“Ey îman edenler!; size
hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah’a ve Resûlü’ne icâbet edin.
Ve bilin ki muhakkak Allah, kişi ile kâlbi arasına girer ve siz gerçekten O’na
götürülüp toplanacaksınız. Ve sizlerden yalnızca zulmedenlere isâbet etmekle
kalmayan bir fitneden korkup-sakının. Bilin ki, gerçekten Allah (cezâ ile)
sonuçlandırması pek şiddetli olandır”
(Enfâl 24-25).
Allah’ın varlığa müdâhalesi “sünnetullah” denen yasalarla
olur. Bu yasalar kâinatın tümünde; Dünyâ’da, doğada, bitkilerde, hayvanlarda ve
insanın fizîki tarafında hâkim olduğu gibi, insanlar arasında; sosyâl, kültürel,
ekonomik, siyâsî, hukûkî, kânûnî, askerî vs. her alanda da hâkim olmalıdır.
Zîrâ insanlar arasında da, tüm kâinatta ve doğada olduğu gibi bir nizâma ve
düzene ancak bu şekilde kavuşulabilir ki, zâten bunun başka da bir yolu yoktur.
Allah göklere olduğu gibi yeryüzüne ve insanlara yâni tüm âleme “İslâm” ile hâkim
olmak ister ki tevhid ancak böyle sağlanabilir ve hak-hakîkat, adâlet-eşitlik,
merhâmet-vicdan, mutluluk-huzûr ve nizam-düzen ancak ve ancak İslâm ile
kurulabilir ve devâm ettirilebilir. Bunun başka hiç-bir yolu yoktur ve hiç-bir
zaman da olmamıştır.
Lâkin gelin-görün ki târih boyunca -samîmi mü’minler
hâriç- insanlar, şeytanın etkisine açık oldukları, kışkırtılmaya ve ayartılmaya
çok müsâit olan bir nefse sâhip oldukları ve tâğutlar ve onların beşerî sistemleri
tarafından ağır bir kuşatma ve baskı altında kaldıkları için Allah’ın sistemi
olan sünnetullahı ve İslâm’ı merkeze almamışlar, vahye göre hareket etmemişler,
peygamberleri örnek edinmemişler ve sonuçta da adâletsizlik, eşitsizlik,
haksızlık, ahlâksızlık, küfür, şirk, zulüm, merhâmetsizlik, vicdansızlık ve
şerefsizlik Dünyâ’ya çoğunlukla hâkim olmuştur. Zîrâ insanlar vahyi kabûl ediyor
görünseler de hayatlarının merkezine almamışlar ve tâvizsiz bir şekilde
vahiy-merkezli yaşamamışlar ve yaşamamaktadırlar. Çünkü vahyi “olmasa da olur”
görmüşler ve vahiy yerine şeytan, nefs ve tâğutlar tarafından kışkırtılmış ve
saptırılmış akıllarına yâni insana yâni beşere yâni maddî olana uymuşlar ve
hattâ tapmışlardır-tapınmaktadırlar. Vahyi olmasa da olur olarak görmek mutlakâ
akla tapmakla sonuçlanır yada akla tapmak, vahyi hayâtın merkezinden çıkarmayı
gerektirir. Çünkü akıl ancak vahyin yönlendirmesinde ve kontrôlünde olursa
iyiye yönelir ve doğru kullanılabilir.
Vahyi “olmasa da olur” olarak gördükleri için
akıllarına tapanlar şunu söyleyebilmektedirler: “Dînî olan aynı zamanda aklî ve
ahlâkî olandır. İnsan, aklı ve sezgileriyle iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan,
faydalıyı zararlıdan ayırt edebilme yeteneğindedir. Bu sezgisel yetenek Kur’ân’da
‘ilham’ olarak adlandırılmaktadır. Allah insanın özüne neyin iyi neyin de kötü
olduğunu bilme yetisi yerleştirmiştir”. Böylece zımnen; “akıl yeter, vahiy
olmasa bile olur” demekte yada vahyi sâdece bir idrâk ve ahlâk hareketi olarak
görmektedirler.
Mu’tezile ve Hanefi/Mâturîdî
akım, akla kanımca değerinden fazla önem vererek vahyi baskı altına almış ve
vahyin önemini blôke etmiştir. Akıl ile vahyi aynılaştırmak ve eşitlemek
düşüncesi, bir zaman sonra vahyi “olmasa da olur” durumuna düşürür yada akıldan
sonra ikinci plâna iter. En azından vahiy ile aklı eşitlemek isteyerek vahyin
önemini ve üstünlüğünü azaltırlar. Hâlbuki vahiy Allah’tan, akletmek ise
beşerdendir. Allah’tan olan sınırsız iken, beşerî olan mecbûren sınırlı
olacağından dolayı aklın vahiyden üstün olması yada vahiy ile eşitlenmesi zinhar
mümkün değildir. Fakat akla gereğinden fazla değer verenler ve hattâ akla
tapanlar, vahyi de aklın bir ürünü ve sonucu olarak görmek istemektedirler. Bu
da aklı vahiyden üstün yada eşit duruma getirmektedir.
Vahiy akıl-dışı değil ama akıl-üstü
olduğu için sâdece akla değil, kâlbe ve rûha da hitâp eder. İşte bu hitâbı duyan
kişi o zaman vazgeçer vazgeçilmesi gerekenlerden ve o zaman yapmaya başlar yapılması gerekenleri.
Aklı ile olayı tam kavrayamadığı için yapması ve vazgeçmesi gereken şeyleri tam
olarak idrâk edemeyen akıl, bu nedenle vahye muhtaçtır. Aklına tapanlar ise,
vahyin sâdece irâdeyi ve ahlâkı arttırarak akla yardım ettiğini söyleyerek şöyle
derler:
“İnsan, Allah’ı bilmeden önce, neyin
iyi ve kötü olduğunu bilir. Bu bilgisine dayanarak da Allah’ı bilmenin
iyiliğine ve gerekliliğine hükmeder. Pekiyi insanın bu bilme yeteneği, onun vahye
ihtiyâcı olmadığı anlamına gelir mi?. Hayır!. Zîrâ vahyin amacı insanın iyiyi
yada kötüyü bilmesini sağlamak değildir. İnsanın neyin iyi yada kötü olduğunu
bildiğini vahiy zâten kabûl etmektedir. Ama iyi olarak bildiğini yapmadığını,
kötü olarak bildiklerinin de ardına düştüğünü gördüğü için, bu sürüklenmenin
kaynağı durumundaki irâdeyi muhâtap alır ve onu eğitmeyi amaçlar. O-hâlde
vahyin amacı bir irâde eğitimidir ve yapıları gereği insanlar böyle bir eğitime
her hâlleriyle muhtaçtırlar”.
Vahyi, “bilmenin öznesi” değil,
ahlâkı ve irâdeyi yönlendiren şey olarak görüyorlar. Böyle olunca da “vahyin
ilâhî kaynaklı olması gerekmiyor” düşüncesi açığa çıkıyor. Oysa Peygamberimiz
muhteşem bir ahlâka sâhip olmasına ve herkesin bunu kabûl etmesine rağmen,
toplumdaki ahlâksızlığın, haksızlığın, vicdansızlığın, merhâmetsizliğin, şirkin,
küfrün ve zulmün nasıl bertarâf edilip de hakkın ve hakîkatin nasıl ortaya
konabileceğini bilemiyordu ve bu konuda çâresiz durumdaydı:
“Elbette Rabbin sana verecek,
böylece sen hoşnut kalacaksın. Bir yetim iken, seni bulup barındırmadı mı?. Ve
seni yol bilmez iken doğru yola yöneltip iletmedi mi?” (Duhâ 5-7).
“Onlara âyetlerimiz
apaçık belgeler olarak okunduğunda, bizimle karşılaşmayı ummayanlar, derler ki:
‘Bundan başka bir Kur’ân getir veyâ onu değiştir’. De ki: ‘Benim onu kendi
nefsimin bir öngörmesi olarak değiştirmem benim için olacak şey değildir. Ben,
yalnızca bana vahyolunana uyarım. Eğer Rabbime isyân edersem, gerçekten ben,
büyük günün azâbından korkarım’. De ki: ‘Eğer Allah dileseydi, onu size
okumazdım ve onu size bildirmezdi. Ben ondan önce sizin içinizde bir ömür
sürdüm. Siz yine de akıl erdirmeyecek misiniz?’. Allah’a karşı yalan uydurup
iftirâ düzenden ve O’nun âyetlerini yalanlayandan daha zâlim kimdir?. Şüphesiz
O, suçlu-günahkârları kurtuluşa erdirmez” (Yûnus 15-17).
Oysa el-emîn olmak bunu bilmeyi
gerektirir aklına tapanların söylediklerine göre. Ne yapılması gerektiğini
bilmek muhteşem bir ahlâka sâhip olan Peygamberimiz’e değil de aklını ilahlaştıranlara
mı yakışır?.
Vahyi olmasa da olur olarak
görenlerin ve akla tapanların söyledikleri şeyler, dîni vicdanlara ve ahlâka indirgemek
ve de İslâm’ı “sâdece din” zannetmektir. Oysa İslâm kişinin iç-âlemini inşâ
ettikten sonra hayâtın tüm alanlarında ve mekânlarında yâni her alanda ve her
konuda hâkim olmak ister. İslâm’ı dîne, kâlplere, vicdanlara, ahlâka ve dört duvar
arasına hapsettiğinizde, Dünyâ’nın ve dünyevî işlerin ilahlığını akla vermek
durumunda kalırsınız ve Allah “sâdece göklerin ilahı ve rabbi” olurken, akıl da
yeryüzünün rabbi olur. Şirk, küfür ve zulüm işte budur. Tevhidin parçalanması,
Allah’ın göklerde tek ilah olduğu gibi yeryüzünde de tek ilah olmaması
durumudur.
Aklına tapanların vahyi olmasa da olur olarak
gördüklerinin delili; “vahiy insanın akıl ve tecrübesinden bütünüyle farklı
olarak hayâtına tepeden inen buyurgan bir kaynak değildir” demeleri ve vahiy
yerine akla aşırı vurgu yaparak aklı ilahlaştırmış olmalarıdır. Oysa İslâm
elbette “tepeden inme”dir, zîrâ İslâm devrimci bir din’dir. Kişide ve toplumda
inkılap yapar ve hayâtı baştan-sona düzeltmeye ve değiştirip dönüştürmeye
çalışır.
Akla tapanlar, vahyin aklı
yönlendirdiği ve yönettiğini düşünmeden, vahyin ancak akıl ile birlikte hakkı
ortaya koyabileceğini söylerler. Yâni “vahiy hakkı ve hakîkati tek-başına
ortaya koyup da hâkim olamaz” demeye getirirler. Oysa vahiy hakîkatin
kaynağıdır ve akıl da ancak vahye göre hareket ettiğinde hakka göre hareket etmiş
olur ve doğru yolu bulur. Aksi-hâlde sapmaktan ve bâtıla doğru meyletmekten
kurtulamaz.
Vahyin olmadığı yada kâle
alınmayıp hesâba katılmadığı zamanlarda her türlü adâletsizlik, eşitsizlik,
haksızlık, ahlâksızlık, sapkınlık ve sapıklık, şirk, küfür, zulüm ve melânet
ortaya çıkar ve çoğunluk tarafından işlenir. Bu günümüzde, tüm günahların alabildiğine
işlendiği bir günah borsasına dönüşmüş olan modern dünyâda apaçık görülen bir
gerçektir. Ancak vahiy bunu tersine çevirebilir. Akıl ise vahiy-merkezli
olmadığında mevcut olan şeyleri mantıklı bulabilir. Nitekim Allah fâizi, zinâyı,
içkiyi, uyuşturucuyu haram ve günah olarak yasaklarken, akıl bunların
meşrûluğuna dâir yorumlar yapabilmekte ve faydasından bahsedebilmektedir. İnsanların
bir-çoğu da bu yorumları mantıklı bularak akıllarına tapar ve vahiyden uzaklaşır.
“Vahiy olmasa da olur”
anlamına gelen, “insan aklıyla tüm iyiliği ve kötülüğü bilir” demek, insanın yaptığı
şeylerin aslında hep iyi olduğunu söylemek demektir ki bu Türk-İslâm yada
Anadolu müslümanlığının görüşüdür. Çünkü akıl bu kişiler tarafından “hiç-bir zaman
yanılmaz bir cevher” olarak görülüp kabûl edilmektedir.
Din tamamlanmıştır ve
emredilenler tam olarak gerçekleştirilememiş olsa da söylenen söylenmiştir ve
kayıt altına alınmıştır. Dîni yeniden keşfetmeye gerek yoktur. Vahiy
söyleyeceğini hem en kâmil anlamda söylemiş hem de örnek alınabilecek “en güzel
örneklik” tam olarak ortaya konmuştur. Artık insanlar tüm zamanlarda ve mekânlarda
vahye ve güzel örnekliğe uygun ve aykırı düşmeyecek şekilde düşünmek, konuşmak,
yazmak ve eylemek ile mükelleftirler. Aksi-hâlde akıllarını ilahlaştırıp tapmak
ve her dönemde şeytan, nefis ve tâğutlar tarafından kışkırtılmış, yoldan çıkarılmış
ve yozlaşmış akıllarıyla “yeni bir din”den bahsetmek zorunda kalacaklardır. Bu
dîni elbette zamânın konjonktürü, reel-politik ve arzular, istekler, hazlar,
hevâ ve heves belirleyecektir. Modernizm belirleyecektir. Böylece aslında zamâna
ve mevcuda tapmak kaçınılmaz olacaktır.
Şu da var ki aslında “akıl”
diye bir şey yoktur ve “akletmek” vardır. İnsanın rûhundan kaynaklanan bir
akletme yetisi vardır ve kişi bu akletmeyi ya şeytana, nefsine, arzularına, ihtiraslarına
ve tâğutlara göre; yada Allah’a, âhirete, gayba, vahye, Kur’ân’a, Peygamber’e
yâni İslâm’a göre yapar. Zâten akletmek vahye göre yapılmadığında ortaya sapıklıktan
başka bir şey çıkmaz. İyi gibi görülenler bile kısa zaman sonra zarar vermeye
başlar. Akla tapan ve aklı ve insanı ilahlaştıran modernizmin Dünyâ’yı ifsâd
etmesinin nedeni budur.
Akıl, sanıldığı gibi “evrensel
doğrulara ve ahlâkî olana” ulaşamaz. Zîrâ akıl sınırlıdır, bu yüzden çapı ve
çabası evrensel olmaya ve evrenseli bilmeye yetmez. Bu nedenle vahye muhtaçtır.
Zâten akıl, vahiy yol göstermedikçe bırakın evrensel olmayı, “yerel” bile
olamaz.
Vahyi olmasa da olur olarak görenler ve sonuç olarak
mecbûren akla tapanlar, aklı temele ve merkeze aldıkları için mecbûren peygamberlerin
ortaya koyduğu vahiy-merkezli geleneği ve Sünnet’i dışlarlar. Böylece aklın
belirlediklerinin, vahyin bildirdiklerini ve peygamberlerin örnekliğini
neshedeceğini söylemiş oluyorlar.
Dünyâ’nın ve tüm varlığın
formatı gereği insanların karşılaşabileceği olaylar ve olgular belli bir
sınırda olmak zorundadır. Başka zamanlarda farklı görünümler olsa da temel
ilkeler ve yaşama-şekilleri ve yapılan doğrular ve yanlışlar değişmez. Azapla
cezâlandırılan kavimlere bakıldığında aynı yanlışları yaptıkları görüldüğü gibi
peygamberler de onları hep aynı şekilde uyarmışlardır. Hiç-bir zamanda ve
hiç-bir mekânda, daha önce görülmemiş, duyulmamış ve ne yapılacağı bilinemez
olaylar ve olgular ortaya çıkmamıştır ve çıkacak değildir. Hiç-bir zaman sonsuz
olay ve olgular ortaya çıkmayacaktır ve hep benzer olaylar ve olgular
yaşanacaktır. Kâinâtın, Dünyâ’nın ve insanın yapısı ve karakteri bellidir ve bu
yapı ve karakter hiç değişmeyecektir. Öyleyse insanların olaylara ve olgulara karşı
vereceği tepki de temelde aynı olacak ve sâdece görünümde farklılaşmalar
olacaktır. İnsanlar yine aynı günahları işleyecek, aynı tevbeleri edecektir. Dolayısıyla
“yeni” diye bir şey yoktur fakat “yeniden” vardır. En son inen vahiy olan Kur’ân
ve Peygamberimiz ile ortaya konan hayat-şekli, olaylar ve olgular, Dünyâ’da insanların
yaşayabilecekleri özet ve muhtasar hayat-şekli, olaylar ve uygulamalar olacaktır.
Bugüne kadar olduğu gibi, bundan sonra da ortaya çıkacak olan olaylar ve olgular,
daha önce benzerleri yaşanmış ve görülmüş olan benzer olaylar ve olgular
olacaktır. Bu nedenle Kur’ân’ın bildirileri tüm zamanlara ve mekânlara aynı
reçeteyi verecek ve Peygamberimiz’in güzel örnekliği tüm zamanlarda ve mekânlarda
geçerli ve bağlayıcı olacaktır. Peygamberlerin ortaya koydukları gelenek ve
örneklik, eğer yeni zamanlarda geçerliliğini yitirecekse, o zaman onlara inen
vahiyler de yeni zamanlarda çalışmayacak ve geçerliliğini yitirecektir. Zîrâ
peygamberlerin, Allah’ın kontrôlünde ve onaylamasıyla, zaman-zaman da
düzelterek ortaya koydukları vahiy-merkezli en güzel örnekliklerdir. Hem vahiyden
daha üstün bir dayanağın ortaya konulup uygulanması mümkün değildir, hem de
“güzel örneklik”ten daha üstün bir örnekliğin ortaya konulması mümkün değildir.
Hele aklın bunu yapabilmesi söz-konusu bile değildir.
İnsan, modernlerin sandığı gibi ilkellikten modernliğe
doğru giden bir varlık değildir. İnsan hiç-bir zaman ilkel bir varlık
olmamıştır. İlk insan ilk peygamberdir. Bu nedenle Allah’ın ilk insana gönderdiği
vahiy ile son Peygamber’e gönderdiği vahiy arasında gelişmişlik farkı olmaz. Târihte,
“ilerleme” diye bir şey yoktur, dönüşüm vardır ve dönüşüm gerçekleşene kadar
olan bir değişim vardır.
Modernizmi “insanlığın geldiği son sınır” ve “en ileri
nokta” olarak gören modernistlerin, “Arap insanının ve toplumunun (daha genel
anlamda, geçmişte yaşamış hiç-bir insan ve toplumun) bütün insan ve toplum
gerçekliklerine kaynaklık etmesi mümkün değildir” demelerinin bir anlamı
yoktur. Son vahiy ve son Peygamber’in ortaya koyduğu referans tüm zamanlar ve
mekânlar için bağlayıcıdır ve geçerlidir. Zîrâ din tamamlanmıştır ve “yepyeni”
bir ilâveye gerek yoktur. Tüm yeni zamanlarda da yine vahiy-merkezli ve güzel
örneklik üzerinden mevcut sorulara ve sorunlara cevap verilebilecektir.
Vahiy ne zaman indiyse ve
peygamber örnekliği ile en ideâl şekilde ortaya konduysa, o târih örnek bir
târih olur ve bu nedenle de bağlayıcıdır.
Dünyâ cennet olmadığı için “en
son ideâle ulaşma” diye bir şey yoktur ve bu nedenle de “önceki nesillerin
yaptıkları sâdece kendi zamanlarının ideâlleridir ve herkes kendi çağının
ideâlini ortaya koymaya çalışmalıdır ve genel ideâle doğru gidilmelidir” düşüncesi
yanlıştır, boştur. Zîrâ Dünyâ’nın ve kâinâtın maddî varlığı, formatı ve yapısı
gereği öyle hayâli bir ideâl yoktur, olamaz. O en üst ideâl ancak cennette olur-olacaktır.
Bu nedenle de insanın ulaşabileceği en üst ideâl, tüm zamanlar ve mekânlar için
bağlayıcı olan vahiy bildirisi ve peygamber örneklikleridir. Vahiy sâdece
evrensel değerleri değil, ebedî hükümleri de içerir. Akıl ise, yeni zamanlarda
yeni hükümler üretmekle değil, ebedî hükümleri yeni ve tüm zamanlarda
uygulamakla mükelleftir. Zâten akıl “evrensel hükümler ve değerler üretmek için”
değil, zâten en ideâl şekilde ortaya konmuş olan evrensel hükümleri ve
değerleri uygulamak için vardır. Akıl, hüküm koyma aşamasında değil, hükümleri
uygulama aşamasında çalışabilir. Hükümler vahiy ile belirlenmiş evrensel
hükümler olmadığında, beşer tarafından belirlenen bâtıl hükümler olur.
Aklını ilahlaştırıp tapanlar,
her ne kadar söylemek istemeseler yada dolaylı yönden söyleseler de, “vahiy olmasa
da olur” düşüncesindedirler. Bunu modernizmin etkisiyle ve baskısıyla
yapmaktadırlar. Bu baskı ve etki onların modernizme râm ve meftûn olmalarıyla
sonuçlanmıştır. Artık hayatlarının merkezinde vahiy değil modernizm hâkim olduğu
için, Kur’ân’ı ve İslâm’ı da modernizmin nesnesi yapmaya çalışmaktadırlar.
Vahyi olmasa da olur olarak
görenler ve bu nedenle de mecbûren akıllarını ilahlaştırıp tapanlar, meselâ bir
tuş olsa ve o tuşa basıldığında, insanların akıllarından, kütüphânelerden,
kitaplardan, elektronik ortamdan vs. her-şeyden tüm vahiy ve Kur’ân silinse,
tüm İslâm ve peygamberler târihi bir-anda yok olsa bile “insanın aklıyla yine
de hakkı ve hakîkati bulabileceğini” söylerler. Bu da vahyi olmasa da olur
görmek anlamına gelir. Bu düşünce elbette onların akıllarının çok iyi çalışmasından,
vicdanlarının ve ahlâklarının çok güçlü olmasından değil, hayrân, meftûn ve râm
oldukları Aydınlanma zihniyeti, Modernizm’in ağır baskısı ve kuşatması, oryantâlistlere
olan aşırı sevgi, saygı ve bağlılık, geleneğe, doğu’lulara ve Araplara olan
düşmanlık ve de düşüncelerini ve zihniyetlerini oluşturan (başta fitnenin
merkezi durumundaki Ankara İlâhiyat olmak üzere) okudukları okullar, aldıkları beşerî,
lâik, seküler merkezli eğitim ve “dinlerini İslâm düşmanlarından öğrenmiş olmaları”dır.
Bu kişilerin birer sapık olduklarının farkında olmamaları yada bunu kabûl
etmemelerinin nedeni budur. Şeytan bu kişilerle eğlenmekte ve billur
geçmektedir vesselam.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Eylül 2022
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder