4 Ağustos 2023 Cuma

Meydanı Boş Bulmak Yada Yaptırımsız Müslümanlık


“Allah’a ve Resûlü’ne karşı savaş açanların ve yeryüzünde bozgunculuğa çalışanların cezâsı, ancak öldürülmeleri, asılmaları yada elleriyle ayaklarının çaprazca kesilmesi veyâ (bulundukları) yerden sürülmeleridir. Bu, Dünyâ’daki aşağılanmalarıdır, âhirette onlar için büyük bir azap vardır” (Mâide 33).

 

Yazıya, ağır yaptırımları olan bu âyetle başlamamızın nedeni, müslümanların bir-çoğu da dâhil, insanların, İslâm’ın Dünyâ’da herhangi bir yaptırımının olmadığını ve cezâların da sâdece âhirette olacağını zannetmelerinden dolayıdır. “Din’de zorlama yoktur” âyeti -yanlış şekilde- çokça kullanılınca insanlar İslâm’ı pasif, omurgasız, güçsüz, pısırık ve zayıf bir din gibi görmeye başladılar. Oysa din’de zorlama olmaması, sâdece “dîne dâhil olma” noktasında geçerlidir. İslâm’a dâhil olmak ancak gönül rızâsıyla olabileceği için, dîne dâhil etmede bir zorlama zinhar yapılamaz fakat dîne bile-isteye dâhil olduktan sonra dînin kişiye yüklediği görevler, yükler, sorumluluklar ve yaptırımlar vardır. Zâten hem sünnetullahtan hem de imtihanın bir gereği olarak Dünyâ’da insana bir zorluğu din yüklemezse şeytan, nefs yada tâğutlar yükler ve insanlar varlığın yapısından ve kurallarından dolayı mutlakâ zorluklarla karşılaşırlar. Dînin yüklediği zorluklar ise, “insanlar -imtihan dolayısıyla- karşılaştıkları doğal zorluklardan başka zorluklarla karşılaşmasınlar” diyedir. Zîrâ din, doğal, normâl ve fıtrî olduğu için aslında insana doğal olmayan ve taşınamayacak yükler yüklemez.  

 

Müslümanlık, (müslimlik ve mü’minlik değil) “İslâm toplumuna, devletine, ümmetine ve milletine katılmak, bağlanmak ve şartlarını kabûl etmek” demektir ki bu “öylesine” olan gevşek bir bağ değil, ciddî ve îcâbında ağır yaptırımları olan bir bağlılıktır. Bu aynen günümüzde; Nato’ya, Birleşmiş Milletler’e, Avrupa Birliği’ne vs. katılmak gibidir. Bu kuruluşlara ve toplumlara olan bağlılıklarda oluşacak bir sorunda bu kuruluşlar, bağını gevşeten ülkelere ve devletlere çeşitli îkaz ve yaptırım uygulayabilirler ve hattâ iş savaşa kadar da gidebilir. İslâm’da, namaz ve zekat müslümanlığın asgarî iki şartıdır. Müslüman olmuşsanız yâni İslâm toplumunun hâkimiyetini kabûl edip o topluma üye olmuşsanız, bu asgarî iki şartı her hâlükârda yerine getirmeyi kabûl etmişsiniz demektir ve bu nedenle de bu iki şartı yerine getirmeniz gereklidir ve bu iki şart olmazsa-olmazdır. Bu iki şarttan aslâ tâviz verilmez, tâviz verenlere yaptırım uygulanır ve savaş açılabilir.

 

Modernizm dîninde her-şey modernizm dînine birebir uygun olmak zorundadır ve uygun olmadığında ağır yaptırımları vardır. Her dînin kuralları olduğu gibi modernizm dîninin de kuralları vardır. Bu kurallara uyanlar ödüllendirilirken, uymayanlar farklı şekilde cezâlandırılırlar. Meselâ eğitim konusunda okullar “sosyâl Darwinizm” kuralına göre işler: “Sınıfı geçemeyenler hayatta yer bulamazlar”. Okullar modernizm dînine tam uygun ve uyan insanlar yetiştirmek için kurulmuş kurumlardır. Böylece modernizm dîni, hayâtiyetini bu şekilde devâm ettirir.

 

İslâm’ın da yaptırımları vardır. Gerçi İslâm’da kurallar daha merhâmetli ve vicdanlı olarak uygulandığı için insanları yıldıracak ve bezdirecek kadar olmaz ama İslâm’ın da affetmediği ve cezâlandırdığı günah ve suçlar vardır. Vahye göre tüm zamanlarda “insanların uygulayabileceği” cezâ sayısı 4’tür. Bunlar şu şekildedir. 1.Öldürme, 2-Hırsızlık, 3-Zinâ, 4-İftirâ. İslâm’da affedilmeyecek tek günah şirktir. Çünkü şirk büyük bir zulümdür. Şirkin cezâsı da sâdece âhirete bırakılamaz. Çünkü eğer zulmü açığa çıkarıyorsa bu zulüm Dünyâ’da insanlar ve hattâ diğer varlıklar için zorluklar ortaya çıkaracak demektir. O-hâlde şirkin bile bir yaptırımı olmalıdır. Bu yaptırım, Allah’a, âhirete, İslâm’a ve vahye aykırı şekilde bir yasama, yargı ve yürütmenin yapılabilmesine izin vermemek ve bunu yasaklamak şeklinde olur. 

 

İslâm’ın yaptırımı olan bir din olduğunun bilinmemesi ve görülmemesi, hakkıyla kurulmuş olan bir İslâm devletinin olmaması nedeniyledir. Yaptırımları uygulayacak, güce sâhip bir İslâm devleti olduğunda, en azından o devlette hiç kimse Allah’a, Peygamber’e ve Dîn’e hakâret edemez, kötü bir laf söyleyemez hattâ bunu düşünemez bile. Zîrâ meydan boş değildir ve gerektiğinde yaptırımları uygulayacak bir güç vardır.

 

Meydanı boş bulanlar ve bir yaptırımın olmadığını zannedenler, Allah, Din ve Peygamberimiz ile alay etmenin hiç-bir yaptırımının olmadığını söyleyerek, Peygamberimiz’in her türlü aşağılanmasına ses çıkarmayanların gözünde Peygamberimiz’in îtibârı azalmış yada azalmaya başlamış demektir. O-hâlde Peygamberimiz’in her türlü aşağılanmasına ses çıkarmayanlar Peygamberimiz’in îtibarsızlaştırılmasına çalışıyorlar demektir. “Bir şey yapamayız, onlar başka söze dalıncaya kadar onlardan uzaklaşmalıyız” diyorlar. Çünkü gözlerinde Peygamberimiz’in bir değeri ve îtibârı kalmamış yada azalmıştır. Ama aynı kişiler, meselâ Atatürk hakkında dış ülkelerden birinde bir gazete yada dergi tarafından yapılan aşağılanmaya yada alay edilmeye -din adına konuşarak- “bir yaptırımı yoktur” diyebilir mi?. Tabî ki de diyemezler. Pişmân ederler ve hayâtlarını karartırlar çünkü. Peki bu aşağılanma, hakâret ve alay etme, âlemlere rahmet, muhteşem bir ahlâka sâhip olan Peygamberimiz’e yapılınca niçin hiç-bir yaptırımı olmadığını söyleyebiliyorsunuz?. Bunu söylemenin herhangi bir yaptırımı olmayacağından emin olduğunuz için olabilir mi?. Yada lâik-seküler ve Allah’ı hesâba katmayan bir ülkede yaşadığınız için mi Peygamberimiz’in alaya alınmasının bir yaptırımı olmayacağını bu kadar kolayca söyleyebiliyorsunuz?. Peygamberimiz’e hakâret edenlerin, alay edenlerin ve o’nu aşağılayanların cezâsı hafif yada ağır bir yaptırımdır. Çünkü bir İslâm Ülkesinde İslâm’dan kaynaklanan kânunlarda, hem Peygamberimiz’le alay etmenin hem de alay edilmesine karşı pasif söylemlerde bulunmanın bir yaptırımı olurdu. Peygamberimiz’e hakâret edenlerin, alay edenlerin ve o’nu aşağılayanların cezâsı hem Dünyâ’da hem de âhirette hafif yada ağır bir yaptırımdır.

 

Bir cezâ suçun şiddetine göre olur. Kur’ân’ın “gidin adamın kafasını-kolunu kırın” diye bir âyet indirmesini beklemek abestir. Bu nedenle Peygamberimiz’le alay edildiğinde ne tür yaptırımların olacağını anlamak için, Peygamberimiz’in böyle durumlarda ne yaptığına bakıldığında, âyetlerden anlaşılması gereken şey apaçık bir şekilde açığa çıkar. Peygamberimiz zamânında İslâm’a, Kur’ân’a ve Peygamberimiz’e yapılan alaylar ve çirkinliklere pratikte de sert karşılıklar verilmiştir. Ahmet Kalkan bu konuda şunları söyler:

 

“Resûlullah, bâzı İslâm düşmanlarını, İslâm’ı şiir ve sözleriyle tahkir eden kimseleri, Kur’ân ve Peygamberimiz aleyhine diğer insanları kışkırtan fesatları yüzünden bâzı sahabeleri görevlendirerek onları gizlice öldürtmüştür. Bunlardan beş kişinin isimleri şöyledir: Kâ’b bin Eşref, Ebû Râfi Sellam bin Ebu’l-Hukayk, Asma bin Nübeyh el-Anzî, Hâlid b. Nübeyh el-Anzî, Ebû Afek. Hepsinin nasıl öldürüldüğünü de biliyoruz.

 

Resûlullah, yirmi üç yıllık dâveti sırasında İslâm dâvâsı önünde set olmaya çalışanların öldürülmesi gibi tehlikeli bir işte bâzı sahâbeleri görevlendirmiştir. Bu sahâbeler görevlerini hiç korkmadan îfâ etmişler, İslâm’ın yayılması yolunda engellerin bertarâf edilmesi uğruna büyük fedâkârlıklar göstermişlerdir. Bu işi gönüllü olarak yapmışlardır. Bu şekildeki her bir faaliyetin gerçekleştirilmesindeki hedef, İslâm’ın azılı düşmanlarından birini ortadan kaldırmak olmuştur ve yapılanlar, plânlı birer öldürme eylemidir. Bununla bir mânâda düşmanlara göz-dağı da verilmiştir. Yapılan bu eylemlerle küfrün ele-başlarının ortadan kaldırılması/susturulması esas alınmış ve bunda başarılı olunmuştur. Resûlullah’a düşmanlık edip hakkında kötü konuşanlar arasında müşriklerden olan Hâlid b. Nübeyh el-Anzî ve Ebû Afek hâriç, diğerlerinin ortak özellikleri yahudi olmalarıdır. Zîrâ Medîne’de ona en fazla düşmanlık edenler yahudiler oldular. Münâfıkların aksine bu işi alenen yaptılar. Kur’ân öyle diyor: ‘Andolsun!; insanlar içinde, mü’minlere en şiddetli düşman olarak yahudileri ve müşrikleri bulursun…’ (5/Mâide, 82)”.

 

Bu öldürülenler İslâm’a düşmanlık etme, müslümanlara dil uzatma ve başkalarını müslümanlar aleyhinde kışkırtma suçundan bu cezâya çarptırılmışlardır. Yahudiler Medîne’de oturdukları ve müslümanlarla aralarında birlikte yaşamaya dâir bir sözleşme bulunmasına rağmen Resûlullah aleyhine insanları kışkırtma gibi bir cür’eti gösterebilmişlerdir. Bu da ortadan kaldırılmalarında en büyük sebep olmuştur. Zîrâ sergiledikleri tavır, müslümanlarla aralarındaki sözleşmeye ihânet olarak kabûl edilmiştir. Öldürülen üç yahudiden biri de (Asma bin Nübeyh el-Anzî) kadındır. Bu eylemlerin tümü, Medîne İslâm Devleti Başkanı olan Resûlullah’ın izni ve emri ile gerçekleşmiştir”.

 

Çünkü “yapılan şey düpedüz İslâm’a ve dîne hakârettir” diyerek ağır bir kınama, eleştiri, îtirâz ve isyân edilerek bir daha böyle bir şeyin yaşanmaması için dîne hakâret eden kişiye gerekli yaptırım uygulanmalı ve ağır bir cezâ verilmelidir. İslâm cezâ hukûkunda “cezânın âhirete bırakılması” her günah için değildir. İslâm’da dünyâ’da verilecek cezâlar da vardır. Bir de kefâret şeklinde cezâlar ve yaptırımlar vardır.

 

Artık dîni önemsemeyen insanlardan farkları kalmayan modern müslümanlar, Allah’a, dîne, İslâm’a ve Peygamber’e ne denirse-densin ve nasıl küfredilirse-küfredilsin bir şey dememektedirler ve din düşmanları da bunun farkındadırlar. Zîrâ şimdiye kadar dîne karşı yaptıkları hakâretlerden dolayı, bırakın bir yaptırıma ve cezâya uğramalarını, bir ayıplama bile görmemektedirler. Hiç-bir îtirâza ve eleştiriye bile mâruz kalmamaktadırlar. Çünkü özellikle Türkiye’li müslümanlar pasifleşmişler, korkaklaşmışlar, Allah’a, dîne, İslâm’a ve Peygamber’e olan bağları modernistleştikleri ve konfora taptıkları oranda gevşemiş, zayıflamış ve kopma aşamasına gelmiştir. Bunu çok iyi bilen İslâm düşmanları, istedikleri hakâretleri kolayca yapmakta, istedikleri iftirâları atabilmektedirler.

 

Ateistler, deistler, modernistler ve günümüzde özellikle târihselciler; Allah, âhiret, gayb, Kur’ân, vahiy, din, peygamber vs. hakkında hiç-bir ölçü kullanmadan istedikleri gibi şerefsizce konuşabiliyorlar. TC’ye, Ata’ya, bayrağa, İstiklâl Marşı’na, vatana, millete, devlete vs. kutsallaştırıldığı için ama daha da önemlisi ağır yaptırımları olduğu için tek bir kelime edemezken, bir eleştiri ve îtirâz yöneltemezken hattâ bir îmâda dâhi bulunamazken, meydanı boş buldukları yâni herhangi bir yaptırımla karlaşmaları ihtimâli olmadığı hattâ sistem, ideoloji ve seküler etkenler ile önleri açıldığı ve teşvik edildikleri için İslâm, Kur’ân ve Peygamber düşmanlığı yapabiliyorlar. Oysa Peygamberimiz yada ilk halifeler döneminde böyle bir şeyin olabilmesi mümkün değildi. Hattâ Osmanlı’da bile böyle laflar edebilmek sağlam bir mâbâd isterdi.

 

Türkiye Cumhûriyeti anayasasının “değiştirilemez” ilk üç maddesinin değiştirilmesini dile bile getiremeyen modernizm ve oryantâlist yalakaları olan târihselciler, sıra İslâm’ın “değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dâhi edilemez” olan Kur’ân’ın hükümlerine ve şeriatına gelince, neredeyse %90’ının hükmünün kalmadığını ve mevcut modern zaman ve mekâna göre değiştirilmesi gerektiğini teklif edebiliyorlar. Bunu yapmaya cüret edebilmelerinin tek nedeni, bir yaptırım ile karşılaşmayacaklarına olan güvenleridir. Bundan çok emin oldukları için açık bir günah, haram ve suçun cezâsını ise âhirete bırakıyorlar. Oysa somut bir dünyâda yaşıyoruz ve şeytan, nefs ve tâğutlar somut anlamda ekini ve nesli ifsâd edip durmaktadırlar. İslâm’ın bunlara karşı bir yaptırımının olmadığını söylemek derin bir cehâlet değilse, ağır bir şerefsizliktir.

 

Bir yaptırım ile zinhar karşılaşmayacaklarından çok emin olanlar Allah, din, İslâm, Kur’ân ve peygamber hakkında ne isterlerse söyleyebiliyorlar. Hattâ öyle bir duruma gelinmiş ki, bu atıp-tutanları eleştirmek fizîkî yada psikolojik yaptırımlara neden oluyor.

 

Sekülerizmin ve çeşitli sapkınlıkların etkisi ile kâlpleri parçalanmış, ruhları silinmiş ve nefisleri kışkırtılmış olanların râm ve meftûn olup da taptıkları modernizm aracılığı ile şeytan, zihinleri iğdiş olmuş olanları bir it gibi kullanıyor ve isteği yöne koşturuyor. Bunlara karşı sâdece sosyâl medya aracılığı ile bir tepki gelebiliyor.

 

Ateist, gnostik, deist, feminist, târihselci vs. ne kadar İslâm düşmanı varsa, bunların hemen tamâmı, kıllarına bile zarar gelmesinden dehşete kapıldıkları için yaptırımı olan bir şeye karşı tek bir laf edemeyecekleri gibi bir îmâda dâhi bulunamazlar. Meselâ mevcut sisteme karşı en ufak bir kötü îmâda bulunamaz, bir eleştiri ve îtirâz seslendiremezler. Çünkü bunlar sisteme göbeklerinin tam ortasından bağlıdırlar ve bu sâyede aşırı şekilde semizleşmiş ve yağlanmışlardır. Zâten küstahlıkları da biraz bundan kaynaklanmaktadır.

 

Hem meydanı boş buldukları hem de bir yaptırım olmadığı için salladıkça-sallayan ve uydurdukça-uyduranların çoğu lâik, seküler ve demokrasi yanlısıdırlar. Fakat bunlar niçin 1.400 yıl öncesini târihsel görürken ve de artık “hükmü kalmadığı ve devri geçtiği(!)” için Kur’ân’ın hükmünün ve işlevselliğinin bittiğini söylerken, 2.500 yıl öncesinin demokrasisini  “târihsel” olarak görmüyorlar ve niçin demokrasinin işlevselliği bitmiyor?. Yoksa beşerin uyduruk ideolojilerini Allah’ın sözünden daha mı üstün görüyorlar?. Elbette!, zâten bu bir soru değil, tespittir. Elbette beşeri, insanı ve aklı ilahlaştırıp tapıyor oldukları için Allah’ın sözünü iptâl ve inkâr edebiliyorlar. Beşerin-insanın sözünü baş-tâcı etmelerinin nedeni işte budur.

 

Kul olmak zordur ve bedeli ağırdır. Bu yüzden herkes “kul” olamıyor yada hakkıyla kulluk yapamıyor. Kul olamayınca da -hâşâ- Allah olmaya soyunuyorlar. Allah olmak kolay çünkü. “Enel hak” dersiniz olur biter. Hele ki İslâm’ın hükümlerinin bir değerinin ve yaptırımının olmadığı zamanlarda Allah olmak kadar kolay bir şey yoktur.

 

İslâm’ın tüm değerleri ayaklar altına alınırken sesleri çıkmayanlar hattâ kılları bile kıpırdamayanlar, sıra modern-seküler -sözde- değerlere gelince sistemin muhâfızı kesiliyorlar ve İslâm’dan çıkmayı bile göze alarak sistemin şirk, küfür ve zulüm içeren yönlerini baş-tâcı ediyorlar. Çünkü artık kâlpleri parçalanmış ve kararmış, ruhları silinmiş, bilinçleri iğdiş edilmiş ve nefisleri kışkırtılmıştır. Zâten modernizme ve batı’ya âdetâ tapar hâle gelmelerinin gerçek nedeni budur.

 

Peki bir İslâm Devleti ve dolayısı ile bir yaptırım olsaydı ne olurdu?. Vahye dayanan bir İslâm devleti olduğunda, işte o zaman ısrarla işlenen bir günahın, haramın, suçun ve ayıbın cezâsı olarak yaptırımların çok etkili olduğu ve sorunların “kısa yoldan” nasıl da çözülebildiği açıkça görülebilir olacaktı. Çünkü insanın aklını gerçek anlamda başına getirebilecek olan şey, çok etkili konuşmalar, yazılar, kitaplar ve söylemler değil, başa gelebilecek yada gelme ihtimâli olan yaptırımlar, sıkıntılar ve belâlardır. Çünkü o zaman “yaşayarak” öğrenilir ve bir daha da aynı yanlış yapılmaz olur. Meselâ küçük çocuklara istediğiniz kadar “sobayı elleme, elini yakar” deyin yine de işe yaramaz da, çocuk sobaya elini bir kere değirdiğinde ve eli yandığında sobadan hep uzak durmaya başlar.

 

Mevcut durumda bir yaptırım durumu olmadığı için meydanı boş bulanlar modern, seküler, lâik, demokratik, beşerî, dünyevî sapkınlıklar adına Allah’a, Kur’ân’a ve Peygamber’e meydan okurcasına hakâret etmekte ve savaş açmaktadırlar. Zâten modernizmin târihi, “Allah’a meydan okuma”nın târihidir. Dünyâ, “hak ile bâtılın savaş meydanı”dır. Bu savaş ancak, hak gâlip olduğunda biter. Lâilaheillallah sözü; kâfirlere, müşriklere, adâletsizliğe, ahlâksızlığa ve zulme karşı bir meydan okumadır. Allah’a küstahça meydan okuyanlara karşı, bir “karşı meydan okuyuş”tur.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ağustos 2023

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »

Kur’ân’ı Anlamak ve Yaşamak


“Andolsun Biz Kur’ân’ı zikr (öğüt alıp düşünmek) için kolaylaştırdık. Fakat öğüt alıp-düşünen var mı?” (Kamer 17-22-32-40).

 

Tüm vahiylerde olduğu gibi Kur’ân vahyi de, dinlenildiğinde yada okunduğunda ne dediği ânında anlaşılabilecek olan ifâdeler içerir. Çünkü vahiy sâdece; üstün zekâlılara, allâmelere, filozoflara, dâhilere, bilginlere, belli seviyede bir eğitim almış olanlara, zeki insanlara vs. değil, hayatlarında bir kitap bile görmemiş, herhangi bir yazı okumamış ve okunan bir yazıyı yada kitabı dinlememiş insanların da bulunduğu bir topluma gelmiştir. Bu nedenle ne dediği çok açık bir şekilde indirilmiştir. Zâten Allah, mesajını “hemen idrâk edilebilsin de, o idrâk ile hareket edilsin ve yaşansın” diye göndermiştir.

 

Kur’ân’ı okumak ile anlamak ayrı-ayrı şeyler değildir. Kur’ân’ı okuduktan sonra “şimdi bir de anlayayım” diye bir çaba olamaz. Kur’ân okunduğu anda yada onu dile getiren birinden dinlenildiği anda hemen anlaşılan bir hitâp ve kitaptır. Zâten okumak ile anlamak aynı şeydir, yâni Kur’ân okunduğu anda ne dediği hemen anlaşılabilecek bir Kitap’tır. Çünkü Arapça konuşanlara apaçık bir Arapça hitâp ile gelmiştir. Tabi Kur’ân’ı bir de “idrâk etmek” vardır ki bunun için onu odaklanarak, dikkatli bir şekilde, ağır-ağır ve düşüne-düşüne okumak gerekir. Fakat buna anlama değil, “idrâk etmek ve kavramak” denir. Böylece Kur’ân kişide meleke hâline gelir ve Kur’ân o kişide ete-kemiğe bürünür:

 

“Ve Kur’ân’ı ağır-ağır, düşüne-düşüne oku” (Müzzemmil 4).

 

Kur’ân, insanlar boş zamanlarında okuyup üzerinde konuşsunlar, beyin fırtınaları yapsınlar, onu te’vil ve tefsir etsinler, onu çeşitli şekillerde açıklayacak yorumların ve onu derin araştırmaların konusu yapsınlar diye değil, bunlardan ziyâde, okuyup idrâk edip hem iç-âlemlerini hem de dış-âlemi vahiy-merkezli olarak değiştirsinler diye indirilmiştir-gönderilmiştir. Çünkü Allah’ın sözlerini yorumlamanın ve araştırmanın bir sonu yoktur:

 

“De ki: Rabbimin sözleri(ni yazmak) için deniz mürekkep olsa ve yardım için bir benzerini (bir o kadarını) dahi getirsek, Rabbimin sözleri tükenmeden önce, elbette deniz tükeniverirdi. De ki: Şüphesiz ben, ancak sizin benzeriniz olan bir beşerim; yalnızca bana sizin ilâhınızın tek bir ilâh olduğu vahyolunuyor. Kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, artık sâlih bir amelde bulunsun ve Rabbine ibâdette hiç kimseyi ortak tutmasın” (Kehf 109-110).

 

Kur’ân bir ansiklopedi yada felsefe kitabı değildir ki ha-bire üstünde akıl yürütülsün ve değişik düşüncelerin nesnesi yapılsın. Böyle bir tavır ancak, yenilmiş, ezilmiş, hayattan kopmuş kompleks sâhibi kişiler ve toplumlar arasında olur. Kur’ân’ı okuma-araştırma-anlama çalışmaları bir noktadan sonra amel-eyleme dönmüyorsa ve hayâta aktarılmıyorsa, yapılan o şey artık “din” olmuş oluyor. Böylece “din” deyince insanlar sâdece din ile ilgili bilgilenmeyi anlıyorlar. Dînî bilgiye en çok sâhip olanları en koyu dindar ve en takvâlı insanlar olarak görmeye başlıyorlar.

 

Yine din deyince kimisi tasavvuf müziğini, kimisi târikat zikirlerini, kimisi dînî kitaplar ve araçların satılmasını, kimisi bir partiye üye olmayı ve oy vermeyi, kimisi modern batı kültürünü ve Allahsız zihniyeti benimsemeyi, kimisi modern-bilimi ve teknolojiyi sımsıkı tâkip edip onu ilahlaştırırcasına üstün görmeyi, kimisi liberâl sapkınlıkları, kimisi putperestliği vs. din olmayan her türlü şeyi anlıyor. Hiç kimse dînin sosyâl, kültürel, âilevî, ekonomik, hukûkî, kânûnî, askerî ve siyâsî yönlerinin de olduğunu hattâ İslâm’ın tüm bu alanlara hâkim olmak isteyen bir din olduğunu bilmiyor ve bunu düşünemiyor bile. İnsanlar Peygamberimiz’i de; sürekli elinde tespih ile zikir çeken, namaz kılan, etrâfa gülücükler dağıtan, mûcizeler gösterip duran, deveyle bir yerden bir yere giden, etrâfına nur paçacıkları saçarak gezen biri olarak hayâl ediyor. Bir keresinde yaşı ilerlemiş bir kadına, “Peygamberimiz devlet başkanı ve ordu kumandanıydı” denildiğinde kadın, “hadi canım, olur mu öyle şey” demişti. Çünkü “dînin bu alanlarla ne işi olur ki!” düşüncesi “müslümanım” diyenlerin çok büyük çoğunluğunun genel düşüncesidir. Oysa Peygamberimiz Medîne Site Devleti’nin devlet başkanı, ümmetin imamı ve İslâm ordusunun baş komutanıydı. Hayatla ilgili her konuyla ilgilenen ve bunları vahyin kânunları çerçevesinde düzenleyen birisiydi. Bir anayasa yapmıştı.

 

Çünkü İslâm ve Kur’ân, sâdece dört duvar arasında, özel mekânlarda ve zamanlarda okunup-okunup sevap biriktirilmesi ve kuru-kuruya bilgilenilmesi için değil, söylenenlerin bir hayat-düsturu yapılarak hayâtın her alanına hâkim kılınması için indirilmiştir. Zîrâ Allah, İslâm’ı tüm zamanlarda ve mekanlarda hayâtın her alanında hâkim kılmak ve aynen göklerdeki gibi bir düzeni Dünyâ’da da kurmak ister ve mü’minlere de bu görevi verir:

 

“Allah, dinden Nûh’a vasiyet ettiği (farz kıldığı), sana vahyettiğimiz, İbrâhim’e, Mûsâ’ya ve Îsâ’ya vasiyet ettiğimiz (farz kıldığımız) ‘Allah’ın dînini hayâta egemen kılın (ekîmûd dîn) ve bu konuda görüş ayrılığına düşmeyin’ direktifini sizin için bir ‘hayat düsturu’ olarak öngördü. Fakat kendilerini çağırdığın bu düstur Allah’a ortak koşanlara ağır geldi. Allah dilediğini kendisine seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir” (Şûrâ 13).

 

“Allah, içinizden îman edenlere ve sâlih amellerde bulunanlara vâdetmiştir: Hiç-şüphesiz onlardan öncekileri nasıl ‘güç ve iktidâr sâhibi’ kıldıysa, onları da yeryüzünde ‘güç ve iktidâr sâhibi’ kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca bana ibâdet ederler ve bana hiç-bir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkâr ederse, işte onlar fâsıktır” (Nûr 55).

 

Kur’ân’ı anlamak deyip duranların söylem ve eylemlerine bakıldığında, Kur’ân’ın apaçık söylediklerini değil de, daha ziyâde, kendi anlamak istedikleri şeyler için Kur’ân’ı okuyup araştırdıklarını görürsünüz. Aslında Kur’ân’da hevâ ve heveslerini arıyorlar, mevcut zaman ve mekânda sırıtmayacak, modernizmden eleştiri görmeyecek şekilde kabûl edebilecekleri bir yorumu arıyorlar ve bulamayınca da Kur’ân’a çeşitli işkenceler yaparak bulmak istediklerini Kur’ân’a zorla söyletiyorlar. Aslında ortaya çıkan sonuç çok absürd ve din ile hiç-bir alâkası olmayan hattâ dînin şirk, küfür, zulüm ve saçmalık olarak gördüğü için yıkmak istediği şeyler olmasına rağmen bunları “dînin özü” gibi göstermeye çalışıyorlar. Hiç-bir değeri ve kıymeti olmayan zırvalıkları modernizmin desteği ile yaygınlaştırmaya çalışıyorlar. Modern kâfirlik böyle oluyor işte. Neden böyledir?; çünkü bu kişiler Kur’ân’ı Kur’ân-merkezli olarak okumuyorlar, güzel örneklik (Ahzâb 21) olan Sünnet’i göz-ardı ediyorlar, modernizme meftûn ve râm oldukları için dîni din-düşmanları olan oryantâlist ajanlardan öğreniyorlar. Bu yüzden de bunlara aşırı atıfta bulunuyorlar ve yalakalık yapıyorlar.

 

Aslında dîne ve Kur’ân’a düşman ve gıcık oldukları için dînin özünü ve temelini sarsacak yorumlar ve açıklamalar yapabiliyorlar. Kur’ân üzerinde istedikleri gibi oynuyorlar, istedikleri âyetleri iptâl ve inkâr ediyorlarken istedikleri âyetleri de nesh edebiliyorlar. İslâm’ı mevcut zamâna, mekâna ve arâziye göre yorumluyor ve küresel seküler Allahsızlığa ve şerefsizliğe uydurmaya çalışıyorlar. Tabi uymayınca da uyduramadıkları âyetleri inkâr ve iptâl ediyorlar. Bunlar aslında -hâşâ- “Allah diye bir şey yok, din denilen şey uydurmadır, Kur’ân insan ürünüdür” demeye getiriyorlar ve Allah’ı, âhireti, vahyi, Kur’ân’ı, Peygamber’i ve dîni “olmasa da olur” şeyler olarak göstermeye çalışıyorlar. Çünkü dediğimiz gibi, bunlar Allah’a ve İslâm’a değil; batı’ya, insana, akla, modern-bilime, teknolojiye, felsefeye, şeytânî ideolojilere, nefislerine, yalakalık yaptıkları oryantâlist şerefsizlere ve göbeklerinden bağlı oldukları sisteme tapıyorlar.

 

Kur’ân hiç-bir yerde derinlemesine araştırma yapmayanları eleştirmez. Tam-aksine, derinlemesine araştırma yapanı eleştirdiği/kınadığı görülür:

 

“Çünkü o bir düşündü, ölçtü biçti. Kahrolası, nasıl ölçüp biçti. Sonra (yine) kahrolası nasıl ölçüp biçti. Sonra bir baktı. Sonra kaşlarını çattı ve yüzünü ekşitti. Sonra da sırt çevirdi ve büyüklük tasladı (istikbar). Böylece: ‘Bu, yalnızca aktarılarak öğrenilen bir büyüdür’ dedi. ‘Bu, bir beşer sözünden başkası değildir’ dedi” (Müddesir 18-25).

 

Görüldüğü gibi Arapların dil-dâhisi Velid bin Muğire, yaptığı dil-analizinden sonra aklı almıyor ve onun inkâr ediyor. Çünkü Kur’ân ilk önce zihinlere değil, kâlplere hitap eder. “Kâlpleri” olmayanların IQ’leri 200-250 olsa ne yazar ki?.

 

İslâm’ı ilme ve eğitime indirgeyenlerin en çok söz ettikleri şey “anlama sorunu”dur. Bu nedenle de anlama yoluna girerler ve ömürlerini anlamakla daha doğrusu anlayamamakla geçirirler. Aslında anlama konusunu da yanlış anlamışlardır. Yasin Aktay bu bağlamda şunları söyler:

 

“Kur’ân’ı anlamak Kur’ânî bir sorun mudur?. Kur’ân bizden kendisini bu anlamda kuşatmamızı, tüketmemizi, bütün anlam muhtevâsına nüfuz etmemizi, tâbiri câizse vahyedenin niyetlerini çözücü bir çaba mı beklemektedir?. Kur’ân’dan edindiğim izlenim bu anlamıyla Kur’ân’ı anlamak gibi bir yükümlülüğe sâhip olmamak bir-yana, öyle bir anlamaya da hiç-bir zaman ulaşamayacağımız yönündedir. Basit bir veri şudur: ‘Kur’ân’da insanların, Kur’ân’ı bu anlamıyla anlamaları gerektiğine dâir en ufak bir vurgu yoktur’ desem emînim çoğu kişi epey şaşıracaktır, belki de îtirâz edecektir. Türkçesi: ‘Kur’ân’ı Arapça olarak indirdik ki daha iyi anlayasınız’ diye yaygınlaşan âyetin veyâ genel olarak siyâkında ‘anlayasınız’ olduğu zannedilen âyet meâllerinin Arapça aslında ‘anlama’ değil de ‘düşünme’, ‘ibret alma’yla karşılanabilecek sözcüklerle geçmektedir. Bu ise, ayrıca Kur’ân’ın anlaşılmasına yönelik objektivist irâdenin zihnimizin derinliklerine kadar nasıl işlediğini örneklemesi açısından oldukça mânidârdır. Evet, Kur’ân’da Türkçe’nin bu tür çağrışımlarıyla birlikte sâhip olduğu ‘anlama’ sözcüğüne tekâbül eden hiç-bir sözcük yok. Örneğin bir ‘f h m’ kökünden gelen sözcük Kur’ân’da sâdece bir yerde geçmekte, (Enbiyâ 79 H.G.) o da  Kur’ân’ın anlaşılmasıyla ilgili bir mevzuda değil de, Hz. Süleyman’a anlaşılır kılınan bir meseleyle ilgilidir. Netîcede şunu söyleyebilmek için sanırım yeterince gerekçemiz var. Bizim Kur’ân’la ilişkimiz bu tür objektivist çağrışımlarıyla birlikte bir ‘anlama-anlaşılma’ ilişkisi değildir, belki bir öğüt alma, kulak verme, itaât etme, üzerinde düşünme ilişkisidir vs. Burada da sorunumuz bizim bir şeyi anlamaya kalkışırken kendi üzerimizde neler olup-bittiği konusundaki bilgiye insan olarak yeterince vâkıf olamayışımızdan kaynaklanıyor”.

 

Kur’ân’ı okuma çalışmaları gereklidir ve fayda verir, lâkin Kur’ân’ı amel-eylem merkezli idrâk etmek asıl hedefe ulaştırır. Çünkü Kur’ân salt bir “çalışma kitabı” değildir. Ahzâb Sûresi 21. âyette ifâde edilen “güzel örneklik” denilen Sünnet, vahyi idrâk etmenin sonucunda o idrâke göre en ideâl amelde-eylemde bulunmanın göstergesidir ki, bu amel-eylem şekli Allah kontrôlünde olduğu ve bir yanlışlık ve hatâ olduğunda Peygamberimiz’e hemen uyarılar yapıldığı ve yanlışlık düzeltildiği için en ideâl bir amel-eylem şekli olmuştur. Peygamber’in Sünnet’i, ilim ve eğitimden ziyâde, amel-eylem yönündedir. Esâsen Kur’ân’ın en iyi tefsiri ve te’vili amel-eylem hâlindeyken yapılabilir. Aksi-hâlde hem çelişkiler hem de ihtilaflar gırla gidecektir ki günümüzde durum bu hâle gelmiştir.

 

Aşırı okuma-anlama çalışmaları Kur’ân’ı hayâta taşımayı blôke ettiği için amele-eyleme geçmeyi erteliyor ve iptâl ediyor.

 

Herkes okuma-anlama çalışması yapıyor ama bir yaraya merhem olunduğu da görülmüyor. Bu okuma-anlama merkezinde yapılan çalışmalar başlayalı bêri, insanlar çok bilgili oldular ama îmanları, takvâları, haşyetleri ve amelleri azaldı. Çünkü aşırı okuma-anlama çalışmaları büyüyü bozdu-bozuyor, beyni-zihni aşırı öne çıkarıp, rûhu, kâlbi, vicdânı, merhâmeti, iyiliği, eleştiriyi, îtirâzı, isyânı ve dik duruşu geride bırakıyor-bıraktı. Müslümanlar kendilerini okuyorum-araştırıyorum-öğreniyorum diyerek kandırıyor. Aslında bir çöküşün olduğunu çünkü îman ve takvâlarının azaldığını çok net olarak görüyorlar ve biliyorlar.    

 

Çok net olarak; Kur’ân “okunsun, idrâk edilsin ve yaşansın” diye indirilmiştir. Zâten hem Dünyâ’da hem de âhirette iyiliğe ancak bu yolla ulaşılabilir. Aksi-hâlde ziyandan başkası yoktur:

 

“Asra andolsun!; gerçekten insan, ziyandadır. Ancak îman edip sâlih amellerde bulunanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka” (Asr Sûresi).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ağustos 2023

 

Devamını Oku »

26 Temmuz 2023 Çarşamba

Dünyâ’ya Bel Bağlamak


“Bunlar, îman edenler ve kâlpleri Allah’ın zikriyle mutmain olanlardır. Haberiniz olsun; kâlpler yalnızca Allah’ın zikriyle mutmain olur” (Ra’d 28).

 

“Öyleyse sen yüzünü Allah’ı birleyen (bir hanif) olarak dîne, Allah’ın o fıtratına çevir; ki insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah’ın yaratışı için hiç-bir değiştirme yoktur. İşte dimdik ayakta duran din (budur). Ancak insanların çoğu bilmezler” (Rûm 30).

 

Türk Dil Kurumu Sözlüğünde “bel bağlamak” deyiminin açıklaması şöyle yapılmıştır: “Birisinin kendisine yardımcı olacağına inanmak, güvenmek”. Bu durumda, “Dünyâ’ya bel bağlamak” dediğimizde şunu anlıyoruz; “sanki, Dünyâ ebedî ve sanki biz bu dünyâda ebedî kalacağız”.

 

Dünyâ’nın en boş şeyi, “Dünyâ’ya bel bağlamak”tır. Allah’ın rızasını kazanmak için yeterli ama “gönlünce yaşamak” için çok kısa olan Dünyâ’ya ve dünyâ-hayâtına bel bağlamak, nereden baksanız mantıksızdır. Çünkü Allah’tan başka bir şeye bel bağlamak hüsranla sonuçlanması kaçınılmaz bir şeydir. Üstelik bu hüsran Dünyâ’da bitmez de âhirette de devâm eder.

 

Dünyâ’ya bel bağlandığında artık sâdece Dünyâ’dan medet umulduğu için, gayr-i ilâhî olan ne kadar fikir, düşünce, yazı, söylem, ideoloji, eylem vs. varsa onlara bel bağlanmak zorunda kalınır fakat -bunların bâzı kısmî doğruluk yanları olsa da- insanı sonuna kadar tatmin edici olamazlar ve bu nedenle de bir yerden sonra sönüp gidiverirler. Öyle bir zaman ve an gelir ki, Allah’ı hesâba katmadan söylenen sözler, yazılan yazılar, yapılan eylemler vs.nin hepsi de bir fiskeyle yıkılıp gidiverir de çer-çöpe döner. Sonra da yine boşuna ve kısır-döngü yapacak yeni arayışlar, beklentiler ve inanışlar başlar.

 

Dünyâ’ya bel bağladığınızda, tek derdiniz; daha uzun, daha kaliteli, daha zevkli, kesintisiz haz içinde, îtibarlı vs. dünyevî anlamda aklınıza ne geliyorsa ona kavuşmak olur. Fakat imtihan ve sünnetullah gereğince bu bir türlü gerçekleşmez, çünkü târih boyunca bu hiç-bir zaman olmamıştır-olmayacaktır. Nice sultanlara, krallara, zenginlere ve şöhret sâhibi olanlara kalmamış olan bu dünyâya bel bağlamak insanları hep hayâl kırıklığına, umutsuzluğa ve hüsrâna düşürmüştür. Çünkü Dünyâ’nın -herkes için- böyle bir karşılığı verebilecek hem imkânı yoktur hem de gücü yoktur. Zâten insan, hayvanlar gibi tek-boyutlu bir varlık olmadığı ve bir kâlbe, rûha, vicdâna ve bilince sâhip olduğundan dolayı, tüm dünyevî nîmetlere ve imkânlara kavuşsa da yine de tatmin olmayacak ve gönlü huzursuzluktan kurtulamayacaktır. İnsanın tatmin olması ve huzur bulması için iç ve dış-âlemi birlikte tatmine ulaşması gerekir. Tek-taraflı tatmin çabasıyla insan bir türlü iknâ olmaz, tatmin bulmaz, yüzü gülmez ve en önemlisi de şükredemez. Şükredemeyen insanın huzurlu olması mümkün değildir. Dünyâ’ya bel bağlamakta ise şükür yoktur. 

 

İnsanın gerçek değerini bulması ve şerefini kazanması ancak ve sâdece Allah’a bel bağladığında olabilir. Aksi-hâlde oradan-oraya savrulur gider de Dünyâ’da rezil olduğu gibi âhirette de azap yakasını bırakmaz.

 

Hayâtı değerli kılacak şey, hangi değerler uğrunda yaşandığıdır. Dünyâ’ya bel bağlayarak yaşamanın hazzı vardır ama gerçek bir değeri yoktur. Çünkü Dünyâ “sonuna kadar” değer verici değildir. Geçici değerler ve zevkler bir süre sonra biter gider. Oysa Allah’a bel bağlayarak yaşayanlar gerçek değeri ve şerefi kazanırlar ve bunu âhirete de taşırlar.

 

Bu nedenle Allah’tan başkasına ve başka bir şeye bel bağlamak geçici, boş ve sonu hüsranla biten bir zavallılıktır. Âlemlerin yaratıcısı ve Rabbi olan Allah’tan başka bir şeye bağlanmaktan ve teslim olmaktan başka çâremiz yoktur, ki insan zâten ancak “sâdece Allah’a” teslim olup, “sâdece O’na” bel bağladığında insanlığını bulabilir ve mutluluğa ve huzûra kavuşabilir. Sonunda da hem Dünyâ’da hem de âhirette kazananlardan olur. Zâten bunun başka da bir çâresi, yolu ve yöntemi yoktur.

 

Meselâ kraliçe Elizabeth’i düşünelim.. Dünyâ’dan neyi alamadı?, ne istedi de olmadı?. En iyisini ve güzelini yedi, içti, giydi, en güzel yerleri gezdi, en güzel evlerde oturdu, en güzel eşyaları kullandı ve tüm imkânlar önüne serildi. Ama bitti!. Hayat bitti, yaşam sonlandı, birileri “çok iyi yaşadı be!” dese de onun için artık hiç-bir şeyin anlamı kalmadı ki!. O şimdi mezarında, “ohh!, iyi, kaliteli ve uzun yaşadım, ne iyi oldu, sefâm olsun” diye mi düşünüyor ve keyifle kendi-kendine mi konuşuyor?. Dünyâ’da on numara yaşamış olmak ona hâlen haz mı veriyor?. Tabî ki de hayır!; o eğer âhireti ve cenneti kazanacak şekilde yaşadıysa âhirette rahat eder ve hem Dünyâ’da hem de âhirette iyi bir yaşamı olacağı için Dünyâ yaşamı da anlamlı hâle gelir. Yok eğer cehennemi hak edecek şekilde yaşadıysa, Dünyâ’da az-biraz zevklenmiş olsa da artık bunun bir anlamı kalmamış olacağı için ebedî âlemde pişmanlıklar içinde olacak ve Dünyâ’da yaşadığı -görece- iyi hayâtın ona bir faydası olmayacaktır.

 

Dünyâ’ya yâni eskimeye, bozulmaya, erimeye, bitmeye, tükenmeye, yok olmaya mahkûm olan Dünyâ’ya yâni maddeye bel bağlamak, kişiyi elbette en sonunda da olsa pişmanlığa götürecektir. Çünkü insan “sünnetullah” denen, Allah’ın kâinâta koyduğu yasaları, kânunları ve kuralları aşamaz. Zîrâ eskimenin, yaşlanmanın, değişmenin, bitmenin ve ölmenin önüne geçilemez ve sürekli olarak yenilemeye de ayak uydurulamaz. Çünkü buna insanın ne parası, ne dermânı ne de dirâyeti yeter. Sünnetullaha mâruz kalmaktan kurtulamayacağı için, insan ancak Allah’a bel bağlamalı, O’na hakkıyla kul olabilmeli ve hem böylece Dünyâ’da insanca-müslümanca yaşayabilmeli, hem de âhirette ebedî mutluğu kazanabilmelidir. Zâten Dünyâ’da da âhirette de iyiliğe ermenin başka bir yolu-yordamı ve çâresi yoktur.

 

Bencilce, sâdece kendisi için, kesintisiz ve yüksek perdede haz-zevk-neşe içinde yaşamak düşüncesi zinhar sonuna kadar gitmez ve hayat size, bir yere geldiğinizde “dur bakalım, nereye gidiyorsun?” der ve şöyle devâm eder: “Bundan sonra nefsini ilah edinerek ve keyfince-gönlünce yaşamak yok. Ya seve-seve Allah’ın istediği ve emrettiği gibi yaşayacaksın yada mecbûren Allah’ın yasalarına-kânunlarına mâruz kalarak yine O’nun dediği gibi yaşamak zorunda olacaksın. Çünkü bu dünyâyı ve hayâtı sen yaratmadın ki!; kimin malını-mülkünü harcıyorsun ve bedenini istediğin gibi kullanmaya kalkıyorsun?. Bundan böyle ya isteyerek seve-seve sâdece Allah’ı rab bilip O’nun yasalarına göre insan ve müslüman gibi yaşayacaksın yada sünnetullahın zoruyla karşılaşacak ve yine sünnetullah gereğince seni zor bir hayat bekleyecek. Bu dünyâda sürekli ve kesintisiz olarak şeytanın, nefsin ve tâğutların istediği ve belirlediği gibi yaşayamazsın, çünkü hem bu dünyâ senin babanın malı değil hem de varlığın şaşmaz kuralları var ve o kuralları koyan Allah’tır. İmtihandan kaçamazsın, sünnetullahtan kaçamazsın, omuzlaman gereken yükleri yüklenmekten kaçamazsın. Hele ölümden ve âhiretten hiç kaçamazsın. O-hâlde ya seve-seve Allah’ın istediği gibi yaşacaksın, yada mecbûren Allah’ın istediği gibi yaşacaksın. Çünkü artık gençlik bitti, gücün azaldı, kemiklerin gevşedi, artık eskisi gibi yiyip-içip giyinip gezemezsin. O günahları dilediğin gibi işleyemezsin. Bunlardan ya seve-seve yada mecbûren el çekeceksin. Çünkü bu Dünyâ hiç kimseyi sonuna kadar güldürmez”.

 

Ne o?; gençlik hiç bitmeyecek, Dünyâ’nın sonu hiç gelmeyecek ve ölüm kapına dayanmayacak mı zannettin?. Hep böyle; sürekli ve kesintisiz şekilde haz, neşe, zevk, sefâ içinde, “sâdece Dünyâ’ya bel bağlayarak yaşarım” diye mi düşünüyordun?. Hesap-kitap, âhiret, sorgu-suâl, cennet-cehennem, ödül ve cezâ yok mu zannediyordun?. Helâl yönden yiyip-içip gezeceksin tabi, Allah’ın nîmetlerini helâl yoldan kullanacaksın. Fakat Allah’ın tüm kâinâta ve Dünyâ’ya koyduğu kurallara ve kânunlara ya isteyerek yada istemeyerek mâruz kalacaksın. Sâdece ferdî emirleri de değil, toplumsal emirleri de yerine getireceksin. Yoksa seni istediğin ve dilediğin gibi yaşatmazlar. Sen gönlünce yaşarken birileri zor ve kötü bir yaşama sonuna kadar katlanmaz. O-hâlde en başta paylaşacaksın, çünkü bu dünyâ herkese neşeyi, hazzı ve zevki en zirvede yaşatacak kadar bir potansiyele sâhip değildir. Bu yüzden Dünyâ’ya bel bağlayarak ve bencilce, neşe, haz ve zevk içinde sürekli ve kesintisiz bir şekilde yaşamak düşüncesi ağır ve şerefsiz bir bencillikten başka bir şey olamaz.

 

Bencilce; hazzı, neşeyi ve zevki en yüksek perdede yaşamak düşüncesi, Allah’tan, âhiretten, din’den, îmandan, vicdandan, merhâmetten ve adâletten kopulmuş olduğunu  gösteren en güçlü göstergedir.

 

Şu da var ki, insan tek-boyutlu bir varlık olmadığı ve bir kâlbe, rûha ve bilince de sâhip olduğu için, sâdece maddî yönüne yâni nefsine yönelik olarak yaşadığında, çok da uzun olmayan bir zaman sonra boşluğa düşmesi kaçınılmaz olur. Çünkü hayâtın anlamı ve tadı olmaz. Zîrâ bir yerden sonra Dünyâ nefsin ihtiyaçlarını, daha doğrusu ihtiraslarını karşılayamaz hâle gelir, yâni “Dünyâ’da hedefe ulaşmak” aslında insanı perişân eder. İnsan bu Dünyâ’da “yarı-mahrûmiyete göre” yaşamalıdır. Çünkü o şekilde yaşamaya uygun yaratılmıştır. Modern insan mahrûmiyetten mahrûm olduğunun farkında değildir. Bu nedenle de Dünyâ’ya asıldıkça-asılmakta ve sâdece Dünyâ’ya bel bağlamaktadır. Oysa mahrûmiyetsiz bir yaşam ancak cennette mümkün olabilir.

 

Hayat, kelimelere, sayılara ve formüllere, zevke, neşeye, hazza ve dünyevî olan her-şeye hapsedilemeyecek kadar anlamlıdır. Bu anlam, Dünyâ’ya bel bağlamakla ve dünyevîleşmekle yok olmaktadır. Mala-mülke, eve, eşyâya, arabaya, paraya, kadına-erkeğe, çocuklara, makâma kilitlenmek hep “sâdece Dünyâ’ya” bel bağlamanın sonucudur. Oysa “sâdece Dünyâ’ya bel bağlama”nın sonu cehennemdir, ateştir. Çünkü bu Dünyâ’da “sâdece Dünyâ’ya” bel bağlayarak yaşayan ve Allah’ı-âhireti unutarak tüm nîmetleri alabildiğine tüketmek hırsına kapılanlar, âhirette ancak ateşi bulurlar:

 

“İnkâr edenler ateşe sunulacakları gün, (onlara şöyle denir:) Siz dünyâ-hayâtınızda bütün güzelliklerinizi ve zevklerinizi tüketip-yok ettiniz, onlarla yaşayıp-zevk sürdünüz. İşte yeryüzünde haksız yere büyüklenmeniz (istikbârınız) ve fâsıklıkta bulunmanızdan dolayı, bugün alçaltıcı bir azap ile cezâlandırılacaksınız” (Ahkâf 20).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn  Görmüş

Temmuz 2023

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »

Aptallık Üzerine


“Böylelikle kendi kavmini küçümsedi, onlar da ona boyun eğdiler. Gerçekten onlar, fâsık olan bir kavimdi” (Zuhrûf 54).

 

Târih boyunca kendilerinde -hâşâ- Allah gibi güç vehmedenlerin halklarına yaptığı şey, onları küçük görmek, onları oyalamak ve aptal yerine koymaktır. Eğer bir insanı -size göre- aptal yerine koyarsanız ve o kişi de buna inanırsa, ölüme bağlınız hâline gelir. Artık her konuda ağzınıza bakar, ne derseniz onu yapar, onu konuşur. İşte bunun farkında olan Firavun da halkını küçümseyip aptal yerine koyunca halkı da ona boyun büküp her konuda ona tâbi oldu. Zâten bu tutum tüm tâğutlar için geçerlidir. İşte Allah bundan râzı olmayınca peygamberler ve vahiyler göndererek insanları uyarır ve tâğutlara eleştiri, itiraz ve isyân ile karşı çıkarak aptal durumdan kurtulmalarını ister. Çünkü insan en güzel sûrette yaratılmış, kendisine akıl verilmiş, vahiy indirilmiş şerefli bir varlıktır. Bu nedenle de aslâ aptal yerine konamaz.  

 

Aptal: “Zekâsı pek gelişmemiş olan, alık, bön, budala, ahmak kimse. Küçümseme belirten seslenme sözü”. Aslında aptal sözü “abdal” kelimesinden gelir ve “saf, aldanan, aldatılan, yüreği temiz insan” demektir. Abdal, “bedel ödemek” ile alâkalıdır. “Bedel ödemekten çekinmeme durumu”nu içerir. Belki de “abdal” kelimesine, bedel ödemekten kaçmayıp “enâyi” olarak görüldüğü için “geri zekâlı” gibi bir anlam yüklenmiştir kelimeye ve “aptal” olarak ifâde edilmektedir. Türkçede “zihinsel gerilik” anlamı verilmiştir. Arapça bedel ve bedîl’in çoğulu budelâ’dır. Ebdâl da budelâ sözü gibi bedel ve bedîl yâni “bir şeyin karşılığı, bir bahiste aldanan kimsenin vereceği şey” anlamındadır. Tabi biz yazıda “aptal” kelimesini “enâyilik” anlamında kullanıyoruz.

 

Efsâneleştirdiğiniz ve yücelttiğiniz kişinin yada şeyin “aptalı” olursunuz. Kimi yada neyi kutsarsanız, onun aptalı olursunuz. Tabi sonra da aptal gibi kullanılır durursunuz. İnsanlık târihi, birilerinin, halkı aptal olarak kullanmasının yada kullanmak istemesinin ve buna karşı Allah’ın, bu durumdan râzı olmayarak peygamberler ve vahiyler göndererek insanları uyarmasının ve insanların da bu durumdan kurtulmak için verdiği mücâdelenin târihidir.

 

İnsanların sömürülmesine ve dolayısıyla zor bir hayat yaşamalarına neden olan şey aptallıktır. Bu durumdan kurtulmanın en kesin ve kısa-yolu, İslâm-merkezli bir bilince ve amel-eyleme dönmektir. Çünkü Allah’ın sözünü bayraklaştıran ve Peygamber’in güzel örnekliğini izleyenlerin aptalca şeyler yapmaları mümkün olmayacağı için, bu merkezde olanların aptallaşması da mümkün değildir. Aklını İslâm-merkezli olarak kullananların aptal duruma düşmesi ve iğrençlikler içinde yaşaması söz-konusu değildir. Fakat aksi durum, kişinin aptal bir şekilde pislik içinde kalmasına neden olur:

 

“… O, aklını kullanmayanların üzerine iğrenç bir pislik kılar” (Yûnus 100).

 

Demek ki aptal durumuna düşmemek için akıl kullanılacak ama bu kullanım İslâm-merkezli olacaktır. Aksi-hâlde şeytan-nefis-tâğut merkezli kullanılır ki o zaman da ortalık hem pislikten hem de aptallardan geçilmez olur. Çünkü akıl hem ilahlaştırılacak kadar kusursuz değildir hem de şaşmaz bir ölçü değildir. Vahyin kontrôlünde ve yönlendirmesinde olmadığında sapabilen bir şeydir.

 

Eğer İslâm-merkezli bir bilinç oluşmamışsa, insanlar iç-âlemlerini ve sonra da dış-âlemi İslâm-merkezli olarak inşâ etmemişse ve buna göre eylemde bulunmuyorsa, o zaman işe, meydanı boş bulan şeytan, nefs ve tağutlar karışacak ve “azınlık sayıdaki kurnazlar”a göre çoğunluk aptallaşacaktır. Çünkü şeytan, nefs ve tâğutlar insanların top-yekün aptallıktan kurtulmasını istemez. Zîrâ onlar insanların aptallığından geçinirler. Böyle olunca da, insanları uyarıp aptallıktan kurtaracak tek etken olan İslâm’ı-dîn’i ber-tarâf etmek yada pasifleştirerek etkisiz hâle getirmek isterler ve onun yerine de aklı, insanı, felsefeyi, ideolojileri, bilimi, teknolojiyi ve sahteyi koyarlar. Böylece insanlar kitleler hâlinde aptallaşmaya başlarlar. Çünkü İlâhî olmayan hiç-bir tasavvur, düşünce, söylem, yazı, amel-eylem, ideoloji ve uygulama, hem tüm insanlık ve Dünyâ için iyilik istemez, hem de İlâhî olmayan hiç-bir tasavvur, düşünce, söylem, yazı, amel-eylem, ideoloji ve uygulamanın gücü ve çapı, tüm insanlık ve Dünyâ için iyiliği sağlamaya güç yetiremez. 

 

Şeytanın ve nefsin  fısıldamalarına göre iş yapan tâğutlar, insanları aptallaştırmaya okullardan başlarlar. Hem de bunu güyâ, “insanları aptallaşmaktan kurtarmak” için yaparlar. Böylece okullar zorunlu hâle gelir. Fakat aslında okullar, “insanları aptallaştırma ve aptal hâlde tutma politikası”nın merkezleridir. 500 erkek ile 500 kızın bir-arada bulunduğu yerde insanların sapkınlıklara düşmesi ve aptallaşması kaçınılmazdır. Zâten okullar, Allah’ın, âhiretin, gaybın, dînin, İslâm’ın, peygamberlerin, vahyin, ahlâkın, merhâmetin, vicdânın, adâletin vs. hesâba katılmadığı ve bunların yerine, şeytânî-beşeri düşünce, fikir, ideoloji, eylem ve davranışların benimsetildiği ve alıştırıldığı yerlerdir. Fakat beşerî kurallara aşırı bağlılık, kişiyi aptallaştırır, saptırır. Okullar aracılığı ile aptallaştırılanlar en başta, zenginliğe hayrân olmayı öğrenirler ve bu da zenginlere saygı duymayı yanında getirir. Gün geçtikçe zenginlerin daha zengin, fakirlerin de daha fakir olması meşrû görülmeye başlanır ki modern-seküler-demokratik-lâik sistemi kuran zenginler için en önemli şey işte budur. Çünkü böylece okullarda yetişip büyüyen insanlar bir aptallaşmanın sonucu olarak zenginlerden yana olurlar. Sonuçta gün geçtikçe insanlar daha fazla aptal olurlar.

 

 Eğer İslâm’ın bir uygulaması olarak “îsar” (îsar­=bir şeye muhtâç olasına rağmen o şeyi Allah için başkasına vermesi) yapmıyorsa, sürekli olarak başkasının çıkarını kendi çıkarından üstün görmesi de aptallık olabilir. Kirâsını ödeyemediği hâlde “saray”ı desteklemek, aptal bir cehâlettir meselâ.

 

İnsanlık târihinde insanları aptallaştıracak bir-çok etken olmuştur. Fakat hiç-bir zaman Modernizm’de olduğu kadar çok ve etkili aptallaştırma (Ali Şeriati buna istihmar=eşekleştirme der) yolları olmamıştı. Modernizm’de insanları aptallaştırmak çok kolaydır zîrâ aptallaştırma araçları ve seçenekleri çoktur.

 

Modern Dünyâ’da insanları en çok aptallaştıran şey, teknolojidir. En basitinden, telefonlar akıllandıkça insanlar aptallaşıyor. Teknolojik ürünlere çok güveniliyor ve sürekli olarak bu cihazlarla haşir-neşir olununca, insanlar bönleşiyor ve aptallaşıyor. İnsanlık târihinde hiç-bir zaman insanlar bir şeye bu kadar dikkatli, gözünü kırpmadan ve uzun-uzun bakmamıştı. İşte bu davranış, insanları en çok aptallaştıran şeydir. Telefonlar ve internet nedeniyle özellikle yeni nesil, hem konuşmayı unutmuş durumda hem de söyleneni anlamakta da zorlanıyor. Anlamsız-anlamsız bakışlar, değişik-değişik konuşmalar, dandik hareketler vs. Yeni nesil, en çok aptallaşan insanlar olmuştur.

 

Modern gençlik yada yeni nesil; çok bayağı, gereksiz ve hattâ iğrenç bir şey için bir-çok fedâkârlığa bile katlanabilirken, Allah rızâsı için bir şey yapmayı ve hattâ, ana-babasına bir bardak su vermeyi bile zûl görmektedir. Zîrâ bunda kendileri için maddî bir çıkar yada haz yoktur. Allah rızâsını çoktan unutmuş yada hiç tanımayan bu nesil, karşılıksız bir şey yapmaya anlam veremiyor ve hattâ belki de “aptallık” olarak görüyor. Bu nedenle de insan ilişkilerinde hiç-bir çıkar olmadan ve sırf Allah rızâsı için yada “iyilik” için bir şey yapamaz duruma geliyor.

 

Bâtıl ve sapkın dinler ve inanışlar da insanı aptallaştırır. Baba-oğul-kutsal rûh şeklinde teslisi savunmak hiç de normâl değildir. Allah’ın en güzide halkının kendileri olduğunu söyleyenlerin düşünceleri hiç normâl değildir. Uzak-doğu dinlerinin inanç ve uygulamaları hiç de normâl değildir ve sapıklıktır. Sayısız putu tanrılaştırmak ancak bir aptallığın sonucu olabilir. Tüm bunlar insanları daha fazla aptallaştırmaktadır.

 

Yine târikat ve tasavvufun düşünceleri, söylemleri ve eylemleri hiç de normâl değildir ve bunlar bağlılarını aptallaştırmaktadırlar. Bağlı olduğu târikâtın şeyhini gördüğünde havlamak ve “senin köpeğiniz” mesajı vermek aptallıktan başka bir şey değildir. Bir şeyhin, deprem oluşturabileceğini yada depremi durdurabileceğine  inanmak, çeşitli belâları def edebileceğini söylemek ancak bir aptallaşmanın sonucudur. Tasavvuf da öyledir, insanı içten-içe tüketen sapık bir felsefedir. Kişinin beynini yer ve işlemez hâle getirir. Kişiyi; aptallaştırır, korkaklaştır, tembelleştirir (lâ fâile illallah), vurdum-duymaz bir hâle getirir. Meselâ derler ki: Mürid, mürşidini, karısının üstünde iken, ikisi de çırılçıplak olarak yakalasa, o mürid şöyle düşünmelidir: “Bu gördüğüm zâhirde belki böyledir ama bâtında gördüğüm gibi değildir. Bu nedenle mürşidime yanlış zanda bulunmamalıyım. Mürşidim sürekli bâtınî âlemlerde gezdiğinden ve kim-bilir hangi mânevi hâllerde olduğundan J, şu gördüğüm şey zâhiri ve aldatıcıdır ve hak değildir. Bu nedenle şeytanın zâhiri görünüş olarak beni ayartmasına kanmamalıyım ve gördüğümden etkilenmeyip hayra yormalıyım”. İşte insanları böyle aptallaştırıp sömürüyorlar. Bunun gibi neler-neler. Bunlar aptallaştırmanın zirveleridir.

 

İmam Şâfi şöyle demiştir: “Bir kimse eğer sabahleyin tasavvufla meşgûl olacak olursa, öğlen vakti gelmeden aptallaşır. Bir kimse eğer 40 gün sofilerle düşüp-kalkarsa onun artık ebediyen aklı başına gelmez”.

 

Aynı yanlışları yaparsanız aynı sonuçlarla karşılaşırsınız. Bir insanın aynı delikten iki kere ısırılması ancak aptallıkla açıklanabilir. Bir mü’min aynı delikten iki kere ısırılmaz. 

 

Sürekli zevk, neşe, haz içinde ve relâks durumda olmak, insanı aptallaştırır. İnsan, zorluklarla da karşılaşacak ki onu çözmeye çalışsın ve bir mücâdele içine girsin.Böylece bönlükten kurtulsun.

 

Kur’ân aptallara gelmediği için, 2+2’nin sonucunu söylemesine gerek yoktur. Bir kimseye -eğer kişi aptal değilse- “süpürgeyi getir” denilince “küreği de getir” denmesine gerek yoktur. Allah’ın kitabı olan Kur’ân aptallara ve akılsızlara mı gelmiştir ki her ayrıntıyı detayıyla versin. İnsan “leb” deyince leblebiyi anlayabilecek bir varlıktır. Akıl denen şey buna yarar zâten.

 

Korona-virüs olayı, aklını kutsamış olan modern insanın aslında ne kadar da aptal olduğunu ortaya koymuştur. Çünkü korona nedeniyle en olmayacak aptallıkları bile yapabilmiştir. Meselâ bir uzun yolculuk sırasında arabadan dışarıya bakarken, ıssız bir alanda maske takmış bir adamı görmüştüm. Korona nedeniyle insanlar akıllarını-fikirlerini askıya alıp, televizyondan ve  internetten ne duydular ve gördülerse sorgusuz-suâlsiz yerine getirdiler. Aptal-aptal konuştular. Ne olduğunu bilmedikleri testleri yaptırdılar ve kötü sonuçları çıkmaya başlayan aşıları vuruldular. Üstelik bunlara karşı çıkanları da aptal olarak gördüler ve eleştirdiler. Korona-virüs olayı, küresel ve kitlesel bir aptallaştırma ameliyesi idi. İnsanların aptallıklarını gördüler. Artık istedikleri zaman istedikleri gibi manipülasyon yapabilirler.  

 

Spor, film, müzik “sanat” zannedilen modern absürdlükler insanları aptallaştırmaktadır. Yüz bin kişinin bir-araya gelerek, büyük bir dikkatle ve gözlerini hiç kırpmadan bir topu izlemesi hiç de normâl değildir.  

 

Gece sabaha kadar oturup da sabah güneş doğarken yatan ve akşama doğru kalkanlar çok geçmeden aptallaşırlar.

 

Yediğine-içtiğine dikkat etmeyen ve abur-cubur yada fast-food beslenenler kısa zaman sonra aptallaşırlar.

 

Abdürd kıyâfetleri giyerek dolaşanlar aptaldırlar.

 

Ana-babası yanında olduğu hâlde cenneti kazanamayanlar aptaldırlar.

 

Eşek olup da sırtlarına semer yükletenler ve kaldıramayacakları yükleri yüklenenler aptaldır.

 

Dünyâ’da bir kötülüğün, adâletsizliğin, ahlâksızlığın, eşitsizliğin, şirkin, küfrün ve zulmün; gürültüsüz-patırtısız, kavgasız-belâsız, kırmadan-dökmeden sâdece sevgi ile, aşk ile, hoşgörü ile, konuşarak, anlaşarak ve uzlaşarak düzelebileceğini sananlar ve bunu bekleyenler aptaldır.

 

Kendisini iyi yöne kanalize eden, doğruyu gösteren, maddî-mânevî yardım eden hattâ canını dişine takanlar varken, onu kullanan, sevmeyen ve kötülüğünü isteyen kişilerle takılanlar aptaldır.

 

Çocuklarına çok fazla acıyanlar ve üstüne çok düşenler, aptallık yapmış olurlar. Çünkü çocuklarınıza ne kadar acırsanız, ileride o kadar pişman olursunuz. Modern çocuk yetiştirme tarzı aptallıktır.

 

İyi, başarılı ve îtibarlı insanlar olmak için en iyi okullarda okumak, en üstün işlerde çalışmak ve yüksek bir ücret almak gerektiğini zannetmek aptallıktır.

 

Kur’ân’ı amele-eyleme-yaşam-a-hayâta dökmeden, sâdece yoğun şekilde okuyarak, araştırarak, herkesi allâme yapmaya çalışarak, meâlini-tefsirini-te’vilini yapabilmeyi öğrenmekle bir şeylerin düzeleceğini beklemek boş bir bekleyişten başka aptallıktır. Çünkü hiç-bir peygamberde böyle bir örneklik yoktur.

 

Modern-bilimin, teknolojinin, beşerî ideoloji, düşünce ve yeniliklerin insanlara hep iyilik getireceğini ve onları sürekli olarak ileriye-güzele ileteceğini sanmak aptallıktır.

 

Modern dünyânın ortaya çıkardığı kronik hastalıkların modern tıp ile kökünden çözülebileceğini sanmak ve beklemek aptallıktır.

 

Modern sorunların modern yollarla çözülebileceğini beklemek aptallıktır.

 

Aynı şeyleri yapmasına rağmen farklı sonuçlar belemek aptallıktır.

 

Ateistler, deistler, agnostikler, feministler vs. aptaldırlar         

 

Temeli ve istikbâli olmayan sözde dâvâlar uğruna çaba göstermek, malını-canın ortaya koymak ve sonunda hiç-bir şey kazanamamak aptallıktır.

 

Uzayın derinliklerine yolculuk yapılabileceğini, meselâ Mars’ta koloniler kurulabileceğini, başka yıldız-sistemlerine ve galaksilere gidilebileceğini sanmak ve buna inanmak aptallıktır.

 

Komplo teorilerine inanıp da onlara göre düşünmek, konuşmak ve tedbir almaya kalkmak aptallıktır.

 

Bu-bağlamda meselâ, modern-bilim ve özellikle son sürüm teknolojiyle; çeşitli şekillerde bulutların oluşturulabileceğine, yağmur, kar ve dolu yağdırılabileceğine, fırtına ve tipi oluşturulacağına yâni mevsimlerin değiştirilebileceğine, sellerin, heyelanların, yangınların ve en önemlisi de depremlerin ve -hâşâ- Allah’ın bile yapmadığı-yapamadığı büyük depremlerin yapılabileceğine, havanın, suyun, toprağın, bitkilerin, hayvanların ve insanların başkalaştırılabileceğine, sûnî Güneş, Ay ve yıldızların yapılabileceğine, bir gök-taşının bir uzay aracına çarpmasıyla yönünün değiştirilebileceğine, bilmem kaç milyon ışık-yılı uzaklıktaki bir asteroite Dünyâ’dan, üzerinde bir sondaj makinesinin bulunduğu bir uzay aracının gönderildiğine ve asteroit üzerinde sondaj yapılıp verileri Dünyâ’ya gönderdiğine, Ay’da ve Mars’ta koloniler kurulabileceğine ve neredeyse Güneş’in ve Ay’ın karartılabileceğine, dağların yürütülebileceğine, denizlerin kaynatılabileceğine, yıldızların düşürülebileceğine vs. ve en nihâyet, insanın ilahlaşabileceği gibi absürd ve olmadık-olmayacak şeylere bile inanır hâle gelmiş olmak aptallık belirtisidir. İnsan etkisiyle ancak çok küçük etkiler oluşturulabilecekken, modern-bilim ve teknolojiyi elinde tutan büyük devletlerin ve bilim-adamlarının, HAARP, Chemtrail ve uydularla istedikleri her-şeyi yapabileceklerine inanmak aptallık alâmetidir.Peki neden?. Çünkü modern-bilim ve teknolojiye hiç-bir zaman ulaşamayacağı bir güç verilmektedir. “Büyük” denilen devletlerin ve bilim-adamlarının olağan-üstü bilgilere ve güçlere sâhip olduklarını zannedilmektedir. Bu nedenle de modern-bilim ve teknolojiye hiç-bir eleştiri getirmeden, hiç îtirâz etmeden sonsuz bir îman ve güven duyulmaktadır. Fakat bilinsin ki bu hem aptallıktır hem de şirktir ki şirk zâten budur. Eğer sizin birilerine yada bir şeye karşı sorgusuz-suâlsiz ve koşulsuz-şartsız bir güveniniz varsa ve bunları hiç eleştirmiyor ve îtirâz etmiyorsanız, aptallaşmışsınız ve bunlar üzerinden şirk koşuyorsunuz demektir. Bu-bağlamda modern-bilim ve teknoloji neredeyse tüm Dünyâ’da putlaştırılmış ve ilahlaştırılmıştır ve bunlarla şirk koşulmaktadır, bunlara tapılmaktadır. Modern dünyâda modern şirk, modern-bilim ve teknolojiyle koşulmaktadır ve bu şirk ve de küfür, insanlık târihinde ortaya çıkmış olan en yaygın aptallık, şirk, küfür ve zulümdür.   

 

Aptallık; tahsilsizliğin giderilmesiyle, okulda yüksek öğrenim almış olmakla, zekânın üstünlüğü ile yada özel eğitim almakla giderilebilecek bir şey değ-ildir. Aptallık, insanın aklının ancak belâ ile başına gelmesi durumunda farkına varılan ve vazgeçilen bir şey olabilir. Aptallık ancak, derin pişmanlıkların sonucunda fark edilebilir ve aptallıktan ancak bu şekilde vazgeçilebilir. Eğer aptallık bu şekilde de son bulmuyorsa, o zaman o kişiye; “aptallığına doymasın” demek gerekir.

 

Evet; aptalca işler yaparsanız, kendinizi aptal gibi hissedersiniz. Bir insan için, yaptığının bir sonucu olarak “kendini aptal gibi hissetmesi” ona cezâ olarak yeter.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Temmuz 2023

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »

22 Temmuz 2023 Cumartesi

En Üstün İlim

 

“Sizin ilahınız yalnızca Allah’tır ki, O’ndan başka ilah yoktur. O, ilim bakımından her-şeyi kuşatmıştır” (Tâ-hâ 98).

 

En üstün ilim, amele-eyleme ve nihâyet âhirete dönük olan ilimdir. Zîrâ ilmin üstünlüğü, genişliği ile alâkalıdır. En geniş ilim ise, hem Dünyâ’yı-kâinâtı hem de madde-ötesini birlikte ele aldığı için “din ilmi”dir ki bu din elbette Allah katındaki tek hak din olan İslâm’dır ve en üstün ilim bu nedenle İslâm ilmidir.

 

En üstün ilim, Allah’a dayanan ilimdir. Allah’a, âhirete, gayba, vahye, dîne-İslâm’a dayanan ilim en üstün ilimdir. Zîrâ sonu yoktur, sınırı yoktur. İnsanın çapı-kapasitesi belli bir noktaya kadar gitse de İslâm ilmi bitirilemez, çünkü sonu ve sınırı yoktur. Kur’ân’da bu şöyle ifâde edilir:

 

“Eğer yeryüzündeki ağaçların tümü kalem ve deniz de -onun ardından yedi deniz daha eklenerek- (mürekkep) olsa, yine de Allah'ın kelimeleri (yazmakla) tükenmez. Şüphesiz Allah üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sâhibidir” (Lokmân 27)

 

İlim zâten İslâm’a mahsustur ve ancak İslâm-merkezli olursa ve İslâm’a dayanırsa o şeye “ilim” denir. Aksi-hâlde ona ilim değil “bilim” denir. O da sâdece “bilmek” ile alâkalıdır. Bilmek “sâdece bilmek” iken, ilim ise “ilmek-ilmek dokuma”ya dönüktür. İlim, bilmeyi ve yapmayı birlikte taşıyan şeydir ki bu sâdece İslâm’a has olan bir şeydir. Zîrâ sâdece İslâm ilmi Allah’a dayanır. İslâm’ın dışındaki bilimler ise insana, akla ve maddeye dayanır, yâni sınırlı olana dayanır ki bu yüzden de ona “bilim” denir ve “sâdece bilmek”le yetinilir. Sınırlı olması bu nedenledir.

 

İslâm “sâdece bilme” ile yetinmez, çünkü İslâm “bilim” değil ilimdir. Bu nedenle de iki kapak arasında bir Kitap olarak değil de, belli bir süre içinde bir peygambere-insana safha-safha indirilerek gelmiştir ki “bilindikten sonra ikâme de edilsin” ve amele-eyleme dökülsün, hattâ “hayâta hâkim kılınsın” istenmiştir. Peygamberler ve onların güzel örneklikleri yâni sünnetleri bu nedenle vardır. Yoksa Kur’ân; masa-başında okunup-okunup meâllendirilsin, tefsir edilsin, kritiği yapılsın, te’vil edilsin ve sâdece bilginin ve bilmenin konusu yapılsın diye değil, idrâk edildikten sonra eyleme de dökülsün diye indirilmiştir. İşte bunu en iyi yapanlar yada yapmak için çabalayanlar peygamberlerdir. Zâten literatürde Sünnet denilen örneklik işte bunun örnekliğidir.

 

İslâm dışındaki tüm alanlar ilme değil de bilime dayanır. Çünkü sınırlıdır. Zîrâ akla, insana ve maddeye dayanır. Bunların kendi aralarında daha üstünü ve daha düşüğü vardır. Meselâ felsefe “bilim” noktasında diğerlerinin en üstünüdür. Zâten bilimler felsefeden dolayı vardır. O bilimleri filozoflar ortaya çıkarmıştır. Meselâ matematik bilimini sistemli şekilde ortaya atan -eğer onu filozof olarak görürsek- Pisagor ve Pisagorcular’dır. Onlar işi târikat noktasına getirmişlerdi.

 

Matematik, bir filozofun felsefî düşüncesinin sonucunda ortaya çıkmaya başlamış bir şey olduğu için matematik felsefeden üstün olamaz. Zâten matematik sınırlıdır ve esnek olmadığı için belli bir çalışma alanıyla sınırlıdır. Aslında matematik sâdece bir kurgudur. Kâinatta matematik diye bir şey yoktur. Sayılar, rakamlar, işâretler, -dâire hâriç- geometrik şekiller, sabîteler, formüller falan yoktur kâinatta. Tüm bunlar insanların yaptıkları kurgular ve kurdukları hayâllerin bir sonucudur. Üstelik matematiğin, kâinâtın her noktasında aynı sonucu verip-vermediği de bilinmiyor ki, dönen nötron yıldızları olan pulsarlarda hesapların alt-üst olduğu söylenir. Bu nedenle de birilerinin zannettiği gibi Allah kâinâtı matematik ile donatmış falan değildir. Eğer öyle olsaydı peygamberler matematik dâhileri olurlardı.

 

Matematik soyut olmadığı için sınırlı kalmaya mahkûmdur. Meselâ 2+2’nin sonucuna kesin bir ifade ile 4 demek zorundasınız ki bu da onun hakkında konuşmayı ve düşünmeyi ânında bitirir. Şu şu nedenle 2+2’nin sonucu 4.0000,1 diyemezsiniz ki matematik bilimi genişlesin. Matematikte bir işlemi bir-kaç şekilde yapabilirsiniz, ama hepsi o kadar. Matematik sınırlıdır, sınırları vardır, zâten sınırları olduğu için üzerinde çalışılabilir. Böyle olduğu için de modernlerin zannettiği gibi matematik hem “ilim” değildir hem de “en üstün bilim” değildir. Günümüzde matematiğin bu kadar popüler olmasının ve ona âdetâ tapılmasının nedeni, modern-bilim ve teknoloji nedeniyle mühendisliğin çok fazlalaşmış ve yaygınlaşmış olmasından dolayıdır.   

 

Aynı şey edebiyat için de geçerlidir. Eğer Allah ve İslâm-merkezli değilse edebiyat da “bilim” olarak kalmaya mecburdur. Fakat edebî bir dil ile Allah’ı, âhireti ve İslâm’ı anlatmanın bir sonu olmayacağı için, İslâm-merkezli olduğunda edebiyat ilim olmayı hak eder ve üstün bir hâle gelir. Aksi-hâlde edebiyat çok sınırlı bir bilimdir. Çünkü harfler, kelimeler, imlâlar ve kurallar sınırlıdır. Bir yerden sonra biter yada gelişmesi çok-çok yavaşlar ve artık tat  vermez hâle gelir ki edebiyat alanında ilerleyen kişilerin belli bir yerden sonra din, felsefe, sosyoloji gibi alanlara kaydıkları çok görülür. Açıkçası edebiyat hep başka şeylere ihtiyaç duyar. Üzerinde edebiyat yapacak şeylere ihtiyaç duyduğu için edebiyat hem ilim değildir hem de “en üstün bilim” değildir. Şu da var ki edebiyatçılar -herhâlde edebiyatın sınırlı olmasından olsa gerek- biraz gevşek insanlardır. Ya yanlış kararlar verip dururlar ya işi sâdece sözde bırakırlar yada sisteme kolay entegre olurlar. Tabi edebiyat ile çok derin şiirler yazılır, edebi bir dille ççok etkili hitâbetler gerçekleştirilir. Fakat bu, edebiyatı bir araç olmaktan kurtarmaz.

 

Diğer sayısal (fizik, kimyâ, biyoloji vs.) ile sözel (sosyoloji, psikoloji vs.) gibi tüm dallar da insana, akla ve maddeye dayandığı ve dayanmak zorunda olduğu için hem ilim değildirler hem de en üstün bilim değildirler. Bu bilimlerin içinde en üstünü felsefe olsa da o da akıl, insan ve madde ile sınırlıdır ve oradan ileriye bir adım bile gidemez. Zâten madde-ötesini çoğunlukla inkâr eder. Bu da onu kısıtlar, sınırlar. En üstün bilim olan felsefe bile sâdece “nasıl”ı açıklar ve “neden-niçin” hakkında tek bir tutarlı laf edemez. Sâdece atıp tutar ve boş-boş konuşur. Bu nedenle felsefe için “hakîkati arama ilmi” sözü zinhar geçerli bir söz olamaz. Çünkü hem felsefenin hakîkati bulmaya çağı ve dirâyeti yetmez -ki şimdiye kadar bulamadıysa bundan sonra niye bulsun- hem de felsefe hakîkati değil “gerçek”i arar, arar ama bir türlü de bulamaz ve bulamamıştır, hiç-bir zaman da bulamayacaktır. Çünkü hakîkat bilinmedikçe gerçek de bilinemez. Hakîkat Allahsız bilinemezken, gerçek de ancak Allah’a bağlandığında netlik kazanabilir. Yoksa felsefenin ulaştığı gerçekler de “geçici ve sahte gerçekler” olmaktan kurtulamaz.

 

Felsefe günümüzde modern-bilim ve teknoloji olarak görünmektedir. Tüm dünyâ da bu ikisini ilah edinmiş, tapınıp durmaktadır. Birileri modern-bilim ve teknoloji geliştikçe soruların ve sorunların biteceğini hattâ bâzıları da insanın tanrılaşacağını bekleye-dursun, bu gerçekleşmediği gibi hiç-bir zaman da gerçekleşmesi mümkün değildir. Zîrâ felsefenin modern bir görünümü olan modern-bilim ve teknoloji, mecbûren insan, akıl ve madde üzerinde çalışabildiği ve hattâ madde-ötesini inkâr ettiği için net, kesin ve üstün bilgiye hiç-bir zaman ulaşamaz, ulaşamıyor da. Modern-bilim ve teknoloji ancak, suyun başını tutmuş olanlar tarafından insanları büyülemek ve kandırmak için kullanılıyor.

 

İlim yâni İslâm yoksa, yâni bir şey, kudreti sonsuz, âlemlerin Rabbi Allah’a dayanmıyorsa, hem ilim olamaz, hem en üstün olamaz, hem de en doğruya yâni hakîkate ulaşamaz: 

 

“İşte onların ilimden yana ulaşabildikleri (son sınır) budur. Şüphesiz, senin Rabbin; kendi yolundan sapanı en iyi bilen O’dur ve hidâyet bulanı da en iyi bilen O’dur” (Necm 30).

 

Peki modern insan neden ilmi değil de bilimi üstün görmek istiyor?. Çünkü:

 

“Hayır siz, dünyâ-hayâtını seçip üstün tutuyorsunuz” (A’lâ 16).

 

Evet; dünyâ-hayâtını üstün tutuyorlar, çünkü dünyâ-hayâtının belli şartları sağladıktan sonra çok da ağır bir yönü yoktur ve haz ve zevk verip durur. Zâten bilim insana, akla ve maddeye dayandığı için mecbûren haz-merkezlidir .İnsana bir sorumluluk yüklemez ve onu nefsiyle baş-başa bırakır. 

 

Bir sözümüz de modern müslümanlara olsun: “Kur’ân’ı; modern aklın, modern-bilimin, teknolojinin ve modern çağın ışığında yorumlama ve bunlara uydurma düşüncesi” içindeler. Bu “en üstün” olanı daha düşük olana göre okumak-anlamak-yorumlamak demektir. İslâm ve Kur’ân aklın, insanın ve maddenin nesnesi yapılacak bir kitap değildir ve tam-aksine, aklı, maddeyi ve insanı şekillendirmek için indirilmiştir. Zâten “ne üstün” olan vahyin, düşük olan bilimlere göre yorumlanması ve idrâk edilmesi imkânsızdır. İslâm ve Kur’ân, ancak kendi iç-dinamiğine göre okunup idrak edilebilir ki zâten ancak o zaman amel-eylem olarak kendini gösterip etkili olabilir. O-hâlde müslümanlar şu uyarıyı akıllarından çıkarmasınlar:

 

“İşte böylece biz onu (Kur’ân’ı) Arapça bir hüküm olarak indirdik. Andolsun, sana gelen bu ilimden sonra, onların hevâ(istek ve tutku)larına uyacak olursan, senin için Allah’tan ne bir yardımcı-dost, ne bir koruyucu vardır” (Ra’d 37).

 

Buna rağmen Allah’ın indirdiği yerine, insanların bildirdiğini din yapmak, küfür, şirk, zulüm ve küstahlıktan başkası değildir:

 

“Ey insan!. Sana bu kadar cömert olan Rabbine karşı, seni bu kadar gururlu kılan nedir?” (İnfitâr 6).

 

Allah katında tek din İslâm’dır. Allah katında en üstün ilim İslâm ilmidir. Zâten “ilim” bir tek İslâm’dadır. Bu yüzden sözlerin en üstünü Allah’ın sözleri olan vahiylerdir, insanların en üstünü de “güzel örneklik”leri kıyâmete kadar geçerli olan peygamberlerdir. Müslümanlar Kur’ân’a uymalı ve Peygamber’i örnek almalıdır. Bunun için de şu âyetin direktiflerini yerine getirmelidirler:

 

“Hak olan, biricik hükümdar olan Allah yücedir. Onun vahyi sana gelip-tamamlanmadan evvel, Kur’ân’ı (okumada) acele etme ve de ki: Rabbim, ilmimi arttır” (Tâ-hâ 114).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Temmuz 2023

 

Devamını Oku »