22 Ağustos 2022 Pazartesi

Yavşaklaşma Temâyülü


“Fakat o, yalanladı ve isyân etti. Sonra (karşı yönde) çaba harcayıp sırtını döndü” (Nâziât 21-22).

 

Yavşak: 1-“Yapış-mak”tan, yapış-ak, yapşak, yavşak. 2-Bit yavrusu. 3-Geveze, yılışık (kimse), yanşak” anlamlarındadır. Yazıda bahsettiğimiz yavşak ve yavşaklık; “şeytanın, nefsin, hazzın ve tâğutların etkisiyle dik duruşunu kaybederek gevşemek, apaçık hakîkat yerine bâtılı savunmaya başlamak ve bununla birlikte dîne ve dindarlara tahammül edememek, din-dışı olana ve lâik-seküler olana sevgi beslemeye başlamakla gözüken dengesiz bir hoşgörülük, Dünyâ’ya ve maddeye bağlanmak, Allah’ı, âhireti, dîni, vahyi ve peygamberleri merkeze almak yerine eşyâyı ve eşyayı ilahlaştırmış olanları merkeze alarak eşyâyı kutsamaya başlamak” anlamındadır.   

 

Yavşaklık, gevşeklikle başlar. Ne kadar gevşerseniz o kadar yavşaklaşırsınız. Modernizm bir “yavşaklaşma uygarlığı”dır. Modernizmin özünde ilk önce gevşeme, sonra da yavşama vardır ve kendisine kapılanları bu yüzden yavşaklaştırır.

 

Yavşaklaşanların en çok kullandığı söz, “insanî ve ahlâkî evrensel değerler” sözüdür. Zîrâ yavşamadan dolayı değer ölçüleri değişmiş ve merkeze Allah yerine insanı almaya başlamışlardır. İyi de bahsettiğiniz o “evrensel değerler” nereden geliyor?. O değerleri kim belirliyor?. Değerlerin “evrensel” olması için aşkın bir hakîkate dayanıyor ve bağlanıyor olması şarttır. Yoksa evrensel olmaz da herkes kendi ihtiraslarını evrensel değerler olarak görmeye başlar. İnsanları, hattâ hayvanları ve doğaya zarar veren şeyleri bile “evrensel değerler” olarak görülmeye başlanır. İşte bu yavşamadan ve yavşaklaşmadan dolayı olur. Aşkın hakîkatler ve evrensel değişmez değerler ve ölçüler ancak Allah’ın sözü olabilir. O-hâlde değerlerin evrensel olması için vahiy-merkezli ve peygamber örnekli olması şarttır. Lâkin modernizm ile yavşaklaşanlar bu değerleri Allah’a değil de insana yâni ilahlaştırıp taptıkları akıllarına bağlarlar. Oysa yavşaklaşanların akıllarını yönlendiren ve yöneten şey şeytan, nefs ve tâğutlardır. Bu nedenle yavşaklar doğru bir akletme yapamazlar ve akıllarını ancak yavşaklık yolunda ve yönünde kullanırlar.   

 

İslâm sâdece bilgi değildir. Bilgi ve bilinçten sonra amel-eylem gelir. İşte bunun örnekliğini peygamberler yapar ki peygamberlerin gönderilmesinin nedeni budur. Eğer Kur’ân bilgi ve bilincin kaynağı olarak tek-başına yetseydi, Allah Kur’ân’ı her-hangi bir yere iki kapak arasındaki bir kitap olarak indirirdi ve insanların onu bulmasını sağlardı. Ama emin olun ki o zaman İslâm dîni, -şimdi bâzı câhillerin ve şerefsizlerin zannettiği ve istediği gibi- ahlâki bir felsefe olur çıkar ve bağlıları da sürekli sırıtarak dolaşan ve “sözde tebliğ” yapan yavşaklara (yavşak=geveze, yılışık kimse) dönerlerdi. Çünkü amel-eylem olmadığında Kur’ân-ı Kerîm’i bir metin olarak okuyup uygulamak yerine aşırı yoruma boğmaya başlarlardı. Peygamber’in hesâba katılmadığı günümüzde Kur’ân, “aşırı yorum ve te’vil kitabı” olarak insanın ve aklın nesnesi yapılmaktadır. Böyle olunca yapılan yorumlar da, insanların kendi kültür ortamlarına, kendi coğrafyalarına, kendi istek, arzu ve ihtiraslarına göre yapacakları yorumlar olacağından dolayı her kafadan ayrı bir ses çıkacak, kelle-başı bir din ve din anlayışı oluşacaktı. Bilgiyi ve ameli birleştirmeyince ideâl bir anlamın ortaya çıkması mümkün olmayacaktı. Bu da sonunda yavşamayı ve yavşak-yavşak konuşmayı getirecekti ki günümüzde olan şey budur.

 

Modern yavşakların İslâm düşmanlarına karşı yaptıkları bir eleştiri, îtirâz ve isyân yoktur. Zîrâ onlara sürekli olarak hoş-görü gösterirler. Mağlûplar ve ezikler düşmanlarına hoş-görü gösterirlerken, dostlarına ise düşmanlık gösterirler. Stockholm Sendromu hoş-görü konusunda da açığa çıkmaktadır. Kendisini öldürmeye geleni gülle karşılamak, hoş-görücülerin normâl hâlleridir. Küfür ve şirk temelde hoş-görülü bir inançtır. Yeni bir tanrının gelişi eski kültler için bir tehdit oluşturmadıkça, mevcut panteonda her zaman başka bir tanrıya yer vardır.

 

Yavşaklık dengesiz ve aşırı bir hoşgörü olarak gözükmektedir. Fakat hoşgörmeye bir başladınız mı hoşgörülmeyecek bir şey kalmaz ve “kaliteli bir yavşak” olur çıkarsınız. Aşırı hoşgörü, dinden tâviz vermeden olmaz. Hoşgörü yapılacak diye aslında Allah katında tek hak din olan İslâm’ı, Hristiyanlık, Yahudilik, Müslümanlık diye ayırıp da sonra yeniden birleştirmeye çalışmak yanlıştır.

 

Hoşgörülmemesi gereken şeylere ve kişilere karşı aşırı hoş-görü göstermek yavşaklaşmanın başlamasına ve yayılmasına neden olur. Üstelik yavşaklar bu hoş-görüyü garibana, mazluma ve müslümanlara göstermezler. Yavşakların eleştiri ve îtirazları bu yüzden hep bu insanlaradır.

 

Yavşaklar herkesi kendileri gibi yavşak zanneder yada herkes yavşaklaşsın isterler. Çünkü kendi yavşaklıklarının çok da belli olmasından korkarlar.

 

Yavşaklar, hayatlarında hiç acı ve sıkıntı görmedikleri için yavşaklaşmışlardır. Zâten yavşaklar yavşak olmayanları Dünyâ’ya yeterince bağlanmamakla suçlarlar, refah içinde yaşamamakla suçlarlar. Çünkü eğer onlar da kendileri gibi merkeze Dünyâ’yı, eşyâyı, maddeyi alsalar, refah içinde yaşalar kendileri gibi düşünecekler ve inanacaklardır.

 

İnsan, sürekli mutsuz olduğunda maddî ve mânevi yapısı bozulur ve bundan çok olumsuz olarak etkilenir. Fakat, insan sürekli relâks durumunda, refah ve haz içinde kaldığında da “insânî” özellikleri zedelenir, azalır ve hattâ kaybolur ve yavşaklaşır çıkar. Zîrâ onu hiç-bir acı, zulüm, mazlûmiyet rahatsız etmemeye başlar ve kişi böylelikle bencilleşir. Herkesi kendisi gibi zanneder. Hazzın verdiği sarhoşlukla kötülüğe karşı dirençsizleştiğinden zulmü doğal ve normâl görür yada umursamaz ve önemsemez. Bu durumda zulme bir tepki vermez. Oysa dediğimiz gibi, insanı “insan” yapan şey, zaman-zaman yaşadığı mutluluklarla birlikte, bir mücâhede ve mücâdele içinde olmasıdır. Zîrâ Dünyâ cennet değildir ve bir imtihan alanıdır. Bilindiği gibi imtihanlar kolay değildir ve büyük çabalar ve ciddiyetler ister. Yavşaklaşmış olanların bu çabayı ve ciddiyeti göstermesi mümkün değildir. Zâten yavşakların yavşaklaşmasının nedeni budur.  

 

Siyasette de çok yavşaklıklar yaşanır. Zamânında Özal’ı şakşaklayan ve ondan büyüğünü görmeyenler, bir-süre sonra aynı yalakalığı Erbakan’a, en nihâyetinde de aynı şakşaklığı ve yavşaklığı Erdoğan’a yaptılar/yapıyorlar. Modern-seküler siyâset ve reel-politik bir “yavşaklık etkinliği”dir.  

 

Yavşaklar büyük yavşakların çıraklarıdırlar. Meselâ Türkiye’deki bâzı ilâhiyatçı yavşaklar, büyük yavşaklar olan Fazlurrahman, Ali Abdurrazık, Seyyid Ahmed Han, Mahmud Muhammed Taha vb. gibi yavşakların çıraklarıdırlar. Dîni yorumu hep bu yavşaklardan öğrendikleri için kendileri de hep yavşakça yorumlar yaparlar. Çünkü onların yönlendirmesine göre düşünürler, konuşurlar, yazarlar, inanırlar ve hareket ederler. Çünkü yavşaklık bulaşıcıdır.

 

Aklına tapan modernist sözde ilâhiyatçı kesim, İslâm’ı bir îman, sabır, azim, gayret, hicret, kardeşlik, cihad, savaş, şehâdet, devlet ve medeniyet tasavvuru ve projesi olarak değil de, yavşaklaşmadan dolayı modern ve ne kadar yavşak bilim, teknoloji, sistem ve ideoloji varsa onların destekçisi ve yedekçisi sandıkları için, modern olmayan bir okuma ve yorumlamayı kabûl etmezler.

 

Yavşaklık meydanın boş bulunduğu zamanlarda ortaya çıkar. Meydan tıka-basa hakîkat ile, bilgi, bilinç ve amel-eylem ile doluyken hiç-bir yavşak yavşaklık yapamaz ve yavşaklık yapmaya cesâret edemez. Yavşaklık, büyük yavşakların yavşaklığa izin vermesinin sonucunda açığa çıkar.

 

Yavşak olmayanların dili öfkelidir. Zîrâ yavşak olmayanlar sürekli olarak yavşaklar tarafından suçlanırlar. Öfkeli dil, acının sesli hâlidir. Gerektiği zaman öfke olmadığında “yavşaklık” başlar. Yavşaklık bir kere başladığında ise çabucak yayılıverir. Çeşitli modern araçlar nedeniyle her-şeyin kolayca yayılıverdiği modern dünyâda yavşaklığın bu kadar çok yayılmasının ve bu kadar çok yavşağın bulunmasının nedeni budur. 

 

En doğrusunu sadece Allah bilir.

 

Hârun Görmüş

Temmuz 2022

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »

20 Ağustos 2022 Cumartesi

İslâm’ı İslâm Düşmanlarından Öğrenmek

 

“Onların hepsi benim düşmanımdır; âlemlerin Rabbi hâriç” (Şuârâ 77).

 

Bilmek, bilgilerin beyne kaydedilmesiyle olur. Fakat bu sâdece “bilmek için olan bilmek” yada “mâlûmat edinmek” demektir ki gerçek bir bilme değildir. İslâm’da bilmek, “bilginin kaydedilmesi” demek değildir. Bilginin beyne kaydedilmesinden başka, bilinçlenmek, bilinen şeyin rûhunun ve duygusunun kâlbe yerleşmesi, bir idrâkin oluşması ve en sonunda da o bilgi, bilinç, rûh, duygu ve idrâk ile amel-eylemde bulunulmasıyla olur. Bilmek amel-eylem ile tamamlanır İslâm’da. Buna göre bilmek, yapmak ve “yapmak için bilmek” anlamına gelir. Eğer bir şeyin bilgisini edinmeye rağmen onun duygusunu, rûhunu, bilincini de idrâk edip onunla hâllenmediyseniz ve o hâl ile amelde-eylemde bulunmadıysanız, siz kuru bilgiyle sâdece mâlûmat edinmişsiniz demektir. Bu aynen sanatta olduğu gibidir. Sanatın bilgisi sanat değildir. Zâten hiç-bir şeyin bilgisi o şeyin kendisi değildir. Sanatta bilgiden başka bir rûh, duygu, idrâk, zevk ve nihâyet amel-eylem vardır.  

 

İşte bilgi böyle bir süreç içinden geçmedikçe gerçek anlamda bilgi olmaz ve aslında o şey hem kavranmamış olur hem de benimsenmemiş olunur. Benimsenen şey cân-ı gönülden kabûllenilmemiş demektir. İslâm-hârici konular için böyle bir bilgilenme işe yarar gözükebilir ve geçer-akçe olabilir ama iş İslâm’a gelince, bahsettiğimiz süreçten geçmeyenlerin İslâm’ı aslında tam olarak yada hiç benimsememiş oldukları görülür. Bu kişilere örnek olarak oryantâlistleri, modern-bilimi ve bilim-adamlarını, siyâsileri, mistik, bâtınî, tasavvuf ve târikatları, beşerî ideolojileri ve ideologları verebiliriz.

 

İslâm en doğru ve net bir şekilde ancak Kur’ân’dan öğrenilir. Onun en ideâl şekilde amel-eyleme dökülmesini ise güzel örnekliğimiz Peygamberimiz göstermiştir. Kur’ân bütünlüğü ve Sünnet örnekliğine göre yetişmiş samîmi mü’minler de İslâm’ı bilirler ve öğretebilirler. Fakat İslâm’ı, şekilsel ve sâdece mâlûmat olarak bilmelerine rağmen onu kavrayamamış, idrâk edememiş, onunla amel etmeyen ve bu nedenle de ona düşman olanlardan öğrenilemez. Lâkin gelin-görün ki son 200 yıldır müslümanlar da dâhil insanlar İslâm’ı, bu İslâm düşmanlarından öğrenmeye çalışmaktadırlar. Böyle olunca da süreç içinde yavaş-yavaş İslâm’a düşman olunmaya başlanmıştır.

 

İnsanların İslâm’ı öğrendikleri kişilere baktığımızda, İslâm’ı, modernizmin lehinde olan oryantâlistlerden, modern-bilim-adamlarını ve onların sözcülüğünü yapanlardan, üzerine İslâm sosu dökülmüş olmasına rağmen aslında gayr-ı İslâmî dinlerden-sistemlerden ve onların sözcülüğünü yapanlardan öğrendiklerini görürüz. Böyle olunca da İslâm’ın ne olduğu apaçık şekilde ortaya çıkamamakta ve yaşanamamaktadır. İslâm’ı İslâm düşmanlarından öğrenmek, İslâm’a düşman olmakla sonuçlanmaktadır. Ateistlerin, deistlerin, lâiklerin ve bâtılın artmasının ve dinleştirilmesinin nedeni budur.

 

Oryantâlistler İslâm’ı bilgi ve mâlûmat olarak bir-çok müslümandan çok daha iyi bilirler. Tabi bunlar İslâm’ı anlayıp idrâk etmek ve kabûl edip İslâm-merkezli yaşamayı düşünmedikleri için, İslâm’ı hakkıyla idrâk edemedikleri, kâlben kabûl edip de onu yaşamadıkları için İslâm’a düşman olmaktadırlar. Çünkü merkeze İslâm’ı değil İslâm düşmanlığını almışlardır. Kur’ân’ı İslâm düşmanları da dâhil herkes anlayabilir, fakat herkes uygulayamaz. Modern-bilim için de aynı şey geçerlidir. Merkeze İslâm’ı değil de bilimini koydukları için İslâm’ı hakkıyla anlayamıyorlar ve bilime uymadığında İslâm’a düşman olmaya başlıyorlar. “Bu devirde mi?”, “bilim çok gelişmişken mi?” gibi laflarla İslâm’a düşmanlık başlatmakta ve düşmanlık yapmaktadırlar. Böylece bu düşmanlık nedeniyle bilimi öne çıkarmakta ve kendilerinde “İslâm’ı, bilim ile istedikleri gibi yorumlama hakkı” görmektedirler.  

 

Yine lâik, seküler, komünist, sosyâlist, kapitâlist, liberâl, feminist, demokratik, milliyetçi, modern ideolojiler ve düşüncelerle İslâm’a düşman olunmaktadır. Çünkü İslâm ile bu saydıklarımız, birileri ne kadar aksini söylese de birbirleriyle aslâ ve zinhar uyumlu değildir ve birbirlerine düşmanlık derecesinde karşıdırlar. İslâm’a karşı olduğu şeyleri merkeze alanlar mecbûren İslâm’a düşmanlık yapmaktadırlar. Lîderler, askerler, bürokratlar vs. İslâm’ı değil de bu saydıklarımızı merkeze aldıkları ve İslâm ile bu saydıklarımız uyuşmadığı ve birbirine düşman olduğu için İslâm’a düşman oluyorlar. Üstelik insanlara da bu saydığımız beşerî düşünceleri, ideolojileri ve sistemleri anlatıyorlar ve övüyorlar. Bu kişileri tâkip edenler de İslâm’ın düşmanı olduğu bu şeyleri merkeze aldıkları için İslâm’a düşman olmaya başlıyorlar.

 

İslâm’a rağmen kurulan tüm sistemler İslâm’ın düşmanıdır. Çünkü onlar İslâm’a düşmandır.

 

Demek ki İslâm merkeze alınmadığında ve bunun yerine bâtıl şeyler merkeze alındığında İslâm’a düşmanlık başlıyor. Zîrâ İslâm değil de bâtıl olanlar tercih ediliyor, seçiliyor ve merkeze alınıyor. Tüm iletişim kanalları, eğitim alanları, iş alanları vs. her-şey bunların elinde olduğu için, insanları da gayr-i İslâmî alanlara yönlendirecek şekilde bir düzen getiriliyor ve insanlar İslâm ile apaçık şekilde karşılaşmayıp da bu bâtıl şeylerle sürekli haşır-neşir olunca doğru ve hak olanın bu bâtıl şeyler olduğunu zannederek bâtıla aykırı olan İslâm’a düşman olmaya başlıyorlar. İslâm’ı İslâm düşmanlarından öğrenmek böyle oluyor.   

 

İnsanlık târihindeki hiç-bir düşmanlık, “İslâm’a yapılan düşmanlık” kadar şiddetli olmamıştır. İslâm’a olan düşmanlık, kişinin tüm Dünyâ’yı yakmasına bile yol açabilecek kadar şiddetli olabilir. İnsanlık târihinde en büyük düşmanlık, İslam ile birlikte İslâm peygamberlerine de yapılmıştır. Bu düşmanlığı yapanlar maalesef hem cehâletten hem de târih boyunca aşırı yüceltmecilik yapanlar nedeniyle müslümanlar tarafından da yapılmaktadır. “Bize Kur’ân yeter” diyenler Peygamber’i yok sayıyor ve uydurmalara kanarak Peygamberimiz’in yanlış şeyler söylediğini ve yaptığını sanarak ona düşmanlık yapıyor. Son-moda trend ise, “İslâm’a Kur’ân ile düşmanlık etmek”tir. Modern Kur’ân çalışmaları, müslümanları Peygamber-Sünnet düşmanı yapıyor. Aşırı yorumlanan “Kur’ân kavramları” üzerinden İslâm ve Peygamber düşmanlığı yapılıyor.

 

Başta peygamberler olmak üzere tüm müslümanların her devirde dört düşmanı olmuştur: Firavun (kral), Hâmân (başbakan), Kârun (sermâyedar), Samîri-Bel’am (din işleri).. İşte müslümanların bu düşmanları etkisiz hâle getirmesi “farz-ı ayn”dır. Fakat târih boyunca müslümanlar ilk defâ, “modernite” ile birlikte kendilerini küçümsüyor ve düşmanlarını yüceltiyorlar. Târih boyunca müslümanlar ilk defâ, modernite ile birlikte, düşmanları karşısında aşağılık kompleksine kapılmaktadırlar. Bu yüzden İslâm’ı da İslâm düşmanlarından öğrenmektedirler. Sonuçta da İslâm’a düşman olan bir-çok müslüman(!) ortaya çıkıyor. Çünkü müslümanlar İslâm’ı İslâm düşmanlarından öğrendikleri için kolay tâvizler verebiliyorlar. İslâm’dan verilen tâviz(ler), kişiyi yakın-uzak vâdede “İslâm düşmanı” yapıyor.

 

“İşte böyle; biz, her peygambere suçlu-günahkârlardan bir düşman kıldık. Yol gösterici ve yardımcı olarak Rabbin yeter” (Furkân 31).

 

Mekke müşrikleri İslâm üzerinden müslümanlara düşman oluyorlardı. Modern insan ise, müslümanlar üzerinden İslâm’a düşman oluyor. Müslümanlar, kardeşlerine karşı ne doğru-düzgün kardeşlik yapıyor, ne de düşmanlarına karşı doğru-düzgün düşmanlık yapıyor. İslâm’ı “İslâm düşmanları”ndan öğrenenler “İslâm düşmanı” oluyorlar. Oysa İslâm, Kur’ân’la öğrenilir, Sünnet ile uygulanır. İslâm’ın emirlerinden birine bile düşman olan, “İslâm’a düşman olmuş” demektir.

 

İslam düşmanları İslâm’ın görünmesine katlanamazlar. İslâm’ı İslâm düşmanlarından öğrenen modern müslümanlar, “görünmeyen İslâm”a müptelâ olmuşken, “görünen İslâm”a düşman olmuş durumdadır.

 

Lâikler ve modernler, uydurma rivâyetlerle dîni kötüleme yarışı içindedirler. Bunların yazdığına ve konuştuğuna baktığınızda, Kur’ân’dan hiç örnek ver(e)mediklerini görürsünüz. Çünkü onlar böyle yapmakla aslında Kur’ân düşmanı olduklarını gizlemektedirler. Dîne saldırılarını ve düşmanlıklarını ise uydurma rivâyetler üzerinden yapmaktadırlar. Modern müslümanlar, nefislerine hitâp etmeyen dîne düşman oluyorlar.

 

Modernizmin târihi, “dinden kopuş” ve “dîne düşman olma”nın târihidir. Modern insan, modern-bilim hatırına İslâm’a düşman olmaktadır. İslâm’ı İslâm düşmanlarından öğrenen müslümanların %90’ı, “dînin gizli düşmanı” hâline gelmişlerdir.

 

İslâm’ı Kur’ân’dan öğrenmeyenlerin İslâm’a bağlılıkları körü-körünedir. Körü-körüne bağlılıklar, bir süre sonra aynı şeye “körü-körüne düşmanlıklara” dönüşür. Bir şeye/düşünceye/hizbe vs. “körü-körüne taraftar olmak”, bir zamana sonra o şeye/düşünceye/hizbe “körü-körüne düşman olmak”la sonuçlanır.

 

Eğer müslimseniz En Güçlü Olan Allah’tan yana olursunuz ve O’nun dînini baş-tâcı edersiniz. Güçsüzler de dostunuz olur. Fakat kendilerinde bir güç olduğunu sanılanlara yamanır ve dîni de onlardan öğrenmeye kalkarsanız İslâm’dan soğumaya ve en sonunda da İslâm’a düşman olmaya başlarsınız. Eğer -sözde- “güçlü”den yanaysanız, “güçsüz”e düşmansınızdır.

 

Modern dünyâda baskın unsur İslâm’a düşmanlık olduğu için, İslâm’a düşmanlık kolay yaygınlaşıyor. Gücün peşinden gidenler güçsüz gördükleri İslâm’a düşman oluyorlar. Zîrâ İslâm düşmanlarına düşman olmaya dirâyetleri ve cesâretleri yetmiyor.

 

Gayri-İslâmî sistemler “düşman”sız yapamazlar da hem İslâm’a hem de müslimlere düşman olurlar. İslâm’da ise ebedî düşman “şeytan”dır:

 

“Ey Âdem-oğullar!; ben size and vermedim mi ki: Şeytana kulluk etmeyin, çünkü o, sizin için apaçık bir düşmandır” (Yâsin 60).

 

“Gerçek şu ki, şeytan sizin düşmanınızdır, öyleyse siz de onu düşman edînin. O, kendi grubunu, ancak çılgınca yanan ateşin halkından olmaya çağırır” (Fâtır 6).

 

İslâm’a olan samîmiyet, küfre ve kâfire karşı bir düşmanlık ve isyân doğurur. Bu yüzden Ercüment Özkan: “Küfre olan hasımlığım, İslâm’a olan hısımlığımdandır” der.

 

İslâm’ı İslâm düşmanlarından değil de Kur’ân’dan öğrendiğimizde, İslâm’a değil, İslâm düşmanlarına düşman oluruz.

 

Bizim küfre ve şirke karşı olan düşmanlığımız, kâfirlerin ve müşriklerin İslâm’a olan düşmanlığından daha güçlü olmadıkça İslâm’ı hayâta hâkim kılmamız mümkün değildir.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Nîsan 2022

 

Devamını Oku »

15 Ağustos 2022 Pazartesi

Zorluğa Tâlip Olmak Yada Hayâtın Tadını Çıkarmak


“Ancak o, sarp yokuşa göğüs germedi. Sarp yokuşun ne olduğunu sana öğreten nedir?. Bir boynu çözmek (bir köleye özgürlük vermek)tir; Yada açlık gününde doyurmaktır, Yakın olan bir yetimi, veyâ sürünen bir yoksulu. Sonra îman edenlerden, sabrı birbirlerine tavsiye edenlerden, merhâmeti birbirlerine tavsiye edenlerden olmak” (Beled 11-17).

 

İki çeşit insan vardır. Bu insan-tipleri, hayâtı hangi merkezde yaşadığına göre ayrılır: 1-Dünyâ-merkezli yaşamayı seçenler. 2-Âhiret-merkezli yaşamayı seçenler. Bunu: “Dünyâ’nın tadını çıkarmaktan başka bir derdi olmayanlar” ve “Allah için, İslâm için ve âhiret bilinci ve endişesiyle zorluğa tâlip olanlar” olarak da ikiye ayırabiliriz. Âhiret-merkezli yaşamayı seçenler Dünyâ’dan nasiplenebilirler, fakat dünyâ-merkezli yaşamı seçenler âhiretten olumlu anlamda faydalanamazlar:

 

“Kim âhiret ekinini isterse, Biz ona kendi ekininde arttırmalar yaparız. Kim dünyâ ekinini isterse, ona da ondan veririz; ancak onun âhirette bir nasibi yoktur” (Şûrâ 20).

 

İnsanlık-tarihi boyunca insanların büyük çoğunluğu “zorluğa tâlip olmak” yerine, Dünyâ’nın tadını çıkarmanın ve sürekli olarak refah, zevk, haz içinde yaşamanın hayâlini kurmuş ve bunun için çabalamıştır-çabalamaktadırlar. Lâkin sünnetullah, imtihan ve Dünyâ’nın formatı nedeniyle çoğunluk için bu mümkün olmamıştır ve mümkün değildir. Zîrâ Dünyâ sınırlıdır, nîmetler sınırlıdır ve insanlığın hepsi yada çoğunluğu için yeterli olanaklar yoktur. Dünyâ, insanların hepsi yada büyük çoğunluğu için sınırsız bir şekilde hayâtın tadının çıkarılabileceği bir yer değildir, olamaz. Bu nedenle de târih boyunca hemen her zaman, Dünyâ’nın en az yarısı perişanlık, fakirlik ve yoksulluk içinde yaşarken, diğer yarısı ise, bu durumu önemsemeyerek “hayâtın tadını çıkarmak” şeklinde bir arayışa girmiştir. Fakat bunun mânevî bir cezâsı olmuştur-olmaktadır ki, kırmızı çizgisi olmayan bu arayış ve arzu insanlara huzur getirmemiş ve onları en azından mânevî olarak çökertmiştir. Hâlbuki zorluğa tâlip olunduğunda ve “çıtayı düşürmek” göze alındığında, Dünyâ herkes için ortalama bir refahı, huzûru ve mutlu bir hayâtı karşılayabilecektir. Zîrâ böyle olduğunda bir bereket de açığa çıkacaktır. İşte zorluğa tâlip olan peygamberler ve mü’minler bunu sağlamaya çalışırlarken, hayâtın tadını çıkarmayı hedefleyenler ve Dünyâ’yı zinhar ıskalamamaya kilitlenenler, “herkes için iyiliğin” ister-istemez karşısında olmuş olurlar. Allah’ın indirdiği vahiylerin sertliği çoğunlukla bundan dolayıdır. Çünkü Allah’ı, âhireti, Kitab’ı, İslâm’ı, Peygamber’i hesâba katmayan yada yeterince hesâba katmayan insan, Dünyâ yaşamına çok hırslıdır, çok ihtiraslıdır ve bu uğurda bir-çok adâletsizliği, merhâmetsizliği yapabilecek ve çeşitli zorlukların açığa çıkmasına neden olabilecektir.

 

O-hâlde insanlık-târihi, “zorluğa tâlip olan az sayıdaki mü’minler” ile, “hayâtın tadını dibine kadar çıkarmak” isteyen büyük çoğunluğun savaşımının ve mücâdelesinin târihidir. Kıyâmete kadar da böyle olacaktır. Bu savaşta yada mücâdelede “müslümanım” dediği hâlde mü’minlerin tarafında olmayanlar da “Dünyâ’nın tadını çıkarmak”tan başka bir şey düşünmediği için insanların yarısının zorluk içinde kalmasına göz yumanların tarafında olmuş olurlar.

 

Şeytanın, nefsin ve tâğutların yâni “kendilerinde Allah gibi bir güç olduğunu zannedenlerin” etkisi nedeniyle, modern müslümanlar da dâhil insanların çoğunluğu, Dünyâ’da bulunmanın yegâne amacının, “Dünyâ’dan olabildiğince zevk almak, haz içinde ve relaks hâlinde yaşamak, zorluklardan alabildiğine kaçmak ve Dünyâ’nın tadını dibine kadar çıkarmak” olduğunu zannediyor. Oysa fâni-geçici bir imtihan dünyâsında, üstelik ölümden sonra her-şeyin bitmediği ve hesâbın başladığı âhiretin olması bunu mümkün kılmaz. Çünkü Dünyâ cennet değildir ve Dünyâ, cenneti kazanmak için icâbında zorluklara tâlip olmanın ve İslâm-merkezli yaşamanın olduğu yerdir.

 

“Dinde zorlama yoktur” diye bilinen âyet, aslında sâdece “kişiyi dîne dâhil etme noktasında” zorlamanın yapılamayacağıyla ilgilidir. Zorla dîne girmek ve dâhil etmek yoktur ve olmaz. Zîrâ din bir gönüllülük işidir, kâlpten ve isteyerek, insan tarafından bir baskı altında kalmadan kabûl ederek dîne dâhil olmak esastır ve önemlidir. Fakat dîne dâhil olduktan sonra ise, çeşitli sorumluluklar kabûl edilmiş demektir ki, bu sorumlulukların çoğu insanı çok zorlayıp yorabilir. Zorluk, Dünyâ’nın kaderidir. Dünyâ’da dînin yüklediği yükümlülükler ve sorumlulukların zorluğu olmasa bile, Dünyâ’nın yapısından kaynaklanan genel ve doğal bir zorluğu vardır. Sıcak, soğuk , hastalık, ölüm, kavga, gürültü, iş, morâl bozukluğu vs. hayâtın çeşitli zorlukları vardır ve bunlar sünnetullahın ve imtihanın gereğidir. İşte İslâm, bu zorlukları normâlleştirmek ve âhireti de hesâba katarak dînin sorumluluklarını yüklenerek Dünyâ imtihanını geçerek âhirette mutlu olanlardan olmayı sağlamak için vardır. Bu da mecbûren bâzı zorluklara katlanmayı gerektir. Tabi bâzen bu zorluklar, “malların ve canların Allah yolunda harcanmasını da gerektirebilir ki bu ancak samîmi mü’minlere zor gelmez. Peygamberler ve onlarla birlikte olanlar bunun örnekleridirler.

 

Çoğu kişi için hayat, hayâtın zorluklarından dolayı “ıskalanmış hayatlar”dır. Dünyâ’yı ıskalama korkusu, insanın en büyük korkularından biridir. Çünkü onlara göre hayat geçip gitmektedir ve ıskalanmaktadır. O-hâlde bunu tersine çevirmek ve bir-an önce hayâtın tadını çıkaracak şeyler yapma yoluna girmek ve bunu sağlamak için çabalamak gerektiği düşüncesi hâkim olur. Bu düşünce, âhiret bilgi ve bilincinden mahrûm olmaktan yada âhireti yeterince hesâba katmamaktan kaynaklanır. Âhirette ve cennette imtihanı geçmiş olanlar için ebedî nîmetlerin bulunduğu sonsuz bir hayâtın olduğuna îman etmiş olanlar için Dünyâ vazgeçilemeyecek ve bu nedenle de zorluklara ve fedâkârlıklara katlanılamayacak bir yer değildir. Tabi bu, modern insan için çılgınca, ahmakça, bağnazca ve aşırı bir düşüncedir. Hattâ post-modern insan bunu teröristçe bir düşüncenin yansıması olarak görmektedir. Zîrâ onlar merkeze âhireti değil de Dünyâ’yı almıştır.

 

Modern insan, hiç ama hiç-bir zorluk yaşamadan Dünyâ’nın tadını dibine kadar çıkarmak, haz, neşe ve sevinç içinde ve de Dünyâ’yı hiç ıskalamadan doya-doya ve dolu-dolu en uzun süre boyunca sıkıntısız bir şekilde yaşamak isteyen varlıktır. Fakat vallâhi de, billâhi de, tallâhi de Dünyâ’da bu mümkün değildir. İlk insandan bêri hiç-bir insan için hiç-bir zaman böyle bir yaşam olmamıştır, olmayacaktır, olmaz. O-hâlde; ya Dünyâ’nın doğal zorlukları yanında İslâm’ın yüklediği yükleri de yüklenirsiniz ve âhirette “imtihanı geçenlerden” olup cennet ile sevinirsiniz; yada hayâtın tadını dibine kadar çıkarmak ve hayâtı hiç ıskalamamak uğruna kendinizi paralayıp da o tür bir yaşama kavuşmak için çabalarsınız da âhireti ıskalarsınız. Ya bir miktar Dünyâ’yı ıskalarsınız ya da bütünüyle âhireti. Ya zorluğa tâlip olursunuz yada hayâtın tadını çıkarmak yolunda hayâtı tüketirsiniz de âhiretin çeşitli zorluklarıyla karşılaşarak pişmân olanlardan olursunuz. Bunun başka bir yolu yoktur. Şunu hiç-bir zaman unutmamak gerekir ki, her zorluğun yanında mutlakâ bir kolaylık vardır, olacaktır. Bu da zorluğu göze alabilecek olanlara bir müjdedir. 

 

Şu da var ki, Dünyâ’yı ıskalamamak uğrunda çaba harcayanların çok azı istedikleri hayata kavuşurlar ki, Dünyâ’nın yapısı gereği, o istedikleri hayâta kavuşanlar da, hayâl ettikleri gibi bir yaşam bulamazlar. Çünkü ne hâlde olursanız-olun, Dünyâ’nın doğal zorlukları da yanınızda gelir. Dünyâ’da zorluğun olmadığı bir yer ve zaman hiç-bir zaman olmamıştır, olmayacaktır. Zîrâ Dünyâ cennet değildir ve formatı gereği aslâ cennet olmayacaktır.

 

Zorluk iki çeşittir; “doğal olan zorluklar” (sıcak-soğuk, ağır, mesâfe vb.) ve “insanların ortaya çıkardığı zorluklar”. Doğal zorluklar kaderdir. İnsanların çıkardığı zorluklar ise, cehâlet değilse zulümdür. Dünyâ’yı ve insanları melekler yönetse bile, sünnetullah gereğince insanlar, “doğal imtihan”ın zorluklarıyla karşılaşmaya devâm edeceklerdir. Fakat Allah’ın istediği gibi bir yönetim olduğunda insanların ortaya çıkardığı zorluklar olmayacak yada çok nâdir görülecektir.

 

Eğer “Allah’ın olmadığı” bir yere gidilemezse, o hâlde “imtihanın olmadığı” bir yere de gidilemez. Demek ki sıkıntıdan ve zorluktan kaçıp gidilecek bir yer yoktur.

 

“Onlardan öylesi de vardır ki: ‘Rabbimiz, bize Dünyâ’da da iyilik ver, âhirette de iyilik (ver) ve bizi ateşin azâbından koru’ der. İşte bunların kazandıklarına karşılık nasipleri vardır. Allah, hesâbı pek serî görendir” (Bakara 201-202).

 

Elbette Kur’ân’ın öğrettiği gibi böyle bir duâ edilebilir ve hem Dünyâ’da ortalama iyi bir hayat yaşanabilir hem de âhirette kazananlardan olunabilir. Fakat bu, Dünyâ’da da cennet gibi bir hayat yaşamak anlamına gelmez. Çünkü dediğimiz gibi dünyâ-hayâtı, isrâf etmemek ve helâl, temiz, doğal ve meşrû olmak şartıyla tüm nîmetlerden faydalanılabilecek bir yerdir. Fakat bu tür bir hayat yaşamanın da zorlukları vardır. Böyle bir yaşam için de mücâdele etmek gerekir. Çünkü şeytan, nefs ve tâğutlar ve de hayâtın tadını dibine kadar çıkarmak isteyenler, Dünyâ’yı “sâdece kendileri için” cennete çevirmenin peşindedirler ve bunun için de insanların büyük çoğunluğunun zorluklar ve yoksunluklar içinde kalmasını göze alabilmektedirler. Kur’ân bunlar hakkında şöyle der:

 

“O, iş-başına geçti mi (yada sırtını çevirip gitti mi) yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya, ekini ve nesli helâk etmeye çaba harcar. Allah ise, bozgunculuğu sevmez” (Bakara 205).

 

Bunlara meydan vermemek ve hem Dünyâ’da hem de âhirette iyiliğe kavuşmak için de bunlarla mücâdele etmek ve bunun için de çeşitli zorlukları ve sorumlulukları göze almak şarttır. Bu da mecbûren dünyâ-hayatından kısmayı gerektirecektir. Zîrâ “hem hayâtın tadını çıkarayım hem de şeytanla, nefs ile ve tâğutlarla mücâdele edeyim” düşüncesinin, imtihan dünyâsı olan bu dünyâda bir karşılığı yoktur. Çünkü hiç-bir peygamber göbeğini kaşıya-kaşıya, yattığı yerden mücâdele etmemiştir. Zâten Kur’ân bize dünyâ-hayâtı için bir sınır koyar ve Dünyâ’da arzulanan o cennet-vâri yaşamın mümkün olmadığını söyler:

 

“Bilin ki, dünyâ-hayâtı ancak bir oyun, ‘(eğlence türünden) tutkulu bir oyalama’, bir süs, kendi aranızda bir övünme (süresi ve konusu), mal ve çocuklarda bir ‘çoğalma-tutkusu’dur. Bir yağmur örneği gibi; onun bitirdiği ekin ekicilerin (veyâ kâfirlerin) hoşuna gitmiştir, sonra kuruyuverir, bir de bakarsın ki sapsarı kesilmiş, sonra o, bir çer-çöp oluvermiştir. Âhirette ise şiddetli bir azap; Allah’tan bir mağfiret ve bir hoşnutluk (rızâ) vardır. Dünyâ-hayâtı, aldanış olan bir metadan başka bir şey değildir” (Hadîd 20).

 

Hayâtın tadını doya-doya çıkarmak isteyen modern müslümanlar da; “nede olsa îman ettim, artık Dünyâ’ya asılabilirim ve hayâtın tadını istediğim gibi çıkarabilirim” derdindedirler. Ne de olsa Kur’ân’ı arapçasından okumayı öğrenmişlerdir ve -bir kereye mahsus olmak şartıyla- hatim etmişler yâni Kur’ân’ı başından sonuna kadar arapçasından okuyup bitirmişlerdir. Zâten Ramazan ayında oruçlarını tutmaktadırlar ve böylece dînî görevlerini tamamlamışlardır. Artık sıra hayâtın tadını dibine kadar çıkarmanın ve Dünyâ’ya sıkıca sarılmanın ve asılmanın zamânıdır. Lâkin Kur’ân böyle demiyor:

 

“İnsanlar, (sâdece) ‘îman ettik’ diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebût 2).

 

Sınanmadan yâni “zorluklarla karşılaşmadan bırakılacaklarını mı zannediyorlar” diyor. Müslümanlık daha doğrusu müslimlik ve mü’minlik, “tüm hayâtı İslâm-merkezli yaşamak” demektir. Yarı-müslümanlık yada sınırlı bir müslümanlıkla ucundan-kıyısından îman ederek, fakat tam göbeğinden Dünyâ’ya asılmakla müslüman-mü’min olunamaz. Kur’ân’ın öğrettiği mü’minliğin söylemi ve eylemi şu şekildedir:

 

“De ki: Şüphesiz benim namazım, ibâdetlerim, dirimim ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah içindir” (En-âm 162).

 

Bu da, hayâtın tadını çıkarmaktan ziyâde, zorluğu göze almak ve çeşitli zorluklara ve fedâkârlıklara katlanmayı gerektirir.

 

Şeytan modern zamanlarda, insan hakkındaki yargısının ve beklentisinin çıktığını gördükçe zevkten dört köşe olmuş bir vaziyette saltanatının tadını çıkarıyor. Hayâtın tadını gerçek anlamda çıkaran tek varlık şeytandır.

 

Kur’ân, imtihanı ve âhireti hesâba katmayanlara şunu söyler:

 

“De ki: ‘Eğer babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşîretiniz, kazandığınız mallar, az kâr getireceğinden korktuğunuz ticâret ve hoşunuza giden evler, sizlere Allah’tan, O’nun Resûlü’nden ve O’nun yolunda cihad etmekten daha sevimli ise, artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyedurun. Allah, fâsıklar topluluğuna hidâyet vermez” (Tevbe 24).

 

Mü’minler, Dünyâ’da, “cenneti anlamsızlaştıracak” şekilde yaşa(ya)mazlar. Biz Dünyâ’ya cennetteymiş gibi yaşamaya değil, “ebedî cennet hayâtını kazanmak için” geldik. Öyleyse ey mü’min kişi!; sen hem Allah’a ve Peygamber’e râm olmayı; hem  de bu Dünyâ’da “gönlünce” yaşayabilmeyi mi arzu ediyorsun?”. Vazgeç bundan!.

 

Âhirette şok olacak, büyük bir pişmanlık, perişanlık ve hüsrân yaşayacak olup da “biz de îman edenlerdendik” yada “biz de iyi insanlardık” diyenlere Allah şunu söyleyecektir:

 

“İnkâr edenler ateşe sunulacakları gün, (onlara şöyle denir:) Siz dünyâ-hayâtınızda bütün güzelliklerinizi ve zevklerinizi tüketip-yok ettiniz, onlarla yaşayıp-zevk sürdünüz. İşte yeryüzünde haksız yere büyüklenmeniz (istikbârınız) ve fâsıklıkta bulunmanızdan dolayı, bugün alçaltıcı bir azap ile cezâlandırılacaksınız” (Ahkâf 20).

 

Allah’ı, âhireti, İslâm’ı, Kur’ân’ı ve Peygamber’i -mecbûren- göz-ardı ederek ve Dünyâ’yı hiç ıskalamadan, hayâtın tadını dibine kadar çıkarmak peşinde koşarak, âhirette hesâbı vermek ve ebedî cenneti kazanmak mümkün değildir. Cennet, Dünyâ’da Allah’ın emrettiği ve peygamberlerin örneklediği gibi bir hayat yaşamanın ödülü olarak, mü’minlere verilecek sonsuz nîmetlerin bulunduğu ebedî bir mutluluk diyârıdır. Dünyâ’da Allah’ın emrettiği gibi değil de, şeytanın, nefsin ve tâğutların istedikleri gibi yaşamanın karşılığı ise, sonsuz azâbın ve pişmanlığın yaşanacağı cehennem olacaktır.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Mayıs 2022

 

Devamını Oku »

10 Ağustos 2022 Çarşamba

Tesettürü Ayağa Düşürmek

 

“Mü’min kadınlara söyle: Gözlerini (harama çevirmekten) kaçındırsınlar ve ırzlarını korusunlar; süslerini açığa vurmasınlar, ancak kendiliğinden görüneni hâriç. Başörtülerini, yakalarının üstünü (kapatacak şekilde) koysunlar. Süslerini, kendi kocalarından yada babalarından yada oğullarından yada kocalarının oğullarından yada kendi kardeşlerinden yada kardeşlerinin oğullarından yada kız-kardeşlerinin oğullarından yada kendi kadınlarından yada sağ-ellerinin altında bulunanlardan yada kadına ihtiyâcı olmayan (arzusuz veya iktidarsız) hizmetçilerden yada kadınların henüz mahrem yerlerini tanımayan çocuklardan başkasına göstermesinler. Gizledikleri süsleri bilinsin diye ayaklarını yere vurmasınlar. Hep birlikte Allah’a tevbe edin ey mü’minler!, umulur ki felah bulursunuz” (Nûr 31).

 

“Ey Peygamber!, eşlerine, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına dış elbiselerinden (cilbablarından) üstlerine giymelerini söyle; onların (özgür ve iffetli) tanınması ve eziyet görmemeleri için en uygun olan budur. Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir” (Ahzâb 59).

 

“Ey Âdem-oğulları, (yada Âdem-kızları) biz sizin çirkin yerlerinizi örtecek bir elbise ve size ‘süs kazandıracak bir giyim’ indirdik (vâr ettik). Takvâ ile kuşanıp-donanmak ise, bu daha hayırlıdır. Bu, Allah’ın âyetlerindendir. Umulur ki öğüt alıp-düşünürler. Ey Âdem-oğulları, şeytan, anne ve babanızın çirkin yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini sıyırtarak onları cennetten çıkardığı gibi sakın sizi de bir belâya uğratmasın. Çünkü o ve taraftarları, (kendilerini göremeyeceğiniz yerden) sizleri görmektedir. Biz gerçekten şeytanları inanmayacakların dostları kıldık” (A’raf 26-27).

 

Tesettürün nasıl olacağı basit bir formülle şu şekildedir: “Kısa, dar ve ince olmayacak”. Biz buna bir de; “pahalı ve dikkat çekici olmayacak” maddelerini ekliyoruz. Zîrâ tesettürde de isrâf etmek haramdır ve bu nedenle gösterişli ve pahalı kıyâfetler almak doğru olmaz. Peygamberimiz, tesettür konusunda kendilerine “nasıl olmalı” diye soranlara; “dikkat çekmeyiniz, kendinize baktırmayınız” diye cevap vermiştir. Örtünmenin karşısında “teşhircilik” sayılan “teberrüc” kelimesine atıf yapılır ki teberrüc “dikkat çekme ve kendini gösterme” demektir. Teberrüc; “süslü ve ihtişamlı bir şekilde kendisini gösteren, kendini teşhir eden, ortaya koyan” anlamındadır.

 

Hiç-bir başörtüsü ve tesettür kıyâfeti; rengarenk, dar, ince, kısa ve pahalı olamaz. Çünkü tesettür zâten “dikkat çekmemek için” emredilmiştir. Tesettürün amacı, “mahrem yerleri örtmek ve dikkat çekmemek”tir. Öyle capcanlı renklerde; sarı, kırmızı, yeşil, pembe, mavi vs. gibi canlı renklerle tesettür sağlanamaz. Zîrâ tesettürün amaçlarından biri de dikkat çekmemektir. Bu nedenle tesettürde koyu renkler (siyah, gri, kahve rengi, füme ve bu renklerin tonları) hâkim olmalıdır. Zâten 28 Şubat’tan yada 90’lı yıllardan önce büyük oranda böyleydi. Üstelik tesettür kıyâfetleri bedeni zinhar göstermeyecek şekilde boldu. Şimdikiler ise, “ben buradayım” dercesine rengârenk, yoğun desenli ve hattâ vücut hatlarını belli ederek öne çıkaracak şekilde tasarlanmış kıyâfetlerdir. Şu iyi bilinsin ki, bu elbiselerle “tesettürlü” olunamaz. “Yarı-tesettür “tesettür” değildir.   

 

Yine hiç-bir başörtüsünün ve tesettür kıyâfetinin fiyatı uçuk rakamlarda olamaz. Meselâ -2022 rakamlarıyla söylersek-, hiç-bir başörtüsü ve dış elbise, meselâ bin lira, iki bin lira olamaz. Niçin olsun ki?. Eğer bu örtüler “bulunmaz hint kumaşı”ndan yapılmış diye pahalı satılıyorsa, bilinsin ki bu tür kumaşlardan yapılmış olan elbiseler de tesettüre uygun değildir. Onlar tesettür için değil, teşhir içindir, hava atmak içindir. Zâten mü’minler, kendilerini mü’min kardeşlerinden bâriz bir şekilde ayıracak ve belli edecek yeme, içme, giyinme, konuşma ve davranışlarda bulunamazlar. Tesettür kıyâfetleri sâdece rengiyle-deseniyle değil, fiyatıyla da dikkat çekemez. Bin liraya alınan o şeyler “başörtüsü ve tesettür elbisesi” yâni “hımar ve cilbab” değildir. Onlar imaj ve gösteriş için yâni dikkat çekmek için hazırlanan, satılan ve giyilen teşhir mallarıdır.

 

Nizâmî bir başörtüsünün nasıl olacağını Kur’ân açık bir şekilde belirliyor. Başörtüsünün, boyunları ve göğüsleri kapatacak şekilde takılmasını emrediyor. Kur’ân, başörtüsü takmayı değil, zâten kullanılan başörtüsünün nasıl takılacağını emrediyor. Başörtüsüyle kapatılacak olan yer, boyun ve göğsün üzeridir. Bunları örtmeyen örtüler “başörtüsü” falan değildir. Vücûdu belli eden, kısa kalan, dar olan, dikkat çekici renklere sâhip olan ve aşırı pahalı fiyatlarla absürd isim ve markaları olan örtüler-kıyâfetler, Kur’ân’ın emrettiği ve mü’min kadınların uygulayarak gösterdiği İslâm’daki tesettür değildir. Bu modern kıyâfetler ve kullanım şekilleri; başörtüsünün ve “dış-elbise” denen cilbabın nizâmi bağlanış-giyiliş şekline, rengine ve desenine bir türlü katlanamayan ve gıcık olanları memnun etmek ve de nizâmî tesettürü nefislerine ve ruhlarına bir türlü kabûl ettiremeyenleri iknâ etmek için tesettürden verilmiş tâvizlerin bir sonucudur. Tesettür, birilerini memnun edecek ve rahatlatacak şekilde değil, Kur’ân’ın târif ettiği ve Allah’ın râzı olduğu şekilde olan giyinme-şeklidir. Allah’ın onaylamadığı tesettür denen absürd kıyâfetler, bunları üreten firmaları ve modacıları zenginleştirmek için şeytanın alkışladığı ve desteklediği bez ve çaput parçalarıdır. Çünkü bu -sözde- tesettür kıyâfetlerinin markalarına bakıldığında, İslâm düşmanı firmaların adlarının yazılı olduğu görürsünüz. Bu firmalar, ancak kendi ürettikleri ve çok pahalıya sattıkları kıyâfetler kullanıldığında ancak bu giyiniş tarzına ses çıkarmazlar. Tabi yerli firmalar da onlara özenerek benzeri renk, desen ve kalıplarda -sözde- tesettür kıyâfetleri üretmeye ve satmaya başlarlar.

 

Bahsettiğimiz bu kıyâfetlerle ibâdetler de yapılamaz. Ütüsünün bozulmasından ve kırışmasından korkularak ibâdet edilemez. Gerçi tesettürü ayağa düşürenlerin büyük çoğunluğu ibâdet konusunda sorunludur. Çünkü bahsettiğimiz kıyâfetler makyaj ister, parfüm ister, sürekli hareket hâlinde olmak ister. Böyle olunca da ibâdetler arada kaynar gider. Başörtüsü ve tesettür; manikür, pedikür, makyaj, parfüm, gösterişli elbiseler ve uygunsuz duruşlar, davranışlar ve konuşmalarla bir-arada olamaz. Dikkat çekmemek, “makyaj ve parfümle de dikkat çekmemek”tir. Zâten kıyâfetleri İslâm’a uygun olmayan, Kur’ân’ın belirlediği nizâma aykırı olan modernizmin bu uyduruk kıyâfetleriyle başta namaz olmak üzere ibâdet edilemez. Bu kıyâfetler -istisnâları tenzih ederek söylemek gerekirse- dışarıda olmayı gerektirir. Bu kıyâfetler; duruşu, bakışı, konuşmayı ve tavrı değiştirir ve insanlara tepeden baktırır. Yine bu kıyâfetlerle dışarıda olmak, bakışları celb-eder. Tüm bunlar ise, tesettürün amacına ve özüne aykırıdır.

 

Televizyon, film, dizi, cep telefonu, bilgisayar ve internet ile yozlaşmış ve başkalaşmış olan zihniyetler, annelerinin giydiği gibi olan tesettür kıyâfetlerini giymeyi kabûl edemiyorlar, bu nedenle de Kur’ân’ın târif ettiği gibi nizâmî şekilde örtünmüyorlar ve tesettürü ancak modern şekillerde olursa kullanıyorlar. Çünkü hem tesettürün ve başörtüsünün neden emredildiğini, amacının ne olduğunu ve nasıl olması gerektiğini bilmiyorlar, hem de modern olmayan ve hattâ moderniteye aykırı olan, İslâm’ın emrettiği nizâmî başörtüsü ve cilbab giyme şeklini benimseyip kabûl edebilmiş değillerdir. Zîrâ tesettürü vücutlarına giyseler de ruhlarına kabûl ettirememişler ve ettirmeyi de düşünmedikleri için, modernleşmiş kıyâfetleri tercih ediyorlar ve ancak bunları kullanabiliyorlar. Fakat şu bilinmelidir ki, tesettür keyfî bir tercih meselesi değil, bir emirdir ve bunun nasıl ve ne şekilde olacağı sözlü ve uygulamalı olarak gösterilmiştir.

 

Tesettür diyerek satılan ve giyilen bu modern kıyâfetler “takvâ elbisesi” olamazlar. Çünkü bu modern kıyâfetler takvâya yönelik değildir. Tam-aksine; tâvize, kopuşa, imaja, gösterişe ve teşhire yöneliktir. Çünkü bunlar tesettür renginde ve şeklinde değildir. Nefisleri açıkta bırakan, şeytanın, nefsin, tâğutların, modern-seküler-lâik insanın ve gözlerine tapanların râzı olacağı şekilde sâdece bedenleri kapatan ama örtmeyen kumaşlardır. Zâten bunları kullananlar da ancak böyle olduğunda, “başörtüsü” ve “tesettür” dedikleri kıyâfetleri kullanmaya râzı olabiliyorlar. Şeytan, nefs, tâğutlar, modern-seküler sistem, iyice modernleşmiş insanlar, İslâm’ı hatırlatan şeylerden nefret edenler de, bu kıyâfetler böyle modernleşince ancak râzı oluyorlar. Çok ilginçtir, başörtülerini ve tesettür kıyâfetlerini nizâmî ve tam da olması gibi giyenler, takanlar, nizâmî olmayan şekilde olan -sözde- tesettürlüler tarafından gülünç, gerici, yobaz, hattâ aşırı olarak görülüyorlar; terörist olarak görülüyorlar. Her biri birer ilah olmuş tesettürün nasıl olacağını gösteriyor sanki. Kur’ân’ın emrettiği ve gösterdiği tesettürü ayağa düşürmelerinin cezâsı olarak, şeytanın emrettiği ve tesettür sandıkları modernizmin kıyâfetlerini başlarına kaldırmaktadırlar.

 

“Yoksa insana ‘her dileyip arzu ettiği’ şey mi var?” (Necm 24).

 

Müslümanlar 90’dan sonra ama özellikle 28 Şubat’tan sonra çok değişti. Artık 28 Şubat’a kadar olan kararlı duruşları ve tâvizsizlikleri kalmadı. Müslümanların 28 Şubat’taki ağır yenilgilerinin sonuçları, nefislerini bayrak edinmiş modern müslümanlar ve tesettürü ayağa düşürmüş olan kadınlar ve kızlardır. 28 Şubat, -dik duruşlarını ve esas duruşlarını koruyanları istisnâ ederek söylüyorum- müslümanları tepe-taklak etmiş, bu da hayâtın tüm alanlarında yozlaşmalarına neden olmuştur. Artık modern müslümanlar için tâviz vermek işten bile değildir. İşte ayağa düşürülmüş olan tesettür kıyâfetleri de bunun en somut ve bâriz göstergesidir.

 

Çok absürd ve bâriz renk ve desenlere sâhip olan sözde başörtüsüyle ve tesettür kıyâfetleriyle öyle bir giyiniyorlar ki, çok fazla dikkat çekiyorlar. Kur’ân’ı idrâk etmiş, Peygamber’in ve mü’minlerin mücâdelesini iyi bilenlerin mîdesini bulandıracak ve kızdıracak kıyâfetler ve giyiniş şekilleridir bunlar.

 

Îmâna yönelik değil imaja yönelik kıyâfetlerdir bunlar. Oysa mü’minler imajı değil, îmânı ön-plânda tutarlar ve îmâna önem verirler. Îman azaldığı oranda imaj artar ve yükselir. Tabi imaj yükseldiğinde de îman düşer. Başörtüsü ve tesettür, imajın değil, îmânın göstergesi olmalıdır. Aslen örtünmek, “görünmek”ten ziyâde “görünmemek” içindir.

 

Başörtüsünün nasıl bağlanacağı, tesettürün ne şekilde ve hangi tarz/renk kıyâfetle olacağını Allah mı belirleyecek yoksa moda ve modern insan mı?. Tesettür, modanın bir nesnesi yapılamaz. Nasıl olacağını muhâfazakâr demokratlar, modernizm, şeytan, nefisler ve tâğutlar mı belirleyecek?. Elbette hayır!. Tesettürün nasıl ve ne şekilde olacağını, onu emreden Allah ve uygulayan mü’minler belirler. O-hâlde ey modern kadınlar ve kızlar!; Allah’ın belirlediği gibi kullanın da, tesettürü ayağa düşürmeyi bırakın. Settâr olan Allah, tesettürün ayağa düşmesini affetmez. Settâr olmayan tesettür, “tesettür” değildir.

 

Tesettür diye kullanılan, dikkat çekici renklere, absürd desenlere ve tesettürün rûhuna aykırı olan kesim şekillerine sâhip olan bu kıyâfetleri giyenler, mahremiyete de fazla dikkat etmiyorlar. Çünkü mahremiyet-merkezli olarak kullanılan kıyâfetler değildir bunlar. “Göstermemek” için değil, “göstermek ve görünmek” için kullanılan kıyâfetlerdir. Çünkü aşırı dikkat çekicidirler. Bu tarz kıyâfetleri giyenler zımnen: “Kıyâfet konusunda esneğim” demektedirler. Bu nedenle de mahremiyete çok önem vermemekte ve dikkat etmemektedirler. Saçları, boyunları görünmüş, vücut hatları belli olmuş, kısa, dar ve ince olmuş fark etmiyor. Yeter ki havalı olsun, “şık” olsun, modern olsun, birilerini rahatsız etmesin ve insanlar beğensin ve kendilerine baksın, hattâ kıyâfetleri ve giyinişleri hakkında olumlu anlamda konuşsunlar. Peki bu kıyâfet tarzına ve giyiniş-şekline Allah ve Kur’ân ne diyor?. Çok da önemli değil.. Çünkü bu zamanda o eski, demode, enerjisi düşük, soluk renkli kıyâfetler giymek absürd oluyor..

 

Evet; tüm mesele nedir biliyor musunuz?. Tesettür zannettikleri bu kıyâfetler, modern kadınlar için “Allah’ın emri ve rızâsını gözetmek” için değil, insanların beğenisini kazanmak için kullanılıyor. Zîrâ Allah’ın râzı olacağı şekilde değil, insanların beğeneceği şekilde kullanılıyor.    

 

Başörtüsü bir aksesuar değildir, tesettür için kullanılması gereken kıyâfetler birer aksesuar değildir. Tesettür, şeytanı, nefisleri ve tâğutları râzı etmek ve insanların bakışlarını celb-etmek için değil, tam-aksine, bunları önlemek içindir.

 

Başörtüsü ve tesettür, mü’min kadını “ağır” yapar ve ölçülü davranmasını gerektirir. Modernleştirilmiş kıyâfetler ise böyle bir duygu vermez. Bu tür kıyâfetlerle çiğ hareketlerde bulunmak çok görülen bir şeydir. 

 

Mevcut şekilde kullanılan tesettür kıyâfetleri ve örtüş şekilleri çok eğreti ve gevşek duruyor. Öyle ki, her-an çıkarılıverecek gibi. Hele bir okul bitse, bir evlense, bir çalışmaya başlasa, birileri; ana-babası, kocası, arkadaşları “çıkar” deyiverse, bir ortamını yada fırsatını bulsa, “ne oldu neden çıkardın” diyecek olanlar olmasa, çıkardığını kimse görmese, kimse kınamasa ve kimse laf etmese, bu kıyâfetleri çıkarması çoğu kadın ve kız için işten bile değildir. Çünkü tesettürün bilgisine ve bilincine erememişlerdir ve başörtüsü ve dış elbise kullanmaya da; alışkanlık, âileden gelen âdet, ana-baba baskısı, bir süreliğine takıldığı arkadaş ve cemaat ortamı, yada kendisini daha güzel gösterdiği için başlamıştı. 28 Şubat’a kadar olan süreçteki ablaları gibi tesettürün bedelini de ödemedikleri için, “olsa da olur olmasa da olur” şeklinde takılıyorlar. Çünkü böyle bir mesaj veriyor bu modern kıyâfetler. Bilinçli ve kararlı bir şekilde, nefsine ve rûhuna kabûl ettirip de ne pahasına olursa-olsun çıkarmayacağı karârıyla giymeye başlamayanlar için bu modern kıyâfetleri bir çırpıda çıkarıp atmak çok da zor olmaz. Yeter ki ortamını ve fırsatını bulsun. Bunun bir-çok örneğini de görüp duruyoruz. Bir de, bir zamanlar başörtülü ve tesettürlüyken, vazgeçerek tesettürlerini ve başörtülerini çıkaranların, yaptıkları ruhsuz savunmaları yok mu?; mîde bulandırıcı ve utanç verici bir durum..

 

Ayağa düşürülmüş tesettür kıyâfetleri Allah’ın emrettiği ve râzı olacağı kıyâfetler değildir. Bu yüzden Allah’ın emrettiği gibi örtünmekten yüksünen, utanan ve bu örtünme şekline ısınamadığı için bu şekilde örtünmeyi bir türlü kabûl edip de benimseyemeyen kızlar-kadınlar!; hiç utanmayın, sıkılmayın ve “ne derler” diye düşünmeyin, çıkarın gitsin o “paçavraları” başınızdan ve üstünüzden. Eğer “Allah ne der” diye değil de “el-âlem ne der” diye korkuyorsanız, zâten siz hiç tesettürlü falan olamamışsınız demektir. Çıkarın gitsin!. İnanın çok zor olmayacak. Çünkü Allah’ın emrettiği, Kur’ân’ın târif ettiği ve mü’min kadınların uyguladığı tesettürden vazgeçmek “candan vazgeçmekten daha önemli olmasına rağmen, gösterişe yönelik olan bu uyduruk kıyâfetlerden kurtulmak o kadar zor olmayacaktır. Çünkü onlar zâten sizi örtmüyor ve tam-aksine gösterdikçe-gösteriyor.

 

Açıkça söylüyorum!; Allah nasıl ki hakkıyla kılınmayan ve şekilden ibâret olan namazları insanın yüzüne vuracaksa ve o namazlar bize fayda vermeyecekse, ayağa düşürülmüş olan “tesettür” adı altındaki kıyâfetlerin de, bunları kullananlara bir yararı olmayacağı gibi, tesettürü ayağa düşürdükleri için pişmân olacaklardır.

 

Tabi, bir bilinçlenme, bir silkiniş ile kadınlarımız ve kızlarımız yeniden tesettürü ayağa kaldırabilirler ve tam da Kur’ân’ın târif ettiği, mü’min kadınların uyguladığı ve Allah’ın râzı olacağı gibi örtünmeye başlayabilirler. Bu, 28 Şubat’tan ve 90’dan önce olduysa şimdi de olabilir. Önemli olan tesettürün bilgisine ve bilincine sâhip olmak, bu bilinçle kararlı ve tâvizsiz olmaktır.

 

Başörtüsü/tesettür kadının dîninin direğidir. Kadın için dinde hiç-bir şey, başörtüsü ve tesettür gibi sürekli ve kesintisiz olamaz. Erkekler için dînin direği namazdır yada namaz olarak kabûl edilebilir, ama kadınların dîninin direği başörtüsüdür. Bu nedenle mü’min bir kadın başörtüsünü ne pahasına olursa-olsun çıkaramaz ve tesettürden vazgeçemez. Mahrem alanda başörtülü ve tesettürlü olmaya ara veremez. Başörtüsü kadının dîninin direğidir fakat başörtüsü takıldı diye dînin geri kalanından vaz-geçmek modern kadın ve kızları sorumluluktan kurtarmaz. Başörtüsünün kadın için dînin direği olduğu konusunda şöyle bir örnek vererek yazımızı tamamlayalım:

 

Meselâ 2-3 yıl arayla 10 sene arka-arkaya doğum yapan bir kadını ele alalım; hâmilelik, loğusa hâli, emzirme durumu ve hattâ “aybaşı” hâli gibi durumlarda “ruhsat” kullanarak (yâni mevcut durumları bir “hastalık” ve ezâ olarak kabûl ederek) oruç tutmasa da olur. Fakat bu süre boyunca başörtüsüz ve tesettürsüz dolaşamaz. Bu durumlarda bulunuyorken namazı kısaltsa yada “cem” yapsa da olur, fakat bu süreç boyunca başörtüsüz ve tesettürsüz olamaz. Hâmile-loğusa-emzikli olma durumları nedeniyle haccı erteleyebilir, fakat başörtüsü ve tesettürü erteleyemez. Çoluk-çocuk, ev işi vs.den dolayı Kur’ân okumaya vakit ayıramayabilir yada ayırmayabilir, fakat başörtüsüz ve tesettürsüz hâlde bulunamaz. Hattâ şöyle bir durum bile vardır: Bir kadın bile-isteye ve tasarlayarak (taammüden) birini vahşice öldürse, sonra da bunu îtirâf etse, sonuçta da îdam ile cezâlandırılsa ve bu kadın 3 aylık hâmile olsa; 6 ay doğum süreci, 24 ay da emzirme süreci boyunca yâni 30 ay boyunca (Ahkâf 15) kısas uygulanıp da îdam edilemez. Bu süreç bitip çocuk emniyete alınana kadar kadının yaşamı güvence altındadır. Fakat bu kadın 30 ay boyunca başörtüsüz ve tesettürsüz dolaşamaz, başörtüsü ve tesettürü bırakamaz. Tüm bu süreç-süreçler boyunca başörtüsüne-tesettüre uymak zorundadır. Çünkü başörtüsü-tesettür, kadının dîninin direğidir.

 

“Şüphesiz, bu bir öğüttür. Artık dileyen Rabbine bir yol bulabilir” (Müzzemmil 19).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Şubat 2022

 

 

 

 

 

Devamını Oku »

2 Ağustos 2022 Salı

Pasif Müslümanlık, Aşırı Müslümanlık ve Mü’minlik


“İnsanlardan kimi, Allah’a bir ucundan ibâdet eder, eğer kendisine bir hayır dokunursa, bununla tatmin bulur ve eğer kendisine bir fitne isâbet edecek olursa yüzü-üstü dönüverir. O, Dünyâ’yı kaybetmiştir, âhireti de. İşte bu, apaçık bir kayıptır” (Hac 11).

 

“Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda savaşın, (ancak) aşırı gitmeyin. Elbette Allah aşırı gidenleri sevmez” (Bakara 190).

 

“…Gerçek mü’minler ancak Allah’a ve Resûlüne îman eden, ondan sonra aslâ şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla canlarıyla savaşanlardır. İşte îman sözlerinde doğru olanlar onlardır” (Hucurât 14-15).

 

Îman, pasif bir kabûlden ibâret bir şey değildir. Çünkü İslâm Dîni, pasifliği sembôlize eden bir felsefe değildir. Zâten Kur’ân’da pasif anlamlar yoktur. Kur’ân aşırı ve modern yorumlarla pasifleştiriliyor, pasifleştirilmeye çalışılıyor. Sonuçta müslümanlar da pasifleşiyor. Zîrâ aşırı yorumlanan şey kişiyi pasif hâle getirip nesneleştirir.

 

Kur’ân’da “pasif anlamlar” yoktur. Bu yüzdendir ki İslâm, dinden aslâ tâviz vermez. Pasifliği başlatan şey tâvizdir. Verdiğiniz tâviz oranında pasifleşirsiniz. Şu da var ki aslında tâviz vererek pasifleşen şey İslâm değil, müslümanlardır. Zîrâ İslâm Allah’ın sözü ve dînidir. Allah’ın dîninin ve sözünün pasif olması mümkün değildir. Bu nedenle pasifleşmiş olanlar müslümanlardır. Pasifleştikleri için İslâm’ı da kendileri gibi pasif bir din olarak görmek istiyorlar ve başlıyorlar pasif yorumlar yapmaya ve İslâm’ı “pasif bir din” gibi anlatmaya.

 

Günümüzde yenilmişliğin, ezikliğin, kompleksin ve en önemlisi de pasifliğin etkisiyle, İslâm’ı sürekli olarak pasif bir din gibi anlatıyorlar. İslâm her alanda aktif ve tâvizsiz iken, aşırı yorumla birlikte İslâm’ı pasifleştirici yazılar yazılıyor ve konuşmalar yapılıyor. Böylece İslâm’ın aktif bir din olduğu ve mesajlarının da hep aktifliğe yönelttiği hakîkati perdelenmiş oluyor. Dünyâ’da tek bir aktif din vardır, o da İslâm’dır. Diğer inanışlar pasifliği merkeze almışlardır ve bu nedenle de zamanla ezikleşip felsefe hâline gelmişlerdir. Böyle olunca da bağlılıklar da pasif olmaktadır.   

 

Müslümanlar; şeytanın, nefsin, tâğutların, beşerî ideolojilerin ve modern telakkilerin etkisiyle pasifleştirilmeye çalışılıyor. Böylece eleştiri, îtirâz ve isyandan uzak tutuluyorlar. Meydanı boş bulan tâğutlar istedikleri gibi at koşturuyorlar. Meselâ Demokrasi denen beşerî ideoloji, insanı pasifleştirme ideolojisidir. Bir kere oy veren ve belirleyici olan kişinin artık 4-5 yıl boyunca “gık”ı bile çıkmaz. Hiç-bir yanlışa ve kötülüğe aktif bir tepki gösteremez. Çünkü ne de olsa yanlışı ve kötülüğü yapanlar, 4-5 yıl boyunca kendi yetki ve destek verdikleri kişilerdir. Modern insan, hayâta demokrasi üzerinden aktif bir tepki ortaya koyamamakta ve mecbûren pasif kalmaktadır.

 

Hiç-bir peygamber pasif değildi, hiç-bir vahiy pasif değildir, İslâm Dîni, uzak-doğu inançları gibi kişileri pasif olmaya yönlendirmez ve tam-aksine aktif birer müslüman olmaya yönlendirir ve hattâ zorlar. Zîrâ müslüman olmak ağır bir yükü omuzlamayı kabûl etmek demektir. Ağır bir yükü yüklenmiş olanların pasif kalabilmesi mümkün değildir.

 

Modernizmin etkileriyle kafa ve beden konforuna alışmış olanlar dîni de pasif şekilde yaşamak istemekte ve bunun için de azîmete göre bir yaşam olan Peygamber örnekliğini es geçerek Kur’ân’ı tam da kendi hayatlarına uygun olarak yorumlamaya çalışmaktadırlar. Pasifler, dîni sürekli olarak azîmete göre değil de “ruhsata göre yaşamak” derdindedirler fakat onda bile mızmızlanmaktadırlar.   

 

Tabi pasiflikten kurtulmak “aşırı olmak” demek anlamına gelmemelidir. Çünkü aşırlık da pasiflik gibi doğru değildir. Zîrâ denge pasiflikte olduğu gibi aşırlıkta da kaçmaktadır. İfrat ve tefrit, yâni zıt yönlerdeki aşırılık aynı sonuçları verir. Müslümanlar pasiflik ve aşırılık arasında sıkışıp kalmışlardır. Oysa İslâm “vasat” olmaktan bahseder. Yâni ne pasif ne de aşırı. Ortada olmaktır doğru olan. Müslümanlar bu bağlamda; “aşırı yüceltmeci peygamber” ve “indirgemeci peygamber” anlayışı arasında sıkışıp kalmışlardır. Peygamber’i aşırı yüceltenler de, indirgeyenler de o’nu “örnek alınamaz” hâle getirmektedirler. Aynı şey tabî ki Kur’ân yorumunda da yapılmaktadır. Pasif ve aşırı yorumlarla Kur’ân başkalaştırılıyor ve müslümanlar da zamanla ayrılıp parçalanıyor. Sonuçta da hakîkat ifrat ve tefrit anlamında aşırılıklarla perdeleniyor. Oysa İslâm bir “denge dîni”dir. Müslümanlara da dengeli olmayı öğretir.  

 

Bir şeye olan körü-körüne ve aşırı bağlılık, o yapının günahlarını-kötülüklerini görmeyi blôke eder. Bu bağlamda sevginin bile aşırısı yanlıştır. Aşırı bağlılıkların zamanla “bağımlılık”a dönüşmesi kaçınılmazdır. Bağımlı olanlar ifrat ve tefrit anlamında aşırılık yaparlar. 

 

Târih boyunca kitleler, hakkı ve hakîkati hatırlatanlardan nefret etmişler ve onları aşırılıkla yaftalamışlardır. Oysa aynen peygamberlerin yaptıkları gibi, hakkı ve hakîkati hatırlatmak, şirkten, küfürden ve zulümden uzaklaştırmak, adâleti ve tevhidi hâkim kılma yolunda çalışmak, dengeli ve gayretli bir mü’minlik örneğidir. Kur’ân-merkezli yaşamaktır insanı dengede tutan şey.  

 

Allah’tan gayrı aşırı bağ(ım)lılıklar, idrâki blôke eder. Aşırı bağlılık, kişiyi 2+2’nin 5 olduğuna bile inandırabilir. Aşırı bağlılıklar, bir çeşit “at gözlüğü”dür. Sâdece “bağlı” olduğu yönü görür. Aşırı bağlılıklardan kaynaklanan körlükleri, yaşanacak “aşırı acılar” açabilir ancak: “O pek acı azâbı görünceye kadar ona inanmazlar” (Şuârâ 201).

 

Aşırı inceleme, incelenen şeyde mutlakâ bir hatâ açığa çıkarır. Zîrâ “aşırı inceleme”, o şeyi “parçalayarak bütününden koparmak” demektir. Parçalanan şey eksiktir. Çünkü “parça” eksiktir. İşte modernizm ve psikoloji, insanı da çeşitli şekillerde aşırı bir incelemeye tâbi tuttu, yâni parçaladı. Artık modernizm için “insan” demek, “hatâ ve eksiklik” demek oldu. Modernizme göre insan artı ve eksi anlamda aşırılıklarla mâlûldür. Bunun çâresini ise insanı insanlığından çıkarmakta görürler.

 

Her türlü aşırlık yanlışa götürür ve sonunda saptırıcıdır. Meselâ aşırı fikir zehirler. Aşırı eleştiri, yanında haksızlığı da taşır. Aşırı kâr, bereketi öldürür. Aşırı nezâket, insanlar arasındaki samîmiyeti öldürür/öldürüyor. Aşırı sorgulama, teslîmiyeti bozar. Aşırı sorgulamak, cevâbı öteler ve imkânsızlaştırır. Bâzı cevaplara, “sorgulamamakla” ulaşılır. Beşerî kânun ve kurallara aşırı bağlılık kişiyi aptallaştırır.

 

Her-şeyin aşırısı zararlıdır. Buna “araştırma” da dâhildir. Doğruyu bulmak için yapılan aşırı araştırma (yada didikleme), yanlış sonuçlar verir. Zîrâ araştırılan şeyin rûhu parçalanmaktadır.

 

Kur’ân ve Sünnet (güzel örneklik) iki kanattır. Müslümanların bir kısmı Kur’ân kanadını, diğer kısmı ise Sünnet kanadını aşırı sâhiplenip diğer kanadı umursamayınca mecbûren “tek kanatlı” kalıyor ve bu nedenle ne kadar çırpınsa da uçamıyor. Oysa mü’minlik iki kanatlı olmaktır. Mü’minlik hem pasiflikten hem de aşırılıktan uzak durmak ve dengeli olmaktır. Tüm peygamberler dengeyi öğretmişlerdir. Peygamberimiz’in ortaya koyduğu güzel örneklik yâni Sünnet, ifrat ve tefrit anlamında aşırılıklardan kurtulmuş “dengeli müslüman olma örnekliği”dir.   

 

İnsan “doğuştan müslüman” olur ama “doğuştan mü’min” olamaz. İnsanlık târihi, bâtılın “hakîkat” diye gösterilmesi ve mü’minlerin buna karşı çıkmasının târihidir.  Mü’min, vahye aykırı olan şeye ayak uydurmayan kişidir. Bu nedenle mü’minler, Dünyâ’yı İslâm-merkezli olarak değiştirmek isteyen insanlardır. Mü’min olmak için “Allah’ı kabûl etmek” yetmez, Allah’ı kabûl ettikten sonra “tâğutu reddetmek” de gerekir. Allah’ı kabûl etmesine rağmen tâğutu reddetmemek pasifliktir.

 

Dünyâ’nın geçici bir imtihan alanı, âhiret ve cennetin ise ebedî bir saadet yurdu olduğuna inanan bir mü’minin “kaybedeceği” bir şey yoktur. Bu bağlamda tüm mü’minlerin şöyle bir hayâli olmalıdır: “Keşke tüm Dünyâ’yı bir ‘barış yurdu’na (Dâr-üs Selam) çevirebilsem”. Bu yüzden mü’min, biraz telaşlı olandır: Hakkı bir-an önce tüm Dünyâ’ya hâkim kılma telâşı. Bu telaş onu dik ve diri tutar. Bâtılı hak kılmak isteyenler ise, uykuya dönmek için sabırsızlanan bir uyuşma içindedirler. Pasiflik, kısa zamanda bâtılı hâkim hâle getirir. Tabi aşırılık da enerjisini dengesiz kullandığından dolayı yarı yolda kalır ve yine bâtıla alan açar. Denge çok önemlidir. Dengeli olmak, Kur’ân’ı merkeze alarak mü’mince  yaşamakla sağlanabilir.   

 

Mü’min, canının istediği gibi yaşamayan-yaşayamayan kişidir. Mü’minler, Dünyâ’da, “cenneti anlamsızlaştıracak” şekilde yaşa(ya)mazlar. Mü’minliğin özelliklerinden biri de, Dünyâ’nın onu “kesmemesi”dir. Mü’min, modern-seküler sistemde yaşamayı zûl kabûl eden kişidir. Zîrâ mü’minler ancak cennet ile tatmin bulur.  

 

Sorun, “müslüman(!)” çokluğuna” rağmen, “mü’min” azlığıdır. Mü’min olmak, ne pasif ne de aşırı olmak değil, dengeli ve ölçülü olmaktır.

 

Mü’minin değeri, İslâm’a hizmeti kadardır vesselam.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ağustos 2021

 

Devamını Oku »