26 Aralık 2022 Pazartesi

Müslümanlık ve Türklük

 

“Ey insanlar!; gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız ve tanışmanız için sizi halklar ve kabîleler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerim) olanınız, (ırk, renk, soy ve servetçe değil) takvâca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, haber alandır” (Hucûrat 9-13)

 

Müslümanlığı seçmek, hayâta 1-0 yenik başlamayı kabûl etmek ve bunu göze almak demektir. Çünkü Müslümanlık “kısıtlanmayı kabûl etmek” ve “ağır bir yükü sırtlanmak” demektir. İslâm’ın rajonu budur. Yoksa modernlerin zannettiği gibi İslâm “yan gelip yatma dîni” değildir.  

 

Halifeliğin kaldırılması batı’nın isteği ve zorlamasıyla olmuştur. “Çimento” işlevi gören halifelik kalkınca Osmanlı/Türk’ün müslüman-dünyâ ile ilişkileri kesilecek, İslâm-dünyâsı zayıflayacak, parçalanacak ve sonunda da müslüman-coğrafyada bulunan yer-altı ve yer-üstü zenginlikler bir baskı ile karşılaşılmadan batı tarafından kolaylıkla sömürülebilecektir ve de aynen böyle olmuştur. Bu projenin tutması için milletleri bir-birine düşman etmek gerekiyordu ki bunu da çeşitli söylemler ile gerçekleştirdiler. Meselâ Türklere: “Araplar sizi arkadan vurdu/vuruyor” derlerken; Araplara da: “Bu Türkler de dinden çıktı ve sizi kendi hâlinizde savunmasız bıraktı” dediler. Bunu uzun zamandır sünnî-şiî düşmanlığı olarak devâm ettiriyorlar. İslâm-dışı (seküler) öğretiler ve kültürle bu düşünceler ve düşmanlıklar çok kolay oluşturulabildi. İslâm-dünyâsının hâl-i pür melâlinin nedeni budur (birliğin bozulması). Gerisi hikâye…

 

Bozulan birliğin biri de Müslümanlık ile Türklüktür. Bu bozulma, Türklerin Müslümanlık’tan uzaklaşmaları ve çıkmaları ile olmuştur. Müslümanlıktan önce Türklerin çok bir etkisi ve etkinliği yoktu. Devletleri vardı ve kısa zamanda iyi savaşçılar oldukları için savaşlar kazanıyorlar ve topraklarını genişletiyorlardı. Fakat Türklerin medeniyetleri yoktu. Sanat, edebiyat, ilim, kültür, sağlam bir din ve medeniyetleri yoktu. Çünkü göçebe yada yarı-göçebe oldukları için kitap-merkezli değillerdi. Kalıcı ve etkili olamamalarının nedeni budur. İslâm’dan sonra ise Türkler bu alanlarda da görünür oldular ve etkili eserler ve medeniyet ortaya çıkardılar. Fakat yine de kitap-merkezli olmadıklarında dolayı kılıcın işe yaramamaya başlamasıyla birlikte çöküşe geçtiler. Osmanlı meselâ çok iyi sanat, asker ve devlet adamaları yetiştirdi, hârika işler başardı fakat ilmî alanda yetersizdi. Büyük devletler ve imparatorluklar biraz böyle olur. Çünkü “zâten Dünya’nın agasıyız, bir de başka bir şey yapmamıza gerek yok” düşüncesi oluşuyor. Selçuklu Devleti ilmî alana önem vermek bakımından Osmanlı’dan daha ütündü. Osmanlı ileride, (ilme gücü oranında) yeterli önem vermemenin zararlarını görmüştür.

 

Türkler târih boyunca 16 tâne devlet kurmuşlardır, fakat târih boyunca kurulan 16 devletin 15’i yıkılmıştır. Bu nedenle “millet ve ırk” olarak bir devamlılık olsa da, hiç-bir zaman ebedî olarak kalacak bir devlet olmaz. Bu, hiç-bir ırk ve milletin kurduğu devlet için mümkün olmamıştır ve olamaz. Türkler kıyâmete kadar yaşayacaklardır fakat şu-andaki devletlerinin de bir gün gelip yıkılması ve yeni bir devlet kurmaları olasıdır. Bu ne zaman ve nerede olur, sâdece Allah bilir.

 

Türk Cumhuriyet târihi, “dînî olan”dan uzaklaşıp, “uygar olan”a (medenî değil) yönelmenin-yöneltilmenin târihidir. Cumhuriyet târihi, “Türkler’in paganizme geri dönüşünün târihi”dir aslında. Böylece yeniden “ata”lara tapmaya başlamışlardır. Yüzünü batı’ya dönen Türkler, batı’yı taklit etmekle ve dinden uzaklaşmakla uygar (muâsır) olamadıkları gibi, dindarlıkları da epey bir zayıflamıştır. Doğu ve İslâm medeniyeti ile Dünyâ’ya yüzlerce yıl hâkim olan Türkler-Müslümanlar, batı uygarlığı ile, hatırı sayılır bir başarı bile yakalayamadılar. Gevura “gevur” demenin yasaklandığı târih, Türklerin-Müslümanların Dünyâ-târihinden çekilmesinin başlangıcıdır.

 

Eski Türk’lerin Tanrı inancı “Gök Tanrı” inancıydı. Yeni Türk’lerin Tanrı inancı da aynıdır. Türkler bir-çok din değiştirmişlerdir. Bu değişikliği yaparlarken bir-önceki dinlerinden yeni dîne bir-çok unsurlar taşımışlardır. Eski dinlerinden yeni dîne girerken eski dinlerinin artıklarını da yanlarında taşımaya alışkın olan Türkler, İslâm’a girerken de eski dinlerinin artıklarını yanlarında getirmişlerdir. Şamanizm, Zerdüştlük, yanlış çevirilen âyetler ve uydurma hadislerle sentez olarak ortaya çıkan tasavvuf denen zırvalık böyle ortaya çıkmıştır. Eski Türklerin dîni, “gök-tengri” dîni idi. Türkler “gök” olana yâni mâvi göğe taparlardı. Gök “mâvi” demektir ve göğü ifâde eder. Bu dindeki tanrı; adı üstünde; “gök-tanrı”=“göğün tanrısı” idi, “yerin tanrısı” değildi. “Yerin tanrısı”, sonu “han” ve “kan” ile bitenlerdi. Hunlar’ın çağında Türkler’in başında, “yabgu” denen bir büyük hâkan vardı. Yabgu’nun “Gök Tanrı’nın yeryüzündeki vekîli” olduğuna inanılırdı. Bu nedenle de eski Türk dîni, lâikti. Lâikliğe geçiş, “batı lâikliği”nden çok, “eski Türklerin lâikliği”ne bir geçiştir. Türkiye’de farklı bir lâikliğin olmasının nedeni budur. İstisnâları saymazsak; Türkiye’de ne lâikler bilinçli lâiktir; ne de müslümanlar bilinçli müslümandır. Kafalarına uyan bir lîder görmeyiversinler, hemen takılırlar peşine..

 

Türkler “Tanrı” sözünden, “aşkın bir yüce varlığı” değil, görünen göğü anlarlar. Namık Kemal Zeybek “Türklerin Allah inancı nasıldır?” sorusunu şu şekilde cevaplar:

 

Varlığın dışında bir Tanrı falan yok. O yüzden Türk inancında ‘Tanrı var mıdır, yok mudur’ tartışması da yok. Çünkü Tanrı gök. Gök dediğimiz uzay, kozmos. Bayat ve Mengü. Başlangıcı ve sonu olmayan, sınırsız, ne varsa içine alan ama her vâr olanın da içinde olan. Varlığın kendisi Tanrı yâni. Onun için Türk, Tengri dediği zaman “gök” kastedilir. Allah varlığı kendisinden yaratmıştır. Varlığın kendisi Tanrı’dır. Türk Müslümanlığıyla Arap Müslümanlığını ayıran birinci mesele budur: Tanrı inancı”.

 

Türkler, Türklüklerini ve müslümanlıklarını ifâde etmek için şu sözü kullanırlar: “Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar müslümanız”. Fakat bu söz müslümanlıktan çok Türklüğü öne çıkarır. Zîra Tanrı Dağı’nın yüksekliği 7439 metre iken Hira Dağı 642 metre yüksekliktedir. Yüksek olan ve Türklüğe isnât edilen dağ Tanrı Dağı’dır. Zımnen; “bizim Türklüğümüz Tanrı Dağı gibi yüksekken, müslümanlığımız ise ancak Hira Dağı’nın yüksekliği kadardır” denir gibidir.  

 

Türkler’in İslâm’dan önce doğru-düzgün bir kültürleri ve uygarlığı yoktu. İslâm-öncesi Türkler, Çin ve Îran medeniyetlerinin etkisindeydi. İslâm’a girdikten sonra ise; Cumhûriyet Dönemi’ne kadar, (üzerine İslâm serpiştirilmiş) “Îran kültürü ve uygarlığı’na bağlı olarak” yaşarlarken; Cumhûriyet’ten sonra ise, (dîni devletten uzaklaştıran) “Greko-Romen (batı) kültürü ve uygarlığı’na bağlı olarak” hayâtiyetlerini sürdürmektedirler. Oysa İslâm onlara bir Medeniyet sunmuştu. Fakat Türkler bir türlü Kur’ân ve Sünnet-merkezli ol(a)mamış ve İslâm Medeniyeti ile barışamamıştır. Barışacak gibi de gözükmemektedir.

 

Avrupa’lının Müslümana Türk, Türk’e de Müslüman demesi, Müslüman=Türk’tür anlamına gelmez. Bu söylem Avrupa’lının kendisini bağlar. Türk ve Müslüman ifâdeleri farklı durumların konusudur. Türk’lük, (yada diğer ırklar) et-kemik-kan vs. ile alâkalı ve “mezara kadar sürecek olan” bir yapıyla alâkalı iken; Müslümanlık, doğuştan başlayıp âhirette de devâm edecek bir hayâta inanlara verilen bir isimdir. İnsanı kimin ne ile niteleyip târif ettiği çok önemli değildir, insanı, Allah’ın nasıl isimlendirip târif ettiği önemlidir ki Allah Kur’ân’da bize “müslüman” adını veriyor ve bunun için bir ırk-milliyet ayırımı yapmıyor:

 

“Anadolu Müslümanlığı” savunucularının dile getirip durduğu “Türk demek Müslüman demektir” sözünün İslâmî bir dayanağı yoktur. Büyük dedesi Hâşim’in hanımı Selmâ ile de ilişkilendirerek Peygamberimiz’e de Türk diyenler vardır. Türk olmak bizim fizîki yapımızla, görünüşümüzle, örf ve kültürümüzle alâkalıdır ve herkes kendi örf-âdet-kültürüne alışkındır ve kendi âdetini-kültürünü sever. Biz de Türk örf-âdet-kültürüne ve coğrafyasına alışkınız ve onu seviyoruz. Bu normâl bir şey. Fakat esasta her Müslüman, örfünü-kültürünü de İslâm’a göre düzenlemelidir ki İslâm âlemi bunu yapmış ve vahye uygun kültür-örf-gelenekler ortaya koymuşlardır.

 

“İslâm demek Türk demektir” yada “Türk demek İslam-Müslüman demektir” sözü boş laf. Türk demek Müslüman demekse, Göktürkler de mi müslümandı?. Göktürkler “Gök Tanrı” inancının yanında, Kur’ân’ın da şirk olarak ifâde ettiği “atalar kültüne” sâhiptiler. Bu söylem târihin bir dönemini ve bir-kısım insan kitlesini ilgilendiren bir isimlendirmedir sâdece. Türk, “Türk Kavmi’nden olan” demektir. Türk ırkından olan bir anne-babadan doğana Türk denir. Müslüman ise; “İslâm yolunda olan” demektir. İster Türk olsun, ister başka kavimden.

 

Peygamberimiz’in sahabelerinin içinde Habbab bin Eret, Ebu Berke, Sâlim gibi Türk olduğu söylenen sahabeleri vardı. Her ırktan insan vardı. Bunlar hep birlikte Peygamberimiz’in çevresinde toplanmış sahabelerdi ve milliyetlerini-ırklarını değil, mânevi kimlikleri olan İslâm’ı-Müslümanlığı öne çıkarıp yaşamışlardır.

 

Türklerin baskın dînleri, tüm zamanlarda şamanizm ve neo-şamanizm olmuştur. Türkler müslümanlığı kabûl ettiklerinde aslında İslâm’a çok da sıkı bağlanmamışlardı. O yüzden de Şamanlığı da andıran tasavvufî-mistik bir anlayışı benimsediler. İşin aslı şu ki, Türkler (istisnâlar hâriç) İslâm’a hiç-bir zaman dört elle sarılmadırlar. Örf her zaman bir adım öndeydi.

 

Aslında İslâm ile Müslümanlık’ı ayırmak gerekir. İslâm, “temelini vahiy-Kur’ân ve amel-eylem/Sünnet merkezinde bulan, Allah’ın sözlerinden oluşan emirler, nehiyler ve hayat nizâmı için gönderilen din”dir. “Müslümanlık” (müslim değil) denen şey ise, merkeze dîni değil de geleneği-göreneği, kültürü, çıkarı, kişileri, uydurmaları, hurâfeleri ve hattâ zırvalıkları, tâvizi vs. alan çeşitli düşünme ve tapınma alışkanlıklarıdır. Ahmet Yaşar Ocak bu bağlamda şunları söyler:

 

“İslam ile Müslümanlık kelimeleri arasındaki nüansı bilmek lâzım. Bu iki kelime her ne kadar günlük konuşma dilinde birbiri yerine kullanılıyorsa da, aslında târihsel ve sosyolojik olarak bu kullanış doğru değildir. Çünkü ‘İslâm’ kelimesi, soyut anlamda bir din olarak temel kaynaklarındaki yazılı biçimiyle İslâm Dîni’nin inanç, ibâdet, ahlâk vs. esaslarını işâret ederken; ‘Müslümanlık’ kelimesi ise, bu dînin târihsel süreç içinde, kendilerine ‘müslüman’ denilen toplumlarca yorumlanarak pratiğe aktarılmış, yaşanmış, son tahlilde ‘kültürleşmiş’ şeklinin adıdır. Dolayısıyla sosyolojik olarak tek değil, bir-çok müslümanlık vardır. Şöyle de söyleyebiliriz: İslâm semâvî, müslümanlık veyâ müslümanlıklar ise beşerîdir. ‘İslâm’ kelimesi teorik çerçevede yâni yazılı ve geleneksel temel kaynaklarındaki hâliyle tek bir din öğretisini ifâde ederken, ‘Müslümanlık’ kelimesi, bu öğretinin târih içinde çeşitli zaman ve zeminlerde değişik anlayışlarda şekillenmiş ve kültürleşmiş yorumlarıdır”.

 

İslâm, kültürler ve târihler tarafından nesneleştirilip değiştirilecek ve İslâm-dışı motiflere uyarlanacak bir din değildir. İslâm belirlenmez, belirler. Bir şeyin yorumu o şeyin kendisiyle çelişiyorsa, o şeyin yorumu o şeyin kendisi değildir. Bu yüzden de bir “Türk Müslümanlığı”, “Fars Müslümanlığı” veyâ yörelerine göre farklılaşan bir “Arap Müslümanlığı”ndan bahsedilse de bunlar İslâm ile aynılaştırılamaz. İslâm, temelini Kur’ân’ın belirlediği ve güzel örnekliğini Peygamberimiz Hz. Muhammed’in yaptığı hayat nizâmının adıdır.

 

Kimin kânunlarına göre hareket ediyorsanız, onun dînindensinizdir. Türkiye’de Allah’ın kânunlarına göre söylemde ve eylemde bulunmak kânûnen yasak ve suçtur. (Anayasanın 24. maddesi). Türkiye’de İslâm, Anayasanın 24. maddesine göre yasa-dışı bir dindir. Fakat Atatürk’ün kânunlarına göre hareket etmek şarttır. Bu durumda “Türkiye’nin ilahı kimdir?” sorusu anlamlıdır.

 

Türkler müslüman olduktan sonra kânunlarını İslâm’a ve töreye göre “ikili hukuk” şeklinde icrâ etmişlerdir. Zamanla töre, İslâm hukûkunun yâni şeriatın önüne geçmiştir. Fakat bilinsin ki, “şirk” budur. İslâm yetersiz bir din ve hukuk sistemi değildir ki “biraz ordan biraz da burdan” düşüncesini onaylasın.

 

Kur’ân’ı okuyup Peygamber’e uymak yanlış görülürken, Kur’ân’ı okuyup da Atatürk’e uymak doğru görülüyor. Peygamber’e hakâret edenlere “gık”larını bile çıkarmayanlar, Atatürk’e karşı “laf” bile ettirmiyorlar. Seküler Türkler için tevhid; “Allah’tan başka ilah yoktur” değil; “Atatürk’ten başka ilah yoktur” şekline dönmüştür. Türklerin “Ata”ya bu kadar bağlı olmasına şaşırmamak gerekir. Zîrâ Türkler, tüm zamanlarda “atalar”a tapınmışlardır. Çünkü Türklerin tüm zamanlarda baskın dînleri Şamanlık olmuştur.

 

Müslümanlarda “güçten yana olma” inancı ve güdüsü vardır. Müslümanlar, “yanlış kader inancı” nedeniyle, başa gelen hükümdârın Allah tarafından başa getirildiğine inandıkları için hükümdâra kayıtsız-şartsız boyun büker, bağlanır ve desteklerler. Türklerde kardeşler arasındaki savaşı kim kazanırsa onun Tanrı tarafından seçildiği inanışı ve kabûlü vardır. Bu nedenle Türkler hep en güçlüden yana olurlar. Bu durum günümüzde de aynıdır. Seçimleri kazanandan yana oluyorlar ve onları pohpohlamaya başlıyorlar.

 

Türkler târih boyunca kitap okumayı hiç sevmemiştir. Bu yüzden de kitap-merkezli olamamışlardır. Sözlü bir din algılayışları ve anlayışları vardır.

 

Kur’ân’ın Türkçeleştirilmesi niçin Cumhûriyet ile başladı?. Çünkü Cumhûriyet ile birlikte Türkçe’den 60.000 kelime atıldı ve Türkçe’ye de Frenk dillerinden 15.000  kelime eklendi. Böylece Türkçe özünden uzaklaştı. Sonuçta, aslında “Türkçeleşmiş” olan Kur’ân dili anlaşılmamaya başlandı. İşte bu nedenle de “anlayarak okunması için” hazırlanan Türkçe meâllerin sayısı 300’leri geçti. Fakat hâlâ anlaşılmama sorunu devâm ediyor. Gerçi amele-eyleme dökmedikten sonra, Kur’ân’ı, dönüp-dönüp anlamayarak “Arapça okumak”la, dönüp-dönüp anlayarak “Türkçe okumak” arasında bir fark yoktur.

 

Türkiye’de “müslümanlık” ile “İslâm” bambaşka şeyler hâline gelmiştir. Türk-İslâm sentezi şirktir. İslâm, yanında başka bir şeye aslâ ihtiyaç duymaz ve izin vermez. Çok kullanılan Türk-İslâm” sözü, “İslâm’ı kültüre indirgemek” anlamına gelir.

 

Türk anne-babadan doğunca Türk olunduğu gibi; müslüman anne-babadan doğunca “müslüman” olunmaz. Mü’min-müslüman olmanın kan ve kemik ile alâkası yoktur ve hem kâlpten bir kabûl hem de bâzen ağır da olabilen bedelleri vardır.

 

Türkiye’de Türklük, müslümanlığın yerine ikâme edilen bir kimlik şeklidir. İnsanın üst-kimliği din ile alâkalı olmalıyken, modernizm ile birlikte üst-kimlikler ırk ve ulus ile alâkalandırılmaya başlamıştır. Bu da ırk âidiyetini din âidiyetinin önüne geçirmiştir ve üstün görülmesine neden olmuştur-olmaktadır. Modern insanın ve özellikle modern gençliğin, İslâm’ı hiç bilmezken ve tınlamazken, ırkını ve millî târihini dinleştirmesinin nedeni budur.

 

İslâm âleminde din yâni İslâm, en iyi Türkiye’de yaşanıyor” diyorlar!. İyi de Türkiye’de “yaşanan” bir İslâm var mı ki?. Türkiye’de İslâm’ı hakkıyla yaşamak kânûnen suçtur. Türkiye’de İslâm’ın ne kadar yaşanacağını, lâik-seküler devletin sıkı kontrôlünde olarak Diyânet belirliyor, Kur’ân değil.

 

“Bir Türk Dünyâ’ya bedeldir” sözü sâdece bir slogandır. Çünkü bu sözün hiç-bir karşılığı yoktur. Fakat bir müslüman (Hz. Muhammed) âlemlere rahmettir.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Kasım 2020

 

 

 

Devamını Oku »

13 Aralık 2022 Salı

Modern-Bilime Îman Etmek

 

“Göklerin ve yerin gizemleri Allah’a âittir. (Göklerin ve yerin uçsuz-bucaksız derinliklerini bilmek Allah’a mahsustur). Saat, (Dünyâ’nın sonu) bir göz-kırpması kadar veyâ daha kısadır. Allah her-şeye Gücü Yeten’dir” (Nâhl 77).

 

Îman edilen şey olarak eleştirdiğimiz “bilim” değil modern-bilimdir. Tabi bilime de îman edilemez, çünkü îman edilecek şeyler gaybî olanlar yâni; Allah, âhiret, melekler, kitaplar-vahiy ve peygamberlerdir. Dünyevî olan şeylere îman edilmez. Çünkü görülen ve bilinip duran şeyler îmânın konusu değildirler. Modern-bilim de aslında îmânın konusu değildir, olmamalıdır. Lâkin günümüzde modern-bilime sanki aşkın bir hakîkatmiş gibi, yanılmaz, şaşırmaz, eleştirilemez bir ilâhî kaynakmış gibi, hakkın-hakîkatin ve doğrunun tek ve ulaşılmaz kaynağıymış gibi ve sanki Allah da “modern-bilime uyun” demiş gibi îman edilmektedir. Modern-bilime îman etmek demek, “ona sonsuz bir güven duymak, ne diyorsa dikkat kesilmek ve söylediklerini hiç eleştirmeden, îtirâz etmeden, araştırmadan, soruşturmadan, sorgusuz-suâlsiz kabûl ederek bir huşû içinde onu hayâtın merkezine almak ve modern-bilim merkezli bir hayat yaşamak” demektir.

 

Modern-bilim artık bir îman umdesi hâline getirilmiştir. Öyle ki modern-bilimin verileri sanki kutsal bir kitabın âyetleriymiş gibi görülmekte, izlenmekte, okunmakta ve kabûllenilmektedir. “Modern-bilimin ortaya koydukları” olarak gösterilen görüntülere büyük bir huşû ile saygı duyulmakta, izlenmekte ve görüntüler ve bilgiler sanki büyük bir iş yapılıyormuş ve sevap işleniyormuş gibi paylaşılmaktadır. Okuduklarını, duyduklarını, izlediklerini ve gördüklerini hiç araştırmadan, sorgulamadan ve “acaba” demeden, eleştirmeden îtirazsız kabûl edip baş-tâcı edilmekte ve ona sonsuz bir güven duyularak îman edilmektedir. Modern insan Allah’a bile, îman ettiğini söylese de güven duymamaktayken, modern-bilime sonsuz bir îman ve güven duymaktadır.

 

Modern-bilimin teorilerini kabûl etmemek saçmalık olarak görülüyor. Bunun en komik yanı ise, bu teorilerden haberi olmayan ve bilimden hiç anlamayan insanların da bilimi “yanılmaz-şaşmaz bir kuyumcu terâzisi” zannetmeleridir.

 

İnsanların çok büyük çoğunluğu modern-bilimin verilerini bilim dergilerinden, kitaplardan ve bizzat modern bilim-adamlarından dinleyerek öğrenmiş değillerdir. Gerçi insanların çoğunun modern-bilimi öğrendiğini ve bildiğini de sanmıyorum. Onlar sâdece gördükleriyle ve sükseli sözlerle büyülenmiş durumdadırlar. İnsanlar modern-bilimin verilerini, sözlerini ve görüntülerini televizyondan, internetten ve bâzı dergilerden görmektedirler. Yâni aslında modern-bilim hakkında ayrıntılı bilgiye ve mâlûmâta sâhip değillerdir. Modern-bilimi çok az sayıdaki insanlar bilir. Peki buna rağmen yâni aslında insanların büyük çoğunluğu modern-bilimi kaynak kitaplardan falan değil de manşet sözler ve sükseli-havalı ve renkli görüntülerden öğrenen ve bilenler, yâni aslında modern-bilimden bi-haber olanlar, niçin modern-bilime bu kadar güveniyorlar?.   

 

Hâlbuki çeşitli yayın organlarından verilen bilgiler masa-başında üretilmiş farâzi bilgilerdir. İnsanların modern-bilimin görüntü, söz ve yazılarla bahsettiği bilgilere ulaşması mümkün değildir. Zâten modern-bilimin dünyâ-dışı uzay ile ilgili verilerinin %95’i, dünyâ-içi ile ilgili verilerin ise % 60’ı yanlıştır. Yâni asıl sorun insanların %99’unun konu ile ilgili bilgileri olmamasına rağmen ve bu tür bilgileri yüzeysel şekilde sâdece internetten ve televizyondan duymalarına rağmen modern-bilime îman etmiş olmaları ve sonsuz bir güven duymalarıdır. Nasıl oluyor da bu verileri sorgusuz-suâlsiz, kesin ve net bir îmanla bu kadar kolay kabûl edebiliyorlar ve bu verilerden, bilgilerden ve gösterilen görüntülerden hiç şüphe etmiyorlar?. Sanki modern-bilimin verilerini ve gösterilen görüntüleri, yoğun araştırmalar sonucu kendileri üretmiş ve ortaya koymuş gibi bu kadar emin olabiliyorlar. Modern-bilime duyulan bu îman-güven neden ve nereden geliyor?.

 

Kur’ân-merkezli olduğunu söyleyen müslümanlar da buna dâhil oluyor. Modernizmin her-şeyine; sosyâl, kültürel, ekonomik, askerî siyâsî, hukûkî, kânûnî verilerine îtirâz ederlerken ve ağır eleştiriler yaparlarken, sıra modern-bilime gelince neden hiç-bir şüphe duyulmuyor ve modern-bilime karşı bir eleştiri ve itiraz olmuyor?. İnsanlar niçin modern-bilimin verilerine ve de teknolojiye hiç-bir şeye olmadığı kadar güveniyorlar?. Oysa modern-bilim Allahsız-pozitivist bilimdir. Yâni işe Allah’ı, gaybı, İslâm’ı, dîni, vahyi ve peygamberleri karıştırmadığı gibi, bunları dışlayıp inkâr da eder. Meselâ Bilim ve Teknik Dergisi şimdiye kadar yayınlanan hiç-bir sayısında tek bir kez bile “Allah” kelimesini kullanmamıştır. Çünkü zâten modern-bilim, Allah ve vahiy bilgisi yerine beşerî-pozitif bilimi getirmiş ve modern-bilimi küresel anlamda yeni bir din olarak dayatmaktadır. Bu bağlamda modern bilim-adamları aşırı şişirilmekte, büyütülmekte, sanki birer kutsal varlıklar gibi sunulmaktadır. İsimlerinin başında Dr., Doç., yada Prof. olmasın; insanlar hemen onların sözlerine dikkat kesilmekte ve ayılıp-bayılmaktadır. Oysa bilim-adamlarının çoğu sistemin taşeronluğunu yapan ve yaptıklarının bir-çoğu nedeniyle insanlara zarar veren şeylerin ortaya çıkmasını sağlayan, çoğu Allahsız-dinsiz kişilerdir.

 

Yahudi/Siyon Protokolleri’nde denildiği gibi; insanlar peşlerinden gittikleri teorilerin kaynaklarını incelemezler veyâ sonuçlarını tam düşünmezler. İnsanlar kendilerine hitâp eden teorilerin özünü anladıklarını kabûl ederek mücâdele ederler. Bu yolla toplumlarda pek-çok teori yönlendirici olarak kullanılır ve bunların pek-çoğu işe yaramaz hâle geldikçe yenileri ortaya atılır. 9. Protokôlde şöyle denir: “Bizim uydurup inanmadığımız teorilerin işlendiği eğitim sistemleriyle yahudi olmayan gençliği yanlış yönlendirdik, aptallaştırdık ve demoralize ettik”. 2. Protokôlde ise şunlar söylenir: “Zamânı gelene kadar halkın kendi-kendine eğlenmesine izin vermeliyiz. O zamâna kadar onlara verdiğimiz bilimsel teorilerin yaşamlarını yönetmelerine ve onların yaşamında inandıkları en önemli şey olmalarına da izin vermeliyiz. Bu teorilere körü-körüne inanç, elimizde olan medya sâyesinde sağlanacaktır”

 

“Bilim-adamları” yerine kullanılan “bilim insanları” ifâdesi ise feminizmin baskısının bir sonucudur. Modern zaman ve modern insan, “bir ön-kabûl olarak” modern-bilimden ve bilim-adamlarından yana olduğu için, bilim-adamlarının ortaya koydukları önermeleri çok kolay kabul edebiliyorlar. Onların teorilerden, önermelerinden yada söylediklerinden hiç şüphe duymuyorlar.

 

Şu “biz kimiz ki, adamlar neler yapıyor” kompleksinden kurtulun artık!. O bilim-adamları denilen kişileri gözünüzde o kadar da büyütmeyin. “Kutsal yüce kişiler” olarak gördüğünüz bilim-adamları daha kronik hastalıklara, meselâ daha romatizmaya bile çâre bulamamış kişilerdir. Onların yaptıkları şeyler zannedildiği kadar önemli değildir. Hem modern-bilim, hem de bilim-adamları şişirilmiş balonlardır.

 

Bu kişilerin din ve siyâsetle ilgilenmediklerini de zannetmeyin, onlar bâtıl ideolojilerin ve bu ideolojilerin başındaki siyâset(çi)lerin güdümünde iş yapan ve din-karşıtı ideolojiler için teori üreten kişilerdir. Size şunu söyleyeyim, onların bir-çoğunun tek derdi ve çabası, müslümanlar ve stratejik ülkeler ve bölgeler için teoriler-plânlar ve bu şeytânî plânlara göre araçlar üretmektir. Yoksa sizin hayrınıza çalışıyor değillerdir. Sizi adamakıllı sömürmeden hiç-bir hayırları dokunmaz. Bu kişiler zannettiğiniz gibi “kutsal” kişiler falan değildirler. Ortaya koydukları teorilerin ve önermelerin çoğu zırvalıktır. İnsanların bilim-adamlarını “ulaşılmaz-kutsal-üstün insanlar” zannetmelerinin içi boştur. Bilim-adamlarını finanse eden ve onlara alan açan küresel güçlerin tek derdi, müslümanların gerçek îmandan uzak kalmasını sağlamak ve böylece sömürülerini daha rahat yapabilmektir. Şu-an Dünyâ’da çıkarılan savaşları, çok matah insanlar zannedilen bilim-adamlarının yaşadığı ülkelerin başında bulunan şeytanlar çıkarıyor. Bilim-adamları, modern-bilim ve teknolojiyi ve de batı’nın beşerî-şeytânî sistemini insanların gözünde meşrûlaştırmakta ve sevimli göstermektedir. Görevleri budur.

 

Modern-bilim matematiğe dayanır. Matematik ise kesindir. Meselâ 2X2=4’tür. O-hâlde modern-bilim “yanlışlanabilir” olmamalıdır. Zîrâ bir veri ve teori yanlışlandığında matematik de yanlışlanmış olur. Böyle olunca da modern-bilimin sağlam bir dayanağı kalmamış olur. Modern-bilim için “yanlışlanabilir” olduğunu söylemelerinin nedeni, ortaya konan verilerin ve teorilerin doğruluğundan kendilerinin de emin olmamaları ve ortaya koydukları önermelerin aksaklıklarını görmelerinden dolayıdır. Çünkü modern-bilim, üzerinde üzerinde çalıştığı maddeyi yaratan Allah’ı hesâba katmadığı için eksik ve yanlış sonuçlara varmaması mümkün değildir.    

 

Modern-bilim bir dogmadır. Kendisine inanılmasını bilimi anlamayanlar için bile zorunlu kılar. İnsanların çoğu bilimden anlamaz, ama bilim, anlamasa da inanmaya ve saygı duymaya hattâ ilahlaştırmaya zorlar. Hattâ bilimin teorilerine inanmayanları câhil, yobaz ve terörist olarak görür. İslâm’a göre ise cehâlet ve câhil, “bir okul bitirmemiş” anlamında değildir. İslâm’a göre cehâlet, “Allah’ı hesâba katmamak” demektir.

 

Daha düne kadar Newton’un yerçekimi teorisini dinleştirenler, son 100 yıldır ise bundan vazgeçti ve Einstein’in yerçekimini kuralını din yaptı da şimdi de ona tapıyor. Modern-bilimin, çoğu saçma-sapan olan ve kesinlik ifâde etmeyen teorilerinin peşine hiç sorgulamadan körü-körüne düşenler de câhil, ahmak ve zavallıdır. Kur’ân hem iç-âlemi hem de dış-âlemi en iyi şekilde aydınlatan tek kaynaktır. Enerjisini vahiyden almayan tüm “aydınlatma cihazları” ise sönmeye mahkûmdur.

 

Modern-bilime duyulan sonsuz îmânın ve güvenin nedeni kanımca modern-bilimin ve de teknolojinin tekel kurmuş olmasıdır. Ekonomik alanda bankalar nasıl bir tekel kurmuşsa ve insanları kendilerine mahkûm etmişse, sonuçta insanlar da bankalara muhtâç hâle gelerek bankalara büyük bir güven duyuyorsa, aynı şey modern-bilim ve teknoloji için de geçerlidir. İnsanların yıllarca yaptıkları birikimi gidip bankalara yatırmaları, aslında düşününce hiç de mantıklı değildir. Fakat bankalara duyulan güven insanlara bunu yaptırabiliyor. Oysa bankaların bir alternatifi olsa, hele de bu alternatif fâizsiz bir alternatif olsa, insanlar da paralarını fâizi dinleştirmiş olan bankalara yatırmazlardı. Fakat bankalar tekel oldukları için insanların da başka şansları kalmıyor ve zamanla bankalara sonsuz bir güven duyulmaya başlanıyor.

 

Batı kendi sapık gerçekliğini, modern-bilimin sözde evrenselliği altına yerleştirerek “temel evrensel gerçeklikler” olarak sunmakta ve insanlar da buna inanmaktadır. Çünkü modern-bilim ve teknolojinin ürettikleri bâzı şeyler insanların işlerini kolaylaştırmakta ve yarar sağlamaktadır. Zâten sırf zarar olsa kimse modern-bilime ve teknolojiye kanmazdı ve îman etmezdi. Bâtıl, hak ile karıştığında tehlikeli olmaya başlar.  

 

Modern-pozitivist bilim eşyâya yalnızca bilimsel bir gözle bakar ve gözünün ulaşamadığı şeyi ve alanı inkâr eder. Oysa hayat sâdece maddeden ibâret değildir. Bilim (science) denen olgunun kendisi de tartışmalı bir konudur. Scientia kökenli bu Latince kelime, “sâhip olunan bilgi içinde en saygıya değer olan” için kullanılmıştır. Bu, modern-bilimin “en yüce bilgi türü” olduğunun kabûl edilmesi demektir. Tabi böyle olunca aşkın hakîkati gösteren vahiy bilgisi inkâr ve iptâl edilmiştir.

 

Modern-bilim, verilerini genelde görüntüler eşliğinde verir, insanlar görüntülerle birlikte verilen bilgileri ve söylenenleri çok kolay kabûl edebilirler. Zîrâ görüntüler, söylenenlerin anlaşılmasını ve de sorgulanmasını engeller. Çarpıcı-havalı görüntüler eşliğinde söylenenler modern-bilimin açıklarını ve absürdlüklerini baskılar ve blôke eder. Geriye sâdece izlenen o renkli-havalı görüntüler ve resimler kalır. Aslında insanlar söylenen şeyleri iyice bir dinleseler ve üzerinde düşünseler, söylenenlerin bir-çoğunun absürd ve saçma olduğunu hissetmeye ve anlamaya başlayacaklardır.

 

Modern-bilim, insanlara çok kolay yalanlar söyler. Çünkü insanların çoğunun söylenenlere inanmaktan başka çâresi yoktur. Zîrâ modern-bilime bir kere îman etmiştir ve sonsuz bir güven duymaktadır. Bu nedenle de bilim adına TV’den ve internetten ne duyarsa, ne gösterilirse ve ne denirse olduğu gibi kabûl eder. Bilim-adamları ne derse baş-tâcı eder ve sanki çok önemli bir bilgi edinmiş gibi sevinir. Oysa verilen bilgiler ve gösterilen görüntülerin çok büyük çoğunluğu uydurmadır, sahtedir, yalandır, masa-başında bir “proje” dâhilinde uydurulmuş zırvalıklardır.

 

İnsanlığa söylenen en büyük yalanlar, modern-bilim ve teknoloji üzerinden söylenmiştir ve söylenmektedir. Doğala, normâle ve fıtrata birebir uygun olan Kur’ân-merkezli apaçık gaybî hakîkatlere inanmakta ve teslim olmakta aşırı zorlananlar ve hattâ vahiy-merkezli hakîkati “zaman-dışı” görüp inanmayarak inkâr edenler, meselâ -sözde- “kara-deliğin fotoğrafı” olarak gösterilen “uyduruk” bir “sentez resim”e, hiçbir eleştiri-îtirâz getirmeden ve hiç sorgulamadan ânında îman edebiliyorlar. Yine; üzerinde bir sondaj makinesi olan bir uzay aracının bilmem kaç milyon uzaklıktaki bir asteroite inerek orada sondaj yaptığını ve oradan çıkardıkları parçaların resimlerini ve analizlerini Dünyâ’ya gönderdikleri ve getirdikleri söylenmişti.

 

Peki şu yalana nerenizle gülersiniz?: “Dünyâ’dan gönderilen bir uydu yada uzay aracı, bilmem kaç milyon km. uzaklıktaki bir asteroide çarparak asteroidin yönünü değiştirmiş. Bu nasıl mümkün olabilir?. Çünkü meselâ 15X30 metre boyutlarındaki bir asteroidin hızı saatte 20.000 km.’dir. Buna rağmen küçücük bir uydu yada uzay aracının asteroidin yönünü değiştirebildiğini söylüyorlar. “NASA’nın Dünyâ’yı kurtaracak DART projesi” diye başlayan haberde şöyle deniyor: “NASA’nın DART uzay aracı, Dünyâ’dan yaklaşık 11 milyon kilometre uzaklıktaki Dimorphos asteroidine plânlı çarpmayı başardı. DART, asteroidi yörüngesinden saptırmak için yaklaşık saatte 23 bin kilometre hızla itti”. Herhâlde insanlık târihinde daha önce böyle büyük yalanlar söylenmemiştir. Fakat buna rağmen modern-bilime olan bu sorgusuz-suâlsiz ve kayıtsız-şartsız “mutlak îman ve güven” bunları sorgulamayı engellemiştir-engellemektedir. Bunun nedeni, insanların koşulsuz-şartsız teslîmiyet göstermesi gereken mercînin değişmiş olmasıdır.

 

Peki bu yalanları neden söylüyorlar?. Çünkü “tüm bunları biz yapıyoruz, ileride bir gün Dünyâ’ya uzaydan bir saldırı olursa yada Dünyâ büyük bir felâketin eşiğine gelirse bunu ancak biz önleriz. Bu nedenle siz bize muhtaçsınız, ayağınızı denk alın da bize artistlik yapmayın” diyerek kendilerinin Dünyâ’nın jandarması oldukları mesajını veriyorlar. Oysa insanları korkuttukları yada hayrân bıraktıkları görüntüler hep masa-başında ve bilgisayar üzerinde üretilmiş sahtekârlıklar ve zırvalıklardır.

 

İnsanlara her zaman “Allah’tan başkasına taptıkları “putlar” zarar vermiştir ve yıkım getirmiştir. Modern insan ise modern-bilimi ve teknolojiyi put edinip tapmaktadır. Modern insanın ve modern dünyânın sonunu getirecek olan şey işte bu modern-bilim ve teknoloji olacaktır.  

 

Yine, Ay’da ve Mars’ta koloni kurulacağı söylemi hiç absürd görülmemekte ve Ay ve Mars’ın yol geçen hanına dönüştüğü sanılmaktadır. Oysa Mars’a gitmenin mümkün olmadığını, çünkü Mars’ın bir gaz-gezegen olduğunu söyleyenler de vardır. Yine; bilmem kaç ışık-yılı uzaklığa gidilip üzerinde hayat olan bir gezegene inileceği söylenebiliyor ve insanlar da buna inanabiliyor. Adamlar daha alçak dünyâ yörüngesini bile aşamıyorlarken Samanyolu Galaksisi’nin resmini çekip “işte Samanyolu Galaksisi!” diyerek resim yayınlıyorlar ya!. Samanyolu Galaksisi’nin profilden tam bir resmini yayınlıyorlar. Yâni “demek ki Samanyolu Galaksisi’nin bilmem kaç ışık-yılı uzaklığına kadar gidilmiş ve oradan bir resim çekilmiş” düşüncesi oluşturuyorlar. Bu aslâ yapılmadığı gibi hiç-bir zaman da yapılamaz. Gerçi bu da bir şey mi!; sıkı durun; adamlar kâinâtın-evrenin profilden çekilmiş tam bir resmini yayınlıyorlar. İçinde yaşadığımız kâinâtın, sınırları belli olan bir resmini yayınlıyorlar. İnsanlar da “vay be!” diyerek bu gördüklerine, “işte kâinât-evren” diyerek huşû ile bakıp hayranlık duyuyorlar.

 

Eski ABD başkanı Obama, 2016 yılında; “önceki programın aksine, özel ve ulaşılabilir bir dönüm noktası için bir yön belirliyoruz. Önümüzdeki on yıl içinde mürettebatlı uçuşlar Alçak Dünyâ Yörüngesi’nin ötesini keşfetmek için gerekli sistemleri test edip deneyecek” demişti. 2016 yılında NASA da, Alçak Dünyâ Yörüngesi’nin geçilemediğini söylemişti. Bütün bunlar ne demektir?. Elbette; “daha önce Alçak Dünyâ Yörüngesi’nin geçilemediği ve ilerisine gidilemediği” demektir. Alçak Dünyâ Yörüngesi 160 km. yükseklikten başlıyor ve 1930 km’ye kadar devâm ediyor. Van Allen Kuşakları ise 500 ile 58000 km. yüksekliktedir. Van Allen Kuşağı’nın zararlı olmayan ilk bir-kaç yüz kilometresine kadar çıkılabilse de, bunun bir sınırı vardır ve o sınır ortalama 500-600 km. yüksekliktir. Böylece bu yükseklikten yâni 500-600 km. yükseklikten ilerisine gidilemeyeceği açığa çıkmış oluyor. Bu aynı-zamanda Ay’a gidilmediği gibi, Mars’a falan da gidilemeyeceği anlamına geliyor. Daha Van Allen Kuşağı bile geçilemiyor yâni 80 ilâ 690 km. yükseklikteki Termosfer geçilemiyor. Kaldı ki 380 bin km. uzaklıktaki Ay’a gidilebilsin.

 

Şu linkte Obama, “Alçak Dünyâ Yörüngesi’ni aşmaya çok yakınız” der. Astronotlar ve diğer bilim-adamları da bunu teyit eder:

 

https://www.youtube.com/watch?v=FmoiwjXepHM

 

Şu linkteki videoda ise Obama, “Alçak Dünyâ Yörüngesi’nin geçilemediğini yâni Dünyâ dışına hiç gidilmediğini” söylüyor. Zâten ondan sonra görüntüye gelen Don Pettit isimli kişi de  “Ay’a gidilen teknolojiye sâhip olmadıkları, çünkü onu yitirdikleri” gibi saçma-sapan bir şey söylüyor:

 

https://mobile.twitter.com/HSYNYILMAZ09/status/1526986652987666433

 

Adamlar daha Alçak Dünyâ Yörüngesi’ni geçemiyorlar ama yalan söylemeyi sürdürüyorlar ve bırakın Dünyâ’yı; Güneş Sistemi’nden bile ötelere gittiklerini söylüyorlar ve hattâ galaksinin de dışına çıkıp Samanyolu Galaksisi’nin fotoğrafını çekiyorlar. Sonra da diyorlar ki; “işte Samanyolu Galaksisi!”. Herkes de buna inanıyor.

 

Modern-bilimi dinleştiren bilim-adamları “Karman Sınırı” denilen ve deniz seviyesinden 100 km. yükseklikte olan bir sınır belirlemiştir ve bu sınırın üzerini “uzay” olarak kabûl etmektedirler. Zengin milyarderlerin roketlerle 101 km. yüksekliğe kadar çıkıp geri gelerek “uzaya çıktık geldik” demelerinin nedeni budur. Çıktıkları yer sâdece 100 km. yükseklikten başkası değildir. Fakat orası “uzay” değildir. Uluslararası Uzay İstasyonu 408 km. yükseklikte; Hubble Uzay Teleskopu ise 559 km. yükseklikte bulunmaktadır. Dolayısı ile Uluslararası Uzay İstasyonu ile Hubble Uzay Teleskopu “uzayda” değil, Alçak Dünyâ Yörüngesi’ndedir ve orada olmak zorundadırlar, çünkü daha ilerisine gidememektedirler. Yapay uydular ise 160 km. yüksekliğe konumlandırılır. Çünkü Güneş’ten gelen güçlü radyasyonları ve göktaşlarını bile Dünyâ’ya düşmeden önce saptıran ve eritip toz hâline getiren Van Allen Kuşağı’nın bu en yoğun olduğu bölgedeki radyasyon oranı, bu -sözde- uzay araçlarını da eritip yok eder. Van Allen Kuşağı düşük seviyedeki yapay uydulara bile zarar verebiliyor.

 

Modern-bilimin çoğu filim ve masaldır, modern masallardır. Modern-bilimin dünyâ-dışı uzay hakkında söylediklerinin %90’ı, dünyâ-içi için söylediklerinin de %60’ı masaldır. Meselâ 3-5 milyon ışık-yılı uzaklıktaki bir yıldız-sistemi içinde yer alan bir gezegende su bulunduğunu söylerler ki, bu masaldan başka bir şey olamaz. Modern-bilim sürekli olarak böyle masallar anlatır. Zâten hayâtiyetinin devâmını da bu masallarla sağlar. Bir kere gezegenler teleskopla falan görülmez. Çünkü ışık-kaynağı olmayan cisimler teleskopla görülemez. Bir yıldız-sitemini gözlemliyorlarken, o sırada yıldızın çok küçük bir kısmında bir karaltı oluşuyor. Bu karaltının, o sırada yıldızın etrâfında dönen ve önünden geçen bir gezegenin oluşturduğu karaltı olduğunu, o gezegenin yâni karaltının büyüklüğüne, hızına, yörüngesine vs. bakarak da içinde su ve yaşam olduğunu söylüyorlar. Buna da “bilim” diyorlar. Pis yalancılar!. Gezegenin kendisine değil de yaptığı karaltıya bakarak hakkında hüküm veriyorlar. Bu ne küstahlıktır!. Bu nasıl bir yalancılıktır!.

 

Modern-bilim “dîn”in yerine konmuş, teknoloji ise zanaat ve sanatın yerine geçirilmiştir. Klâsik zamanlardaki din-adamları modern zamanlarda “bilim-adamları” hâline gelmişken, zanaatkârların yerini ise teknisyenler almıştır. Tabi bu değişim, en başta rûhu öldürmüş ve estetiği bozmuştur. Heidegger, “orta-çağ’da kilise doktrinlerinin gördüğü işlevin, modern çağ’da bilim tarafından yerine getirildiğini” savunur. Modern-bilim yeni ve modern bir dogmadır.

 

Kur’ân, modern-bilimi baş-tâcı yapmış ve modern-bilimi merkeze almış olanlar tarafından, sanki indiği dönem için değil de, “1.300-1.400 yıl sonra okunup anlaşılması için gönderilmiş bir Kitap” gibi muâmele görüyor. Kur’ân’ı sâdece modern zamanlar için gönderilmiş bir Kitap gibi okumak ve Kur’ân’ı modern-bilimin nesnesi yaparak okuyup anlamaya çalışmak doğru değildir. Çünkü modern-bilimin verileri ve teorileri sürekli değişir ve dönüşür. Bu nedenle modern-bilime dayanarak bir gün önce savunduğunuz ve Kur’ân’a uydurduğunuz bir teoriyi, bir gün sonra inkâr etmek zorunda kalır ve bu yüzden rezil olabilirsiniz. Newton’un ve Einstien’in yerçekimi kuramlarında olduğu gibi. Kur’ân’ın tahrifi modern zamanlarda böyle yapılıyor. Kur’ân modern-bilim ve teknoloji üzerinden tahrif ve tahrip edilmeye çalışılıyor.

 

Modern-bilim ile bir âyetin daha detaylı açıklaması yapılabilir, fakat “daha önceden bilinmiyordu, modern-bilimin ışığında anlaşıldı” gibi cümleler kurmak, Allah’a, Kur’ân’a, Peygamber’e ve sahabeye yapılmış bir hakâret olacağı gibi, “biz her-şeyi açıkladık” sözüne de, “size dîninizi tamamladım” sözüne de aykırı olur.

 

Modern müslümanlar âyetlere modern-bilim bağlamında yorumlar yapmakta ve âyetleri zorla modern-bilime uyarlamaya çalışmaktadırlar. Bu gayret, özellikle ateistlerin, deistlerin ve şüphecilerin ortaya çıkması ve çoğalmasından sonra artmıştır. Bu dinsiz kişiler, dîni inkâr ettikleri ama modern-bilimi din yaptıkları için, modern müslümanlar da bunlara karşı modern-bilimi kullanarak cevaplar vermek istiyorlar. Bu bağlamda da bilim geliştikçe, değiştikçe ve ilerledikçe fetvâların ve şeriatların da değişmesi gerektiğini söyleyebiliyorlar:

 

Allah’ın yaratma sanatını görmek ve hayrân olmak için bilgisayarda üretilmiş uydurma görüntülere gerek yoktur. Allah’ın muhteşem yaratma sanatı, başımızı göğe kaldırıp çıplak gözle bakmakla yada bir deveye bakmakla bile görülebilecek bir şeydir.

 

Allah’ın yaratışını ve sanatını izlemek, tefekkür etmek ve o muhteşem sanat karşısında huşû duymak için o bilgisayarda hazırlanmış renkli resimlere ve görüntülere gerek yoktur. Zâten o görüntüler masa-başında bilgisayarda üretilmiş ve hazırlanmış uydurma görüntülerdir. Çünkü evrende öyle rengârenk evren materyâlleri olmaz, evrende öyle rengârenk görüntüler yoktur, çünkü evren böyle renkli ve şaşâalı resimler-görüntüler vermez ve siyah-beyaz renkler ağırlıktadır. Sâdece anlık bâzı sönük renkli görüntüler gözlenebilir. O gördüğünüz ve meftûn, hayrân ve râm olduğunuz resimler ve görüntüler var ya!; masa-başında bilgisayarda üretilmiş sahte ve yalan görüntülerden ibârettir. Allah’ın, sanatının, yasalarının ve yüceliğinin yalan ve sahte üzerinden anlaşılmasına ihtiyâcı yoktur. Allah’ın yarattığı doğal, normâl ve fıtrî varlıklar, başımıza kaldırınca gördüğümüz ve dikkat kesilerek baktığımız şeyler, Allah’ın kudretini ve yüceliğini idrâk etmememiz için bize yeter. Bakar-bakmaz gördüğümüz görüntüler ve varlıklar, O’nun yüceliğini, yaratma sanatını ve muhteşem kânunlarını, evrendeki mükemmel nizâmı, düzeni ve döngüyü bize göstermeye yeter. Modern-bilimin yalanlarına ve zırvalıklarına ihtiyâcımız yoktur.

 

Şu linkteki, videoda, doğal-normâl renklere sâhip olan bir galaksinin nasıl allanıp-pullanıp boyanarak insanlara sunulduğunu görebilirsiniz:

 

https://www.chip.com.tr/video/nasa-uzay-resimlerini-boyle-degistiriyor_2417.html

 

Yâni demek istediğimiz o ki, Allah’ın yarattığı gerçekler yerine, Allah’ın muhteşem sanatı, kânunları (sünnetullah), nizâmı, düzeni ve vahyi varken, Allah’ı râzı edecek olanlara sunulacak olan sonsuz nîmetlerin bulunduğu cennet varken, bunlara îman etmek ve güven duymak varken; Allah’ı, gaybı, vahyi, peygamberleri, kitapları, dîni, İslâm’ı hiç hesâba katmayan ve hattâ bunları inkâr eden modern-bilimin yalanlarına, masallarına, uydurmalarına, dayatmalarına ve zırvalıklarına sorgusuz-suâlsiz, koşulsuz-şartsız îman etmek ve modern-bilimi hiç eleştirmeden, îtirâz etmeden, sormadan-sorgulamadan sonsuz bir güven duymak ve kesin şekilde ona îman etmek, apaçık bir şirk, küfür ve zulümdür. Zîrâ îman ancak “gayba îman”dır..

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Eylül 2022

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »

7 Aralık 2022 Çarşamba

Vahyi “Olmasa Da Olur” Olarak Görmek Yada Akla Tapmak

 

“Ey îman edenler!; size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah’a ve Resûlü’ne icâbet edin. Ve bilin ki muhakkak Allah, kişi ile kâlbi arasına girer ve siz gerçekten O’na götürülüp toplanacaksınız. Ve sizlerden yalnızca zulmedenlere isâbet etmekle kalmayan bir fitneden korkup-sakının. Bilin ki, gerçekten Allah (cezâ ile) sonuçlandırması pek şiddetli olandır” (Enfâl 24-25).

 

Allah’ın varlığa müdâhalesi “sünnetullah” denen yasalarla olur. Bu yasalar kâinatın tümünde; Dünyâ’da, doğada, bitkilerde, hayvanlarda ve insanın fizîki tarafında hâkim olduğu gibi, insanlar arasında; sosyâl, kültürel, ekonomik, siyâsî, hukûkî, kânûnî, askerî vs. her alanda da hâkim olmalıdır. Zîrâ insanlar arasında da, tüm kâinatta ve doğada olduğu gibi bir nizâma ve düzene ancak bu şekilde kavuşulabilir ki, zâten bunun başka da bir yolu yoktur. Allah göklere olduğu gibi yeryüzüne ve insanlara yâni tüm âleme “İslâm” ile hâkim olmak ister ki tevhid ancak böyle sağlanabilir ve hak-hakîkat, adâlet-eşitlik, merhâmet-vicdan, mutluluk-huzûr ve nizam-düzen ancak ve ancak İslâm ile kurulabilir ve devâm ettirilebilir. Bunun başka hiç-bir yolu yoktur ve hiç-bir zaman da olmamıştır.

 

Lâkin gelin-görün ki târih boyunca -samîmi mü’minler hâriç- insanlar, şeytanın etkisine açık oldukları, kışkırtılmaya ve ayartılmaya çok müsâit olan bir nefse sâhip oldukları ve tâğutlar ve onların beşerî sistemleri tarafından ağır bir kuşatma ve baskı altında kaldıkları için Allah’ın sistemi olan sünnetullahı ve İslâm’ı merkeze almamışlar, vahye göre hareket etmemişler, peygamberleri örnek edinmemişler ve sonuçta da adâletsizlik, eşitsizlik, haksızlık, ahlâksızlık, küfür, şirk, zulüm, merhâmetsizlik, vicdansızlık ve şerefsizlik Dünyâ’ya çoğunlukla hâkim olmuştur. Zîrâ insanlar vahyi kabûl ediyor görünseler de hayatlarının merkezine almamışlar ve tâvizsiz bir şekilde vahiy-merkezli yaşamamışlar ve yaşamamaktadırlar. Çünkü vahyi “olmasa da olur” görmüşler ve vahiy yerine şeytan, nefs ve tâğutlar tarafından kışkırtılmış ve saptırılmış akıllarına yâni insana yâni beşere yâni maddî olana uymuşlar ve hattâ tapmışlardır-tapınmaktadırlar. Vahyi olmasa da olur olarak görmek mutlakâ akla tapmakla sonuçlanır yada akla tapmak, vahyi hayâtın merkezinden çıkarmayı gerektirir. Çünkü akıl ancak vahyin yönlendirmesinde ve kontrôlünde olursa iyiye yönelir ve doğru kullanılabilir.  

 

Vahyi “olmasa da olur” olarak gördükleri için akıllarına tapanlar şunu söyleyebilmektedirler: “Dînî olan aynı zamanda aklî ve ahlâkî olandır. İnsan, aklı ve sezgileriyle iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan, faydalıyı zararlıdan ayırt edebilme yeteneğindedir. Bu sezgisel yetenek Kur’ân’da ‘ilham’ olarak adlandırılmaktadır. Allah insanın özüne neyin iyi neyin de kötü olduğunu bilme yetisi yerleştirmiştir”. Böylece zımnen; “akıl yeter, vahiy olmasa bile olur” demekte yada vahyi sâdece bir idrâk ve ahlâk hareketi olarak görmektedirler.

 

Mu’tezile ve Hanefi/Mâturîdî akım, akla kanımca değerinden fazla önem vererek vahyi baskı altına almış ve vahyin önemini blôke etmiştir. Akıl ile vahyi aynılaştırmak ve eşitlemek düşüncesi, bir zaman sonra vahyi “olmasa da olur” durumuna düşürür yada akıldan sonra ikinci plâna iter. En azından vahiy ile aklı eşitlemek isteyerek vahyin önemini ve üstünlüğünü azaltırlar. Hâlbuki vahiy Allah’tan, akletmek ise beşerdendir. Allah’tan olan sınırsız iken, beşerî olan mecbûren sınırlı olacağından dolayı aklın vahiyden üstün olması yada vahiy ile eşitlenmesi zinhar mümkün değildir. Fakat akla gereğinden fazla değer verenler ve hattâ akla tapanlar, vahyi de aklın bir ürünü ve sonucu olarak görmek istemektedirler. Bu da aklı vahiyden üstün yada eşit duruma getirmektedir.

 

Vahiy akıl-dışı değil ama akıl-üstü olduğu için sâdece akla değil, kâlbe ve rûha da hitâp eder. İşte bu hitâbı duyan kişi o zaman vazgeçer vazgeçilmesi gerekenlerden ve  o zaman yapmaya başlar yapılması gerekenleri. Aklı ile olayı tam kavrayamadığı için yapması ve vazgeçmesi gereken şeyleri tam olarak idrâk edemeyen akıl, bu nedenle vahye muhtaçtır. Aklına tapanlar ise, vahyin sâdece irâdeyi ve ahlâkı arttırarak akla yardım ettiğini söyleyerek şöyle derler:

 

“İnsan, Allah’ı bilmeden önce, neyin iyi ve kötü olduğunu bilir. Bu bilgisine dayanarak da Allah’ı bilmenin iyiliğine ve gerekliliğine hükmeder. Pekiyi insanın bu bilme yeteneği, onun vahye ihtiyâcı olmadığı anlamına gelir mi?. Hayır!. Zîrâ vahyin amacı insanın iyiyi yada kötüyü bilmesini sağlamak değildir. İnsanın neyin iyi yada kötü olduğunu bildiğini vahiy zâten kabûl etmektedir. Ama iyi olarak bildiğini yapmadığını, kötü olarak bildiklerinin de ardına düştüğünü gördüğü için, bu sürüklenmenin kaynağı durumundaki irâdeyi muhâtap alır ve onu eğitmeyi amaçlar. O-hâlde vahyin amacı bir irâde eğitimidir ve yapıları gereği insanlar böyle bir eğitime her hâlleriyle muhtaçtırlar”.

 

Vahyi, “bilmenin öznesi” değil, ahlâkı ve irâdeyi yönlendiren şey olarak görüyorlar. Böyle olunca da “vahyin ilâhî kaynaklı olması gerekmiyor” düşüncesi açığa çıkıyor. Oysa Peygamberimiz muhteşem bir ahlâka sâhip olmasına ve herkesin bunu kabûl etmesine rağmen, toplumdaki ahlâksızlığın, haksızlığın, vicdansızlığın, merhâmetsizliğin, şirkin, küfrün ve zulmün nasıl bertarâf edilip de hakkın ve hakîkatin nasıl ortaya konabileceğini bilemiyordu ve bu konuda çâresiz durumdaydı:

 

“Elbette Rabbin sana verecek, böylece sen hoşnut kalacaksın. Bir yetim iken, seni bulup barındırmadı mı?. Ve seni yol bilmez iken doğru yola yöneltip iletmedi mi?” (Duhâ 5-7).

 

“Onlara âyetlerimiz apaçık belgeler olarak okunduğunda, bizimle karşılaşmayı ummayanlar, derler ki: ‘Bundan başka bir Kur’ân getir veyâ onu değiştir’. De ki: ‘Benim onu kendi nefsimin bir öngörmesi olarak değiştirmem benim için olacak şey değildir. Ben, yalnızca bana vahyolunana uyarım. Eğer Rabbime isyân edersem, gerçekten ben, büyük günün azâbından korkarım’. De ki: ‘Eğer Allah dileseydi, onu size okumazdım ve onu size bildirmezdi. Ben ondan önce sizin içinizde bir ömür sürdüm. Siz yine de akıl erdirmeyecek misiniz?’. Allah’a karşı yalan uydurup iftirâ düzenden ve O’nun âyetlerini yalanlayandan daha zâlim kimdir?. Şüphesiz O, suçlu-günahkârları kurtuluşa erdirmez” (Yûnus 15-17).

 

Oysa el-emîn olmak bunu bilmeyi gerektirir aklına tapanların söylediklerine göre. Ne yapılması gerektiğini bilmek muhteşem bir ahlâka sâhip olan Peygamberimiz’e değil de aklını ilahlaştıranlara mı yakışır?.

 

Vahyi olmasa da olur olarak görenlerin ve akla tapanların söyledikleri şeyler, dîni vicdanlara ve ahlâka indirgemek ve de İslâm’ı “sâdece din” zannetmektir. Oysa İslâm kişinin iç-âlemini inşâ ettikten sonra hayâtın tüm alanlarında ve mekânlarında yâni her alanda ve her konuda hâkim olmak ister. İslâm’ı dîne, kâlplere, vicdanlara, ahlâka ve dört duvar arasına hapsettiğinizde, Dünyâ’nın ve dünyevî işlerin ilahlığını akla vermek durumunda kalırsınız ve Allah “sâdece göklerin ilahı ve rabbi” olurken, akıl da yeryüzünün rabbi olur. Şirk, küfür ve zulüm işte budur. Tevhidin parçalanması, Allah’ın göklerde tek ilah olduğu gibi yeryüzünde de tek ilah olmaması durumudur.

 

Aklına tapanların vahyi olmasa da olur olarak gördüklerinin delili; “vahiy insanın akıl ve tecrübesinden bütünüyle farklı olarak hayâtına tepeden inen buyurgan bir kaynak değildir” demeleri ve vahiy yerine akla aşırı vurgu yaparak aklı ilahlaştırmış olmalarıdır. Oysa İslâm elbette “tepeden inme”dir, zîrâ İslâm devrimci bir din’dir. Kişide ve toplumda inkılap yapar ve hayâtı baştan-sona düzeltmeye ve değiştirip dönüştürmeye çalışır.

 

Akla tapanlar, vahyin aklı yönlendirdiği ve yönettiğini düşünmeden, vahyin ancak akıl ile birlikte hakkı ortaya koyabileceğini söylerler. Yâni “vahiy hakkı ve hakîkati tek-başına ortaya koyup da hâkim olamaz” demeye getirirler. Oysa vahiy hakîkatin kaynağıdır ve akıl da ancak vahye göre hareket ettiğinde hakka göre hareket etmiş olur ve doğru yolu bulur. Aksi-hâlde sapmaktan ve bâtıla doğru meyletmekten kurtulamaz.

 

Vahyin olmadığı yada kâle alınmayıp hesâba katılmadığı zamanlarda her türlü adâletsizlik, eşitsizlik, haksızlık, ahlâksızlık, sapkınlık ve sapıklık, şirk, küfür, zulüm ve melânet ortaya çıkar ve çoğunluk tarafından işlenir. Bu günümüzde, tüm günahların alabildiğine işlendiği bir günah borsasına dönüşmüş olan modern dünyâda apaçık görülen bir gerçektir. Ancak vahiy bunu tersine çevirebilir. Akıl ise vahiy-merkezli olmadığında mevcut olan şeyleri mantıklı bulabilir. Nitekim Allah fâizi, zinâyı, içkiyi, uyuşturucuyu haram ve günah olarak yasaklarken, akıl bunların meşrûluğuna dâir yorumlar yapabilmekte ve faydasından bahsedebilmektedir. İnsanların bir-çoğu da bu yorumları mantıklı bularak akıllarına tapar ve vahiyden uzaklaşır.

 

“Vahiy olmasa da olur” anlamına gelen, “insan aklıyla tüm iyiliği ve kötülüğü bilir” demek, insanın yaptığı şeylerin aslında hep iyi olduğunu söylemek demektir ki bu Türk-İslâm yada Anadolu müslümanlığının görüşüdür. Çünkü akıl bu kişiler tarafından “hiç-bir zaman yanılmaz bir cevher” olarak görülüp kabûl edilmektedir.

 

Din tamamlanmıştır ve emredilenler tam olarak gerçekleştirilememiş olsa da söylenen söylenmiştir ve kayıt altına alınmıştır. Dîni yeniden keşfetmeye gerek yoktur. Vahiy söyleyeceğini hem en kâmil anlamda söylemiş hem de örnek alınabilecek “en güzel örneklik” tam olarak ortaya konmuştur. Artık insanlar tüm zamanlarda ve mekânlarda vahye ve güzel örnekliğe uygun ve aykırı düşmeyecek şekilde düşünmek, konuşmak, yazmak ve eylemek ile mükelleftirler. Aksi-hâlde akıllarını ilahlaştırıp tapmak ve her dönemde şeytan, nefis ve tâğutlar tarafından kışkırtılmış, yoldan çıkarılmış ve yozlaşmış akıllarıyla “yeni bir din”den bahsetmek zorunda kalacaklardır. Bu dîni elbette zamânın konjonktürü, reel-politik ve arzular, istekler, hazlar, hevâ ve heves belirleyecektir. Modernizm belirleyecektir. Böylece aslında zamâna ve mevcuda tapmak kaçınılmaz olacaktır.

 

Şu da var ki aslında “akıl” diye bir şey yoktur ve “akletmek” vardır. İnsanın rûhundan kaynaklanan bir akletme yetisi vardır ve kişi bu akletmeyi ya şeytana, nefsine, arzularına, ihtiraslarına ve tâğutlara göre; yada Allah’a, âhirete, gayba, vahye, Kur’ân’a, Peygamber’e yâni İslâm’a göre yapar. Zâten akletmek vahye göre yapılmadığında ortaya sapıklıktan başka bir şey çıkmaz. İyi gibi görülenler bile kısa zaman sonra zarar vermeye başlar. Akla tapan ve aklı ve insanı ilahlaştıran modernizmin Dünyâ’yı ifsâd etmesinin nedeni budur.

 

Akıl, sanıldığı gibi “evrensel doğrulara ve ahlâkî olana” ulaşamaz. Zîrâ akıl sınırlıdır, bu yüzden çapı ve çabası evrensel olmaya ve evrenseli bilmeye yetmez. Bu nedenle vahye muhtaçtır. Zâten akıl, vahiy yol göstermedikçe bırakın evrensel olmayı, “yerel” bile olamaz.

 

Vahyi olmasa da olur olarak görenler ve sonuç olarak mecbûren akla tapanlar, aklı temele ve merkeze aldıkları için mecbûren peygamberlerin ortaya koyduğu vahiy-merkezli geleneği ve Sünnet’i dışlarlar. Böylece aklın belirlediklerinin, vahyin bildirdiklerini ve peygamberlerin örnekliğini neshedeceğini söylemiş oluyorlar.

 

Dünyâ’nın ve tüm varlığın formatı gereği insanların karşılaşabileceği olaylar ve olgular belli bir sınırda olmak zorundadır. Başka zamanlarda farklı görünümler olsa da temel ilkeler ve yaşama-şekilleri ve yapılan doğrular ve yanlışlar değişmez. Azapla cezâlandırılan kavimlere bakıldığında aynı yanlışları yaptıkları görüldüğü gibi peygamberler de onları hep aynı şekilde uyarmışlardır. Hiç-bir zamanda ve hiç-bir mekânda, daha önce görülmemiş, duyulmamış ve ne yapılacağı bilinemez olaylar ve olgular ortaya çıkmamıştır ve çıkacak değildir. Hiç-bir zaman sonsuz olay ve olgular ortaya çıkmayacaktır ve hep benzer olaylar ve olgular yaşanacaktır. Kâinâtın, Dünyâ’nın ve insanın yapısı ve karakteri bellidir ve bu yapı ve karakter hiç değişmeyecektir. Öyleyse insanların olaylara ve olgulara karşı vereceği tepki de temelde aynı olacak ve sâdece görünümde farklılaşmalar olacaktır. İnsanlar yine aynı günahları işleyecek, aynı tevbeleri edecektir. Dolayısıyla “yeni” diye bir şey yoktur fakat “yeniden” vardır. En son inen vahiy olan Kur’ân ve Peygamberimiz ile ortaya konan hayat-şekli, olaylar ve olgular, Dünyâ’da insanların yaşayabilecekleri özet ve muhtasar hayat-şekli, olaylar ve uygulamalar olacaktır. Bugüne kadar olduğu gibi, bundan sonra da ortaya çıkacak olan olaylar ve olgular, daha önce benzerleri yaşanmış ve görülmüş olan benzer olaylar ve olgular olacaktır. Bu nedenle Kur’ân’ın bildirileri tüm zamanlara ve mekânlara aynı reçeteyi verecek ve Peygamberimiz’in güzel örnekliği tüm zamanlarda ve mekânlarda geçerli ve bağlayıcı olacaktır. Peygamberlerin ortaya koydukları gelenek ve örneklik, eğer yeni zamanlarda geçerliliğini yitirecekse, o zaman onlara inen vahiyler de yeni zamanlarda çalışmayacak ve geçerliliğini yitirecektir. Zîrâ peygamberlerin, Allah’ın kontrôlünde ve onaylamasıyla, zaman-zaman da düzelterek ortaya koydukları vahiy-merkezli en güzel örnekliklerdir. Hem vahiyden daha üstün bir dayanağın ortaya konulup uygulanması mümkün değildir, hem de “güzel örneklik”ten daha üstün bir örnekliğin ortaya konulması mümkün değildir. Hele aklın bunu yapabilmesi söz-konusu bile değildir.

 

İnsan, modernlerin sandığı gibi ilkellikten modernliğe doğru giden bir varlık değildir. İnsan hiç-bir zaman ilkel bir varlık olmamıştır. İlk insan ilk peygamberdir. Bu nedenle Allah’ın ilk insana gönderdiği vahiy ile son Peygamber’e gönderdiği vahiy arasında gelişmişlik farkı olmaz. Târihte, “ilerleme” diye bir şey yoktur, dönüşüm vardır ve dönüşüm gerçekleşene kadar olan bir değişim vardır.

 

Modernizmi “insanlığın geldiği son sınır” ve “en ileri nokta” olarak gören modernistlerin, “Arap insanının ve toplumunun (daha genel anlamda, geçmişte yaşamış hiç-bir insan ve toplumun) bütün insan ve toplum gerçekliklerine kaynaklık etmesi mümkün değildir” demelerinin bir anlamı yoktur. Son vahiy ve son Peygamber’in ortaya koyduğu referans tüm zamanlar ve mekânlar için bağlayıcıdır ve geçerlidir. Zîrâ din tamamlanmıştır ve “yepyeni” bir ilâveye gerek yoktur. Tüm yeni zamanlarda da yine vahiy-merkezli ve güzel örneklik üzerinden mevcut sorulara ve sorunlara cevap verilebilecektir.

 

Vahiy ne zaman indiyse ve peygamber örnekliği ile en ideâl şekilde ortaya konduysa, o târih örnek bir târih olur ve bu nedenle de bağlayıcıdır.

 

Dünyâ cennet olmadığı için “en son ideâle ulaşma” diye bir şey yoktur ve bu nedenle de “önceki nesillerin yaptıkları sâdece kendi zamanlarının ideâlleridir ve herkes kendi çağının ideâlini ortaya koymaya çalışmalıdır ve genel ideâle doğru gidilmelidir” düşüncesi yanlıştır, boştur. Zîrâ Dünyâ’nın ve kâinâtın maddî varlığı, formatı ve yapısı gereği öyle hayâli bir ideâl yoktur, olamaz. O en üst ideâl ancak cennette olur-olacaktır. Bu nedenle de insanın ulaşabileceği en üst ideâl, tüm zamanlar ve mekânlar için bağlayıcı olan vahiy bildirisi ve peygamber örneklikleridir. Vahiy sâdece evrensel değerleri değil, ebedî hükümleri de içerir. Akıl ise, yeni zamanlarda yeni hükümler üretmekle değil, ebedî hükümleri yeni ve tüm zamanlarda uygulamakla mükelleftir. Zâten akıl “evrensel hükümler ve değerler üretmek için” değil, zâten en ideâl şekilde ortaya konmuş olan evrensel hükümleri ve değerleri uygulamak için vardır. Akıl, hüküm koyma aşamasında değil, hükümleri uygulama aşamasında çalışabilir. Hükümler vahiy ile belirlenmiş evrensel hükümler olmadığında, beşer tarafından belirlenen bâtıl hükümler olur.

 

Aklını ilahlaştırıp tapanlar, her ne kadar söylemek istemeseler yada dolaylı yönden söyleseler de, “vahiy olmasa da olur” düşüncesindedirler. Bunu modernizmin etkisiyle ve baskısıyla yapmaktadırlar. Bu baskı ve etki onların modernizme râm ve meftûn olmalarıyla sonuçlanmıştır. Artık hayatlarının merkezinde vahiy değil modernizm hâkim olduğu için, Kur’ân’ı ve İslâm’ı da modernizmin nesnesi yapmaya çalışmaktadırlar.

 

Vahyi olmasa da olur olarak görenler ve bu nedenle de mecbûren akıllarını ilahlaştırıp tapanlar, meselâ bir tuş olsa ve o tuşa basıldığında, insanların akıllarından, kütüphânelerden, kitaplardan, elektronik ortamdan vs. her-şeyden tüm vahiy ve Kur’ân silinse, tüm İslâm ve peygamberler târihi bir-anda yok olsa bile “insanın aklıyla yine de hakkı ve hakîkati bulabileceğini” söylerler. Bu da vahyi olmasa da olur görmek anlamına gelir. Bu düşünce elbette onların akıllarının çok iyi çalışmasından, vicdanlarının ve ahlâklarının çok güçlü olmasından değil, hayrân, meftûn ve râm oldukları Aydınlanma zihniyeti, Modernizm’in ağır baskısı ve kuşatması, oryantâlistlere olan aşırı sevgi, saygı ve bağlılık, geleneğe, doğu’lulara ve Araplara olan düşmanlık ve de düşüncelerini ve zihniyetlerini oluşturan (başta fitnenin merkezi durumundaki Ankara İlâhiyat olmak üzere) okudukları okullar, aldıkları beşerî, lâik, seküler merkezli eğitim ve “dinlerini İslâm düşmanlarından öğrenmiş olmaları”dır. Bu kişilerin birer sapık olduklarının farkında olmamaları yada bunu kabûl etmemelerinin nedeni budur. Şeytan bu kişilerle eğlenmekte ve billur geçmektedir vesselam.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Eylül 2022

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »