“O, iş-başına
geçti mi yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya, ekini ve nesli helâk etmeye çaba
harcar. Allah ise, bozgunculuğu sevmez” (Bakara 205).
Siyâset kelimesi lûgatta: “Memleket idâre etme
sanatı. Devlet idâre tarzı. Dünyâ ve âhirette kurtuluşa sebep olacak bir yola,
insanları irşâd ile beşeriyetin salâhına çalışmak. Diplomatlık. Politika.
Seyislik, at idâre işleriyle uğraşma” olarak geçer.
Allah’ın siyâsetinin yâni hükümlerinin hâkim
olmadığı, dolayısı ile zulmün ayyuka çıktığı Mekke’de yaşayan Muhammed bin
Abdullah; vicdânı kararmadığı ve merhâmeti zedelenmediği için halk tarafından “el
emin” olarak çağırılan birisiydi. Fakat Mekke’deki mevcut kötü durum onda aşırı
bir rahatsızlığa yol açıyordu. Yürürlükte olan zulüm ve adâletsizliği gördükçe
vicdânı sızlıyor, bundan dolayı toplumun ezilenleriyle ilgilenip onlara yardım
ediyordu. Fakat bu kötü durumu kökten çözümleyecek bir yol bulamıyordu. Bu nedenle
zulmün kol gezdiği şehirden sık-sık uzaklaşıyor ve derin düşüncelere dalıyordu.
Milâdi 610 yılında, Ramazan ayının bir gecesinde düşünceye daldığı Hira
mağarasında bu soruna çâre olacak o olay yaşandı ve Peygamberimize ilk vahiyler
gelmeye başladı.
Gelen ilk vahiyler, yapılması gereken şeyin insanların
kendi düşünce ve fikirlerine yâni keyiflerine göre değil, Allah’ın isteğine
göre olmasını söylüyordu: “Yaratan
Rabbinin adıyla oku!” (Alâk 1). Okuma, idrâk etme, amel-eylem sürecinin Allah’ın
adıyla yâni O’nun istediği gibi yapılması emrediliyordu. Yâni siyâsetin Allah
adına olması emriydi bu. Oysa Mekke’deki siyâset Allah adına değil, bir-takım
nüfuzlu kimselerin sözde putlar üzerinden kendilerine göre belirlediği bir
siyâset ile yapılıyordu. Zâten zulmün, adâletsizliğin, acının, feryâdın ve
insana yakışmayacak anlatılması bile güç eylemlerin nedeni, hayâtın yâni siyâsetin;
âlemleri, Dünyâ’yı, insanları yâni hayâtı yaratan Allah’a göre değil de,
bir-takım kişilerin, çıkarlarına göre belirledikleri siyâsete yâni “insana göre”
yürütülmesiydi. İnsan hem her şeyi bilebilecek kapasiteye sâhip olmadığından
doğru ve kesin kararı veremez, hem de nefs-sâhibi olduğundan dolayı kendi
çıkarını göz-ardı ederek hükümler-kânunlar çıkaramaz. Böyle olunca da küçük bir
azınlık mutlu (daha doğrusu haz-merkezli) bir hayat yaşarken, halkın büyük
çoğunluğu her alanda zor bir hayat yaşamak zorunda kalır.
Peygamberimiz gelen vahiylerin ardından Allah adına
okuma-eyleme sürecine girmiş ve büyük mücâhede ve mücâdelelerden sonra
îman-hicret-cihad süreciyle birlikte Arabistan yarım-adasında Allah’ın kânunlarının
geçerli olduğu İslâm’i sistemi yerleştirmiştir. Bu sistemle birlikte “asr-ı
saadet” diye isimlendirilen bir dönem başlamış ve zulüm çok büyük ölçüde
bertarâf edilerek hak-hakîkat adâlet-eşitlik yeryüzünde tekrar diriltilmiştir. Böylece
Peygamberimizin şu hayâli gerçekleşmiştir: “İslâm
inancı öyle bir barış ve güvenlik ortamı oluşturacaktır ki, en uzak yerden bir
kadın tek-başına Mekke’ye gelecek, Kâbe’yi tavâf edip dönecek ve o kadına hiç-bir
zarar gelmeyecektir”. Bu durum aynen gerçekleşmiştir.
Fakat çok geçmeden, Allah’ın belirlediği siyâsete
şirk bulaştıran insanlar kendi görüşleriyle hareket etmeye başlayınca süreç
sekteye uğradı ve zamanla tersine dönmeye başladı. Şu kesin ki; en ufak da olsa
Allah’ın sisteminden bir tâviz verildiğinde orada ânında bir “gedik” açılır ve
şeytan hemen o gedikten içeri dalar. Hz. Osman’ın hilâfetinin ikinci yarısından
sonra böyle bir gedik açılmış, zamanla büyüyen bu gediği Hz. Ali kapatmaya
çalışsa da şeytanın eski uşakları büyük bir direnç gösterip hîlelere
başvurmuşlar ve sûret-i hak’tan görünerek gidişâtı büyük ölçüde yeniden tersine
çevirmişlerdir. Böylece Allah-merkezli bir siyâset değil, insan-merkezli bir siyâset
açığa çıkmaya başlamış ve akabinde tabî ki zulmün çirkin yüzü de kendini
yeniden göstermeye başlamıştır. Fakat şunu da söyleyelim ki, toplumda
alttan-alta İslâm’i bir damar her zaman olagelmiştir ve târih bunun
örnekleriyle doludur.
Dünyâ cennet değildir ve Peygamberimiz hayatta iken
de istenmeyen olaylar yaşanmıştır. “Mutlak güzelliğin olduğu bir cennet” gibi
düşünmemek ve zannetmemek gerekir asr-ı saadet denilen örnek toplumu ve zamânı.
Fakat zulmün, bir genelleşmesi ve normâlleşmesi durumu var, bir de zulmün hem
çok etkisizleşmesi hem de çok azalıp nâdirleşmesi durumu var. Yâni hem
kötülüğün çok-çok azalması, hem de kötülüğün cezâsının vahiy-merkezli verilmesi
durumu vardır ki bu durum kötülüğün genelleşmesini engellediği gibi, mazlumun
yüreğinin soğumasını da sağlar. Günümüzde bilindiği gibi her sâniye hırsızlık,
yolsuzluk, cinâyet, tecâvüz vs. vs. gibi her türlü çirkeflikler olmakta ve
zamanla da artmaktadır. Düşünsenize; “hayâtınız boyunca sâdece bir yada iki
kere hırsızlık vakâsı görmüşsünüz yada duymuşsunuz.. Hayâtınız boyunca cinâyet
vakâsı duymamışsınız.. Hattâ bir zamanlar bu gibi zulümlerin çok fazla
yaşandığını duyunca şaşırıyorsunuz, anlam veremiyorsunuz”.. Şöyle bir olay
anlatayım; Bundan 30 yıl önce bir komşunun “meşhur bisikleti” çalındığında, tüm
mahalle 1 hafta belki de 15 gün boyunca bunu konuşmuştu. Gündem olmuştu yâni.
Çünkü böyle bir durum sık yaşanmıyordu. Hele bir de hayâtımız boyunca bir yada
belki iki kere böyle bir olay duyacak bir güvenlik ortamı olduğunu
düşünsenize!.. İşte İslâm’ın adına yaraşır bir Dünyâ böyle olur.
Târihin belli zamanlarında asr-ı saadet dönemine
benzer örneklikler de görülmüştür. Sâdece bir kere olup bitmiş bir şey değildir
yâni. Zâten Dünyâ bir imtihan dünyâsıdır ve insanların bir kısmının diğer bir
kısmını def etmesiyle durum iyi ve kötü olarak değişir durur. Fakat âlemlerin
Rabbi olan Allah, Dünyâ’nın, aynen göklerde olduğu gibi kendi siyâseti ile yönetilmesini
istiyor ve bunu emrediyor. Aksi-takdirde zarârı görecek olan yine insandır.
Dünyâ’da son 200-300 yıldır Allah-merkezli düşünme ve
edip-eyleme terk edilerek, insan yâni akıl-merkezli bir düşünce-ideoloji ortaya
çıkmış, bu düşünceye göre hareket edilmeye başlanmıştır. Bu durum, dîni istismâr
edenler tarafından zulme uğratılmış olanlar için bir kurtuluş yolu olarak
görüldüğünden, bu düşünce benimsenmiş ve yayılmıştır. Bir düşünce ilk ortaya
çıktığında, Allah-merkezli olmadığından bozuk bir temele sâhip olsa da, insanlar
mevcut durumu hemen bir-önceki duruma göre kıyasladıkları için, yeni durumu çok
çabuk benimserler ve ona sımsıkı sarılırlar. Oysa o durum Allah-merkezli örnek
toplumlar ve zamanlara göre çok da iyi değildir. İşte modernizm, hümanizm, rönesans,
aydınlanma, bilim, akıl vs. gibi kavramlarla ifâde edilen yeni sistem, zamanla
güçlenerek (bu güçlenmenin nedeni aslında hırsızlığa ve zulme dayanır) tüm
Dünyâ’ya yayılmaya başlamış ve insanların genelinin desteğini almıştır. Bunun yapılabilmesi için insanların
fıtratlarına işlemiş olan din vicdanlara gömülmüş ve oraya hapsedilmiştir. Daha
önceki kötü durumun sebebinin din olduğu söylenmiştir. Bu durum gerçekten de
batı toplumları için geçerlidir ama İslâm toplumu için böyle bir durum bir-kaç
istisnâ hâriç geçerli değildir. Böylece dînin yerini ilâhi olanı göz-ardı eden
ve yadsıyan akıl almış, hayat “akla göre” daha doğrusu “nefse göre” düzenlenmeye
başlamıştır. Tabi buna “düzen” denilebilirse. Aslında bu durum, insanın,
kendini Allah’ın da -hâşâ- üstüne çıkarması anlamına gelir.
Şeytan insanları yeniden kandırmış ve insanlar artık siyâsetlerini
Allah-merkezli değil, insan-merkezli yapmaya başlamışlar fakat bu durum doğaya ve
fıtrata aykırı olduğundan dolayı da yıkılış ilk önce siyâsetten başlamıştır.
İnsanlar tüm târih boyunca siyâsetten yıkılmışlardır ve yıkılmaktadırlar. Hadi
batı’nın tahrif edilmiş dîninde siyâsete pek de yer yok ve sezar’ın hakkı sezar’a,
tanrının hakkı tanrıya veriliyor. Peki, İslâm tamâmen bir siyâset dînidir.
İslâm’i siyâsetin Allah/vahiy-merkezli gerçekleşmesi farz ve şart olmasına
rağmen müslümanlara ne oluyor?. İsmi sâdece nüfus kayıtlarında “müslüman” olanları
da geçelim; bir mezhebe-târikata-cemaate bağlı olan ve hayâtını İslâm ile
düzenlediğini iddia edenlere ne oluyor?. Hattâ Kur’ân-merkezli bir din
düşüncesine sâhip olanlar ve bu nedenle ellerinden Kur’ân’ı hiç düşürmeyenlere
ne oluyor?. Ellerinde Kur’ân olduğu hâlde siyâsetlerini şeytanın ve tağutların
belirlemesine neden karşı çıkmıyorlar ve bu tâğûti siyâseti, sürekli konuşarak,
yazarak-çizerek eleştirmeyip bu bağlamda bir gündem oluşturmuyorlar ve
tam-aksine bu tâğutlara destek olacak düşüncelere ve söylemlere sâhipler?.
Cevâbı çok basit aslında. Çünkü insanlar Dünyâ’ya
göbeklerinden bağlıdırlar ve bu bağları çok sıkı olanlar bağın kopmasını hattâ gevşemesini
bile istemiyor. Zihinleri görece Allah ile bağlı olsa da, göbekleri tâğutların
bağıyla bağlı. İşte şirk budur ve tevhide aykırı olan şeydir bu. Tevhidi parçalayarak
ve bozarak din ile Dünyâ’yı ayırmış oluyorlar:
“Ki
(bunlar) Allah’ın ahdini, onu kesin olarak onayladıktan sonra bozarlar,
Allah’ın kendisiyle birleştirilmesini emrettiği şeyi keserler ve yeryüzünde
bozgunculuk çıkarırlar. Kayba uğrayanlar işte bunlardır” (Bakara 27).
İnsan târih boyunca, İhsan Eliaçık’ın formülasyonu
ile söylersek, her dâim “2 S” ve “2 Ş”den dolayı yâni “servet-siyâset” ve “şehvet-şöhret”ten
dolayı imtihanı kaybetmekte ve yıkılmaktadır. İnsanlar her zaman bu 2 S ve 2
Ş’den yıkılmaktadır. Müslümanların hâl-i pür melâlinin nedeni, bu formülasyonun
2 S’sidir. Müslümanlar en çok servet ve siyâsetten yıkılmaktadır. Servet ve
siyâset birbirinin neden-sonucudur. Sarsıntı servet ve siyâsetle başlamış ve
yıkılış da yine servet ve siyâset ile olmuştur. Müslümanlar için 2 Ş çok fazla
etkili olmamıştır. Müslümanları yıkan şey servet ve siyâsettir. Siyâset,
servete de kavuşmanın bir yolu(!) olduğundan, insanlar/müslümanlar siyâsete
aşırı kapılmışlar ve kapılmaktadırlar. Fakat bu siyâset Allah-merkezli olan siyâset
değildir ve zâten Allah-merkezli siyâset, servete-şöhrete kavuşmanın değil,
fedâkârlığın, zorluğun bir kapısıdır. Eskiden samîmi müslümanlar kendilerine
bir görev tevdî edildiği zaman, sorumluluğundan dolayı o görevi kabûl etmek
istemezlerdi fakat o ehliyet ve liyâkate sâhip olduklarından dolayı tersinden bir sorumlukla görevi kabûl
etmek zorunda olduklarını bilirlerdi. Şimdi öyle mi; adam siyâsete girmek için
varını-yoğunu harcıyor, kendini yırtıyor. Tabi böyle olunca da o yaptığı harcamaların
karşılığının kat be kat fazlasını almak için yırtınmaya başlıyor bu sefer de. Siyâseti
servete âlet ediyor yâni. Zâten Allah-merkezli olmayan siyâsetler çıkar-merkezli
olmaya mahkûmdur.
Artık müslümanlar tâğutun siyâsetine kapılmışlar ve
onu desteklemektedirler. Oysa onu inkâr etmekle emrolunmuşlardır:
“Sana
indirilene ve senden önce indirilene gerçekten inandıklarını öne sürenleri
görmedin mi?. Bunlar, tâğutun önünde muhâkeme olmayı istemektedirler; oysa
onu reddetmekle emrolunmuşlardır. Şeytan onları uzak bir sapıklıkla
sapıtmak ister” (Nîsâ 60).
Bunu yapmalarının nedeni, tüm Dünyâ’da
Allah/vahiy-merkezli olmayan siyâsetin geçerli olan sistem olmasındandır. Bir
şey yaygınlaşınca geçerliliği görece artar. İnsanlar yaygın olana ve çoğunluğa
uymaya meyyâldir. Hâlbuki “çoğunluk” genelde sapıtır ve saptırıcıdır:
“Yer-yüzünde
olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah’ın yolundan
şaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak zan ve tahminle
yalan söylerler” (En-am 116).
Müslümanlar dinleri doğrultusunda bir yol tâkip
etmeye mecburdurlar ve bu konuda bir eleştiri yapmaya bile hakları yoktur:
“Allah ve
Resûlü bir işe hükmettiği zaman, mü’min bir erkek ve mü’min bir kadın için o
işte kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Resûlü’ne isyân
ederse, artık gerçekten o, apaçık bir sapıklıkla sapmıştır” (Ahzâb 36).
Tüm âlemi Allah yarattığı için onu düzenlemek de
Allah’a âittir. Bu, “siyâseti yâni kânunları-kuralları Allah’ın belirlemesi”
demektir:
“Hüküm
vermek yalnızca Allah’a âittir”
(Yûsuf 40).
“İyi
biliniz ki yaratma ve emir O’nundur. Âlemlerin Rabbi olan Allah ne yücedir” (A’raf 54).
“İhtilâfa
düştüğünüz her meselede hüküm verecek olan Allah’tır” (Şûrâ 10)
“Yalnız
Allah’ın hükmüne dâvet edildiğiniz zaman kabûl etmiyorsunuz.
Fakat şirk unsuru olan başka hükümler bahis konusu olunca kabûl ediyorsunuz.
Oysaki hüküm yalnız her-şeye gücü yeten Allah’ındır” (Mü’min 12).
Dünyâ’ya göbeklerinden bağlı insanların/müslümanların
korktukları şey, İslâm’i sistem yürürlükte olduğunda rızıklarının azalacağı
korkusudur. Bu korku çok yersiz bir korkudur:
“Dediler
ki: ‘Eğer seninle birlikte hidâyete uyacak olursak, yerimizden (yurdumuzdan ve
konumumuzdan) çekilip-kopartılırız. Oysa biz onları, kendi katımızdan bir rızık
olarak her-şeyin ürününün aktarılıp toplandığı, güvenli bir harem’de yerleşik
kılmadık mı?. Fakat onların çoğu bilmiyorlar” (Kasas 57).
İslâm’i sistemde rızık azalmaz ama
eşitlenir. İslâm’da “rızıkta eşitlik” vardır. İslâm’i sistemde azalacak olan
şey rızık değil, isrâftır. “Ayrıcalıklı olma durumu”dur. Birinin yerken
diğerinin bakması durumu kaybolur İslâm’da.
Allah, hak din yerine bâtıl dînin peşinde
gidenleri uyarıyor ve bâtıl dinlerin bir meşrûluğunun olmadığını söylüyor:
“Yoksa onların,
Allah’ın dîninde yasaklamış olduğu bir şeyi meşrû kılacak ortakları mı vardır” (Şûrâ 21).
“Onlar hâlâ
câhiliye hükmünü mü arıyorlar?. Kesin bilgiyle inanan bir topluluk için hükmü
Allah’tan daha güzel olan kimdir?” (Mâide
50).
Ey bâtıla ve batı’ya meyletmiş olan müslümanlar!: “Siz yalnızca zannın peşinden gidiyorsunuz
ve sürü psikolojisiyle hareket ediyorsunuz” (En-âm148).
Toplumun önde gelenlerinin bâtıla saplanmış olması
sizi yanıltmasın. Bâtılın tuzağına düşmüş olanlar “sizden” olunca o şey bâtıl
olmaktan çıkmaz:
“Sizin
kâfirleriniz onlardan daha hayırlı mıdır?. Yoksa sizin için Kitaplarda bir
beraat mi var?” (Kamer 43).
Allah-merkezli olmayan siyâseti desteklemek şirktir.
Allah’tan başkalarının kânunlarına uymak şirktir ve O’nun kânunlarından başka
kânunlara uyanlar, kânunlarına uyduklarını ilahlaştırmış olurlar. “Kimin
kânunlarına göre hareket ediyorsanız, onun dînindensiniz” demektir. Türkiye’de “Allah’ın
kânunlarına” göre hareket etmek kânûnen yasak ve suçtur. (Anayasanın 24.
maddesi). Fakat Atatürk kânunlarına göre hareket etmek şarttır. Bu durumda
Türkiye’nin “ilahı” yada “rabbi” kimdir?.
En iyi kânun, kânun koyucunun o kânundan
yararlanmadığı kânundur. Allah’tan başka kânun koyucular yâni müşrikler, kim
olursa-olsun mutlaka o kânunları kendi çıkarına istismâr ederler.
“Kur’ân hakkıyla okumak” demek, “modern kânunlara
karşı gelmek”, “modern kânunları çiğnemek” demektir. Ey Dünyâ’yı İslâm-merkezli
değiştirmeyi hayâl edenler!.. Bilin ki, yaşadığınız ülkenin/Dünyâ’nın
kânunlarına ters hareket etmeden yâni “suç işlemeden” o değişimi
gerçekleştiremezsiniz. Bu değişim, Allah’tan başka olan kânunları reddetmekle
başlar.
Bâtılın yolunda gidenler iş-başına geçtiklerinde:
“O,
iş-başına geçti mi yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya, ekini ve nesli helâk
etmeye çaba harcar. Allah ise, bozgunculuğu sevmez” (Bakara 205).
Hak yolunda gidenler
iş-başına geçtiklerinde:
“Onlar ki,
yeryüzünde kendilerini yerleştirir, iktidâr sâhibi kılarsak, dosdoğru namazı
kılarlar, zekatı verirler, ma’rufu emrederler, münkerden sakındırırlar. Bütün
işlerin sonu Allah’a âittir” (Hacc
41).
Allah’tan başkalarının belirlediği siyâsete göre
düzenlenen bir sistem şirk sistemidir. Allah ise şirki aslâ bağışlamaz:
“Hiç şüphesiz, Allah, kendisine şirk koşanları
bağışlamaz. Bunun dışında kalanlardan ise, (onlardan) dilediğini bağışlar. Kim
Allah’a şirk koşarsa elbette o uzak bir sapıklıkla sapmıştır” (Nîsâ 116).
Son pişmanlığın âyeti ise şudur: “Ey Rabbimiz!. Doğrusu biz, efendilerimize, beylerimize ve
büyüklerimize itaat ettik de onlar bizi dalâlete (yanlış ve sapık yola-siyâsete)
götürdüler. Ey Rabbimiz!. Onlara azâbın iki katını ver. Ve onları büyük bir
lânet ile lânetle (rahmetinden uzaklaştır)” (Ahzâb 67-68).
Hakîki İslâm, siyâset bölünmesiyle (sünnî-şii)
bölündü ve zayıfladı, yâni siyâsetten yıkıldı; fakat yine İslâm’i-tevhidî siyâsetle
birleşerek dirilecektir.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Eylül
2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder