17 Eylül 2016 Cumartesi

Bahâilik İle Ilımlı İslâm’ın Benzerliği


“Onların çoğu Allah’a îman etmezler de ancak şirk katıp-dururlar” (Yûsuf 106).

 

Bahâiliğin “ılımlı” olması; küresel güçlerin “ılımlı dîn”e ihtiyaçları oluşu; Fethullah Gülen’in hem Bahâi olduğu iddiaları, hem de küresel Ilımlı İslâm Projesi’nin baş temsilciliğini yapması; Bahâilerle aynı görüş olarak Îran düşmanlığı; Fethullah’ın Türkiye’de darbe girişimi ile yönetimi ele geçirerek, küresel güçlerin isteği doğrultusunda Türkiye üzerinden tüm Ortadoğu ve Afrika’ya Ilımlı İslâm kapsamında demokrasi ihrâç etme projesine destek vermesi, Ilımlı İslâm ile Bahâiliğin örtüştüğü ve benzediği yerlerdir. Bütün bunlar İslâm’ın altını oyma girişimleridir. İslâm’ı “içeriden yıkma” girişimleridir. Zîrâ İslâm’ı hiç-bir güç dışarıdan yıkamaz-yıkamıyor.

 

Dinler-arası diyalogcuların felsefeleri Bahâilik dîninin düşünceleri ile çok benzerdir. Çünkü bâtıl hep aynı kafadadır ve zâten insanlar yâ İslâm yada câhiliye toplumu olarak ikiye ayrılır:

 

“Îman edenler Allah yolunda savaşırlar, inkâr edenler ise tâğut yolunda savaşırlar; öyleyse şeytanın dostlarıyla savaşın. Hiç şüphesiz, şeytanın hîleli-düzeni pek zayıftır” (Nîsâ 76)

 

Bahâilik ile Ilımlı İslâm yada modernizm, tâğutun yolunda “câhili toplum olmak” anlamında birleşirler. Zâten söylemleri ile eylemleri de çok benzerdir. Aralarındaki benzerlikler şunlardır..

 

İkisi de kâfir-mü’min, haram-helâl ayrımı yapmamakta birleşirler.

 

Erkek ile kadını mutlak anlamda eşit görmekle kadına zulmederler. Zîrâ kadın erkekle eşit olunca aynı yada benzer sorumluluklar almak zorunda kalır fakat yapı gereği nârin olan kadınlar bundan zarar görür ve yeni sorumluluklar kadına artı bir yük getirir.

 

Hak katında tek geçerli din İslâm olmasına rağmen ve en son olarak da Peygamberimiz Hz. Muhammed’in temsilciliğini yaptığı İslâm dîni ile, yolunda gittikleri tahrif edilip bozulmuş ve yozlaşmış olan bâtıl dinleri aynı kefeye koyarlar ve “hak ve bâtıl din” ayırımını yapmayarak “tek hak din” olan İslâm’a zulmetmiş olurlar ve şirke düşerler. Fakat ilginç bir durum vardır ki, diğer dinlere gösterdikleri hoşgörüyü bir-tek İslâm’a göstermezler. Çünkü İslâm’ı “bütünüyle” kabûl edemezler. Bunun nedeni, İslâm’ın, çıkarlarına çomak sokmasıdır. Bu nedenle İslâm’ı bâtıl dinler ile, düşünceler ile ve Bahâilikle aynı paralelde ılımlaştırarak İslâm’ın kesin-radikâl hükümlerini yumuşatmaya çalışırlar.

 

“Din, bilim ile uyum içinde olmalıdır” derler fakat bunu din lehine değil de bilim lehine yaparlar ve modern-bilim ile uyuşmayan âyetleri ya iftirâ atarak inkâr ederler, ya göz-ardı ederek istinkâf ederler, yâni o âyetlere karşı soğuk davranarak uzak dururlar, yada âyetleri aşırı yorumlamayla zorlayarak ve anlam kaymasına uğratarak bilimsel teorilere uydurmaya çalışırlar.

 

Eğitime çok önem verirler fakat bu eğitim lâik/seküler-merkezlidir. İslâm-merkezli eğitime ise karşıdırlar ve zinhar sözünü bile etmezler bunun. Bu nedenle din konusunda bir-çok tâvizler verirler ve dîni modernizme uydurmaya çalışırlar. Meselâ Ilımlı İslâm ve Bahâilikte tesettüre çok önem verilmez ve zâten küresel tâğutların Ilımlı İslâm Projesi’nin baş-taşeronu olan Fethullah Gülen de baş-örtüsünü teferruat yada fürûat sayar ki, aslında her ikisi de aynı anlamdadır. Böylece daha ilk baştan îtibâren dîni ılımlılaştırıp tahrif etmeye yönelirler.

 

Bahaullah denilen kişi ve Bahailer ile Fethullah Gülen’in yollarının kesişmesi ve hayatlarının bir döneminde aynı yerleşim yerlerinde yaşamış olmaları da ilginçtir. Şöyle ki; Şiiler, Bahaullah Mirza Hüseyin Ali Nuri’ye de büyük tepki gösterdi. Bunun üzerine o ve yakınları Osmanlı Devleti’nden yardım ve sığınma istediler. Önce Bağdat’a sürgün geldiler; orada Mirza Hüseyin Ali, mehdiliği bırakıp 21 Nisan 1863’te peygamberliğini îlan etti. Bu gelişmeler üzerine Bağdat’ta da tepkiler başlayınca, Osmanlı otoriteleri onları Erzurum bölgesine getirdi. Daha sonra da, Erzurum’un Îran’a yakın olmasından dolayı Bahaullah ve yakınları Edirne’ye nakledildi. Nihâyet 1868 yılında Akka’ya sürgün edildiler. Bahaullah ölümüne kadar orada yaşadı. Ölümünden sonra büyük oğlu Abbas, Mısır, Avrupa ve Amerika’yı dolaşarak gezdiği yerlerde Bahailiği yaymaya çalıştı.

 

Hem Bahâilik hem de Ilımlı İslâm düşüncesinin modernizme aykırı bir düşüncesi yoktur, olamaz ve benimsenmez de. Dînin sâdece kâlplerde-gönüllerde-vicdanlarda kalması yâni hapsedilmesi gerektiğini söylerler ve din deyince insanların akınla “sevgi”, “aşk” gibi sözler gelir.

 

Tüm Dünyâ’da ortak bir dilin olmasını isterler ama nedense bu dilin İngilizce’den başka bir dil olmasını düşün(e)mezler. Bahâiliğe göre ortak dil İngilizce olmalıdır. Semih Tufan Gülaltay; “Fethullah’ın Orta Asya’daki misyonundan biri de İngilizce’nin yaygınlaştırılmasıdır. Bahâiler dünyâ-çapındaki iktidarlarında İngilizce’yi resmî dil olarak îlân edeceklerdir. Fethullah’ın okullarının tümünde de İngilizce’nin öğretilmesinin nedeni budur” der.

 

Dilin tüm Dünyâ’da İngilizce olması zâten küresel tâğutların da isteğidir. Böylece tüm dünyâ-insanları aynı dile sâhip olunca aynı düşünceye ve kültüre de sâhip olacaklardır. Böylece herkes aynı şekilde tüketecek ve “üretici” olan tâğutlar servetlerine servet katacaklar, tâğutların uşakları da bundan pay alacaklardır. Şeytan ise iktidârının keyfini çıkaracaktır.

 

Birliği savunmalarına rağmen bu birlik seküler anlamda bir birliktir. İslâm’i anlamda bir birliği (ümmet) zinhar istemezler ve zâten amaçları böyle bir birliği önlemektir. Bunu, destekledikleri kimselere bakarak anlayabilirsiniz. Bahâilikte, yürürlükte olan mevcut siyâsete karşı alternatif bir düşünce oluşturmak ve o düşüncede hareket etmek olmadığı gibi, Ilımlı İslâm Düşüncesi’nde de bu böyledir. Mevcut düzeni hiç yorumlamadan ve eleştirmeden olduğu gibi kabûl ederler ve ona destek olurlar. Çünkü “güç”ten yanadırlar.

 

Bahâiliğin olumlu yanı, aşırı zenginliğin ve aşırı fakirliğin olmamasını istemesidir. Fakat bu düşüncede olmalarına rağmen bu sâdece düşüncede kalır ve pratikte bırakın bu aşırı farklılığı, kendileri zenginlik anlamında aşırı farklılaşırlar.

 

Hem Bahâilikte hem de Ilımlı İslâm’da din, vicdanlara hapsedilmiş ve sâdece araştırmanın-incelemenin konusu olmuştur. Hayatta geçerli olarak kabûl ettikleri ideoloji ise pozitivizmdir.

 

Bahâilik ile Ilımlı İslâm, siyâsete zinhar karışmazlar. Bahâilikte “siyâsete karışmama” vardır. İkisinde de din vicdanlara hapsedilir ve dînin bir devlet talebinin olmadığı söylenir. Allah’ın “gökte ilah” olmasına mecbûren ses çıkar(a)mazlar fakat yerde de ilah olmasına kat’iyen izin vermezler. Bu nedenle de lâik-seküler-demokratik-liberâl-kapitâlist ne kadar değer varsa baş-tâcı edilir.

 

“Bahâiliğin amacı Amerika’yı “dünyâ imparatorluğu” yapmaktır” denir. Ilımlı İslâm söylemleri de, batı’ya ve ABD’ye karşı çıkacak tek güç olan İslâm’ı laytlaştırarak, İslâm’ın bu gücünü kırmakla ABD’ye alan açmaya çalışır. Ilımlı İslâm’ın baş taşeronu Fethullah Gülen de, “ABD’den ve İsrâil’den izin alınmadan bir iş yapılmamasını” söyleyerek onların uşağı olduğunu îlân eder.

 

Aslında tüm modernlerin söylemi aynı ve benzerdir. Bahâilik, tüm din ve düşüncelerin birliğinden ve aynılığında söz ettiği için ve Ilımlı İslâm ise İslâm’ın siyâsette ve sosyâl-kamusal alanda görünür olmakla değil de, dîni vicdanlara hapsetme ve “olur efendim”ci olduğundan, Ilımlı İslâm söylemleri bâtıniliğin ve dolayısı ile Bahâiliğin söylemleri ile örtüşmektedir. Tasavvufa göre de İslâm, sâdece gönüllere hitâp eden bir dindir ve tasavvufun müntesipleri de bu doğrultuda düşünerek tâğutlara alan açmış olurlar.

 

Peki Bahâiliğin ve Ilımlı İslâm’ın, dînin hayâta hâkim olması inancına ve emrine düşmanlıkları nereden geliyor?. Çünkü ikisi de modernizm kökenlidir ve modernizm, bilindiği gibi; “küçük bir grubun çıkarlarına uygun olmak” demektir. Bu düşmanlık İslâm’ın Îran’ı fethettiği zamanlarda da olmuştu ve İslâm, Îran’ı fethedince oranın nüfuzlu kimseleri İslâm’ın içine onu içeriden yıkmak için katılmışlardı. İslâm’ı tam anlamıyla benimseyemediler. Zîrâ çıkarlarını kaybetmelerine neden olan İslâm’ı affedemezlerdi. Bernard Lewis:

 

Bir fetih ve yeni bir devlet düzeninin, önceden iktidâr ve servet tekeline sâhip olan önemli grupları yerlerinden etmesi kaçınılmazdır. Herhâlde böyle bir değişikliğin etkisi doğudaki eski Pers eyâletlerinde, batı’daki eski Bizans eyâletlerinden daha fazla görülmüştür. Mısır ve Sûriye’deki yerlerinden olan Bizanslı iş-adamları eski topraklarıyla halklarını yeni efendilerine bırakarak Bizans başkentine çekilebilirlerdi. Ancak Pers iş-adamlarının kaçacak yerleri yoktu. İmparatorluklarının başkentini Araplar ellerine geçirmişti ve bir-kaçı dışındakiler oldukları yerde kalarak yeni devlet düzeninde kendilerine bir yer bulmaya çalışmak zorundaydılar” der.

 

Tabi, Îran’lılar içinde, İslâm’ı yıkmak için uğraşanlar olduğu gibi, ona değerli katkılar yapanlar da vardı.

 

İşte modernizm ve onun uşaklığını yapan Bahâilik ve Ilımlı İslâm’cılar ve Ilımlı İslâm’ın baş temsilcisi olan Fethullah Gülen, küresel tâğutların kontrôlünde olduklarından dolayı onlar gibi düşünmekte, onların düşman olduklarına düşman olmakta ve İslâm’ın hayâta hâkim olmasına karşı çıkmaktadırlar. Zîrâ aksi-takdirde çıkarları zarar görecektir.

 

Fakat… İslâm; küresel tâğutların ve Bahâiliğin istediği gibi ve Ilımlı İslâm’cıların zannettiği gibi sâdece vicdanlarda kalacak ve oraya hapsedilecek bir din değil; hayâtın tam ortasında hâkim olmak isteyen, bunu bir inkılâp ve ihtilâl süreciyle tamamlamayı hedefleyen bir dindir. Böylece daha önce yaptığı gibi; şeytanı, tâğutları ve onların uşaklarını bertarâf edip, hak-hakîkat, adâlet ve eşitliği Dünyâ’da hâkim kılmak ister:

 

“Allah, içinizden îman edenlere ve sâlih amellerde bulunanlara vâdetmiştir: Hiç-şüphesiz onlardan öncekileri nasıl “güç ve iktidâr sâhibi” kıldıysa, onları da yeryüzünde “güç ve iktidâr sâhibi” kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca bana ibâdet ederler ve bana hiç-bir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkâr ederse, işte onlar fâsıktır” (Nûr 55).

 

Târih boyunca İslâm’ı yıkmanın çeşitli yolları denenmiş ve ancak son iki yüzyılda başarılı olunabilmiştir. Lâkin yıkılan İslâm değil, müslümanlardır ve İslâm her dâim yeniden hayâta hâkim olma potansiyeline sâhip olarak dipdiri bir şekilde müslümanları beklemektedir. Zâten İslâm’ı hayâta hâkim kılmak isteyen bir damar da alttan-alttan akmakta ve yol alıp durmaktadır. Allah’ın istediği ve dilediği, yâni müslümanları bu işe lâyık bulup hâkimiyetlerini onayladığı bir zamanda yeniden hayâta yâni Dünyâ’ya hâkim olacak ve hakîki İslâm’dan gayrisi ya mahvolup yok olacak ve silinip gidecek, yada küçük düşürülüp ezilmiş bir hâlde belki de kıyâmete kadar yeniden yer-altına çekilmek zorunda kalacaktır.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Eylül 2016

 

 

Devamını Oku »

Siyâsetten Yıkılmak


“O, iş-başına geçti mi yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya, ekini ve nesli helâk etmeye çaba harcar. Allah ise, bozgunculuğu sevmez” (Bakara 205).

Siyâset kelimesi lûgatta: “Memleket idâre etme sanatı. Devlet idâre tarzı. Dünyâ ve âhirette kurtuluşa sebep olacak bir yola, insanları irşâd ile beşeriyetin salâhına çalışmak. Diplomatlık. Politika. Seyislik, at idâre işleriyle uğraşma” olarak geçer.

Allah’ın siyâsetinin yâni hükümlerinin hâkim olmadığı, dolayısı ile zulmün ayyuka çıktığı Mekke’de yaşayan Muhammed bin Abdullah; vicdânı kararmadığı ve merhâmeti zedelenmediği için halk tarafından “el emin” olarak çağırılan birisiydi. Fakat Mekke’deki mevcut kötü durum onda aşırı bir rahatsızlığa yol açıyordu. Yürürlükte olan zulüm ve adâletsizliği gördükçe vicdânı sızlıyor, bundan dolayı toplumun ezilenleriyle ilgilenip onlara yardım ediyordu. Fakat bu kötü durumu kökten çözümleyecek bir yol bulamıyordu. Bu nedenle zulmün kol gezdiği şehirden sık-sık uzaklaşıyor ve derin düşüncelere dalıyordu. Milâdi 610 yılında, Ramazan ayının bir gecesinde düşünceye daldığı Hira mağarasında bu soruna çâre olacak o olay yaşandı ve Peygamberimize ilk vahiyler gelmeye başladı.

Gelen ilk vahiyler, yapılması gereken şeyin insanların kendi düşünce ve fikirlerine yâni keyiflerine göre değil, Allah’ın isteğine göre olmasını söylüyordu: “Yaratan Rabbinin adıyla oku!” (Alâk 1). Okuma, idrâk etme, amel-eylem sürecinin Allah’ın adıyla yâni O’nun istediği gibi yapılması emrediliyordu. Yâni siyâsetin Allah adına olması emriydi bu. Oysa Mekke’deki siyâset Allah adına değil, bir-takım nüfuzlu kimselerin sözde putlar üzerinden kendilerine göre belirlediği bir siyâset ile yapılıyordu. Zâten zulmün, adâletsizliğin, acının, feryâdın ve insana yakışmayacak anlatılması bile güç eylemlerin nedeni, hayâtın yâni siyâsetin; âlemleri, Dünyâ’yı, insanları yâni hayâtı yaratan Allah’a göre değil de, bir-takım kişilerin, çıkarlarına göre belirledikleri siyâsete yâni “insana göre” yürütülmesiydi. İnsan hem her şeyi bilebilecek kapasiteye sâhip olmadığından doğru ve kesin kararı veremez, hem de nefs-sâhibi olduğundan dolayı kendi çıkarını göz-ardı ederek hükümler-kânunlar çıkaramaz. Böyle olunca da küçük bir azınlık mutlu (daha doğrusu haz-merkezli) bir hayat yaşarken, halkın büyük çoğunluğu her alanda zor bir hayat yaşamak zorunda kalır.

Peygamberimiz gelen vahiylerin ardından Allah adına okuma-eyleme sürecine girmiş ve büyük mücâhede ve mücâdelelerden sonra îman-hicret-cihad süreciyle birlikte Arabistan yarım-adasında Allah’ın kânunlarının geçerli olduğu İslâm’i sistemi yerleştirmiştir. Bu sistemle birlikte “asr-ı saadet” diye isimlendirilen bir dönem başlamış ve zulüm çok büyük ölçüde bertarâf edilerek hak-hakîkat adâlet-eşitlik yeryüzünde tekrar diriltilmiştir. Böylece Peygamberimizin şu hayâli gerçekleşmiştir: “İslâm inancı öyle bir barış ve güvenlik ortamı oluşturacaktır ki, en uzak yerden bir kadın tek-başına Mekke’ye gelecek, Kâbe’yi tavâf edip dönecek ve o kadına hiç-bir zarar gelmeyecektir”. Bu durum aynen gerçekleşmiştir. 

Fakat çok geçmeden, Allah’ın belirlediği siyâsete şirk bulaştıran insanlar kendi görüşleriyle hareket etmeye başlayınca süreç sekteye uğradı ve zamanla tersine dönmeye başladı. Şu kesin ki; en ufak da olsa Allah’ın sisteminden bir tâviz verildiğinde orada ânında bir “gedik” açılır ve şeytan hemen o gedikten içeri dalar. Hz. Osman’ın hilâfetinin ikinci yarısından sonra böyle bir gedik açılmış, zamanla büyüyen bu gediği Hz. Ali kapatmaya çalışsa da şeytanın eski uşakları büyük bir direnç gösterip hîlelere başvurmuşlar ve sûret-i hak’tan görünerek gidişâtı büyük ölçüde yeniden tersine çevirmişlerdir. Böylece Allah-merkezli bir siyâset değil, insan-merkezli bir siyâset açığa çıkmaya başlamış ve akabinde tabî ki zulmün çirkin yüzü de kendini yeniden göstermeye başlamıştır. Fakat şunu da söyleyelim ki, toplumda alttan-alta İslâm’i bir damar her zaman olagelmiştir ve târih bunun örnekleriyle doludur.

Dünyâ cennet değildir ve Peygamberimiz hayatta iken de istenmeyen olaylar yaşanmıştır. “Mutlak güzelliğin olduğu bir cennet” gibi düşünmemek ve zannetmemek gerekir asr-ı saadet denilen örnek toplumu ve zamânı. Fakat zulmün, bir genelleşmesi ve normâlleşmesi durumu var, bir de zulmün hem çok etkisizleşmesi hem de çok azalıp nâdirleşmesi durumu var. Yâni hem kötülüğün çok-çok azalması, hem de kötülüğün cezâsının vahiy-merkezli verilmesi durumu vardır ki bu durum kötülüğün genelleşmesini engellediği gibi, mazlumun yüreğinin soğumasını da sağlar. Günümüzde bilindiği gibi her sâniye hırsızlık, yolsuzluk, cinâyet, tecâvüz vs. vs. gibi her türlü çirkeflikler olmakta ve zamanla da artmaktadır. Düşünsenize; “hayâtınız boyunca sâdece bir yada iki kere hırsızlık vakâsı görmüşsünüz yada duymuşsunuz.. Hayâtınız boyunca cinâyet vakâsı duymamışsınız.. Hattâ bir zamanlar bu gibi zulümlerin çok fazla yaşandığını duyunca şaşırıyorsunuz, anlam veremiyorsunuz”.. Şöyle bir olay anlatayım; Bundan 30 yıl önce bir komşunun “meşhur bisikleti” çalındığında, tüm mahalle 1 hafta belki de 15 gün boyunca bunu konuşmuştu. Gündem olmuştu yâni. Çünkü böyle bir durum sık yaşanmıyordu. Hele bir de hayâtımız boyunca bir yada belki iki kere böyle bir olay duyacak bir güvenlik ortamı olduğunu düşünsenize!.. İşte İslâm’ın adına yaraşır bir Dünyâ böyle olur.

Târihin belli zamanlarında asr-ı saadet dönemine benzer örneklikler de görülmüştür. Sâdece bir kere olup bitmiş bir şey değildir yâni. Zâten Dünyâ bir imtihan dünyâsıdır ve insanların bir kısmının diğer bir kısmını def etmesiyle durum iyi ve kötü olarak değişir durur. Fakat âlemlerin Rabbi olan Allah, Dünyâ’nın, aynen göklerde olduğu gibi kendi siyâseti ile yönetilmesini istiyor ve bunu emrediyor. Aksi-takdirde zarârı görecek olan yine insandır.

Dünyâ’da son 200-300 yıldır Allah-merkezli düşünme ve edip-eyleme terk edilerek, insan yâni akıl-merkezli bir düşünce-ideoloji ortaya çıkmış, bu düşünceye göre hareket edilmeye başlanmıştır. Bu durum, dîni istismâr edenler tarafından zulme uğratılmış olanlar için bir kurtuluş yolu olarak görüldüğünden, bu düşünce benimsenmiş ve yayılmıştır. Bir düşünce ilk ortaya çıktığında, Allah-merkezli olmadığından bozuk bir temele sâhip olsa da, insanlar mevcut durumu hemen bir-önceki duruma göre kıyasladıkları için, yeni durumu çok çabuk benimserler ve ona sımsıkı sarılırlar. Oysa o durum Allah-merkezli örnek toplumlar ve zamanlara göre çok da iyi değildir. İşte modernizm, hümanizm, rönesans, aydınlanma, bilim, akıl vs. gibi kavramlarla ifâde edilen yeni sistem, zamanla güçlenerek (bu güçlenmenin nedeni aslında hırsızlığa ve zulme dayanır) tüm Dünyâ’ya yayılmaya başlamış ve insanların genelinin desteğini  almıştır. Bunun yapılabilmesi için insanların fıtratlarına işlemiş olan din vicdanlara gömülmüş ve oraya hapsedilmiştir. Daha önceki kötü durumun sebebinin din olduğu söylenmiştir. Bu durum gerçekten de batı toplumları için geçerlidir ama İslâm toplumu için böyle bir durum bir-kaç istisnâ hâriç geçerli değildir. Böylece dînin yerini ilâhi olanı göz-ardı eden ve yadsıyan akıl almış, hayat “akla göre” daha doğrusu “nefse göre” düzenlenmeye başlamıştır. Tabi buna “düzen” denilebilirse. Aslında bu durum, insanın, kendini Allah’ın da -hâşâ- üstüne çıkarması anlamına gelir.  

Şeytan insanları yeniden kandırmış ve insanlar artık siyâsetlerini Allah-merkezli değil, insan-merkezli yapmaya başlamışlar fakat bu durum doğaya ve fıtrata aykırı olduğundan dolayı da yıkılış ilk önce siyâsetten başlamıştır. İnsanlar tüm târih boyunca siyâsetten yıkılmışlardır ve yıkılmaktadırlar. Hadi batı’nın tahrif edilmiş dîninde siyâsete pek de yer yok ve sezar’ın hakkı sezar’a, tanrının hakkı tanrıya veriliyor. Peki, İslâm tamâmen bir siyâset dînidir. İslâm’i siyâsetin Allah/vahiy-merkezli gerçekleşmesi farz ve şart olmasına rağmen müslümanlara ne oluyor?. İsmi sâdece nüfus kayıtlarında “müslüman” olanları da geçelim; bir mezhebe-târikata-cemaate bağlı olan ve hayâtını İslâm ile düzenlediğini iddia edenlere ne oluyor?. Hattâ Kur’ân-merkezli bir din düşüncesine sâhip olanlar ve bu nedenle ellerinden Kur’ân’ı hiç düşürmeyenlere ne oluyor?. Ellerinde Kur’ân olduğu hâlde siyâsetlerini şeytanın ve tağutların belirlemesine neden karşı çıkmıyorlar ve bu tâğûti siyâseti, sürekli konuşarak, yazarak-çizerek eleştirmeyip bu bağlamda bir gündem oluşturmuyorlar ve tam-aksine bu tâğutlara destek olacak düşüncelere ve söylemlere sâhipler?.

Cevâbı çok basit aslında. Çünkü insanlar Dünyâ’ya göbeklerinden bağlıdırlar ve bu bağları çok sıkı olanlar bağın kopmasını hattâ gevşemesini bile istemiyor. Zihinleri görece Allah ile bağlı olsa da, göbekleri tâğutların bağıyla bağlı. İşte şirk budur ve tevhide aykırı olan şeydir bu. Tevhidi parçalayarak ve bozarak din ile Dünyâ’yı ayırmış oluyorlar:

“Ki (bunlar) Allah’ın ahdini, onu kesin olarak onayladıktan sonra bozarlar, Allah’ın kendisiyle birleştirilmesini emrettiği şeyi keserler ve yeryüzünde bozgunculuk çıkarırlar. Kayba uğrayanlar işte bunlardır” (Bakara 27).

İnsan târih boyunca, İhsan Eliaçık’ın formülasyonu ile söylersek, her dâim “2 S” ve “2 Ş”den dolayı yâni “servet-siyâset” ve “şehvet-şöhret”ten dolayı imtihanı kaybetmekte ve yıkılmaktadır. İnsanlar her zaman bu 2 S ve 2 Ş’den yıkılmaktadır. Müslümanların hâl-i pür melâlinin nedeni, bu formülasyonun 2 S’sidir. Müslümanlar en çok servet ve siyâsetten yıkılmaktadır. Servet ve siyâset birbirinin neden-sonucudur. Sarsıntı servet ve siyâsetle başlamış ve yıkılış da yine servet ve siyâset ile olmuştur. Müslümanlar için 2 Ş çok fazla etkili olmamıştır. Müslümanları yıkan şey servet ve siyâsettir. Siyâset, servete de kavuşmanın bir yolu(!) olduğundan, insanlar/müslümanlar siyâsete aşırı kapılmışlar ve kapılmaktadırlar. Fakat bu siyâset Allah-merkezli olan siyâset değildir ve zâten Allah-merkezli siyâset, servete-şöhrete kavuşmanın değil, fedâkârlığın, zorluğun bir kapısıdır. Eskiden samîmi müslümanlar kendilerine bir görev tevdî edildiği zaman, sorumluluğundan dolayı o görevi kabûl etmek istemezlerdi fakat o ehliyet ve liyâkate sâhip olduklarından  dolayı tersinden bir sorumlukla görevi kabûl etmek zorunda olduklarını bilirlerdi. Şimdi öyle mi; adam siyâsete girmek için varını-yoğunu harcıyor, kendini yırtıyor. Tabi böyle olunca da o yaptığı harcamaların karşılığının kat be kat fazlasını almak için yırtınmaya başlıyor bu sefer de. Siyâseti servete âlet ediyor yâni. Zâten Allah-merkezli olmayan siyâsetler çıkar-merkezli olmaya mahkûmdur.

Artık müslümanlar tâğutun siyâsetine kapılmışlar ve onu desteklemektedirler. Oysa onu inkâr etmekle emrolunmuşlardır:

“Sana indirilene ve senden önce indirilene gerçekten inandıklarını öne sürenleri görmedin mi?. Bunlar, tâğutun önünde muhâkeme olmayı istemektedirler; oysa onu reddetmekle emrolunmuşlardır. Şeytan onları uzak bir sapıklıkla sapıtmak ister” (Nîsâ 60).

Bunu yapmalarının nedeni, tüm Dünyâ’da Allah/vahiy-merkezli olmayan siyâsetin geçerli olan sistem olmasındandır. Bir şey yaygınlaşınca geçerliliği görece artar. İnsanlar yaygın olana ve çoğunluğa uymaya meyyâldir. Hâlbuki “çoğunluk” genelde sapıtır ve saptırıcıdır:

“Yer-yüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah’ın yolundan şaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak zan ve tahminle yalan söylerler” (En-am 116).

Müslümanlar dinleri doğrultusunda bir yol tâkip etmeye mecburdurlar ve bu konuda bir eleştiri yapmaya bile hakları yoktur:

“Allah ve Resûlü bir işe hükmettiği zaman, mü’min bir erkek ve mü’min bir kadın için o işte kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Resûlü’ne isyân ederse, artık gerçekten o, apaçık bir sapıklıkla sapmıştır” (Ahzâb 36).

Tüm âlemi Allah yarattığı için onu düzenlemek de Allah’a âittir. Bu, “siyâseti yâni kânunları-kuralları Allah’ın belirlemesi” demektir:

“Hüküm vermek yalnızca Allah’a âittir” (Yûsuf 40).

“İyi biliniz ki yaratma ve emir O’nundur. Âlemlerin Rabbi olan Allah ne yücedir” (A’raf 54).

“İhtilâfa düştüğünüz her meselede hüküm verecek olan Allah’tır” (Şûrâ 10)

“Yalnız Allah’ın hükmüne dâvet edildiğiniz zaman kabûl etmiyorsunuz. Fakat şirk unsuru olan başka hükümler bahis konusu olunca kabûl ediyorsunuz. Oysaki hüküm yalnız her-şeye gücü yeten Allah’ındır” (Mü’min 12).

Dünyâ’ya göbeklerinden bağlı insanların/müslümanların korktukları şey, İslâm’i sistem yürürlükte olduğunda rızıklarının azalacağı korkusudur. Bu korku çok yersiz bir korkudur:

“Dediler ki: ‘Eğer seninle birlikte hidâyete uyacak olursak, yerimizden (yurdumuzdan ve konumumuzdan) çekilip-kopartılırız. Oysa biz onları, kendi katımızdan bir rızık olarak her-şeyin ürününün aktarılıp toplandığı, güvenli bir harem’de yerleşik kılmadık mı?. Fakat onların çoğu bilmiyorlar” (Kasas 57).

İslâm’i sistemde rızık azalmaz ama eşitlenir. İslâm’da “rızıkta eşitlik” vardır. İslâm’i sistemde azalacak olan şey rızık değil, isrâftır. “Ayrıcalıklı olma durumu”dur. Birinin yerken diğerinin bakması durumu kaybolur İslâm’da.

Allah, hak din yerine bâtıl dînin peşinde gidenleri uyarıyor ve bâtıl dinlerin bir meşrûluğunun olmadığını söylüyor:

“Yoksa onların, Allah’ın dîninde yasaklamış olduğu bir şeyi meşrû kılacak ortakları mı vardır” (Şûrâ 21).

“Onlar hâlâ câhiliye hükmünü mü arıyorlar?. Kesin bilgiyle inanan bir topluluk için hükmü Allah’tan daha güzel olan kimdir?” (Mâide 50).

Ey bâtıla ve batı’ya meyletmiş olan müslümanlar!: “Siz yalnızca zannın peşinden gidiyorsunuz ve sürü psikolojisiyle hareket ediyorsunuz” (En-âm148).

Toplumun önde gelenlerinin bâtıla saplanmış olması sizi yanıltmasın. Bâtılın tuzağına düşmüş olanlar “sizden” olunca o şey bâtıl olmaktan çıkmaz:

“Sizin kâfirleriniz onlardan daha hayırlı mıdır?. Yoksa sizin için Kitaplarda bir beraat mi var?” (Kamer 43).

Allah-merkezli olmayan siyâseti desteklemek şirktir. Allah’tan başkalarının kânunlarına uymak şirktir ve O’nun kânunlarından başka kânunlara uyanlar, kânunlarına uyduklarını ilahlaştırmış olurlar. “Kimin kânunlarına göre hareket ediyorsanız, onun dînindensiniz” demektir. Türkiye’de “Allah’ın kânunlarına” göre hareket etmek kânûnen yasak ve suçtur. (Anayasanın 24. maddesi). Fakat Atatürk kânunlarına göre hareket etmek şarttır. Bu durumda Türkiye’nin “ilahı” yada “rabbi” kimdir?.

En iyi kânun, kânun koyucunun o kânundan yararlanmadığı kânundur. Allah’tan başka kânun koyucular yâni müşrikler, kim olursa-olsun mutlaka o kânunları kendi çıkarına istismâr ederler.

“Kur’ân hakkıyla okumak” demek, “modern kânunlara karşı gelmek”, “modern kânunları çiğnemek” demektir. Ey Dünyâ’yı İslâm-merkezli değiştirmeyi hayâl edenler!.. Bilin ki, yaşadığınız ülkenin/Dünyâ’nın kânunlarına ters hareket etmeden yâni “suç işlemeden” o değişimi gerçekleştiremezsiniz. Bu değişim, Allah’tan başka olan kânunları reddetmekle başlar.

Bâtılın yolunda gidenler iş-başına geçtiklerinde:

“O, iş-başına geçti mi yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya, ekini ve nesli helâk etmeye çaba harcar. Allah ise, bozgunculuğu sevmez” (Bakara 205).

Hak yolunda gidenler iş-başına geçtiklerinde:

“Onlar ki, yeryüzünde kendilerini yerleştirir, iktidâr sâhibi kılarsak, dosdoğru namazı kılarlar, zekatı verirler, ma’rufu emrederler, münkerden sakındırırlar. Bütün işlerin sonu Allah’a âittir” (Hacc 41).

Allah’tan başkalarının belirlediği siyâsete göre düzenlenen bir sistem şirk sistemidir. Allah ise şirki aslâ bağışlamaz:

“Hiç şüphesiz, Allah, kendisine şirk koşanları bağışlamaz. Bunun dışında kalanlardan ise, (onlardan) dilediğini bağışlar. Kim Allah’a şirk koşarsa elbette o uzak bir sapıklıkla sapmıştır” (Nîsâ 116).

Son pişmanlığın âyeti ise şudur: “Ey Rabbimiz!. Doğrusu biz, efendilerimize, beylerimize ve büyüklerimize itaat ettik de onlar bizi dalâlete (yanlış ve sapık yola-siyâsete) götürdüler. Ey Rabbimiz!. Onlara azâbın iki katını ver. Ve onları büyük bir lânet ile lânetle (rahmetinden uzaklaştır)” (Ahzâb 67-68).

Hakîki İslâm, siyâset bölünmesiyle (sünnî-şii) bölündü ve zayıfladı, yâni siyâsetten yıkıldı; fakat yine İslâm’i-tevhidî siyâsetle birleşerek dirilecektir.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Eylül 2016

Devamını Oku »

11 Eylül 2016 Pazar

Lâ Rabbe İllâllah


“Hani Rabbin, Âdem-oğullarının sırtlarından zürriyetlerini almış ve onları kendi nefislerine karşı şâhidler kılmıştı: ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ (demişti de) onlar: ‘Evet (Rabbimizsin), şâhid olduk’ demişlerdi. (Bu,) Kıyâmet günü: ‘Biz bundan habersizdik’ dememeniz içindir” (A’raf 172).

Rabb: “Sâhib, mâlik, besleyen, yetiştiren, sürekli terbiye eden” anlamlarındadır.

Rabb ismiyle Allah’ın şu özelikleri açığa çıkar: O, her-şeyin sâhibidir, her-şeyin mülkiyetini elinde tutar. Besleyen, yediren-içiren-giydiren O’dur. İnsana en iyi şekilde yetişme potansiyeli veren ve yetiştiren O’dur. O terbiye (rabb) edendir. Terbiye edenlerin içinde en hayırlısıdır. O, “âlemlerin Rabbi”dir.

“Yaratan Rabbinin adıyla oku!” (Alâk 1).

Okumayı Rabbin adına yapmak gerekir. Okuma Rabbin adına olmadığında mutlakâ şirk doğurur. Zîrâ okuma Rabb adına olmadığında şeytan-tağut adına yapılacak ve ortaya bir “farklılık” çıkacaktır. Bu farklılık “şirkin farkı”dır.

Müşrikler Allah’ı “ilah” olarak kabûl ediyorlardı, fakat “Rabb” olarak kabûl etmiyorlardı. Yâni yerleri-gökleri yaratanın Allah olduğunu kabûl ediyorlardı fakat dünyâ-içinde terbiye-eğitim-düzenleme yapma anlamında Rabbi kabûl etmiyorlardı. Zîrâ bu Rabbliği putların üzerinden kendileri yapmaktaydılar. O hâlde müşrikler, Rabbliği ellerinde tutan kişilerdir ve zâten müşriklik, Rabblikle ilgilidir ve yeryüzünde Rabbliği Allah’a vermeyip, kendi tekeline almak demektir. Rabbliği Allah’a vermemektir şirk. Bu durum ilk insandan bêri böyle başlamış, hâlen de bu şekilde devâm etmektedir. Tüm şirkler-müşrikler Allah’ı kabûl edip de Rabbi kabûl etmediklerinden dolayı gizli şirktirler-müşriktirler. Yada şirkin gizlisi olmaz. Şirk açıkça şirktir.  

Modern zamanlarda da bu durum aynen devâm etmektedir. “Allah’a inandım” demekle şirkten kurtulduğunu sananlar, Allah’ın Rabblik yapmasına izin vermemektedirler. Çünkü Rabbliği bizzat kendileri yapmaktadırlar. Allah’ı ise -hâşâ- “tabiat olaylarından ve göklerden sorumlu tanrı” olarak îlân etmişlerdir. Allah Dünyâ’da insanlar arasında eğitimi, yeme-içme-giyinme, düşünme-konuşma, iş-eyleyiş ve hepsinden önemlisi de kânun-kural koyma anlamında Rabb olarak hüküm sürememektedir.

Allah’ın Rabliği, lâiklik denen melânetle önleniyor ve lâiklik, “Allah ile Rabb arasını ayırmak” anlamına geliyor. Rabbi vicdanlara hapsetmek istiyorlar ama orada da, Rabbin, tasavvurları-zihinleri-kâlpleri inşâ etmesine bir şekilde izin verilmiyor. Böyleleri aslında hem toplumdan korktukları için hem de dîni kullandıkları için onu tam anlamıyla dışlamıyorlar. Yoksa aslında Rabbin sâdece vicdanlarda olmasına bile katlanamıyorlar.

Rabbliğin en genel anlamda blôke edilmesi, hüküm konusundadır. Allah hükümlerini Rabb ismiyle insanlar arasında yaygınlaştırıp hâkim kılmak isterken, insanlar hüküm koyma yetkisini şeytâni bir ideoloji olan demokrasiye vererek Rabbe şirk koşuyorlar. İslâm, “Allah’ın iktidârına boyun eğmek demek” iken; demokrasi, “insanın iktidârına boyun eğmek” demektir ki ikisi arasındaki fark, Allah ile kul arasındaki fark kadardır.

Rabbin tanımını Hz. Mûsâ Kur’ân’da çok net yapıyor:

“Ey Mûsâ!, sizin Rabbiniz kimdir?. Rabbimiz, her canlıyı yaratan ve onlara doğru yolu gösterendir” (Tâhâ 50).

Mâlik bin Nebi:

“Sorunun, kendi halkını köleleştirmek isteyen azgın bir tiranın rûh-hâlini ne kadar güzel yansıttığını görüyoruz. Esâsında bu soruyla Hz. Mûsâ’dan kendi rabblik ve ilahlığını îtirâf etmesini bekliyordu. Ne var ki aldığı cevap onu çileden çıkardı. Zîrâ karşısındaki insan, Firavun’un asılsız iddiâlarını reddediyordu” der.

Her zamânın müşriklerinin ve müstekbirlerinin refleksidir bu. Müşrikler, yaratmaya gelince “tamam eyvallah” diyorlar. Çünkü kendileri yaratamıyorlar. Fakat doğru yolu göstermeye gelince, kendilerinin yada kendi seçtiklerinden başkasının dediğini kabûl etmiyorlar. “Yeryüzünde Rabliği ancak biz yaparız” demeye getiriyorlar.

Lâisizm ilahlığın parçalanmasıdır. Allah’a, bir tek “göklerin Rabliği” yaptırılmak istenmektedir. Aslında Allah’ın Rabliğini tekeline alan demokrasiye oy vererek destek olan halk, hiç-bir zaman belini doğrultamamıştır ve bundan sonra da doğrultamayacaktır. Doğrultması da mümkün değildir. Çünkü bu sistemle yâni Rabbliğin Allah’tan başkasına verilmesiyle insanın mutlu-huzurlu olması ve mazlûmiyetten kurtulması söz-konusu değildir. Artık sermâye-sâhiplerinin insâfına kalmaktadırlar ve şeytanın uşağı olan bu tâğutlar hiç-bir zaman halkı düşünmezler. Zîrâ onlar mevcut durumlarını; halkı düşünmedikleri, acımadıkları ve halka düşman oldukları için sağlamışlardır. Seküler demokrasi veya lâisizm insana önce haklar ve sosyâl güvenceler sunar gibi yapsa da onu iki tehlikeyle baş-başa bırakır: İnsan ya belli çıkar-gruplarının, dev sermâye topluluklarının komplôlarına kurbân olup köleleşir, yada diğer insanları sınıfsal bir diktatörlüğün baskısı altında ezer. Bunu yapar; çünkü kendi benliğindeki köleleşme ve köleleştirme temâyüllerini ortadan kaldıramamıştır.

Rabbliği Allah’a vermeyip de kendi uhdesinde bırakanlar, şeytanın etkisiyle kendilerini çok büyük görüp müstekbir olurlar. Halk da bunları olduğundan çok daha fazla güçlü zannederek onların her dediğini kabûl edip yaparak ve onları ululamaya yâni tapınmaya başlarlar. Hâlbuki zihni-kâlbi vahiyle inşâ olmuş akıl-sâhipleri için onların ne kadar zavallı olduğu çok kolay açığa çıkarılır:

“Allah, kendisine mülk verdi diye Rabbi konusunda İbrâhim’le tartışmaya gireni görmedin mi?. Hani İbrâhim: ‘Benim Rabbim diriltir ve öldürür’ demişti; o da: ‘Ben de öldürür ve diriltirim’ demişti. (O zaman) İbrâhim: ‘Şüphe yok, Allah Güneş’i doğudan getirir, (hadi) sen de onu batıdan getir’ deyince, o inkârcı böylece afallayıp kalmıştı. Allah, zâlimler topluluğunu hidâyete erdirmez” (Bakara 258).

Mustafa İslamoğlu:

“Rabbül âlemin, “âlemlerin öğretmeni”  demektir. Günde 40 defâ bunu tekrarlarız. Kur’ân’ın ilk sözü Rabb, son sözü İnsan’dır. Mekke’liler Allah’a “ilah” diyebiliyorlardı ama “Rabb” diyemiyorlardı, çünkü rubûbiyet sorunu vardı. Hayâtın düzenlenmesi için Rabb gerekiyordu fakat müşrikler buna karşı geliyorlardı. Çünkü Rabb; bozuk, sömürücü düzenlerini yıkıyordu. Dîni hayâta karıştırmıyorlardı, yâni Mekke müşrikleri lâik idiler. Allah Peygamberimizi lâikliği yıkmak için gönderdi. Eğer hayâti kavramlarınızı Allah inşâ ederse Rabbiniz Allah olur. Müşrikler Vahdâniyeti, lâikler Rabbâniyeti inkâr ederler. Biri zâtıyla, biri sıfatıyla ortak koşar” der.

Mü’min, başkalarının değil, “Rabbinin kriterlerine göre hareket eden”dir.

Allah “göğün Rabbi” olduğu gibi “yerin de Rabbi”dir. Gökleri muhteşem bir âhenkle düzenlediği gibi yeri de düzenlemesi gerekir. Fakat insanlar buna izin vermek istemiyor. Hâlbuki kendileri düzeni sağlayamadıkları için, yeryüzünde de göklerdeki düzen gibi bir düzen-nizam oluşmuyor. Yeryüzünü düzenleyemeyen insanların gökleri de düzenlemek istediğini bir düşünsenize!; herhâlde çok kısa bir sürede gökler yıkılır giderdi ve “son saat” hemen gelirdi. Zîrâ “Allah’ın mahremine” girilmiş olurdu. Zâten daha şimdiden, uydular yüzünden uzayda bir çöplük oluşmuş durumdadır.

Göğün düzeni zâten mecbûren Allah’a veriliyor, onda sorun yok. Tevhid; yerin düzeninin de göğün düzeni gibi olmasıdır. Yerin düzeninin de göğün düzeni gibi Allah’a bırakılmasıdır. Yerin düzeninin Allah’a verilmesi, bu düzenin Rabbliğini Allah’ın yapmasıyla olur. Çünkü Allah’tan başka ilah olmadığı gibi; Allah’tan başka Rabb de yoktur.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Eylül 2016














Devamını Oku »

Kapitâlizm

 

“Allah’ın o (fethedilen) şehir halkından Resûlü’ne verdiği fey, Allah’a, Resûl’e, (ve Resûl’e) yakın akrabalığı olanlara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara âittir. Öyle ki (bu mallar ve servet) sizden zengin olanlar arasında dönüp-dolaşan bir devlet (güç) olmasın. Resûl size ne verirse artık onu alın, sizi neden sakındırırsa artık ondan sakının ve Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah cezâsı (ikâbı) pek şiddetli olandır” (Haşr 7).

 

“Ve sana neyi infâk edeceklerini sorarlar. De ki: ‘İhtiyaçtan artakalanı’. Böylece Allah, size âyetlerini açıklar; umulur ki düşünürsünüz” (Bakara 219).

 

Kapitâlizm, hayâtiyetini sağlamak için her-şeyden önce insanı nesneleştirmek ve onu kendisine yabancılaştırmak zorundadır. Zîrâ fıtratına ve doğaya aykırı davranılmadan kapitâlizme uymak mümkün değildir. Kapitâlizme uymak için insan kendine yabancılaştırılmalıdır ki bu da ancak, “nefislerin kışkırtılması” ile olabilir.

 

Kapitâlizm, biriktirmeyi bir “araç” için değil de amaç” için yapan sistemin adıdır. Kapitâlizm bir dindir ve bu dinin en büyük ibâdeti para biriktirmektir. Kapitâlizm bir “biriktirme dîni”dir. Oysa İslâm’a göre birikim sâdece ihtiyaç için, o da bâzen güzel (tahsiniyyat) olduğu için olsa da genelde zorunlu olan ihtiyaçlar için olur. İslâm’da “ihtiyaçta zarûret fıkhı” vardır çünkü.

 

İslâm’da bir şeyi almada “ihtiyaçta zarûret” prensibini benimsendiğinden dolayı, sanâyici de bu prensibi doğal olarak benimser. Üretim-merkezli tüketim değil; tüketim-merkezli bir üretim anlayışı vardır. Bu nedenle haddinden fazla üretim olmaz. İhtiyaç kadar üretim yapılır. İç ve dış pazarın talebi kadar üretim yapılır. Böylece stokçuluğun önüne geçilmiş ve şeytanın kullanabileceği kapı kapatılmış olur. Haciyyat ve tahsiniyyat denen “gerekli olan” ve sâdece “güzel olduğu ve beğenildiği için” alınması meşrû olan ürünler de üretilir ve alım-satımı yapılır. Fakat müslümanlar bu konuda haddi aşmamaya özen göstermelidirler.

 

Kapitâlist sistem ve onun Bel’am’ları, hiç-bir zaman doymazlar ve hep daha fazlasını isterler. Malın çoğu ellerinde olmasına rağmen başkasının elindeki azıcık şeye bile sâhip olmak isterler:

 

“Bu benim kardeşimdir, doksan dokuz koyunu vardır, benimse bir tek koyunum var. Buna rağmen ‘onu da benim payıma (koyunlarıma) kat’ dedi ve bana, konuşmada üstün geldi” (Sâd 23).

 

Weber’e göre kapitâlizm döneminde biriktirme, tasarruf ve kâr peşinde koşmanın, eskiden kabul edilemez iken, ahlâki ve duygusal açıdan câzip hâle gelmesidir. Kapitâlizm varlığını tüketimden alır ve kapitâlizmi benimsemiş olanlar, tükettikçe kendilerinin varlığını duyumsarlar. “Tüketiyorum öyleyse varım” sözü gizliden-gizliye insanların mottosu olmuştur.

 

Eskiden boş zamanlardan bahsedilirdi. Bu bağlamda genelde “beyaz yalanlar” söylenir ve kitap okumak… denirdi ve bunu hemen herkes söylerdi. Eğer gerçekten o boş zamanlarda kitap okunsaydı, şimdi bu durumda olmazdık. Fakat “beyaz yalanlar” da yalandır ve bunun cezâsı olarak kapitâlizmde artık boş zaman yok. Öyle bir tüketim yapılıyor ki 24 saat içinde hiç kimse “boş zaman” bulamıyor. Kapitâlizm insanı boş bırakmıyor. Zâten insan boş bırakılmaya gelmez. İlâhi olanla doldurulmayan zamanlar mutlakâ şeytâni olanlar ile doldurulur.

 

Eskiden burjuva kesimi vardı ve Dünyâ’dan sâdece onlar yararlanıyordu. Uzlaşmacı-akıllı kapitâlizm, bu soruna çeşitli yollarla çözüm buldu (uzlaşmacı kapitâlizm) ve herkes artık Dünyâ’dan yararlanabiliyor. Fakat eski burjuva yeni sermâyedar kapitâlistler, Dünyâ’yı diğerlerine göre çok daha kaliteli yaşıyorlar. Yine ayrıcalıklılar yâni. Aradaki farkın bir isyâna dönüşmemesi için oluşturulan ve genel halka oranla görece daha kaliteli bir faydalanma yaşayan orta-direkler oluşturuldu. Orta-direk, paratoner işlevi yapmakta.

 

Kapitâlizm insanın sâdece dışını değiştirmedi, bizzat insanı da değiştirdi ve “kapitâlist insan” diye bir tip türedi. Bu tip, aşırı bencil ve tüketim-merkezli yaşayan tiplerdir.

 

Kapitâlizm bir reklâm kültürüdür ve reklâm kapitâlizmin lokomotifidir. Vehbi Bayhan:

 

“Modern reklâmcılık, gereksinimleri gidermeye değil, gereksinimler yaratmaya; eski kaygıları yatıştırmak yerine yenilerini üretmeye çalışır. Kitle-kültürü tüketiciyi iyi yaşam imgeleriyle kuşatarak, bu imgeleri şöhret ve başarının parıltısıyla birleştirerek, sıradan insanı sıra-dışı beğeniler edinmeye, kendisini diğerleri karşısında ayrıcalıklı olan azınlıkla özdeşleştirmeye ve düşlemlerinde çok büyük bir rahatlık ve bedensel zariflik içinde yaşayan bu azınlığa katılmaya özendirir. İmajları üreten ve pazarlayan da kitle iletişim araçlarıdır. Kitle haberleşme araçları, büyük bir hoparlör gibi yayın yaparak bölge, ırk, aşîret, dil farkı gibi engelleri aşıp toplumda geçerli ve yaygın olan imajların standartlaşmasını sağlarlar. Oluşturulan kapitâlist tüketim kültürüne göre hareket edebilecek yeni insan-tipi, tükettikçe doymayan, kendine sunulan her-şeyi elde etmeye çalışan, bu nedenle toplum kaynaklarını isrâf etmekten kaçınmayan, toplumsal ve dînî değerlerini bile tüketim amacıyla gözden çıkaran, etrâfına duyarsızlaşan ve kendisinden başkasını düşünmeyen bencil bir insandır. Kapitâlist kitle tüketimi toplumunda, her-şey tüketim boyutunda anlam kazanmaktadır. Kitle-kültürünün sunduğu bütün araçlar ve kolaylıklar, bireysellik üzerindeki toplumsal baskıları güçlendirmekte ve bireyin direnme imkânını, modern toplumun atomize edici işleyişi içinde kendini koruma imkânını elinden almaktadır. Artan tüketimin amacı, insanların insânî özünü geliştirmeye yönelik olmaktan çok, onları düşünmekten, yaratmaktan alıkoyan ve yabancılaştıran bir kısır-döngü hâline gelir. Modern tüketiciler fiziksel olarak pasif ama, zihinsel olarak çok meşgûldürler. Tüketim her zamankinden fazla kafada çözülmesi gereken bir deneyim, beyinsel ve zihinsel bir olgudur. Yalnızca vücûdun gereksinmelerini doyuran basit bir süreç olmaktan çıkmıştır.

 

Baudrillard’a göre, tüketim toplumunun insanı; serbest zaman etkinliklerini, çalışma alanında hâkim olan zorlama ahlâkı çerçevesinde gerçekleştirir. Bu çerçevede, güneş-altında zorunlu jimnastik ve çıplaklık olarak “bronzlaşma saplantısı”, özellikle de eksiksiz yaşamaya özgü bu gülüş ve bu neşe hepsi birlikte aslında ödev, fedâkârlık ve çilekeşlik ilkesine adanmanın belirtisidir (Baudrillard, 1997:190-191). Aslında, insanın salt kendisi istediği için değil, kendine “rasyonel” diye sunulan davranışları yapmak zorunda hissetmesi yabancılaşma yaratmaktadır” der.

 

Kapitâlizmde tüketmek bir yaşam-biçimidir. Öyle ki artık ihtiyâcı olmayan şeyler de alınmaya başlanır. Kapitâlist birey o kadar çok tüketime kilitlenmiştir ki, eleştiri, îtirâz ve isyân aklından bile geçmez ve zâten kapitâlist teorisyenler bunu da düşünerek kapitâlizmi şekillendirmişlerdir.

 

Kapitâlizm büyük âileyi dağıtır çekirdek âileye dönüştürür. Orada da durmaz ve kişileri bireyleştirerek yalnızlaştırır. Yalnızlıkta tatmin zorluğu oluştuğundan, kişiler bu eksikliği tüketerek gidermeye çalışırlar (ama gideremezler). Kapitâlizm bireyleştirmeye çok önem verir, bireyler çok daha kolay sömürülür zîrâ. Bireylik aynı-zamanda sorumsuzluk demek olduğundan sâdece kendini düşünür ve bu nedenle birey, hayâtın tadını dibine kadar çıkarmak için sürekli tüketmeyi düşünecektir. Artık her-şeyi tüketebilir.  

 

Kapitâlist sistemde küçük mutlu azınlıklar dışında kimse mutlu değildir. Sâdece anlık hazlar almaktadırlar. Yaşadığı hazları mutluluk zannetmektedirler. Oysa mutluluk gerçek anlamda bireysel olarak yaşanamaz. Kapitâlizm insanlar arasında özellikle maddî alanda çok büyük uçurumlara neden olduğundan, toplum ikiye, üçe bölünmüş durumdadır. Gerçek mutluluk, toplumun tümü mutlu olduğunda ortaya çıkar. Toplumun tamâmı hattâ dünyâ-insanlarının tamâmı genel anlamda mutlu değillerse mutluluk gerçek anlamda yaşanamayacak ve bireysel anlamda mutluluk yerine geçici hazlar yaşanacaktır ki haz, çok kısa ömürlüdür, bu nedenle de gerçek bile değildir.

 

Kapitâlizm bir standartlaştırma mekanizmasıdır. Herkes aynı şekilde yer-içer-giyinir-tüketir. “İnsan yediğidir” ilkesine göre de aynı şekilde düşünür, konuşur ve tavır alır.

 

Kapitâlizmin felsefesinde; “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” (laissez faire, laissez passer) ilkesi vardır. İyi de neyi bırakalım?, neye engel olmayalım?. Kapitâlist zihniyetin bizi sömürmesine mi?. İslâm zâten buna engel olmak için vardır. Aşırı kaçan hiç-bir şeye izin vermez İslâm. İslâm bir “tutma dîni”dir, kapitâlizm ise mottoda da söylendiği gibi bir “tutmama dîni”. “Bırakınız” diyor bu yüzden. İslâm’da her türlü aşırlık yasaktır. 1’e alıp da 10’a satmak olmaz.

 

Kapitâlizmde alış-verişler, bir ihtiyacı karşılama amaçlı olarak değil, müşteri memnûniyeti için yapılır. Bu bağlamda 1’e alıp 10’a satmak, müşteri memnun olduktan sonra sorun değildir. Zâten kapitâlizm bir fâhişlik düzenidir. Kur’ân:

 

“Siz ey îmâna ermiş olanlar!. Birbirinizin mallarını haksız yollarla -karşılıklı rızâya dayanan ticâret yoluyla da olsa- hebâ etmeyin (yemeyin) ve birbirinizi mahvetmeyin; zîrâ Allah, sizin için bir rahmet kaynağıdır” (Nîsâ 29).

 

Kapitâlizm bir tüketim imparatorluğudur ve yok etme çağrışımı yapan tüketim kelimesi kullanılır sürekli. Daha önceleri ihtiyaç, tasarruf, yeme-içme olarak kullanılan kelimeler vardı. Kapitâlizmin ürünleri “tüketilecek” ürünlerdir ve yok olmalıdır ki yenileri satın alınsın.

 

Yine kapitâlizmin ürünleri tâmir edilemeyen yada sınırlı zamanlar için sâdece “parça değişimi” yapılabilen ürünlerdir. Bir-türlü tâmir olmazlar ve tâmir etmeye kalktığınızda o şeyi daha fazla bozarsınız. Tâmirat kapitâlizm için düşmandır. Kapitâlizmde kullan-at ürünler vardır ve her-şey geçicidir, hem de bu geçicilik çok kısa süren bir geçiciliktir.

 

Kapitâlizmde eğer müşteri iseniz size mükemmel davranılır. Fakat o şeyi alana kadar. Aldıktan ve ödemesini yaptıktan sonra sizin artık bir değeriniz olmaz-kalmaz. Tâ ki yeni bir şey alana kadar. Bu değerden mahrum kalmak istemeyenler hem ihtiyaçları hem de paraları olmasa da kredi kartı denilen kapitâlizmin şeytan ürünü olan kart ile sürekli alış-veriş yapılır. Artık bu tarzda alış-veriş yapan kişiler patolojik hâle gelmişler ve tedâviye muhtaç hâle gelmişlerdir. “Pahalı mağazaların torbalarını elimde taşımaktan büyük bir haz alıyorum” diyenler var. Kapitâlizm (daha doğrusu “aptalizm”) ana hedefi ve hayâli, tüm insanları bu hâle getirmektir ki bunu büyük ölçüde başarmıştır ve insanları top-yekûn köle etmiştir. Ama ne kölelik; böyle bir kölelik-şekli insanlık târihinde görülmemiştir. Hattâ hiç-bir eşek bu şekilde kullanılmamıştır.

 

Bâzen para sıkıntısı olduğunda kapitâlizmin mâbedleri olan bankalar, insanlara kredi (borç değil) vermek için kendilerini yırtarlar. Zîrâ tüketimde biraz azalma olmakta yada bir zayıflama yaşanmaktadır. Bunu önlemek için tüketici kredileri gibi kredilerle insanları tüketim yapmaya teşvik ederler. Artık sosyâl yardımlar bile kapitâlist bahşişlere dönmüştür. Oysa kadim kültürde “ayağını yorganına göre uzatmak” vardır.

 

Kapitâlizmde insanlar tükettikleri oranda değer kazanırlar. Kapitâlizmde en değerli olan insan, en çok tüketebilen insandır. Müşteriyseniz inanılmaz bir değeriniz vardır.

 

Baudrillard, tüketicilerin örneğin giyim eşyâsı, gıdâ, takı, mobilya yada bir eğlence tarzını, kim olduklarıyla ilgili zâten vâr olan duygularını dışa vurmak için satın almadıklarını öne sürer. Aksine insanlar, kimlik duygularını, bu satın aldıkları şeyler aracılığıyla oluşturmaktadırlar.

 

Kapitâlizmde “marka” denilen bir şey vardır ve bu, o markaya sâhip olan eşyânın, olduğundan iki-üç kat daha fazla satılmasına sebep olur. O eşyânın değeri sâdece o markanın etiketini taşıdığı için iki-üç kat pahalı olur. İnsanlar o markayı kullanmanın sûni hazzını yaşamak için o fazla parayı verebilirler. O hâlde kapitâlizm, hakkı olmayan bir kazanç sistemidir ve bu şekilde insanları sömürmektedir. Yâni hırsızlık yapmaktadır.

 

Kapitâlist sistemin iki esâsı vardır. Birincisi sermâye birikimi, ikincisi de rekâbet. Fakat bu iki unsur, ahlâksızlığı, kul-hakkını, rekâbeti ve dolayısı ile sömürüyü de berâberinde getirmiştir. Bu sömürünün insafsızca her türlü görünümleri olmuştur. Ahmet Tabakoğlu:

 

“Kapitâlizm kul-hakkı yiyerek ve ahlâksızlıkla gelişmiştir. Ahlâksızlığın en üstünde insan öldürme vardır. Kapitâlizm insan öldürerek gelişmiştir. İnsanları köleleştirerek gelişmiştir. Sombar’ın o ünlü sözünü biliyorsunuzdur: “Zengin olduk, çünkü kıtalar ve ülkeler bizim için ıssızlaştı. İnsanlar bizim için öldüler”. Katliamlar, köleleştirme, kıtaların boşaltılması olmasaydı, Aztek ve İnka medeniyetleri yok edilmeseydi kapitâlizm olmazdı. Bu yüzden kapitâlizmi ortaya çıkaran olaylar için, meselâ sanâyi devrimi İslâm toplumunda niye ortaya çıkmadı diye üzülemeyiz. Çünkü o kendi süreci ve mantığı içinde ve belirtilen yollarla gerçekleştirilen sermâye birikimi ile ortaya çıkmıştır. Bu, müslümanların kabûl edemeyeceği bir olgular zinciridir” der.

 

Kapitâlizm de insanların “eşit” olması bir felâkettir. Zîrâ o durumda “lüks” diye bir şey olmayacaktır. Çünkü lüks, “birinde olup çoğunda olmaması” durumudur. Herkes eşit olduğunda herkes her-şeyi alabileceğinden, lüks malları alma gücünde olanların bir ayrıcalığı kalmayacak ve o ürün artık sıradan olacağı için değerinden fazla fiyatla satılamayacaktır. Bunun için toplumun çok büyük kesiminin geçimini belirleyen asgarî ücret zinhar belli bir miktârı aşamaz. Ve asgarî ücretle geçinen kesimlerin eli istedikleri ürünlere her zaman tam uzanamayacak şekilde ayarlanır. Böylece durumları korunur ve bir-nevî kast sistemi uygulanmaya devâm eder. Zâten kapitâlizm modern bir kast sistemidir. 

 

Kapitâlizm aynı-anda bir-kaç kuşu birden vurmayı çok sever. İnsanları %90’ı gereksiz olan ürünlerle sarhoş ederek onları a-politik hâle getirir ve böylece kapitâlizmin siyâsi ayağı siyâseti istediği gibi belirleyebilir. Ne de olsa insanlar tüketim yapmaktan eleştiri, îtirâz ve isyâna vakit bulamayacaklardır. Zâten aşırı tüketim, insanları mankurtlaştırdığından dolayı kapitâlist insanlar böyle şeyleri düşünmezler ve hattâ böyle düşünenleri terörist zannederek uzak dururlar.

 

Kapitâlizmde bir-süre önce popüler olan şey bir-süre sonra demode olur. Olmak zorundadır, çünkü kapitâlizm bu şekilde işler. Bir-süre önce reklâmlarla, ilanlarla popülerliği aşırı bir şekilde öne çıkarılan bir ürün, kısa bir süre sonra artık demode kabûl edildiğinden, çirkin gösterilmeye başlanır. O ürün artık düşüklüğün bir göstergesidir. Hemen yeni ürünle değiştirilmelidir.

 

Kapitâlizm bir tüketim uygarlığıdır (medeniyet değil) ve kapitâlizmde tüketilmeyen hiç-bir şey yoktur. Sağlık, din, sevgi, kahramanlık, şehitlik vs. her-şey tüketilebilir. En çok da kadın tüketilir. Zîrâ en çok tüketen insan modern kadındır. Buna göre en çok tüketen, aslında “en çok tüketiliyor” demektir.

 

Kapitâlizm bir isrâf uygarlığıdır ve isrâf ile ayakta durmaktadır kapitâlizm. Kapitâlizm israfla ayakta duran bir sistemdir. Eğer insanlar hiç isrâf etmezlerse sistem çöker ve ortada kapitâlizmden eser kalmaz. Fakat isrâf, birilerinin göbeklerini çatlatırcasına şişirirken, bir-çoklarının da açlıktan-susuzluktan ölmelerine neden olur. İşte bunu kapitâlizm sağlar. Yoksa Dünyâ şimdikinden kat-kat fazla insanları bile besleyebilecek durumdadır.

 

Bir ironi olarak kapitâlist insan, kendi ürettiğini almak için kendini yırtar. Kendi ürettiğini almak için büyük borçlara girer. İşte bir-kaç yüzyıl sonra insanların fıkra konusu yapacakları malzeme!.

 

Kapitâlist dünyâda artık kişiler çıkarsız hiç-bir şey yapmamaktadırlar. Çocuk anne yada babasının istediği bir şeyi yapmak için, “benim çıkarım ne olacak” diyebilmekte, âileler bile bireyselleşerek herkes “kendi hâlinde” olmaktadır. Bir kadın, kötü giden işleri dolayısıyla sıkıntıda olan kocası için; “o senin sorunun” diyebilmektedir.

 

Artık Dünyâ, rôl-model olan ve “kapitâlizmin şefi olan ülke”ye göre hareket ediyor ve kânun, kural, politika ve güç telakkisinde o ülkeyi örnek alıyor. Değere, ahlâka, vicdâna, merhâmete ve dîne göre değil de kapitâlizme göre ve kapitâlizmin îcatçısı ve baş koruyucusu olan ülke ve ülkelere göre hareket edildiği için büyük maddî-mânevi-ahlâki-psikolojik-kültürel sorunlar yaşanıyor ve bu sorunlar katlanarak artıyor. Dünyâ’nın en rezil ülkesi, en kapitâlist ülkesidir. Bu bağlamda meselâ herkesin imrenerek baktığı ve orada olmayı hayâl ettiği ABD’de 60 milyona yakın insan açlık sorunu yaşamaktadır ve devlet yardımıyla hayatta kalabilmektedir.

 

Kapitâlizmin özgürlük tanımı; “istediğin kadar tüketebilirsin, fakat diğer insanların tüketmesini engellememelisin” şeklindedir.

 

Kapitâlizm, haz-merkezlidir. Fakat bunu sanki mutlulukmuş gibi gösterir Hâlbuki kapitâlizmde tatminsizlik olmazsa-olmazdır. Zîrâ tatmin olmayan kişi sürekli tüketim hâlinde olacaktır ki o tatminsizliği bir şekilde ortadan kaldırabilsin. Fakat bu hiç-bir zaman gerçekleşmez. Zîrâ insan sâhip olarak değil, vazgeçerek mutlu olabilir. Paylaşarak, vererek, ferâgat ederek vs. Gerçek doyum sâdece maddî olanla değil, maddî olanın yanında ruhsal doyumla birlikte olur.

 

Bir de kapitâlizmi ahlâki göstermeye çalışanlar “ahlâki kapitâlizm” adında kopyala-yapıştır bir kitap yayınlamışlardır ki, bunlara göre İslâm’ın da hedefi kapitâlizmdir. Oysaki ahlâksızlık kapitâlizmin diğer adıdır. Kapitâlizmin ahlâkisi olmaz. Kapitâlizm zâten ahlâkın yıkılmasıyla “kendini tutmayı” bitiren ve böylece aşırı tüketimi hedefleyen bir sistemdir, dindir. Ve bu ideolojinin mîmârı şeytandır ve şeytan inananlara düşman olduğundan, ahlâkilikle ilgilenmez.

 

Kapitâlizmde artık sevgi de alınıp satılabilen duygulardır. Tüm duygular bir tüketim nesnesi hâline getirilmiştir. Nesne hâline getirilen duygular artık gerçek anlamda uyarılamamaktadır ve bu nedenle bir tatminsizlik, duygusuzluk ve sevgisizlik oluşmaktadır. Bu duygu ve sevgi yokluğu, “katlanabilme eşiği”ni çok fazla düşürmüştür. Bu nedenle meselâ evlenmeler çok zorlaşırken, boşanmalar çok kolaylaşmıştır.

 

Kapitâlizm bir açgözlülük uygarlığıdır. Artık tüketebilmek için her-şeyi yapabilecek insanlar türedi. Oysa kapitâlizmin “tüketin” diye ortaya çıkardığı ürünlerin %90’ına ihtiyâcımız yoktur. Sokrates bir-gün pazarda dolaşırken; “ne kadar da çok işime yaramayacak şey var” demiş. Hem de bunu yaklaşık 2.500 yıl önce söylemiş.

 

Başta televizyon olmak üzere batı’lı iletişim araçları, fakirlerin kendileriyle zenginler arasındaki farkı ve daha da önemlisi neleri kaçırdıklarını görmelerini sağlamaktadır. Bu bağlamda televizyon büyük bir fitnedir.

 

Kapitâlizmi savunan müslümanlar da vardır ve bu müslümanların mottosu: “müslümanlar her şeyin en iyisine lâyıktır” sözüdür. Dünyâ’da sâdece müslümanlar değil, tüm insanlar her şeyin en iyisine lâyıktır. Güneş tüm insanlar için aynıdır meselâ. Fakat âhirette ödüle sâdece mü’minler kavuşacaktır.

 

İslâm’a adanmaya yanaşmaktan bile korkan müslümanlar, büyük bir şevk ile kapitâlizme adandılar/adanıyorlar. Modern müslüman (şimdiki zamânın müslümanı), kapitâlizmi meşrûlaştıran kişidir. Ona karşı çıkmayarak ve destekleyerek.

 

Kapitâlizm bir biriktirme sistemidir ama bu İslâm’da yasaktır. Kur’ân biriktirmeyi şu âyetleriyle yasaklar:

 

“Sana neyi infâk edeceklerini sorarlar. De ki: ihtiyaçtan artakalanı. Böylece Allah, size âyetlerini açıklar; umulur ki düşünürsünüz” (Bakara 219).

 

“Allah’ın o (fethedilen) şehir halkından Resûlü’ne verdiği fey, Allah’a, Resûl’e, (ve Resûl’e) yakın akrabalığı olanlara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara âittir. Öyle ki (bu mallar ve servet) sizden zengin olanlar arasında dönüp-dolaşan bir devlet (güç) olmasın. Resûl size ne verirse artık onu alın, sizi neden sakındırırsa artık ondan sakının ve Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah cezâsı (ikâbı) pek şiddetli olandır” (Haşr 7).

 

“..Altını ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda “infâk etmeyenler”... Onlara acı bir azâbı müjdele” (Tevbe 34).

 

“Yoksa insana her dileyip arzu ettiği şey mi var (zannediyor)?” (Necm 24).

 

“Orada (yerde) onun üstünde sarsılmaz dağlar vâr etti, onda bereketler yarattı ve isteyip-arayanlar için eşit olmak üzere oradaki rızıkları dört günde takdir etti” (Fussilet 10).

 

“Allah rızıkta kiminizi kiminize üstün kıldı; üstün kılınanlar, rızıklarını ellerinin altında bulunanlara onda eşit olacak şekilde çevirip-verici değildirler. Şimdi Allah’ın nîmetini inkâr mı ediyorlar?” (Nâhl 71).

 

“Allah’ın, bol ihsanından kendilerine verdiği servette cimrilik edenler, bunun kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Hayır!; bu, onlar için şer’dir; kıyâmet günü, cimrilik ettikleriyle tasmalandırılacaklardır. Göklerin ve yerin mîrâsı Allah’ındır. Allah yaptıklarınızdan haberi olandır” (Âl-i İmran 180).

 

“Onların mallarında dilenip-isteyen (ve iffetinden dolayı istemeyip de) yoksul olan için de bir hak vardır” (Zâriyat 19).

 

Kapitâlizm bir “değer düşmanlığı”dır. Anıları mahveder. Alışkanlıkları bozar.

 

Kapitâlizm, özne olan insanı nesneleştirir.

 

Kapitâlizm özellikle yaşlıların rahatını kaçırır ve onları çok fazla ve çabuk değişimler yaparak Dünyâ’dan soğutur.

 

Kapitâlizm, “değişmeyen hiç-bir şey yoktur” diyerek insanları tüketime kışkırtır ve kandırır. Aslında değişen bir şey yoktur. Döngü deverân eder durur.

 

Kapitâlizm bir uzmanlaşma ideolojisidir. Atasoy Müftüoğlu: “Uzmanlık, çok daha az şey hakkında daha çok şey bilmektir” der.

 

Kapitâlizm, îmânın yerine imajın koyulduğu bir ideolojidir. Böylece Allah yerine maddenin ilahlaşması söz-konusudur.

 

Allah katında tek geçerli din İslâm’dır. Modern-dünyâda tek geçerli din ise kapitâlizmdir.

 

Kapitâlizmin âyeti: “Paranız yoksa kıymetiniz yoktur”. Kur’ân’ın âyeti: “Duânız yoksa kıymetiniz yoktur” (Furkân 77).

 

Kapitâlizmin panzehiri İslâm Devleti ve medeniyetidir.

 

Evet; ihtiraslarınız ihtiyaçlarınız değildir.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Eylül 2016

 

Devamını Oku »