilecek de Nebî’ye mi itaat
edilmeyecek?. Gerek Nebî-Resûl’e, gerekse emir sâhiplerine uymak, onların yeni bir
farz ortaya koymasında değil, farzlara göre hareket emri verme noktasındadır ki
Resûl-Nebî olarak Peygamber’e itaat de zâten bu noktadadır.
“Nebî’ye itaat yoktur”
düşüncesi, “insan peygamber”i kabûl edememe sorunudur. Resûl ve Nebî sıfatları
bir insanda toplanmıştır. Bu nedenle Resûl-Nebî olarak yapılan şey gereksiz bir
ayrıştırmadır, işgüzarlıktan başka bir şey değildir. Tabi bir fitne de ortaya
çıkarmakta ve Peygamber’in değerini ve önemini göz-ardı etmeye neden
olmaktadır. Öyle ki artık müslümanlar Muhammed kelimesini bile kullanamaz
duruma gelmiştir.
“Resûlün sâdece âyetleri
iletme görevi vardır, Resûlün bağlayıcılığı Kur’ân’ın bağlayıcılığı demek
oluyor” denildiğinde, 23 yıllık yaşanmışlık göz-ardı edilerek Kur’ân’ı
istediğiniz gibi yorumlayabilirsiniz. Bunun için lügatler size çok yardımcı
olacaktır. Özellikle modernitenin ağır kuşatması ve psikolojik baskısı nedeniyle
Kur’ân yâni Resûl, âyetlerin ve kelimelerin deşilmesiyle ve aşırı yorumla
istenildiği gibi yorumlanabiliyor. Oysa 23 yıllık örneklik iptâl ve inkâr edilmediğinde Kur’ân’ı istediğiniz
gibi yorumlayamazsınız. Çünkü yaşanarak
ortaya konulmuş ideâl bir örneklik vardır ve örneklik, Allah’ın “güzel” dediği
bir örnekliktir, aşılamaz bir örnekliktir. O örnekliğe aykırı bir yorum yapamazsınız.
Yaptığınız anda peygamberliğinizi îlân etmiş olursunuz ve ortalık “sahte
peygamberler”lerden geçilmez olur. Şu da var ki, Peygamberimiz’in örnekliği
yâni vahiy-merkezli hayâtı, şeytanın son oyunu olan moderniteye ve onun Allah’a
düşman düşünce, ideoloji ve sistemlerine birebir aykırı olduğu için, moderniteye
hayrân ve râm olanların amaçladıkları şey, Resûl-Nebî ayırımı gibi türlü
oyunlarla Resûl’ü yâni örnekliği iptâl etmek ve vahyi moderniteye uygun olarak
yorumlamak, böylece hem modernitenin baskısından hem de “güzel örneklik” ile
gösterilen sorumluluktan ve ağır yükten kurtulmaktır.
Kur’ân’da peygamber kıssaları
anlatılır ki, aslında kıssalar peygamber hayatlarıdır yâni onların
sünnetleridir. Peygamberlerin müşriklerle ve kâfirlerle nasıl mücâdele
ettiklerinin anlatılarıdırlar. Şimdi Nebî’ye yâni Peygamber’in örnekliğine
gerek yoksa, o zaman hiç-bir peygambere gerek yok demektir. Böyle olunca peygamberler
üzerinden ibret almak anlamsız olur. Çünkü onlar uzun zaman önce ölüp
gitmişlerdir!. O hâlde Kur’ân’daki kıssalar da bizim için önemini kaybederler.
Çünkü kıssalarda peygamberlerin vahiy-merkezli olarak yaptıkları ve yaşadıkları
örnek hayat (Sünnet) anlatılmaktadır. Onların mücâdelesi anlatılmaktadır. Onların
üzerinden uzun zaman geçip gitmişse, o zaman Kur’ân’da peygamberlerin
hayatlarını anlatan kıssalar önemini kaybeder. Yâni Kur’ân âyetlerini inkâr etmek
kolaylaşır ve normalleşir.
Kur’ân’ın üçte-biri ve hattâ
yarısı, “Sünnet” denen “peygamber örneklikleri”dir. Dolayısı ile Kur’ân ya eski
zamanda yaşamış peygamber örnekliklerini ortaya koyar, yada yeni örnekliklerin
ortaya konulmasını ister. Bu da tabî ki, ya eski peygamberlerin Kur’ân’daki
örnekliklerine bakarak, yada Peygamberimiz’in örnekliğine yâni Sünnet’ine
bakarak yapılacaktır. Böylece zımnen: “Kıssalara bakın, peygamberler ne güzel
örneklikler göstermişlerdi. Hadi şimdi siz de bu örneklikler üzerinden yeni
örneklikler gösterin” denilmektedir:
“İbrâhim ve onunla
birlikte olanlarda sizin için güzel bir örnek vardır. Hani kendi kavimlerine
demişlerdi ki: ‘Biz, sizlerden ve Allah’ın dışında taptıklarınızdan gerçekten
uzağız. Sizi (artık) tanımayıp-inkâr ettik. Sizinle aramızda, Allah’a bir
olarak îman edinceye kadar ebedî bir düşmanlık ve bir kin baş göstermiştir’.
Ancak İbrâhim’in babasına: ‘Sana bağışlanma dileyeceğim, ama Allah’tan gelecek
herhangi bir şeye karşı senin için gücüm yetmez’ demesi hâriç. Ey Rabbimiz!,
biz sana tevekkül ettik ve içten sana yöneldik. Dönüş sanadır” (Mümtehine 4).
Burada Hz. İbrâhim’in ve
onunla birlikte olanların “güzel örnekliği”ni görüyoruz. Nedir bu örneklik?.
Küfre, şirke, zulme, cehâlete, adâletsizliğe karşı bir dik duruş sergileyerek,
“sizin dîninizi yâni hayat-tarzınızı tanımıyoruz ve inkâr ediyoruz”
diyebilmektir. Bu sözü tâğutların yüzlerine karşı açıkça söyleyebilmektir. Hz.
İbrâhim’in ve onunla birlikte olanların bu örnekliği Kur’ân’a geçerek
ebedîleşmiştir. İşte Peygamberimiz’in örnekliği de böyledir. Peygamberimiz’in
örnekliğinin yâni “Nebî olarak yaptıkları”nın bağlayıcı olmadığının
zannedilmesi, o’nun “son Peygamber” olması ve bu nedenle de bir sonraki olası
peygamber ve vahiyden oluşan kutsal bir kitapta, Peygamberimiz’in
davranışlarının yâni Sünnet’inin yer almamasıdır. Zîrâ onun pratik
örnekliği “yaşanmışlık” olarak târihe kazınmıştır. Gerçi Peygamber’imizin
hayâtından bâzı kesitler Kur’ân’a alınmıştır. “Hicret”, “İfk Hâdisesi”,
“Fetih”, Zeyd’in hanımı” gibi olaylar Kur’ân’da yer almıştır. Eğer
Peygamberimiz “son peygamber” ve Kur’ân “son Kitap” olmasaydı, bir sonraki
gönderilen peygamber ve vahiyde muhtemelen şunlar yazıyor olacaktı: “Muhammed’i
de an. O ne güzel işler yapmıştı, o hep kendisine inen vahye göre hareket
ederdi. Böylece güzel bir örneklik ortaya koymuştu. O hâlde sen de o’nun güzel
örnekliği olan Sünnet’in uy!”.
Kur’ân kıssalarında
peygamberlerin sâdece sünnetleri değil hadisleri-sözleri de vardır.
Peygamberlerin bir-çok sözleri (hadis) Kur’ân’a geçip ebedîleşmiştir. Meselâ
Hz. Süleyman’ın, Belkıs’a söylediği sözler yâni hadisleri, Allah’ın, Hz.
Süleyman’a: “Belkıs’a de ki” diye emrettiği sözler değil, Hz. Süleyman’ın
kendisine inen vahiylerin onda meleke hâline gelmesiyle dile gelip söylenmiş
bir sözdür. Hz. Süleyman’ın söylediği bu sözler Kur’ân’a geçmiştir ve
kıssalarda anlatılmıştır.
Kur’ân kıssalarında
anlatılan peygamber yâni Resûl-Nebî örneklikleri, peygamberlerin sünnetleridir.
Allah, olmayan bir şeyi söylememektedir. Allah, yaşanmış olan bir örneklik
üzerinden ders vererek bu örneklikleri onaylamış oluyor. Zâten Kur’ân, hayâta
indiği için, âyetlerin büyük çoğunluğu, yaşanmış olaylar üzerine iner ve onlara
çözüm sunar ki, bunlar tüm zamanlarda benzer olan yaşantılar ve benzer sorunların
çözümleridir.
Kur’ân kıssaları, peygamberlerin
ictihadlarının (Sünnet) Allah tarafından onaylanmasıdır. Mûsâ Cârullah’ın
tespit ettiği gibi; “bir-çok Kur’ân ahkâmı/farz, Hz. Muhammed ve arkadaşlarının
önceden içtihatları ile vâzettiklerinin (Sünnet) onaylanmasıdır”.
Kur’ân’da kısaların hem
güzel hem de gerçek olduğu dile getirilir ve Peygamberimiz’e bu kıssalardan
ibret alması söylenir. Peygamberimiz’e söylenen aslında, eski peygamberlerin
sünnetlerini göz-önüne alması emridir:
“Biz bu Kur’ân’ı sana
vahyetmemizle, en güzel kıssaları gerçek bir haber (kıssa) olarak sana
aktarıyoruz, oysa sen, daha önce, bundan haberi olmayanlardandın” (Yûsuf 3).
Kur’ân, kıssalardan ders
almamızı ister ki bu, aslında “örnekliklerden yâni sünnetlerden ders alınması”
anlamına gelir:
“Andolsun, Yûsuf ve
kardeşlerinde soranlar için âyetler (ibretler) vardır” (Yûsuf 7).
Ashab-ı Kehf için şunlar
söylenir ve Ashab-ı Kehf’in sünneti yâni “güzel örnekliği”nden bahsedilir:
“Biz sana onların
haberlerini bir gerçek (olay) olarak aktarıyoruz. Gerçekten onlar Rablerine
îman etmiş gençlerdi ve biz de onların hidâyetlerini arttırmıştık” (Kehf 13).
Ashâb-ı Kehf, bulundukları
toplumdan, içinde şirk, küfür, adâletsizlik ve zulüm olduğu için ve insanlar
uyarılara kulak asmadığı için o bölgeden ayrılıp gitmişler, şirk ve zulüm
ortamında yaşamaktansa bir-mağaralık yerde yaşamayı her-şeyden vazgeçerek göze
alabilmişlerdir. İşte bu bir örnekliktir ve bu güzel örneklik Kur’ân’a dâhil
edilerek ebedîleşmiştir.
Kıssalarda geçen şehirlerin bâzılarının
hâlâ kalıntılarının bulunduğu ve bu kalıntılara bakılması da tavsiye edilir. Bu
kalıntılar aslında, önceki peygamberlerin güzel örnekliklerini yâni
sünnetlerini sergiledikleri “görev yerleri”dir ve bu yerlerde onlardan kalmış
olan izler de vardır. O hâlde târihi eserler ve kentler, sünnetlerin teşhis
edilebileceği yerler de sayılır. Kur’ân, peygamberlerin yaşadığı bu yerlerin
gezilmesini ve buralardan ibretler almamızı emrediyor. Bu, “yaşanmışlıktan ve
peygamber sünnetlerinden ibret almak” anlamına gelir:
“Bunlar, sana doğru haber
(kıssa) olarak aktardığımız (geçmişteki) nesillerin haberleridir. Onlardan kimi
ayakta kalmış, (hâlâ izleri var, kimi de) biçilmiş ekin (gibi yerle-bir
edilmiş, kalıntısı silinmiş) dir”
(Hûd 100).
“Andolsun, biz her ümmete:
‘Allah’a kulluk edin ve tâğuttan kaçının’ (diye tebliğ etmesi için) bir elçi
gönderdik. Böylelikle, onlardan kimine Allah hidâyet verdi, kiminin üzerine
sapıklık hak oldu. Artık, yeryüzünde dolaşın da yalanlayanların uğradıkları
sonucu görün” (Nâhl 36).
Allah’ın Kur’ân’da kıssalara
bu kadar yer vermesinin nedeni, Kur’ân’ın “hayâta ve insanlara göre inmesi”nden
dolayıdır. Aksi-hâlde, Allah Kur’ân’da sürekli olarak; “Allah, göklerin ve
yerin nûrudur. O’nun nûrunun misâli, içinde çerağ bulunan bir kandil gibidir;
çerağ bir sırça içerisindedir; sırça, sanki incimsi bir yıldızdır ki, doğuya
da, batıya da âit olmayan kutlu bir zeytin ağacından yakılır; (bu öyle bir ağaç
ki) neredeyse ateş ona dokunmasa da yağı ışık verir. (Bu,) Nûr üstüne nûrdur.
Allah, kimi dilerse onu kendi nûruna yöneltip-iletir. Allah insanlar için
örnekler verir. Allah her-şeyi bilendir” (Nûr 35). âyetindeki gibi, zâtıyla
ilgili sözlerden bahsetseydi, Kur’ân anlaşılmaz ve yaşan(a)maz bir kitap olup
çıkardı.
Peygamber’e yâni Resûl ve Nebî’ye
yâni Hz. Muhammed’e tâbi olmak; ona gelen âyetlere îman etmek, Peygamber’in o âyetleri
açıklamasını dinlemek, Peygamber’in vahyin bir emri ve sorumluluğu olarak 23
yıl boyunca vahiy-merkezli amel ve eylemleri, vahyi hayâta aktarış tarzını
örnek edinmekle olur. Bu önemli ve bağlayıcıdır, zîrâ Allah’ın kontrôlünde ve
düzeltmesinde yaşanmış ve ortaya konulmuş örnek bir hayattır. Peygamberlerin
gönderilmesinin nedeni budur: “Örneklik oluşturmak”. Yoksa peygamber
göndermenin bir anlamı ve önemi olmazdı.
Bizim temel kaynağımız
elbette Kur’ân’dır ve Kur’ân’a ilâve-ek bir haram-helal koyma yetkisi Peygamber
dâhil kimsenin haddi değildir. Fakat Kur’ân raflara, kâlplere, zihinlere ve
dört duvar arasına hapsedilebilecek ve “zihinlerin orgazmı” için kullanılabilecek
bir kitap değildir. Kur’ân kişinin iç-âlemini âyetleriyle inşâ ettikten sonra,
“dış-âlemi de Peygamber’in vahiy-merkezli amel-eylem örnekliği ile inşâ etmek”
hedefi vardır. Fakat modernler ve Kur’âniyyun, vahyi sâdece kâlplerin,
zihinlerin ve beyinlerin bir nesnesi zannettiklerinden dolayı, onu istedikleri gibi
eğip-bükebilecekleri bir Kitap olarak görüp kullanıyorlar. Kur’ân’ın hayâta
hâkim olmak isteyen ve bunu emreden bir Kitap olduğunu bilmemeleri yada kabûl
etmemeleri nedeniyle, İslâm’ın ve Kur’ân’ın bu yönünü göz-ardı ettikleri için,
onu sâdece zihinlerin bir eğlencesi ve beyin fırtınası aracı hâline getiriyorlar.
Böyle olunca da Kur’ân’ı anlamak için Peygamber örnekliğine ihtiyaç duymuyorlar.
Bu nedenle Resûl-Nebî ayırımı yapıyorlar ve Peygamber örnekliğini blôke
ediyorlar. Fakat Kur’ân, sosyâl, kültürel, ekonomik ve en önemlisi de hukûkî
alanda hayâta hâkim olmak ve Dünyâ’yı İslâm ile aydınlatmak için gönderilmiş
bir Kitap olduğu için, vahyin en güzel örnekliğini yaparak vahyi hayâta hâkim
kılan Peygamber’in Sünnet’i de bizim amel ve eylem konusunda “bağlayıcı olan”
ikinci kaynağımızdır. Sünnet, “Kur’ân’a bağlı olmak”, “ona aykırı olmamak” ve “ilâve-ek
yapmamak” koşuluyla “ikinci kaynağımız”dır. Bu kaynak es geçildiğinde Kur’ân,
kâlplerin ve zihinlerin bir nesnesi olarak raflardaki sayısını arttırmaktan başka
bir işe yaramayacaktır, yaramıyor da.
Şunu da söylemeden geçemeyeceğim..
Resûl ve Nebî ayırımı yapanların dillerine doladıkları; “Nebî hatâ yapar ama
Resûl hatâ yapmaz” sözü yanlıştır. Çünkü resûller de hatâ yapabilirler ve
yapmışlardır. Resûlün hatâ yapmış olduğunun kanıtı, resûl-nebî ayırımı düşüncesini
ve teorisini alt-üst eder ve çökertir. Kur’ân’ı okuyanların hattâ okumayanların
bile bildiği bir âyette “resûl olarak” yapılan bir hatâ çok açıktır. Kur’ân’ı
okumayanlar resûl-nebî ayırımı gibi bir şeyle meşgûl olmadıkları için bunun
farkında değildirler ama resûl-nebî ayırımı yapanlar, resûlün hatâ yaptığından
bahseden âyeti niçin görmezler?. Çünkü resûl ve nebî ayrımı yapılınca ve “nebî
hatâ yapar ama resûl hatâ yapmaz” diye körü-körüne inanılınca, artık apaçık
âyetler bile görülmez hâle gelir. Hâlbuki Kur’ân’da Resûllerden birinin yaptığı
bir hatâdan-yanlıştan da bahsedilir ki bu âyet, Resûl-Nebî ayrımını ve “Nebî’ye
itaat yoktur” düşüncesini çökertir.
Deniyor ki;
“resûle itaat ederiz ama nebîye itaat etmeyiz. Çünkü nebî hatâ yapar ama resûl
yapmaz”. Oysa bu düşünce yanlıştır ve “bir insan olduğu için” resûller de
“resûl olarak” hatâ yapabilirler ve yapmışlardır da:
“Şüphesiz
Yûnus da gönderilmiş resûllerdendi. (Ve inne Yûnuse le minel murselîn). Hani o, dolu bir gemiye
kaçmıştı. Böylece kur’âya katılmıştı da, kaybedenlerden olmuştu”
(Sâffât 139-141).
Bir resûl olan Hz. Yûnus,
“görev yerini izinsiz terk etme suçu” işleyerek hatâ-yanlış yapmıştı. Yaptığı
hatâ-yanlış, “Resûl olarak” yaptığı hatâ ve yanlıştı. Âyetin siyâkına
baktığımızda Hz. Yûnus’un bu hatâyı, “resûl” sıfatıyla yaptığını görüyoruz.
Çünkü Kur’ân, Hz. Yûnus bu hatâyı yaparken “nebî” değil, “resûl” ifâdesini
kullanmıştır.
Kur’ân “ne yapılacağını”
söylerken, Sünnet “nasıl yapılacağını” gösterir. Buradaki “gösterir” kelimesi
önemlidir. Kur’ân ne yapılacağını söyler ama nasıl yapılacağını göstermez.
Çünkü raflardaki Kur’ân, daha doğrusu mushaf, ne yapılacağını eksiksiz bir
şekilde söyler, fakat “nasıl yapılacağını” gösteremez. İşte orada devreye
peygamberler girer ki zâten gönderilme amaçları budur.
Demek ki kendisine vahiy
gönderilen Hz. Muhammed’e itaat etmek, o’nun hem Resûl hem de Nebî yönünedir.
İnsan yönüne ise îtirâz edilebilir ve edilmiştir de. Zâten Peygamberimiz de bu
îtirazları yerinde bulmuştur. Resûl-Nebî kelimelerinin ayrı-ayrı yazılışı esastan
bir ayırma değil, Kur’ân’ın dil zenginliği açısından olan bir ayrımdır ve başka
âyetlerde de aynı anlama gelen farklı kelimeler de ayrı-ayrı kullanılmıştır.
Nebîye itaat etmemek, o’nu
hesâba katmamak ve inkâr etmek, “Nebevî Duruş”u önemsemeyip inkâr etmek
anlamına gelir ki, böyle yapanların duruşları yamuk-yılıktır.
Resûl’e itaat Nebî’ye itaat,
Hz. Muhammed’e itaat ise ikisine de itaattir. Nebî’ye itaat etmemek düşüncesi
modern bir yozlaşma ve sapmadır.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Ağustos 2020
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder