7 Aralık 2022 Çarşamba

Vahyi “Olmasa Da Olur” Olarak Görmek Yada Akla Tapmak

 

“Ey îman edenler!; size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah’a ve Resûlü’ne icâbet edin. Ve bilin ki muhakkak Allah, kişi ile kâlbi arasına girer ve siz gerçekten O’na götürülüp toplanacaksınız. Ve sizlerden yalnızca zulmedenlere isâbet etmekle kalmayan bir fitneden korkup-sakının. Bilin ki, gerçekten Allah (cezâ ile) sonuçlandırması pek şiddetli olandır” (Enfâl 24-25).

 

Allah’ın varlığa müdâhalesi “sünnetullah” denen yasalarla olur. Bu yasalar kâinatın tümünde; Dünyâ’da, doğada, bitkilerde, hayvanlarda ve insanın fizîki tarafında hâkim olduğu gibi, insanlar arasında; sosyâl, kültürel, ekonomik, siyâsî, hukûkî, kânûnî, askerî vs. her alanda da hâkim olmalıdır. Zîrâ insanlar arasında da, tüm kâinatta ve doğada olduğu gibi bir nizâma ve düzene ancak bu şekilde kavuşulabilir ki, zâten bunun başka da bir yolu yoktur. Allah göklere olduğu gibi yeryüzüne ve insanlara yâni tüm âleme “İslâm” ile hâkim olmak ister ki tevhid ancak böyle sağlanabilir ve hak-hakîkat, adâlet-eşitlik, merhâmet-vicdan, mutluluk-huzûr ve nizam-düzen ancak ve ancak İslâm ile kurulabilir ve devâm ettirilebilir. Bunun başka hiç-bir yolu yoktur ve hiç-bir zaman da olmamıştır.

 

Lâkin gelin-görün ki târih boyunca -samîmi mü’minler hâriç- insanlar, şeytanın etkisine açık oldukları, kışkırtılmaya ve ayartılmaya çok müsâit olan bir nefse sâhip oldukları ve tâğutlar ve onların beşerî sistemleri tarafından ağır bir kuşatma ve baskı altında kaldıkları için Allah’ın sistemi olan sünnetullahı ve İslâm’ı merkeze almamışlar, vahye göre hareket etmemişler, peygamberleri örnek edinmemişler ve sonuçta da adâletsizlik, eşitsizlik, haksızlık, ahlâksızlık, küfür, şirk, zulüm, merhâmetsizlik, vicdansızlık ve şerefsizlik Dünyâ’ya çoğunlukla hâkim olmuştur. Zîrâ insanlar vahyi kabûl ediyor görünseler de hayatlarının merkezine almamışlar ve tâvizsiz bir şekilde vahiy-merkezli yaşamamışlar ve yaşamamaktadırlar. Çünkü vahyi “olmasa da olur” görmüşler ve vahiy yerine şeytan, nefs ve tâğutlar tarafından kışkırtılmış ve saptırılmış akıllarına yâni insana yâni beşere yâni maddî olana uymuşlar ve hattâ tapmışlardır-tapınmaktadırlar. Vahyi olmasa da olur olarak görmek mutlakâ akla tapmakla sonuçlanır yada akla tapmak, vahyi hayâtın merkezinden çıkarmayı gerektirir. Çünkü akıl ancak vahyin yönlendirmesinde ve kontrôlünde olursa iyiye yönelir ve doğru kullanılabilir.  

 

Vahyi “olmasa da olur” olarak gördükleri için akıllarına tapanlar şunu söyleyebilmektedirler: “Dînî olan aynı zamanda aklî ve ahlâkî olandır. İnsan, aklı ve sezgileriyle iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan, faydalıyı zararlıdan ayırt edebilme yeteneğindedir. Bu sezgisel yetenek Kur’ân’da ‘ilham’ olarak adlandırılmaktadır. Allah insanın özüne neyin iyi neyin de kötü olduğunu bilme yetisi yerleştirmiştir”. Böylece zımnen; “akıl yeter, vahiy olmasa bile olur” demekte yada vahyi sâdece bir idrâk ve ahlâk hareketi olarak görmektedirler.

 

Mu’tezile ve Hanefi/Mâturîdî akım, akla kanımca değerinden fazla önem vererek vahyi baskı altına almış ve vahyin önemini blôke etmiştir. Akıl ile vahyi aynılaştırmak ve eşitlemek düşüncesi, bir zaman sonra vahyi “olmasa da olur” durumuna düşürür yada akıldan sonra ikinci plâna iter. En azından vahiy ile aklı eşitlemek isteyerek vahyin önemini ve üstünlüğünü azaltırlar. Hâlbuki vahiy Allah’tan, akletmek ise beşerdendir. Allah’tan olan sınırsız iken, beşerî olan mecbûren sınırlı olacağından dolayı aklın vahiyden üstün olması yada vahiy ile eşitlenmesi zinhar mümkün değildir. Fakat akla gereğinden fazla değer verenler ve hattâ akla tapanlar, vahyi de aklın bir ürünü ve sonucu olarak görmek istemektedirler. Bu da aklı vahiyden üstün yada eşit duruma getirmektedir.

 

Vahiy akıl-dışı değil ama akıl-üstü olduğu için sâdece akla değil, kâlbe ve rûha da hitâp eder. İşte bu hitâbı duyan kişi o zaman vazgeçer vazgeçilmesi gerekenlerden ve  o zaman yapmaya başlar yapılması gerekenleri. Aklı ile olayı tam kavrayamadığı için yapması ve vazgeçmesi gereken şeyleri tam olarak idrâk edemeyen akıl, bu nedenle vahye muhtaçtır. Aklına tapanlar ise, vahyin sâdece irâdeyi ve ahlâkı arttırarak akla yardım ettiğini söyleyerek şöyle derler:

 

“İnsan, Allah’ı bilmeden önce, neyin iyi ve kötü olduğunu bilir. Bu bilgisine dayanarak da Allah’ı bilmenin iyiliğine ve gerekliliğine hükmeder. Pekiyi insanın bu bilme yeteneği, onun vahye ihtiyâcı olmadığı anlamına gelir mi?. Hayır!. Zîrâ vahyin amacı insanın iyiyi yada kötüyü bilmesini sağlamak değildir. İnsanın neyin iyi yada kötü olduğunu bildiğini vahiy zâten kabûl etmektedir. Ama iyi olarak bildiğini yapmadığını, kötü olarak bildiklerinin de ardına düştüğünü gördüğü için, bu sürüklenmenin kaynağı durumundaki irâdeyi muhâtap alır ve onu eğitmeyi amaçlar. O-hâlde vahyin amacı bir irâde eğitimidir ve yapıları gereği insanlar böyle bir eğitime her hâlleriyle muhtaçtırlar”.

 

Vahyi, “bilmenin öznesi” değil, ahlâkı ve irâdeyi yönlendiren şey olarak görüyorlar. Böyle olunca da “vahyin ilâhî kaynaklı olması gerekmiyor” düşüncesi açığa çıkıyor. Oysa Peygamberimiz muhteşem bir ahlâka sâhip olmasına ve herkesin bunu kabûl etmesine rağmen, toplumdaki ahlâksızlığın, haksızlığın, vicdansızlığın, merhâmetsizliğin, şirkin, küfrün ve zulmün nasıl bertarâf edilip de hakkın ve hakîkatin nasıl ortaya konabileceğini bilemiyordu ve bu konuda çâresiz durumdaydı:

 

“Elbette Rabbin sana verecek, böylece sen hoşnut kalacaksın. Bir yetim iken, seni bulup barındırmadı mı?. Ve seni yol bilmez iken doğru yola yöneltip iletmedi mi?” (Duhâ 5-7).

 

“Onlara âyetlerimiz apaçık belgeler olarak okunduğunda, bizimle karşılaşmayı ummayanlar, derler ki: ‘Bundan başka bir Kur’ân getir veyâ onu değiştir’. De ki: ‘Benim onu kendi nefsimin bir öngörmesi olarak değiştirmem benim için olacak şey değildir. Ben, yalnızca bana vahyolunana uyarım. Eğer Rabbime isyân edersem, gerçekten ben, büyük günün azâbından korkarım’. De ki: ‘Eğer Allah dileseydi, onu size okumazdım ve onu size bildirmezdi. Ben ondan önce sizin içinizde bir ömür sürdüm. Siz yine de akıl erdirmeyecek misiniz?’. Allah’a karşı yalan uydurup iftirâ düzenden ve O’nun âyetlerini yalanlayandan daha zâlim kimdir?. Şüphesiz O, suçlu-günahkârları kurtuluşa erdirmez” (Yûnus 15-17).

 

Oysa el-emîn olmak bunu bilmeyi gerektirir aklına tapanların söylediklerine göre. Ne yapılması gerektiğini bilmek muhteşem bir ahlâka sâhip olan Peygamberimiz’e değil de aklını ilahlaştıranlara mı yakışır?.

 

Vahyi olmasa da olur olarak görenlerin ve akla tapanların söyledikleri şeyler, dîni vicdanlara ve ahlâka indirgemek ve de İslâm’ı “sâdece din” zannetmektir. Oysa İslâm kişinin iç-âlemini inşâ ettikten sonra hayâtın tüm alanlarında ve mekânlarında yâni her alanda ve her konuda hâkim olmak ister. İslâm’ı dîne, kâlplere, vicdanlara, ahlâka ve dört duvar arasına hapsettiğinizde, Dünyâ’nın ve dünyevî işlerin ilahlığını akla vermek durumunda kalırsınız ve Allah “sâdece göklerin ilahı ve rabbi” olurken, akıl da yeryüzünün rabbi olur. Şirk, küfür ve zulüm işte budur. Tevhidin parçalanması, Allah’ın göklerde tek ilah olduğu gibi yeryüzünde de tek ilah olmaması durumudur.

 

Aklına tapanların vahyi olmasa da olur olarak gördüklerinin delili; “vahiy insanın akıl ve tecrübesinden bütünüyle farklı olarak hayâtına tepeden inen buyurgan bir kaynak değildir” demeleri ve vahiy yerine akla aşırı vurgu yaparak aklı ilahlaştırmış olmalarıdır. Oysa İslâm elbette “tepeden inme”dir, zîrâ İslâm devrimci bir din’dir. Kişide ve toplumda inkılap yapar ve hayâtı baştan-sona düzeltmeye ve değiştirip dönüştürmeye çalışır.

 

Akla tapanlar, vahyin aklı yönlendirdiği ve yönettiğini düşünmeden, vahyin ancak akıl ile birlikte hakkı ortaya koyabileceğini söylerler. Yâni “vahiy hakkı ve hakîkati tek-başına ortaya koyup da hâkim olamaz” demeye getirirler. Oysa vahiy hakîkatin kaynağıdır ve akıl da ancak vahye göre hareket ettiğinde hakka göre hareket etmiş olur ve doğru yolu bulur. Aksi-hâlde sapmaktan ve bâtıla doğru meyletmekten kurtulamaz.

 

Vahyin olmadığı yada kâle alınmayıp hesâba katılmadığı zamanlarda her türlü adâletsizlik, eşitsizlik, haksızlık, ahlâksızlık, sapkınlık ve sapıklık, şirk, küfür, zulüm ve melânet ortaya çıkar ve çoğunluk tarafından işlenir. Bu günümüzde, tüm günahların alabildiğine işlendiği bir günah borsasına dönüşmüş olan modern dünyâda apaçık görülen bir gerçektir. Ancak vahiy bunu tersine çevirebilir. Akıl ise vahiy-merkezli olmadığında mevcut olan şeyleri mantıklı bulabilir. Nitekim Allah fâizi, zinâyı, içkiyi, uyuşturucuyu haram ve günah olarak yasaklarken, akıl bunların meşrûluğuna dâir yorumlar yapabilmekte ve faydasından bahsedebilmektedir. İnsanların bir-çoğu da bu yorumları mantıklı bularak akıllarına tapar ve vahiyden uzaklaşır.

 

“Vahiy olmasa da olur” anlamına gelen, “insan aklıyla tüm iyiliği ve kötülüğü bilir” demek, insanın yaptığı şeylerin aslında hep iyi olduğunu söylemek demektir ki bu Türk-İslâm yada Anadolu müslümanlığının görüşüdür. Çünkü akıl bu kişiler tarafından “hiç-bir zaman yanılmaz bir cevher” olarak görülüp kabûl edilmektedir.

 

Din tamamlanmıştır ve emredilenler tam olarak gerçekleştirilememiş olsa da söylenen söylenmiştir ve kayıt altına alınmıştır. Dîni yeniden keşfetmeye gerek yoktur. Vahiy söyleyeceğini hem en kâmil anlamda söylemiş hem de örnek alınabilecek “en güzel örneklik” tam olarak ortaya konmuştur. Artık insanlar tüm zamanlarda ve mekânlarda vahye ve güzel örnekliğe uygun ve aykırı düşmeyecek şekilde düşünmek, konuşmak, yazmak ve eylemek ile mükelleftirler. Aksi-hâlde akıllarını ilahlaştırıp tapmak ve her dönemde şeytan, nefis ve tâğutlar tarafından kışkırtılmış, yoldan çıkarılmış ve yozlaşmış akıllarıyla “yeni bir din”den bahsetmek zorunda kalacaklardır. Bu dîni elbette zamânın konjonktürü, reel-politik ve arzular, istekler, hazlar, hevâ ve heves belirleyecektir. Modernizm belirleyecektir. Böylece aslında zamâna ve mevcuda tapmak kaçınılmaz olacaktır.

 

Şu da var ki aslında “akıl” diye bir şey yoktur ve “akletmek” vardır. İnsanın rûhundan kaynaklanan bir akletme yetisi vardır ve kişi bu akletmeyi ya şeytana, nefsine, arzularına, ihtiraslarına ve tâğutlara göre; yada Allah’a, âhirete, gayba, vahye, Kur’ân’a, Peygamber’e yâni İslâm’a göre yapar. Zâten akletmek vahye göre yapılmadığında ortaya sapıklıktan başka bir şey çıkmaz. İyi gibi görülenler bile kısa zaman sonra zarar vermeye başlar. Akla tapan ve aklı ve insanı ilahlaştıran modernizmin Dünyâ’yı ifsâd etmesinin nedeni budur.

 

Akıl, sanıldığı gibi “evrensel doğrulara ve ahlâkî olana” ulaşamaz. Zîrâ akıl sınırlıdır, bu yüzden çapı ve çabası evrensel olmaya ve evrenseli bilmeye yetmez. Bu nedenle vahye muhtaçtır. Zâten akıl, vahiy yol göstermedikçe bırakın evrensel olmayı, “yerel” bile olamaz.

 

Vahyi olmasa da olur olarak görenler ve sonuç olarak mecbûren akla tapanlar, aklı temele ve merkeze aldıkları için mecbûren peygamberlerin ortaya koyduğu vahiy-merkezli geleneği ve Sünnet’i dışlarlar. Böylece aklın belirlediklerinin, vahyin bildirdiklerini ve peygamberlerin örnekliğini neshedeceğini söylemiş oluyorlar.

 

Dünyâ’nın ve tüm varlığın formatı gereği insanların karşılaşabileceği olaylar ve olgular belli bir sınırda olmak zorundadır. Başka zamanlarda farklı görünümler olsa da temel ilkeler ve yaşama-şekilleri ve yapılan doğrular ve yanlışlar değişmez. Azapla cezâlandırılan kavimlere bakıldığında aynı yanlışları yaptıkları görüldüğü gibi peygamberler de onları hep aynı şekilde uyarmışlardır. Hiç-bir zamanda ve hiç-bir mekânda, daha önce görülmemiş, duyulmamış ve ne yapılacağı bilinemez olaylar ve olgular ortaya çıkmamıştır ve çıkacak değildir. Hiç-bir zaman sonsuz olay ve olgular ortaya çıkmayacaktır ve hep benzer olaylar ve olgular yaşanacaktır. Kâinâtın, Dünyâ’nın ve insanın yapısı ve karakteri bellidir ve bu yapı ve karakter hiç değişmeyecektir. Öyleyse insanların olaylara ve olgulara karşı vereceği tepki de temelde aynı olacak ve sâdece görünümde farklılaşmalar olacaktır. İnsanlar yine aynı günahları işleyecek, aynı tevbeleri edecektir. Dolayısıyla “yeni” diye bir şey yoktur fakat “yeniden” vardır. En son inen vahiy olan Kur’ân ve Peygamberimiz ile ortaya konan hayat-şekli, olaylar ve olgular, Dünyâ’da insanların yaşayabilecekleri özet ve muhtasar hayat-şekli, olaylar ve uygulamalar olacaktır. Bugüne kadar olduğu gibi, bundan sonra da ortaya çıkacak olan olaylar ve olgular, daha önce benzerleri yaşanmış ve görülmüş olan benzer olaylar ve olgular olacaktır. Bu nedenle Kur’ân’ın bildirileri tüm zamanlara ve mekânlara aynı reçeteyi verecek ve Peygamberimiz’in güzel örnekliği tüm zamanlarda ve mekânlarda geçerli ve bağlayıcı olacaktır. Peygamberlerin ortaya koydukları gelenek ve örneklik, eğer yeni zamanlarda geçerliliğini yitirecekse, o zaman onlara inen vahiyler de yeni zamanlarda çalışmayacak ve geçerliliğini yitirecektir. Zîrâ peygamberlerin, Allah’ın kontrôlünde ve onaylamasıyla, zaman-zaman da düzelterek ortaya koydukları vahiy-merkezli en güzel örnekliklerdir. Hem vahiyden daha üstün bir dayanağın ortaya konulup uygulanması mümkün değildir, hem de “güzel örneklik”ten daha üstün bir örnekliğin ortaya konulması mümkün değildir. Hele aklın bunu yapabilmesi söz-konusu bile değildir.

 

İnsan, modernlerin sandığı gibi ilkellikten modernliğe doğru giden bir varlık değildir. İnsan hiç-bir zaman ilkel bir varlık olmamıştır. İlk insan ilk peygamberdir. Bu nedenle Allah’ın ilk insana gönderdiği vahiy ile son Peygamber’e gönderdiği vahiy arasında gelişmişlik farkı olmaz. Târihte, “ilerleme” diye bir şey yoktur, dönüşüm vardır ve dönüşüm gerçekleşene kadar olan bir değişim vardır.

 

Modernizmi “insanlığın geldiği son sınır” ve “en ileri nokta” olarak gören modernistlerin, “Arap insanının ve toplumunun (daha genel anlamda, geçmişte yaşamış hiç-bir insan ve toplumun) bütün insan ve toplum gerçekliklerine kaynaklık etmesi mümkün değildir” demelerinin bir anlamı yoktur. Son vahiy ve son Peygamber’in ortaya koyduğu referans tüm zamanlar ve mekânlar için bağlayıcıdır ve geçerlidir. Zîrâ din tamamlanmıştır ve “yepyeni” bir ilâveye gerek yoktur. Tüm yeni zamanlarda da yine vahiy-merkezli ve güzel örneklik üzerinden mevcut sorulara ve sorunlara cevap verilebilecektir.

 

Vahiy ne zaman indiyse ve peygamber örnekliği ile en ideâl şekilde ortaya konduysa, o târih örnek bir târih olur ve bu nedenle de bağlayıcıdır.

 

Dünyâ cennet olmadığı için “en son ideâle ulaşma” diye bir şey yoktur ve bu nedenle de “önceki nesillerin yaptıkları sâdece kendi zamanlarının ideâlleridir ve herkes kendi çağının ideâlini ortaya koymaya çalışmalıdır ve genel ideâle doğru gidilmelidir” düşüncesi yanlıştır, boştur. Zîrâ Dünyâ’nın ve kâinâtın maddî varlığı, formatı ve yapısı gereği öyle hayâli bir ideâl yoktur, olamaz. O en üst ideâl ancak cennette olur-olacaktır. Bu nedenle de insanın ulaşabileceği en üst ideâl, tüm zamanlar ve mekânlar için bağlayıcı olan vahiy bildirisi ve peygamber örneklikleridir. Vahiy sâdece evrensel değerleri değil, ebedî hükümleri de içerir. Akıl ise, yeni zamanlarda yeni hükümler üretmekle değil, ebedî hükümleri yeni ve tüm zamanlarda uygulamakla mükelleftir. Zâten akıl “evrensel hükümler ve değerler üretmek için” değil, zâten en ideâl şekilde ortaya konmuş olan evrensel hükümleri ve değerleri uygulamak için vardır. Akıl, hüküm koyma aşamasında değil, hükümleri uygulama aşamasında çalışabilir. Hükümler vahiy ile belirlenmiş evrensel hükümler olmadığında, beşer tarafından belirlenen bâtıl hükümler olur.

 

Aklını ilahlaştırıp tapanlar, her ne kadar söylemek istemeseler yada dolaylı yönden söyleseler de, “vahiy olmasa da olur” düşüncesindedirler. Bunu modernizmin etkisiyle ve baskısıyla yapmaktadırlar. Bu baskı ve etki onların modernizme râm ve meftûn olmalarıyla sonuçlanmıştır. Artık hayatlarının merkezinde vahiy değil modernizm hâkim olduğu için, Kur’ân’ı ve İslâm’ı da modernizmin nesnesi yapmaya çalışmaktadırlar.

 

Vahyi olmasa da olur olarak görenler ve bu nedenle de mecbûren akıllarını ilahlaştırıp tapanlar, meselâ bir tuş olsa ve o tuşa basıldığında, insanların akıllarından, kütüphânelerden, kitaplardan, elektronik ortamdan vs. her-şeyden tüm vahiy ve Kur’ân silinse, tüm İslâm ve peygamberler târihi bir-anda yok olsa bile “insanın aklıyla yine de hakkı ve hakîkati bulabileceğini” söylerler. Bu da vahyi olmasa da olur görmek anlamına gelir. Bu düşünce elbette onların akıllarının çok iyi çalışmasından, vicdanlarının ve ahlâklarının çok güçlü olmasından değil, hayrân, meftûn ve râm oldukları Aydınlanma zihniyeti, Modernizm’in ağır baskısı ve kuşatması, oryantâlistlere olan aşırı sevgi, saygı ve bağlılık, geleneğe, doğu’lulara ve Araplara olan düşmanlık ve de düşüncelerini ve zihniyetlerini oluşturan (başta fitnenin merkezi durumundaki Ankara İlâhiyat olmak üzere) okudukları okullar, aldıkları beşerî, lâik, seküler merkezli eğitim ve “dinlerini İslâm düşmanlarından öğrenmiş olmaları”dır. Bu kişilerin birer sapık olduklarının farkında olmamaları yada bunu kabûl etmemelerinin nedeni budur. Şeytan bu kişilerle eğlenmekte ve billur geçmektedir vesselam.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Eylül 2022

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder