13 Haziran 2019 Perşembe

Kur’ân’da Nesh Var Mı?

 

“Biz, daha hayırlısını veyâ bir benzerini getirinceye (kadar) hiç-bir âyeti neshetmez (hükmünü yürürlükten kaldırmaz) veyâ unutturmayız. Bilmez misin ki Allah, gerçekten her-şeye güç yetirendir” (Bakara 106).

 

Nesh lûgatta: “Şer’i bir hükmü yine şer’i bir emirle kaldırmaktır. Bir şeyin aynını kopya etmek, aynını çoğaltmak. İptâl etmek, hükümsüz bırakmak, değiştirmek. Nakletmek, kaldırmak, bir şeyi zâil kılmak” anlamlarındadır. Îtikâda âit olan ve zamanla değişmeyen hükümlerde nesih olmaz, bunlar sâbit birer hakîkattirler.

 

Nesh kelimesi bir usûl terimi olarak, “şer’î bir hükmün daha sonra gelen şer’î bir delille kaldırılması”nı ifâde eder. Buna göre nesh edilen hüküm “mensuh”, nesh eden şer’î delil “nâsih” diye adlandırılır.

 

Nesh denilince genellikle “metni bâki, hükmü mensuh âyetler” anlaşılır. Fakat metni bâki fakat mânâsı iptâl edilmişse, bâki olan metnin ne faydası vardır?. Orada bir çelişki olarak mı durmaktadır?.

 

Nesh aslında, yeni yada yenilenmiş bir din indiğinde ve peygamber tarafından uygulaması yapıldığında, “önceki dînin bâzı kurallarının kaldırılması yada değiştirilmesi” anlamındadır. Başta verilen âyet de bundan bahseder. Zâten Bakara 106. âyetini siyak ve sibakıyla birlikte okuduğumuzda, âyetin, önceki kitaplar ve ümmetlerden bahsettiğini yâni ehl-i kitap bağlamında indiği görülür:

 

“Kitap Ehlinden olan kâfirler ve müşrikler, Rabbinizden üzerinize bir hayrın indirilmesini arzu etmezler. Allah ise, dilediğine rahmetini tahsis eder. Allah büyük fazl sâhibidir. Biz, daha hayırlısını veyâ bir benzerini getirinceye (kadar) hiç-bir âyeti neshetmez (hükmünü yürürlükten kaldırmaz) veyâ unutturmayız. Bilmez misin ki Allah, gerçekten her-şeye güç yetirendir. (Yine) bilmez misin ki, gerçekten göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır. Sizin Allah’tan başka veliniz ve yardımcınız yoktur. Yoksa daha önce Mûsâ’nın sorguya çekildiği gibi, siz de Resûlünüzü sorguya mı çekmek istiyorsunuz?. Kim îmânı inkâr ile değişirse, artık o, dümdüz yoldan sapmış olur. Kitap Ehlinden çoğu, kendilerine gerçek (hak) apaçık belli olduktan sonra, nefislerini (kuşatan) kıskançlıktan dolayı, îmânınızdan sonra sizi inkâra döndürmek arzusunu duydular. Fakat, Allah’ın emri gelinceye kadar onları bırakın ve (onlara ne sözle, ne de eylemle) ilişmeyin. Hiç şüphesiz Allah, her-şeye güç yetirendir” (Bakara 105-109).

 

Nesh, eski şeriatın kaldırılıp, yeni bir şeriatın getirilmesidir ki bu sâdece Allah’a mahsus bir iştir. Bu nedenle Allah’tan başkasının nesh etme yetkisi yoktur ve olamaz. Zîrâ şeriatı getiren O’dur.  

 

Demek ki nesh, önceki dinlerle yeni dinler arasındaki, îtikâdî olmayan konularda, zamâna ve yöreye has olan ve değiştirildiğinde insanları çok da etkilemeyecek olan bâzı konularla ilgilidir. Yoksa nesh, “Kur’ân’daki bir âyetin hükmünün bir-süre sonra yada Mekke’de inen bir âyetin Medîne’de nesh edildiği yâni iptâl edildiği” anlamında değildir. Bu bağlamda nesh edilmiş tek bir âyet bile yoktur. Allah, vahiylerini, sosyo-kültürel bir ortama, dinleri, dilleri ve bir yaşam-şekilleri olan, canlı insanlara ve bir “yaşanmışlık” üzerine indirir. Hattâ vahiy çoğu zaman, indiği dönemdeki târihte yaşayanların sorduğu bir soru yada yaşadığı bir sorun üzerine iner. Yanlış bir düşünce, söz ve uygulamanın değiştirilmesi yada düzenlenmesini (nesh) konu edinen âyetler olur inen vahiyde. Çünkü vahiy, indiği dönem ve vahye mutâhap olan insanlar üzerinden tüm zamanlar ve mekânlar için bir “örneklik” ortaya koymak ister. Zîrâ vahiy bir “hayat tarzı” ve “medeniyet projesi”dir.

 

Allah’ın, seçtiği peygamberlere indirdiği vahiylerde, temelde bir değişme, çelişki ve nesh olmaz. Meselâ “Allah’tan başka ilah yoktur”, “Allah göklerin ve yerin rabbidir”, “rızkı veren Allah’tır” gibi temel îmânî ve gaybî konularda bir değişmenin ve -hâşâ- neshin olması söz-konusu bile değildir. Târih boyunca meydana gelen değişimler, gelişmeler, coğrafyanın ve kültürün etkisi, dilin farklılığı yada bir “cezâ olarak”, yeni nâzil olan vahiyde, eski vahiydeki bâzı uygulamaların değiştirilmesi yada düzenlenmesi meselesidir nesh denilen konu. Meselâ bir cezâ ile eski vahiyde câiz olan bir şey, yeni vahiyde yasaklanabilmektedir:

 

“Yahudi olanlara her tırnaklı (hayvanı) haram kıldık. Sığırlardan ve koyunlardan, sırtlarına veyâ bağırsaklarına yapışan veyâ kemiğe karışanlar dışında iç yağlarını da onlara haram kıldık. ‘Azgınlık ve hakka tecâvüzde bulunmaları’ nedeniyle onları böyle cezâlandırdık. Biz şüphesiz doğru olanlarız” (En-âm 146)..

 

Yine meselâ, iki kız-kardeşi aynı-anda birlikte almak Kur’ân’da yasaklanmıştır: İki kız kardeşi bir-araya getirdiğiniz (evlilik) haram kılındı. Ancak (câhiliyede) geçen geçmiştir. Şüphesiz, Allah, bağışlayandır, esirgeyendir” (Nîsâ 23). Fakat bu yasak, “önceleri yapılan fakat artık yapılmaması istenen bir yasak”tır. Bilindiği gibi İslâm peygamberi Hz. Yâkub, iki kız-kardeşi birlikte almıştı. Yâni dayısının kızları olan Lea ve Rahel’le (Rahel, Yûsuf ve Bünyamin’in annesi) aynı-anda evli bulunmuştu. Kur’ân bunu yasaklamıştır ama o dönemde bunu yapan bir peygamber vardı. Dolayısı ile bu durum o zamanlar a-normâl olarak görülmüyordu. Zîrâ Hz. İbrâhim’in dîninde iki kız kardeşle aynı-anda evli olmak câiz idi.

 

Yine, Hz. Yahyâ’nın yiyecek olarak çekirge ve yaban-balı yediği söylenir: “Yahyâ’nın abası deve kılındandı, belinde deri kuşak vardı. Yaban-balı ve çekirge yerdi” (Matta 3:4). Fakat günümüzde hiç-bir müslüman bu tarz bir beslenme tarzı uygulamaz.

 

Başka bir örnek ise Hz. Âdem’in çocuklarının “çapraz evlilik” konusudur. Buna yapılan modern îtirâz, “Hz. Âdem’in çocukları ensest ilişki mi yaşadılar” şeklindeki anlamsız sorudur.

 

Şimdi; insanlar yaşadığı zamândan ve mekândan etkilenir doğal olarak. Modern zamanlarda ise bu etkilenme çok aşırı gitmiş ve artık insanlar; egemen ideoloji, düşünce, anlayış, bakış-açısı, konjonktür merkezli bir düşünceye sâhiptirler ve modern düşünce ve eylemlere aykırı olan düşünce ve eylemleri çok fazla yadırgıyorlar ve yargılıyorlar. Yâni alışmış ve aşırı şekilde bağlanmış oldukları modern düşünceden farklı bir düşünceyi kabûl edemiyorlar. Bu durum modern insanların ve de müslümanın bir hastalığıdır. Modern müslümanlar, modernizm karşısındaki yenilgilerinin netîcesinde, artık kıyaslamalarını İslâm-merkezli değil, modernizm-merkezli yapmaya alışmışlardır ve bu merkezde olmayan kıyaslamaları dışlamaktadırlar. Günümüzde iki kardeş arasında yapılacak evlilik hiç hoş karşılanmayacağı ve nefretle kınanacağı gibi, zâten Kur’ân’da da yasaklanmıştır. Yâni nesh edilerek kaldırılmış ve iptâl edilmiş bir konudur bu. Buna kimse îtirâz etmez-edemez. Çünkü artık mukâyese yapacağımız küresel bir gelenek ve bağlayıcı bir Kitap vardır. Buna rağmen bir kıyaslama yapmak abestir. Fakat, Hz. Âdem ve Havvâ’dan başka insanın olmadığı bir Dünyâ’da çocukların birbiriyle evlenmelerinin yanlış olduğunun kıyası ne ile yapılacaktır?. Eğer Allah yasaklamamış ise Âdem ve Havvâ bunu niçin “yanlış” olarak görsünler ve böyle bir evliliğe niçin karşı çıksınlar?. Meselâ şöyle bir şey söyleyelim: Hz. Âdem’in, Hz. Havvâ’da fizîki olarak beğenmediği bir yer var mıdır?. Meselâ Havvâ’nın kaşlarını almamasını eleştirebilir ve bundan rahatsız olabilir mi?. Kıyaslama yapacağı kaşlarını almış ve düzeltmiş başka bir kadın-örneği yoksa bunu nasıl yapsın ki?. Çocuklarının evlenmesinde de kıyaslama yapacakları bir örnek yoktur ve bu tarz bir evlilik şeklinin ya Allah’ın vahyi ile yada ilham ile akla geldiği düşünülebilir. Bu nedenle de gâyet doğal bir durumdur o zamâna göre.

 

Evet; sorun, mukâyese sorunudur. Biz kıyaslamayı, günümüz üzerinden, hem de tüm meta-fizik değerleri silip, yerine seküler-profan alışkanlıkları getiren modernizm üzerinden yapıyoruz. Modernizme uymayan kıyaslamayı kabûllenemiyoruz ve başlıyoruz aşırı yorumlamalarda bulunmaya ve olmadık sözler söylemeye. Bu uğurda Kur’ân’ı da didik-didik ederek, tam da modernizmin istediği şekilde bir yorum bulmaya çalışıyoruz. Hattâ böyle bir yorum bulmak için bir yerlerimizi yırtıyoruz. Tâ ki modernizme uyan bir yorum bulana kadar. Son zamanlarda bâzı hocalarımızın bu uğurda “câilun” kelimesi merkezli yâni “Hz. Âdem’in ilk insan olmadığı ve bir-çok insan topluluğunun olduğu” modern yorumları ortalığı bulandırmıştır. Günümüzde demokrasiden başka yönetim şeklini hayâl edemeyip de eski zamanlardaki başarılı krallık rejimlerini nefretle ananların yaptıkları gibi. Modern bilimde de öyle; Newton’un yerçekimi yasası bir-kaç yüzyıl boyunca “mutlak doğru bir yasa” olarak kabûl edilmesine rağmen, günümüzde ise Einstein’in genel izâfiyet (kütle-çekim) yasası kabûl ediliyor ve Newton’un yasasını artık kimse söz-konusu etmiyor. (Hâlbuki -ikisi de yanlış olması bir yana- kanımca Einstein teorisine göre Newton’un yerçekimi yasası daha doğru ve mantıklıdır). Modern-bilim Allah’a dayanmadığından ve tam-aksine Allah’ı hesâba katmadığından dolayı hiç-bir zaman kesinliğe ulaşamaz. Zâten bu nedenle de “yanlışlanabilirlik” saçmalığından bahsedilir. Sonuç olarak modern-bilim sürekli olarak neshe uğramak zorundadır. Beşerî sistemlerin kaderidir bu.  

 

Önceki dinlerde kabûl görüp uygulanan şeylerin yeni dinde değiştirilmesi yada düzenlenmesi, hem zamanla meydana çıkan farklılıklar ve yenilikler, hem de yeni nâzil olan vahiyle gelen âyetlerde yeni düşüncelerin ve anlayışların oluşmasıdır. Allah’ın, yeni gelen vahiyle eski vahiydeki bâzı uygulamaları değiştirmesindeki hikmet, vahiy zamanla, mekânla ve kültürle alâkalı olduğundan dolayı, yeni vahiyle yasaklananların, önceki târihte bir kıyaslama yapılamadığından dolayı, yasaklanması için herkesi tatmin edecek bir gerekçenin olmamasıdır. Zâten nesh edilen uygulamalar “temel” konular değildir ve insanların yapmaya alıştığı şeylerle alâkalıdır.

 

Gerek klâsik dönemde gerekse de modern dönemde bâzı müslümanlar, Kur’ân’ın bâzı âyetlerinin nesh edildiği için, yaşadıkları dönemde artık geçerli olmadığını söylemişlerdir. Bir İslâm toplumu, devleti ve medeniyetinin olmayışı nedeniyle uygulanmayan hükümler ve davranışlar, “aslâ uygulanamaz” gibi gösterilmektedir. Bunu, aynı yanlışta birleşen, hem vahyi târihe hapseden “târihselciler”, hem de vahyi modern telâkkinin nesnesi yapan “evrenselciler” yapmaktadır. Modern müslümanların bir kısmı, sanki görevlendirilmişçesine, vahyi yâni Kur’ân’ı iptâl etmek yada hükümlerini geçersiz kılmak için canla-başla çalışmakta ve didinmektedirler. Allah böyle kişilerden sakınmamızı emreder. 

 

“Gerçek şu ki, dinlerini parça-parça edip kendileri de gruplaşanlar, sen hiç-bir şeyde onlardan değilsin. Onların işi ancak Allah’adır. Sonra O, işlemekte olduklarını kendilerine haber verecektir” (En-âm 159).

 

İktidârın desteklediği hizip, zamânın en makbûl hizbi olmuştur. “Halk hükümdârın dînindendir” sözü îcâbınca, insanlar “hükümdar garantili” olan yollara daha rahat katılmış ve o yolun düşünce ve davranışını benimseyip ona alışmıştır. Böylece ümmetteki farklılıklar “hayır” olmaktan çıkıp fitneye sebep olmuştur-olmaktadır. Artık her grup, kendi alıştığını en doğru din zannetmektedir. Öyle bir duruma gelinmiştir ki, kendi hizbinin-mezhebinin-târikatının-yolunun dediğini haklı çıkarmak için vahiy bile göz-ardı edilmiş ve hattâ vahyin sözü, bağlı olunan hizbin sözünün yanında ikinci-üçüncü plânda kalmıştır. Bu uğurda nice âyetler için, “nesh edilmiştir” yâni “hükmü kalmamıştır” denebilmiştir. Kendi dandik görüşleri kıyâmete kadar bâki kalarak hükmünü sürdürebilecek ama Allah’ın hükmünü içeren âyetler nesh edilerek etkisizleştirilecek. Bunu bir îman umdesi olarak yapmışlardır-yapmaktadırlar. Çünkü savundukları görüşlerine ve düşüncelerine birebir aykırıdır bu âyetler. Kur’ân bu konuda da bizi ciddî bir şekilde uyarır:

 

“….Yoksa siz, Kitab’ın bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz?. Artık sizden böyle yapanların dünyâ-hayâtındaki cezâsı aşağılık olmaktan başka değildir; kıyâmet gününde de azâbın en şiddetli olanına uğratılacaklardır. Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir” (Bakara 85).

 

Kur’ân’ın hiç-bir âyeti “belli bir târihe özel” kılınmış değildir. Kur’ân âyetleri ve hükümleri tüm zamanları ve mekânları kapsar. Tabi “her âyet tüm zamanlarda ve mekânlarda, ne olursa-olsun ille de uygulanacak” diye bir şey yoktur. Eğer ilgili âyetin ortaya konması ve uygulanması için bir neden yoksa, o âyetle o anda hükmetmenin gereği ve anlamı olmayabilir. Meselâ ortada fiîli bir savaş durumu yoksa, -âyetleri anlamak için okumanın dışında- sanki savaş varmış gibi davranmanın ve âyetleri ortaya dökmenin bir anlamı olmayacağı gibi, savaşla ilgili ayetleri olağan-üstü bir şekilde gündemde tutmanın anlamı da yoktur. Tabi ilgili âyetlerin Dünyâ’da o anda bir karşılığı yok diye ilgili âyetler “nesh edilmiş ve hükmü kaldırılmış” olmayacaktır. Çünkü Dünyâ’nın sonuna gelinmemiştir ve hayâtın ne getireceği bilinmemektedir. Fakat mutlakâ karşılaşılacak sorunlar, Kur’ân’ın âyetleriyle çözümlenebilecek meseleler olacaktır. Bu nedenle Kur’ân’ın tavsiyeleri-emirleri-hükümleri, tüm zamanlarda ve mekânlarda, gerektiğinde yeniden gündeme gelecek ve o âyetlerle hükmedilebilecektir. Modern müslümanların yada İslâm düşmanlarının, “artık Dünyâ çok değişti. Günümüzde o âyetlerin uygulanabilmesi mümkün değil” demesi, “Dünyâ’nın kaderini kendilerinin belirlediğini söylemek” anlamına gelir ki, bu, tanrılaşmak-ilahlaşmak demektir. Bâzı âyetlerin bugün için uygulanmasının gerekli olmaması, hiç-bir zaman da gerekli olmayacağı anlamına gelmez. Nicelerini gördüm ki, meselâ hırsızın elinin kesilmesi hükmünün, “bu zamanda olacak iş olmadığını” söyledikten bir zaman sonra hırsızlığa mâruz kaldıklarında, “el kesme” hükmünü baş-tâcı ederek dile getirmişlerdir.

 

Bakara 240. âyetin, yine Bakara 234. âyet ile nesh edildiği söylenir. Yâni, nesh eden (nasih) âyet, nesh edilecek (mensuh) olan âyetten önce gelmiştir. Fakat bu uygun bir durum değildir. Burada neshten söz etmek Allah’ın kelâmına yakışmayan bozuk bir tertibin mevcûdiyetini kabûl etmek demektir. Bir-önceki âyetle bir-kaç âyet sonra gelen bir âyetin nesh edildiğini söylemek, Kur’ân’ın önermesi değil, kafasına göre bir din kurmak isteyenlerin fantezisidir.

 

Kur’ân, bir boşluğa inmemiştir. Gerçek bir zamâna, gerçek bir târihe, sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik gerçekliğin olduğu bir ortama inmiştir. 23 yıllık örnek ve ideâl bir “yaşanmışlık” vardır. O hâlde Kur’ân’ın, ilk indiği târihten, coğrafyadan ve ilk muhâtaplarından kopuk ve bağımsız olarak hakkıyla anlaşılması imkânsız ve de anlamsızdır. Çünkü nübüvvetin ilk zamanlarında Hicaz’da, insanların içinden bir Peygamber seçilmiştir ve bu Peygamber ve sahabe, İslâm’ı Kur’ân-merkezli olarak hayatta tezâhür ettirmiş ve en ideâl bir şekilde hayâta hâkim kılarak bir örneklik oluşturmuştu ki, Kur’ân’da bu örnekliğe “güzel örneklik” denmiştir:

 

“Andolsun, sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah’ın Resûlü’nde ‘güzel bir örnek’ vardır” (Ahzâb 21).

 

Modern bir söylem olarak; “Peygamber’in “resûl” olan yönü bizi bağlar, “nebî” olan yönü bağlamaz” deniliyor. Yâni, “resûl” ifâdesi ile gelen âyetler bizi bağlarken, “nebî” ifâdesi üzerinden gönderilen âyetler bizi bağlamıyor mu?. O hâlde desenize Kur’ân’ın bir-çok âyeti neshedilmiştir ve bizi bağlamaz.. Zâten sorun da bu. Nebî üzerinden verilen emirleri yerine getirmek istemeyenler yada câhilce bunu savununlar, Peygamberimiz’in nebî yönünü baltalayarak bu yükümlülüklerden kurtulmak istiyorlar. Peygamber’in “güzel örnekliği”nin gereklerinin moderniteye uygun olmaması ve bu tür bir uygulamanın zorluğu ve ağırlığından dolayı yerine getirmek istememe düşüncesi, “nebî” ifâdesiyle gelen âyetlerin nesh edilebileceği zannını ve küfrünü doğurmuştur.  

 

Kur’ân’ı modern-merkezli okumak, Kur’ân’ın “modernizme uygun” anlaşılmasına ve modernizme göre yorumlanmasına neden olur. Böyle olunca da bir-çok âyet için ya “nesh edilmiştir” denilir yada “o âyetin anlamı o değil” diyerek mevcut modern-seküler sisteme uygun yorumlar yapılmakta ve anlamlar verilmektedir. Tabî ki bu, aşırı zorlayarak yapılan yorumlamalardır. Gerek klâsik dönemde gerekse de modern dönemde bâzı müslümanlar, Kur’ân’ın bâzı âyetlerinin nesh edildiği için, yaşadıkları dönemde geçerli olmadığını söylemişlerdir.

 

Birileri de, kendi sınırlı akıllarıyla ortaya koydukları mezheplerini-meşreplerini vahiyden üstün görüyorlar ve diyorlar ki, “bizim mezhebimize-meşrebimize uymayan âyetler neshedilmiştir, hükmü kaldırılmıştır”. Yâni, “bizim aklımız vahiyden üstündür” demeye getiriyorlar. Sâdece âyetler de değil, hadislerin de mensuh kabûl edileceğini söylüyorlar. Böylece akıllarını; “gerçekten sen, pek büyük bir ahlâk üzeresin” (Kalem 4) ve “Biz seni âlemler için yalnızca bir rahmet olarak gönderdik” (Enbiyâ 107) denilen Peygamber’den de üstün tutuyorlar. Mezheplerine aykırı olan âyetleri ve hadisleri, ya te’vil ederek kabûl edeceklerini, yada mensuh (hükmü kaldırılmış) olduklarını söylüyorlar. El-Kerhi aynen şöyle der: “Mezhep imamımızın ve arkadaşlarının görüşüne ters düşen her âyet ve hadis, ya te’vil edilir yahut mensuh kabul edilir” (Risâle fi’l-Fusûl). Kerhî bu sözüyle, insan sözünün, Allah’ın sözünü iptâl ve geçersiz kılabileceğini (nesh) söylemek gibi bir ahmaklık yapmıştır.

 

İslâm târihinde de bir-çokları aklın nas ile çelişmesi durumunda aklın tercih edileceğini iddia etmiştir. Fahreddin Râzi bile: “Akıl ile nas çelişirse akıl tercih edilir” yâni “nas nesh edilir” diyebilmiştir. Esas ve asıl olanın hangisi olması gerektiğini yada aklın nassı nesh edebileceğini söylerken şöyle der:

 

“Naklin zâhir ifâdelerini, aklın kat’i delâletine tercih etmek yanlıştır, çünkü nakil, aklın feridir (naklin-nassın anlaşılması akla bağlıdır). Eğer asıl olanı (aklı) delil olmaktan düşürürseniz, bu çürütme işi hem aslı (aklı) hem de fer’i (nakli) birlikte ortadan kaldırır. Bunun yanlışlığı ise ortadadır. O hâlde tek bir çıkış-yolu vardır ki, o da aklın -kesin olan- delâletini asıl kabûl etmektir”.

 

Kerhî örneğinde olduğu gibi, Sünnet’in Kur’ân’ı nesh etmesi olacak şey değildir. Allah’ın sözünü kimse nesh edemez. Tam tersine, Allah’ın sözü yâni Kur’ân Sünnet’i, Hadisi ve edilmiş tüm sözleri nesh eder ki, bu bağlamda Allah bâzen Peygamberimiz’in söylediğini yada yaptığını yanlış bularak ve o’nu uyararak yani yanlış olan  hadisi ve sünneti nesh ederek düzeltmiştir.

 

Hele bir de; “Sünnet ile nesih, Kitab’ın sâdece hükmünde câri olur, nazmında olamaz. Zîrâ Sünnet ile Kitab’ın nazmını değiştirme ve ortadan kaldırma câiz değildir” demiyorlar mı!, doğrusu fitil oluyorum. Hükmünü kaldırınca nazmı orada kalsa ne işe yarayacak ve ne değişecek?. 

 

“Elif, Lâm, Ra. (Bu,) âyetleri sağlamlaştırılmış, sonra hüküm ve hikmet sâhibi ve her-şeyden haberdar olan (Allah) tarafından ‘birer-birer (bölüm-bölüm) açıklanmış’ bir Kitap’tır” (Hûd 1).

 

 Kur’ân’ın âyetleri öyle bir sağlamlaştırılmıştır ki, âyetlerin değiştirilmesi, nesh edilmesi ve aykırı bir şekilde yorumlanması imkânsızdır. Tüm aykırılıklar Kur’ân tarafından kısa zamanda dışlanır. Allah’ın sağlamlaştırdığı âyetleri kimsem yürürlükten kaldıramaz. Fakat gelin görün ki nesh yanlıları Kur’ân hükümlerinin 23 yıl bile dayanmadığını hattâ bâzı âyetler için konuşursak, bir-iki gün ve bir-kaç saat bile dayanamayarak hemen nesh edildiğini söylerler. Meselâ “necvâ sadakası” konusunda böyledir.

 

“Ey örtüsüne bürünen!, az bir kısmı hâriç olmak üzere, geceleyin kalk: (Gecenin) Yarısı kadar. Yada ondan biraz eksilt. Veyâ üzerine ilâve et. Ve Kur’ân’ı belli bir düzen içinde (tertil üzere) oku. Gerçekten senin üzerine ‘oldukça ağır’ bir söz (vahy) bırakacağız. Doğrusu gece-neşesi (gece ibâdeti, insanın iç-dünyâsında uyandırdığı) etki bakımından daha kuvvetli, okumak bakımından daha sağlamdır. Çünkü gündüz, senin için uzun uğraşılar vardır. Rabbinin ismini zikret ve her-şeyden kendini çekerek yalnızca O’na yönel” (Müzzemmil 1-8).

 

“Gerçekten Rabbin, senin gecenin üçte ikisinden biraz eksiğinde, yarısında ve üçte birinde (namaz için) kalktığını bilir; seninle birlikte olanlardan bir topluluğun da (böyle yaptığını bilir). Geceyi ve gündüzü Allah takdir eder. Sizin bunu sayamayacağınızı bildi, böylece tevbenizi (O’na dönüşünüzü) kabûl etti. Şu hâlde Kur’ân’dan kolay geleni okuyun. Allah sizden hastalar olduğunu, başkalarının Allah’ın fazlından aramak için yeryüzünde gezip-dolaşacaklarını ve diğerlerinin Allah yolunda çarpışacaklarını bilmiştir. Öyleyse ondan (Kur’ân’dan) kolay geleni okuyun. Namazı dosdoğru kılın, zekatı verin ve Allah’a güzel bir borç verin. Hayır olarak kendi nefisleriniz için önceden takdim ettiğiniz şeyleri daha hayırlı ve daha büyük bir ecir (karşılık) olarak Allah katında bulursunuz. Allah’tan mağfiret dileyin. Şüphesiz Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir” (Müzzemmil 20).

 

“Gecenin bir kısmında kalk, sana âit nâfile (ilâve) olarak onunla (Kur’ân’la) namaz kıl. Umulur ki Rabbin seni övülmüş bir makâma ulaştırır” (İsrâ 79)

 

“Bizim âyetlerimize, ancak kendilerine hatırlatıldığı zaman, hemen secdeye kapananlar, Rablerini hamd ile tesbih edenler ve büyüklük taslamayan (müstekbir olmayan)lar îman eder. Onların yanları (gece-namazına kalkmak için) yataklarından uzaklaşır. Rablerine korku ve umutla duâ ederler ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infâk ederler” (Secde 15-16).

 

“Yoksa o, gece saatinde kalkıp da secde ederek ve kıyâma durarak gönülden itaat (ibâdet) eden, âhiretten sakınan ve Rabbinin rahmetini umûd eden (gibi) midir?. De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?. Şüphesiz, temiz akıl-sâhipleri öğüt alıp-düşünürler” (Zümer 9).

 

Biz namazlarımızın ayrıntılarını Peygamberimiz’den öğrendik. Fakat niçin Teheccüd namazının ayrıntısını da ondan öğrenmiyoruz?. 5 vakit namazı Peygamberimiz’e bakarak öğrendik ve kılıyoruz. Onun kıldığı 6. vakit olan Teheccüd namazını niye “o kıldığı için” kılmıyoruz?. “Sana âit” denince ne anlamalıyız ki?. Sâdece 1.400 yıl önce yaşayan Hz. Muhammed’e midir bu hitâp ve emir?. Bu hitâp ve emir sâdece Peygamberimiz’e ise, şimdi ne oldu?, yukarıdaki Teheccüdle (gece namazı) ilgili âyetler nesh mi oldu yâni?. Tabî ki de hayır. Âyet şimdi de bize hitâp ediyor ve emrederek; “Teheccüd için kalk ve namaz kıl, Kur’ân oku” diyor. Aksi-hâlde “tüm Kur’ân Peygamberimiz’e indirildiğine göre Kur’ân’ın hiç-bir âyeti bize hitâp etmiyor” şeklinde bir mantığa ulaşırız. Hayır!; Kur’ân’ın diğer tüm âyetleri gibi Teheccüd namazı ile ilgili âyetleri de bize hitâp ediyor ve Teheccüdü emrediyor.

 

Nesihçiler, nesh edilen âyetlerin sayısı hakkında bile uzlaşamazlar. Modern nesihçiler ise “Medenî âyetlerin tamâmı nesh olmuştur” derler. Zâten Mekkî âyetlerin “ilk inen âyetler” olduğu apaçık olmasına rağmen, Muhammed Mahmud Taha, Mekkî âyetleri “İslâm’ın İkinci Mesajı” olarak değiştirir ve ikinci mesajın(!) yâni Mekkî âyetlerin, ilk mesajı(!) yâni Medenî âyetleri nesh ettiğini ve böylelikle de Medenî âyetlerin bir hükmünün kalmadığını söyleyerek küfre düşer. Bir kısım nesihçiler, Medenî âyetlerin Mekkî âyetlerden bir çoğunu nesh ettiğini söylerken, Taha, Mekkî âyetlerin Medenî âyetleri nesh ettiğini söyler. Oysa ortada birbirini nesh eden tek bir âyet bile yoktur. Söz-konusu edilen neshi ne Allah yapar, ne Peygamber yapmıştır ne de Kur’ân’ın kendisi yapmıştır. Olan şey, Kur’ân bütünlüğünün, birilerinin; mezheplerine, meşreplerine, izledikleri yola ve “modern dünyâya uymadığı için” ve bundan dolayı eziklik duyup komplekse kapılmalarından dolayı, farklı sayıdaki âyetleri nesh edip hükümsüz bırakma kâfirliğidir. Bu nesh etme konusu, şeytanın, dostlarına vahyettiği bir vahiyden başkası değildir.

 

Mesela, “Ey Peygamber!; sana hayırlı işlerde neyi ne kadar harcayacaklarını soruyorlar!. De ki: İhtiyacınızdan fazlasını harcayın” (Bakara 19) âyetindeki hükmün; “Ey Peygamber!; sen onların mallarından bir kısmını zekât/sadaka olarak al!” (Tevbe 113) âyetiyle nesh edildiğini söylerler. Bu tarz nesh şekli nesihçilerin ve zenginlerin çok hoşuna gitmektedir ve onlar tarafından desteklenmektedir. Tabi bu düşünceye göre ilk âyetteki hükmün hiç-bir teşrî değeri yoktur. Sâdece metni okunmakta, hükmü ise -müslümanların tercihine kalmış bir tatavvu/nâfile ibâdet olması dışında- hiç-bir yaptırım değeri taşımamaktadır.

 

Hayâtın değişik durumlarına göre askıya alınabilecek olan âyetler için “nesh edilmiştir” demek bir cehâlet gösterisidir. Meselâ ortada sıcak bir savaş yokken savaş esirlerini tartışmanın bir anlamı olmayacağı gibi, savaş varken de tartışmamak olmaz. Hayat döngü hâlindedir ve bugün askıya alınmış mesele ve konu, başka bir zaman yeniden gündem olabilir. 23 yıllık nübüvvet târihinde inen vahiy ve yaşanan hayat, “örnek bir model”dir. Bu modeldeki örneklikler, son saate kadar sürecek olan hayatta gündeme gelebilecek olan konularda da örneklik sergilemeye devâm edecektir. Bir yazıda şöyle denir:

 

“Kur’ân’ı Kerîm, kıyâmete kadar geçerli olacağına ve İslâm Dîni belki bir zaman ve mekânla kayıtlı olmadığına göre, başka zamanlarda da aynı şartların yaşanmayacağını söylemek mümkün mü?. Benzeri şartlar oluştuğunda nesh edildiği söylenen âyetlerin geçerli olamayacaklarını nasıl söyleyebiliriz?. O hâlde bu neshin olmadığını söyleyebiliriz. Mesele zaman ve zemin meselesidir. Aynı şartlar tahakkuk ettiğinde aynı âyetler geçerli olacaktır”.

 

Bir yazıda şöyle denir:

 

“Her hüküm kendi özel durumunda yürürlük kazanır. Şartların değişmesiyle önceki âyet bekletilip, onun yerine başka bir Kur’ân hükmü devreye girer. Meselâ, namaz için abdest alma hükmü vardır, eğer su yoksa veyâ hastalık vs. gibi bir durum söz-konusuysa, o zaman teyemmüm hükmü abdestin yerini almış olur ve ona göre amel edilir. Suyun bulunmasıyla tekrar eski hüküm ile amel etmek mecbûriyeti söz-konusu olur.

 

Başka bir örnek vermek gerekirse, meselâ toplumda yoksul bulunmuyorsa o zaman sadaka hükmü geçerli değildir. Ölen birisi arkasında mal bırakmıyorsa, verâset hükmü uygulanmaz. Böyle bir durumda, bu âyetlerin mensûh olduğu söylenemez. Hükümler yerindedir. Ancak bâzı özel durumlardan dolayı hükmü geçici olarak bekletilmiştir. Zamânı gelince tekrar uygulamaya girmiş olacaklar. Oysa mensûh olan âyet ise bir daha yürürlüğe girmemek şartıyla ortadan kalkmış olur, böyle bir şeyi Kur’ân hakkında söylemek mümkün değildir”.

 

Mevdûdî de, Kur’ân'daki neshin, hükümlerdeki tedricilikle ilgili olduğunu ve bunun sürekli olmadığını söyler ve şöyle devâm eder:

 

“Neshedilen hükümlerin çoğu o hükümleri gerekli kılan durumlarla karşılaştığımız zaman tekrar geçerli olabilir. Toplumda bunları gerektiren durumlar ortaya çıktığında bu hükümler yürürlüğe girer. Durum ortadan kalkınca da mensûh olur ve bunlardan sonraki uygulamaya geçilir.

 

İslâm, âlem-şümûl ve kıyâmete kadar kalıcı bir din’dir. Nasıl ki Kur’ân’a muhâtap olan ilk toplum bir-takım merhâlelerden geçmiş ve her merhâle için münâsip âyetler inmişse, her zaman için bu merhâleyi yaşayan, benzeri ortamlarla karşı-karşıya kalan toplum veyâ fertler vardır. Dolaysıyla aynı şartlar tahakkuk ettiğinde, o şartlarda inen âyetler tekrar devreye girer ve onlarla amel edilir. Kur’ân'da lafzı mensûh, fakat hükmü geçerli olan bir âyet de mevcut değildir”.

 

Meselâ Peygamberimiz, bir târihte yaşanan kıtlık nedeniyle, o seneki kurban bayramında etlerin üç gün içinde dağıtılmasını istemiştir. Zîrâ kıtlıktan kaynaklanan bir muhtaçlık söz-konusuydu. Böylece herkes kurban etlerini üç gün içinde dağıtmıştı. Diğer sene ise, Peygamberimiz yine bir kurban bayramı sonrasında bir eve ziyârete gittiğinde, “kurbandan kalan etlerden getirin de yiyelim” dediği zaman, ev sâhibi, “biz etleri üç gün içinde dağıttık” demiş, Peygamberimiz bunun sebebini sorunca, “sen geçen sene bize böyle emretmiştin” cevâbını almıştır. Peygamberimiz de bunu üzerine, “ben geçen sene kıtlıktan kaynaklanan muhtaçlığın giderilmesi için böyle demiştim, bu yıl ise kıtlık yok ve bolluk var. Kıtlık olmadığında böyle yapmanıza gerek yok” demişti. Evet; bu bir çelişki değildir. Yeniden bir kıtlık yaşanması durumunda etler yine üç gün içinde dağıtılmalıdır. Fakat bolluk zamânında buna gerek yoktur. Yâni kurban etlerinin bayramdan sonraki zamanlarda da yenmek üzere saklanması uygulaması nesh edilmemiştir. Bu olağan-üstü bir durum için geçici bir uygulamaydı. İşte bunun gibi, hayâtın ne getireceği belli olmaz ve bir zaman için askıya alınmış âyetler ve uygulamalar, başka bir zaman için yeniden gündeme gelebilir ve uygulanabilir.

 

“Askıya almak” sözünün Kur’ân için kullanılması çok uygun değildir. Fakat “askıya almak” sözü, “bir şeyin her-an yeniden kullanılabilmesi için kolayca alınacak yerde durması” anlamındadır. Çünkü askıda olan bir şey sık-sık kullanılan bir şeydir. İhtiyaç olduğun da kolayca alınıp kullanılır. Kur’ân her zaman en şanlı yerindedir ve kıyâmete kadar da sapasağlam yerinde kalacaktır.

 

“Haber içeren âyetlerde nesh câri değildir, emir içeren âyetleri için nesh geçerlidir” denir. Fakat Kur’ân, bizim bilmediğimiz ve yaşamayacağımız mekanlara, zamanlara ve şartlara de hitâp eden ve edecek olan bir Kitap olduğundan dolayı, bizim bilemeyeceğimiz-yaşamayacağımız kim bilir daha ne şartlar ortaya çıkacaktır. O emirler o şartların arana hükümleri olacaktır belki de. İşte nesh edilerek hükmünün kalktığı zannedilen âyetler o gün baş-tâcı edilecektir. Bu nedenle nesh edildiği zannedilen âyetler, ya âyetin şartları yeniden gündeme gelene kadar askıya alınmıştır, yada hükmün kapsamı benzer durumla karşılaşma olasılığına göre kapsamının daraltılarak sâdece zihnî-ilmî alana hasredilmiştir. Tabi yeni müslüman olanların yaşayacağı süreçte ruhsat olarak kullanılması da mümkündür. Yoksa hiç-bir âyetin neshi söz-konusu değildir. Önceki şeriatlar neshedilir ama yeni şeriat ile vahyedilmiş âyetler birbirlerini nesh etmezler. Artık başka bir Peygamber ve vahiy gelmeyeceğine göre neshin olması söz-konusu değildir.

 

Âyetlerin geçici olarak askıya alınması ve bir zaman sonra yeniden gündeme gelmesi durumu tabiatta da görülür ki tabiat da Allah’ın âyetleridir. Tabiatta hiç-bir kevnî âyet nesh edilemez (çünkü bu kıyâmet olur) fakat hükmü yeniden benzer duruma gelene kadar askıya alınabilir. Meselâ kış gelir hüküm câri olur ve tüm yeryüzü kefenini üstüne alır, ama sonra bahar ve yaz gelir kışın hükmü kalkar. Fakat bir süre sonra yeniden kış gelir ve kışın hükmü yeniden devreye girer. Gece ve gündüz için de geçerlidir bu. Yâni deverân döndükçe o nesh edildiği zannedilen âyetler yeniden gündem olur.

 

Nesihçiler özellikle bâzı âyetlerin târihte kaldığını ve nesh edildiğini söyler ki bunlar şu âyetlerdir:

 

“Peygamber, mü’minler için kendi nefislerinden daha evlâdır ve onun zevceleri de onların anneleridir...” (Ahzâb 6).

 

Peygamberimiz, Kur’ân’ın her âyeti ve konusu için “örneklik” göstermiştir. Bu örneklik, “peygamberlerin vârisleri” olan âlimler yada toplumun sevdiği ve üstün tuttukları “bizden olan” emir-sâhipleri” olan kişiler için de geçerlidir. Örneklik artık onlar üzerinden gösterilmektedir. Bir “medeniyet projesi” olan İslâm, Peygamberimiz’in eşlerinin “annelerimiz” olduğunu söylediği gibi, zımnen; “bizden olan emir-sâhipleri”nin eşlerini de “annelerimiz” olarak göstermektedir ki bu zâten doğal olarak da böyledir. Devlet büyüklerinin eşleriyle evlenenleri hiç görmüyoruz. Çünkü bu durum aslında insanlar tarafından da benimsenmiş bir şeydir ve baktığımızda sâdece “bizden olan” emir-sâhiplerinin değil, “bizden olmayan” emir-sâhiplerinin bile eşleriyle evlenildiğini görmeyiz. O hâlde Kur’ân’ın yaptığı şey, bu doğallaşmış ve benimsenmiş durumu yeniden hatırlatmaktadır.

 

“Hani sen, Allah’ın kendisine nîmet verdiği ve senin de kendisine nîmet verdiğin kişiye: ‘Eşini yanında tut ve Allah’tan sakın’ diyordun; insanlardan çekinerek Allah’ın açığa vuracağı şeyi kendi nefsinde saklı tutuyordun; oysa Allah, kendisinden çekinmene çok daha lâyıktı. Artık Zeyd, ondan ilişkisini kesince, biz onu seninle evlendirdik; ki böylelikle evlatlıklarının kendilerinden ilişkilerini kestikleri (kadınları boşadıkları) zaman, onlarla evlenme konusunda mü’minler üzerine bir güçlük olmasın. Allah’ın emri yerine getirilmiştir” (Ahzâb 37).

 

Allah gerçeği söylemekten çekinmez. İki kere iki dört ise dörttür. Toplumun tamâmı isterse bunu beş olarak kabûl etsin fark etmez. İşte bu gerçek gibi, evlatlıklar da kişilerin gerçek çocukları olmadığı için, onların eşleri onlara mahremdir ve icâbında evlatlıklar eşlerini boşadıklarında, babalıklar tarafından nikâhlanabilir. İşte âyette bahsedilen şey budur ve Allah’ın hükümlerinin ilk uygulaması Peygamberimiz tarafından yapılıp örneklendirileceği için Peygamberimiz’i sıkıyordu. Zîrâ toplum, evlatlıkları “öz evlat” gibi kabûl etmekte ve onların boşadıkları eşlerle nikâhlanmanın haram olduğuna inanmaktaydı ve bunu kural olarak benimsenişti. Peygamberimiz bunun mantıksızlığını görüyor ve Allah’ın bu mantıksızlığı gidermek için bunu kendi üstünden değiştireceğini hissediyordu. Bu da kendi evlatlığı olan Zeyd’in, geçimsizlik yaşadığı karısı Zeyneb’i boşadığında, o târihte kadınların bekâr olarak kalma düşüncesi ve durumu olmadığı için, Zeyneb’i nikâhlamasını emredeceğinden çekiniyordu. Çünkü toplumun ağır kınamasına mâruz kalacağını biliyordu. O hâlde bu âyetlere gösterilen şey, evlatlıklarla ilgili uygulamalardan biridir.  

 

“Ey îman edenler!, (rastgele) Peygamber’in evlerine girmeyin, (Bir başka iş için girmişseniz ille de) yemek vaktini beklemeyin. (Ama yemeğe) çağrıldığınız zaman girin, yemeği yiyince dağılın ve (uzun) söze dalmayın. Gerçekten bu, Peygamber’e eziyet vermekte ve o da sizden utanmaktadır; oysa Allah, hak (kı açıklamak)tan utanmaz. Onlardan (Peygamber’in eşlerinden) bir şey isteyeceğiniz zaman, perde arkasından isteyin. Bu, sizin kâlpleriniz için de, onların kâlpleri için de daha temizdir. Allah’ın Resûlü’ne eziyet vermeniz ve ondan sonra eşlerini nikâhlamanız size ebedî olarak (helâl) olmaz. Çünkü böyle yapmanız, Allah katında çok büyük (bir günah)tır” (Ahzâb 53).

 

“Ey îman edenler!, Peygamber’e gizli bir şey arzedeceğiniz zaman, gizli konuşmanızdan önce bir sadaka verin. Bu, sizin için daha hayırlı ve daha temizdir. Şâyet (buna imkân) bulamazsanız, artık şüphesiz Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir. Gizli konuşmanızdan önce sadaka vermekten ürktünüz mü?. Çünkü yapmadınız, Allah sizin tevbelerinizi kabûl etti. Şu-hâlde namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin ve Allah’a ve O’nun Resûlü’ne itaat edin. Allah, yaptıklarınızdan haberdardır” (Mücâdele 12-13).

 

Bu iki âyet de, Peygamberimiz üzerinden tüm zamanlar için insanları eğitir ve zamanları daha da değerli olan lîderleri, âlimleri ve topulumun önde gelenlerinin programlarını, yaşam-şekillerini olumsuz etkileyebilecek bir davranışta bulunulmasını önler. Çünkü zaman çok değerlidir ve toplumun önde gelenleri, âlimler ve emir-sâhipleri için daha da değerli olan vakitlerini olur-olmaz şeylerle (ç)almamak için nasıl davranılması gerektiğini öğretir. Yine aynı-zamanda toplumun önde gelenlerinin ve de insanların birbirlerinin evlerinde nasıl davranacağını öğretmektedir. Çünkü İslâm bir medeniyet perspektifidir ve İslâmî bir kültürü ikâme ederek insanları medenileştirir. Zâten İslâm bir “medeniyet projesi ve örnekliği”dir.

 

Bu bağlamda, insanları eğitmek için ve davranışlarını düzenlemek için müthiş bir çâreye başvurur ve insanları kırmadan işi çözüme bağlar. Der ki, “eğer gerçekten önemli bir konu için görüşmek istiyorsanız önce bir sadaka (Necvâ sadakası) verin de hem konunun önemi hem de sizin ciddiyetiniz anlaşılmış olsun. Böyle olunca insanların bir-çoğu görüşme nedenlerinin aslında çok da önemli bir sebebinin olmadığını ve aslında soruyu ve sorunu kendi başlarına yada yakınlarıyla çözebileceklerini fark etmişlerdir. Kur’ân onlara inisiyatif almayı öğretmiş ve hem akıllarını kullanmayı, hem de dayanışma içinde bir sorunu ve soruyu çözüme kavuşturacak yeteneği sağlamıştı. Yâni zımnen, “soru(n)ları biraz da kendiniz çözmeyi öğrenin” demek istemiştir. Zâten Allah sadaka emrini geçici bir önlem için söylemiş ve örneklik oluşturmuştur. Yoksa Allah -hâşâ- bir gün önce söylediğini bir-iki gün sonra değiştirerek ve tam tersini söyleyerek çelişkiye düşecek bir ilah değildir. Zâten İslâm da çelişkiler içeren bir din değildir. Dolayısı ile burada bir nesh yoktur ve burada bir örneklik üzerinden tüm zamanların mü’minleri eğitilir.

 

Âyetteki maksadı göremeyen yada görmek istemeyenler, âyetin netîcesinde ne olduğunu da anlayamazlar. Buradan niye; “Peygamber’i ve ‘peygamberlerin vârisleri’ olan âlimleri önemsiz şeyler için rahatsız etmeyin ve vakitlerini çalmayın” sözü anlaşılmıyor?. Hem emir-sâhipleri hem de âlimler ve okuyan-yazan kişiler için vaktin ne kadar değerli olduğu mâlûmdur çünkü. Hattâ günümüzde de halkın çok sevdiği bir âlime soru sormadan önce bir fakire hayır vermesi uygulanabilir. Söz-konusu âyet zımnen; “siz de buna benzer uygulamalar yapabilirsiniz” mesajını verir.

 

O hâlde mesele açığa kavuşmuştur. Âyette verilmek istenen mesaj; “çok da önemli olmayan konular için, zamanları çok daha değerli olan Peygamber’i ve günümüzde de emir-sâhiplerini, ‘peygamber vârisleri’ olan âlimleri olur-olmaz soru(n)lar için rahatsız etmeyin” mesajıdır ve bu nedenle de âyet nesh olmamıştır ve mânâsı bâkîdir. 

 

Evet; Peygamberimiz “İslâm’ın güzel örnekliği”dir ve örnekliği sâdece bâzı âyetlerle sınırlı değil, Kur’ân’ın tamâmı için geçerli olan bir örnekliktir. Kur’ân Peygamberimiz’in özel hayâtı üzerinden de mesajlar verir ve bu mesajlar sâdece yaşandığı zamanda değil, tüm zamanlarda ve mekânlarda geçerlidir. Çünkü bunlar insana has olması gereken âdab ve kültürel davranış öğretileridir. Peygamberimiz’in bu olaylar karşısından nasıl davrandığını ve “nasıl olması” gerektiği öğretilir.

 

“Ey îman edenler!, sağ ellerinizin mâlik olduğu ile sizden olup da henüz erginlik çağına ermemiş olan (çocuk)lar, (odalarınıza girmek için şu) üç vakitte izin istesinler: Sabah namazından önce, öğleyin üstünüzü çıkardığınız vakit ve yatsı namazından sonra. (Bu) üçü sizin için mahrem (vakitleri)dir. Bunların dışında size de, onlara da bir sakınca yoktur; yanınızda dolaşabilirler, birbirinizin yanında olabilirsiniz. İşte Allah, size âyetleri böyle açıklamaktadır. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sâhibidir” (Nûr 58).

 

Kur’ân ve İslâm bir “medeniyet projesi”dir ve bu bağlamda mü’minlerde bir davranış ahlâkı oluşturur. Bu sâdece evlerde değil, işyerlerinde, devlet kurumlarında ve misâfirlikte de nasıl davranılacağının bir eğitimi ve öğretisidir. Moderniteye tam uyan ve her davranışı modernizmin isteklerine ve emirlerine göre olan kişilerin bunu idrâk etmesini beklemek de abestir. Onlar varsa-yoksa zamâna, mekâna ve târihe takılıp kalmışlardır. Bu konuda şu rivâyeti gösterirler:

 

“İbni Abbas şöyle der: Vaktiyle müslümanların evlerinde kendilerini başlarından gizleyecek perdeler-örtüler yoktu. Bundan dolayı kimi zaman ev-sâhibi, eşiyle birlikteyken bir köle yada câriye içeri girebiliyor ve bu durum ciddî sıkıntıya yol açıyordu. İşte bu sebeple, Allah, üç vakitte köleler ve câriyeler ile çocukların “izin isteyerek” içeri girmelerini emretti. Ama Allah, zaman içerisinde müslümanlara mahremiyetlerini koruyacak perde, örtü gibi maddî imkânlar nasip etti ve böylece söz-konusu problem kendiliğinden çözüldü. Bu yüzden ben de bugün âyetteki hükmü uygulayan birini görmedim”.

 

İyi de, herkesin mi evi örtüsüz ve perdesizdi?. Durumu iyi olanların evlerinde-odalarında örtüler ve perdeler ve hattâ kapı-pencereler bile vardı. Kapısı-penceresi olan tam-tekmil evler de vardı: “Evlere kapılarından girin. Allah’tan sakının, umulur ki kurtuluşa erersiniz” (Bakara 189). Yâni o zamânın Mekke’lileri kapı ve pencerenin ne olduğunu gâyet iyi biliyorlardı. Belki bâzılarının evlerinde yoksulluktan dolayı geçici olarak kapı ve pencere yoktu ama herkes kapı ve pencereyi yapmak için malzeme bulabilirdi. Evet; bu âyet evlerinde kapı ve pencere bulunan kişilere de hitâp ediyordu. “Belli vakitlerde izin isteyin” diyordu. Peygamberimiz hicret ile Medîne’ye ilk geldiğinde onu misâfir etmek isteyenlerin evleri elbette bir perdeden kapısı olan evler değildi. Hattâ Peygamberimiz Medîne’ye ilk geldiğinde, varlıklı olanlar ona dediler ki; “gel benim evimde kal, çünkü benim evim Medîne’nin en güzel ve konforlu evidir”. Modern insanda, modern-öncesi dönemin çok ilkel bir dönem ve modern-öncesi insanların da çok ilkel insanlar olduğu zannı vardır.  

 

Âyetlerin nesh edilmesi diye bir şey yoktur. Fakat “askıya  alınması” vardır. Hz. Ömer’in, halifeliği döneminde, “anlamsızlaştığı için” hükümleri geçici olarak askıya alması da böyledir. Yoksa Hz. Ömer’in, âyetleri nesh edip geçersiz kılması haddine değildir. Çünkü bu âyetlerin içeriği, kıyâmete kadar bir daha gündeme gelmeyecek konular değildir. Belki “gönlü İslâm’a ısındırılacak (müellefe-i kulûb)” ve bu nedenle de geçici olarak yâni “gönlü ısınana kadar” zekât verilmesi gereken insanlar olabilecektir. Mustafa Öztürk bu konuda ilgili âyetin nesh olduğunu söyleyerek yâni âyetin hükmünün kalktığını söyleyerek küfre düşer:

 

“İmam Maturidi (ö.333/944), hicrî dördüncü yüzyılın ilk yarısında Hz. Ömer’in, müellefe-i kulûb’la ilgili karârını, ‘ictihad yoluyla nesh’ diye adlandırmıştır ki bu adlandırma târihsellik söylemiyle anlatılmak istenen bütün her-şeyi iki kelimeyle özetler mâhiyettedir. Öte yandan nesih meselesinde Serahsi’nin Usul’üne açıp bakın, İmam Maturidi ile aynı târihlerde yaşadığı bilinen Şafii âlim İbn Süreyc de, ‘Kur’ân ve sünnet kıyasla nesholur mu?’ sorusuna, ‘neden olmasın, pekâla olur?’ diye cevap vermiş, bir başka Şafii âlim Enmâtî (ö. 538/1143) ise, ‘Kur’ân ve sünnet benzer kıyasla değil de, asıllardan istihraç edilmiş kıyasla nesholur’ demiştir”.

 

Nesh edildiği söylene âyetin hükmü sonsuza kadar kaldırıldığında, başka zamanlarda yeniden benzer bir durum baş-gösterirse çözüm nasıl olacaktır?. Soruna ne ile çözüm getirilecektir?. Tabî ki aynı süreç işleyecek ve nesh edildiği sanılan âyetler yeniden devreye girecek ve hükmünü verecektir. Meselâ “nevcâ sadakası” konusunda, birileri yine sadaka vermekten kaçınacak ve kaçınanlar ayıklanacaktır.

 

Âyetlerin pratik geçerliliğinin olduğu bir mekânda ve zamanda yaşanmadığında, âyetleri nesh etmek kolaylaşıyor. 

 

Mekan değiştiğinde zaman da değişiyor. Böylece bâzı âyetler bir süre için askıya alınabiliyor yada kapsamı daraltılıyor. Fakat insanların yaşadığı değişimin, dönüp-dolaşıp yine Peygamber ve sahabenin yaşadığı şartlara hiç-bir zaman dönmeyeceğinin bir garantisi var mıdır?. Târihe bakıldığında târihin sürekli olarak tekerrür ettiğini görüyoruz. Belki de târih, ders alınmadığı için tekerrür ediyordur ve hiç-bir zaman ders alınmayacağı için tekerrür etmeye devâm edecektir. Varlığın formatı döngü ve tekrâra dayalıdır. Sürekli olarak lineer bir ilerleme yoktur ve bir döngü vardır. Meselâ Yunan ve Roma sapkınlığı modern zamanlarda yeniden hortlamıştır. Bu deverândan dolayı yapılacak olan şey âyetleri nesh etmek yâni inkâr etmek değil, o âyetlerin yeniden hükmedeceği zamanların gelebileceği ihtimâlini düşünmektir. Hattâ aslında müslümanlar, Kur’ân’ın âyetlerinin hâkim olacağı ve yaşanacağı bir mekânı ve dolayısıyla da zamânı ortaya çıkarmak için uğraşmalıdırlar. Aksi-hâlde Kur’ân’da “mekân ve zaman değişiyor” bahanesiyle nesh edilmeyecek âyet kalmayacaktır. Ahlâkî-dînî âyetler bile yeni zamânın şartlarında yeni etiklerle değişebilecek ve böylece vahiy târihe gömülmüş olacaktır. Tabi ki böyle bir şeyin olması Allah’ın vahyi koruma garantisi nedeniyle mümkün değildir ama müslümanların bu süreçte Kur’ân’dan iyice uzaklaşmaları kaçınılmaz olacaktır.  

 

Kur’ân’ın bir âyetini başka bir âyet, sünnet, hadis, rivâyet yada bir kişinin görüşleri ve düşünceleri nesh edemeyeceği gibi ve değiştiremeyeceği gibi, zaman ve mekân da nesh edemez ve değiştiremez. Bu nedenle de “zaman değişti, artık bu zamanda bu hükümler uygulanamaz, âyetleri yorumlamak ve günümüze uydurmak zorundayız” diyerek bir-nevî âyetleri nesh etmek de mümkün değildir. Zâten olmuyor da. Bunu yapmaya çalışanlar, aşırı yoruma tâbi tutarak moderne uydurmak istedikleri  âyetleri tepe-taklak ediyorlar.

 

Şu da var ki, neshte, vahiy değil, verili durum merkeze alınmaktadır. Nedense hiç kimse vahye göre bir mekân ve zaman düşünmüyor da, mekâna ve zamâna göre bir vahiy yorumu düşünüyor. Fakat mekân ve zaman her zaman Allah’ın râzı olduğu gibi değişmiyor ki?.

 

İçtihad yada kıyas yoluyla nesh yapan yâni “âyetlerin hükmü bitmiştir ve artık bu âyetler ebediyyen geçersizdir” diyen kişi açık bir şekilde kâfirdir. Zâten Kur’ân’ın “kâfirlik” olarak görüp hem Dünyâ’da hem de âhirette azapla cezâlandıracağını söylediği konu budur (Bakara 85). Fakat âyetleri belli bir zamanda “uygulama alanı olmadığı için”, “içtihad yoluyla askıya almak” mümkündür.

 

Kur’ân modern müslümanların yaptığı gibi çağdaş dünyânın verileriyle de neshedilemez. İnsan bir karar vermeli; vahye mi uyacak ve sünneti mi örnek mi alacak, yoksa modern-liberâl-kapitâlist-şerefsiz-sapık-dinsiz ideolojilere göre mi düşünecek ve yaşayacak..

 

Ey târihselciler ve nesihçiler!; şimdi insanlar ne yapsın?. “Göğün İslâm aleyhine alçaldığı bir zaman”da dâvâsına sıkı-sıkıya bağlanmak ve günün birinde İslâm’ın hâkimiyetinin geleceğini istemekten başka ne yapsın?. Sizin gibi dirâyetsizlik gösterip de “moderniteye ve zamâna uymuyor” diye âyetleri iptâl edip geçersiz mi kılsın?. Peki nereye kadar?. Tabî ki sonuna kadar.. Zîrâ bir sınır yoksa hiç-bir sınır olmaz. Tek bir âyetin bile nesh edilip geçersiz kılınması, ardından tüm Kur’ân’ın nesh edilip geçersiz kılınmasına neden olacaktır. Zîrâ sapıklık ve kâfirlik bir kere başladığında ve uygulama alanı bulduğunda hiç-bir sınır tanımaz ve sonuna kadar gider.  

 

Bâzı sûreler ve âyetler diğer bâzı sûre ve âyetlerden daha fazîletli olabilir. Fakat bu, daha fazîletli olanların daha az fazîletli olanları nesh edeceği anlamına gelmez.

 

Peygamber’den, “şu âyet nesh olmuştur” diye bir söz gelmemiştir. Kur’ân’ın bahsettiği nesh ise, “önceki dinlerin bâzı uygulamalarının çeşitli nedenlerle kaldırılması yada değiştirilmesi” konusundadır. İslâm târihindeki âlimlerin bir-çok âyet için “nesh  oldu” demesi, İslâm’ı, Kur’ân’ı ve Peygamber’i bağlamaz ve bu söylem sâdece onların câhilliklerini, günahlarını ve hattâ küfrünü gösterir. Mezhep, meşrep, zaman ve ideoloji bağlılığından kaynaklanan tutkuların sonucunda açığa çıkan nesh teorilerinin alayı, “şeytan-işi pislik” düşüncelerdir.

 

Maksat gözetilmediği ve maksadı târihin her zamânında hâkim kılma yoluna gidilmediği için, târihselcilikle, evrenselcilikle ve nesihcilikle insanlar İslâm’dan saptırılıyor.

 

Peygamberimiz’in “son peygamber” olması ve artık ondan sonra bir peygamberin gelmeyecek olması, hiç-bir âyetin nesh edilmediğinin ve edilemeyeceğinin delîlidir. Zâten Kur’ân bir bütün olarak toplanıp mushaflaştırılmıştı ki, bu, Kur’ân’ın tamâmının nesihten beri olduğunu gösterir. Çünkü eğer Peygamberimiz zamânında nesh edilen âyetler olsaydı, o zaman o âyetler niçin iptâl edilmemiştir de kitaba konmuştur?. Böyle olmasına rağmen, Kur’ân’dan tek bir âyetin bile nesh edildiğin söylemek hiç kimsenin haddine değildir.

 

Nesh de, Allah’ın hükümlerinin kaldırılması yada kâlplere-vicdanlara hapsedilmesidir. Kur’ân’ı hayattan uzaklaştırıp kâlplere-vicdanlara hapsetmek, “Kur’ân’ın tamâmının neshedildiğini söylemek” anlamına gelir. Zîrâ Kur’ân, sâdece bâzı ahlâkî konularla ilgili âyetleriyle değil, “bütünlüğü ile” bir hayat kitabıdır, yaşam kılavuzudur.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ocak 2019

 

 

Devamını Oku »

8 Haziran 2019 Cumartesi

Âcilcilik ve Tedrîcilik Üzerine




“İnsan aceleden (aceleci olarak) yaratıldı. Size âyetlerimi yakında göstereceğim. Şimdi hemen acele etmeyin” (Enbiyâ 37).

“Gerçek şu ki, Kur’ân’ı senin üzerine ‘safhalar hâlinde’ bir indirme tarzıyla (tenzil) indiren biziz, biz” (İnsan 23).

Bir hareket başlatmada, bir iş yapmada en doğru yol, acele etmeden ama çok da geciktirmeden işe başlamak ve o işi tamamlamaktır. Bir işe, “hemen başlayalım bitirelim” düşüncesiyle plânsız-programsız, dolayısıyla düzensiz bir şekilde başlandığında, o iş yolda mutlakâ sorunlar yada eksikler çıkarır ve iş ya ideâl bir şekilde bitirilemez, yada hiç tamamlanamaz. Çünkü plân ve programa dikkat etmeden işe başlandığında ve o iş dikkatli bir şekilde yapılmadığında, mutlakâ yanlışlar-hatâlar yapılır, sonra da o işin yeniden yapılması gerekir ki, böyle bir durum işi çok yavaşlatacağından dolayı, o iş ya normâlden daha da geç bitmekle yada işin çirkin olmasıyla sonuçlanır.

Tabî ki bir işin iğneden-ipliğe tümüyle plânlanması ve programlanması mümkün değildir. Çünkü iş ilerlerken ne gibi aksaklıkların çıkacağı belli olmaz. Têmin edilmesi gereken şeylerin yada kişilerin têmin edilememesi, malzemenin tedârik edilememesi gibi sorunların ortaya çıkması çok olasıdır ve aslında böyle olacağı “varlığın doğasından dolayı” kesindir. O hâlde işe mutlakâ bir plân, proje, program ve düzen ile başlanmalı, yine o şekilde devâm etmeli ama işi de zamânında bitirmek için gayret edilmelidir. Zâten insan, bir işin en iyi şekilde olmasından başka, en kısa zamanda bitmesini de ister.

Bir işin güzel ve çabuk olması durumu her alanda böyledir. Biz bu yazıda, “İslâmî Hareket Metodunda âcilcilik ve tedrîcilik” konusunu, modern ve post-modern sistemin ağır ve bunaltıcı kuşatmasından kurtulmak için, plânlı-programlı ama biraz da âcilciliği savunarak işlemek istiyoruz..

Kur’ân safha-safha inmiştir. Bu durum, tedrîci ama gayretli bir sürecin olması gerektiğinin delîlidir. Fakat buradan, “hiç acele etmeyelim” düşüncesi de çıkmaz-çıkmamalıdır. Zîrâ vahiy ardı-ardına gelmeye devâm etmektedir. Müslümanlar gelen âyetleri bir-an önce idrâk edip uygulamaya koymalıdırlar ki, diğer âyetlere geç kalmasınlar.

Tamamlanmış bir “İslâmî Hareket Metodu” yapılamaz. Kervan mutlakâ biraz da yolda düzülür. Peygamberimiz, Medîne’ye hicreti gerçekleştirdiğinde ve Medîne Site Devleti’ni kurduğunda Kur’ân’ın inişi henüz tamamlanmamıştı. Yarısı inmişti, yarısı da henüz inmemişti. Başta Peygamberimiz olmak üzere mü’minleri Kur’ân’ın inşâ edip “adam” ettiğini düşünürsek; Kur’ân’ın inişi tamamlanmadığı için inşânın da henüz tamamlanmadığı ortaya çıkar. Yâni Peygamberimiz hicret edip devleti kurduğunda inşâ yâni eğitim bitmemişti, devâm ediyordu. Hâliyle ahlâk da kemâle ermemişti. Çünkü henüz emirleri-yasakları bildiren âyetlerin/sûrelerin inişi tamamlanmamıştı. Allah böyle bir aşamada Hicret’i emretti ve hareketi farklı bir yöne soktu.  

Peygamberimiz: “Kur’ân’ın tamâmı inmedi, tamamlansın, ondan sonra hicret eder devleti kurarız” demedi, o-süreçte devleti kurdu. Zâten yolun yarısına gelindiğinde devletiniz yâni yaşam-alanınız yoksa inşâ/eğitim/ahlâklanma/adam-olma süreci devâm edemez/ileri gidemez ve aynen günümüzde olduğu gibi belli bir sınırda kalır. Çünkü belli bir aşamadan sonra bir “uygulama alanı” ihtiyâcı doğar.

Demek ki zamânımızda sürekli tekrarlanan: “Biz kendimize bakalım; önce ahlâklanalım; önce eğitimimizi tamamlayalım; tam kıvâma gelelim; tepeden inmeyle olmaz; haftada bir gün oruç tutalım; teheccüde kalkalım, sonra devleti kurmaktan söz ederiz” gibi düşünceler eksiktir/yanlıştır ve mü’minleri yarı-yolda bırakır/bırakıyor. Bunlar zâten o süreçte yapılacak şeylerdir. Bunlar hangi konumda olursak-olalım, zâten yapılması gereken görevlerdir ki bunlar bize bir iç-enerjisi verir ve bizi dik ve diri tutar.

Hem belki de birileri yolun yarısına gelmiş ve “yapması gereken işi” yapma durumundadırlar. Ee; bu kişiler henüz o noktaya gelmemiş olanları mı bekleyecek?. Bu işin sonu yok ki.. Toplumun tamâmının tam-ahlâklı ve bilinçli bir hâle topluca gelmesi zâten matematiksel olarak da imkânsızdır. Çünkü bu “süreç” en az 13-15 sene sürer ve sürecin tamamlanmasına yakın bir zamanda doğmuş olan birileri varsa onları da beklemek lâzım gelir. Birileri hicret etme/devlet kurma aşamasına gelmişse artık “hareket” başlamalıdır. Velev ki arkadan gelenler daha yolun başında olsun ve Kur’ân henüz tam anlaşılmamış ve toplum da tam olarak ahlâklanmamış olsun. Yâni bir işi eyleme sokmak için illâki tam-anlamıyla eğitim tamamlanmış, ahlâklanma bitmiş ve kıvâma gelinmiş olması gerekmez. Kervan yolda düzülür biraz da. Kur’ân’da hangi âyetteysen o âyeti eyleme dökmelisin. Kim neredeyse, hangi âyetteyse o âyetin eylemini gerçekleştirmeli ve o âyeti diriltmelidir. “Tamamlanmış bir İslâmî reçete”, seküler bir devletin-dünyânın içindeyken çıkmaz. Zîrâ nasıl bir reçete olacağı bile belirlenemez. Gerçek reçete, İslâm’ın yolunda gidilirken açığa çıkar. Yâni hareket hâlindeyken oluşur İslâmî hareket plânı.

Tabî ki acelecilikten de kaçınmak gerekir. Amel-eylem, ortaya çıkmak için kendini zorlayacak seviyeye gelmelidir enfüste ve âfakta. Seyyid Kutub bu konuda şunları söyler:

“İslam nizâmını tatbike koymak ve Allah’ın emirleriyle hükmetmek âcil olan ilk hedef değildir. Zîrâ toplumun tamâmını veyâ amme hayâtında ağırlık sâhibi sağlam bir kısmını, önce İslâm akîdesini, sonra da İslâm nizâmını doğru anlayabilecek seviyeye getirmeden bunun gerçekleştirilmesi mümkün değildir. Tevhid temeli yerleşmeden girişilecek uygulamalarda, sistem şeklen İslâmî görünse bile, câhilî âdetler yaşamaya devâm edecektir”.

Âcilcilik kişiye -yazının başında söylediğimiz şekilde- bir çok yanlışlıklar yaptırabilir. Fakat tedrîcilikte de şöyle bir sorun vardır ki, “hasat” zamanında yapılmazsa ürün çürüyebilir. Yâni hedefe ideâl bir zamanda ulaşılmadığında, hedeften sapmalar başlar ki, târihte bunun örnekleri çoktur. 

Âcilcilikte askerî-siyâsi darbe ve şiddet mâkûl görülebilir fakat bu noktada yeterli alt-yapının olmaması, istenmeyen sonuçlara da sebep olabilir. Târihte, toplumun tamâmının yada büyük çoğunluğunun nefsinin, kötüden-iyiye doğru bir-anda değiştiğinin bir örneği yoktur. “Sen ne kadar istesen de insanların çoğu inanamayacak” âyeti bu konuda mânidardır. O hâlde, bir lîder öncülüğünde, ehliyet ve liyâkat sâhibi “kurucu kadro ve toplum” hedeflenmelidir ki, bu toplum karşı tarafa gerçek bir alternatif olmalı ve çarpıcı düşünceler ve amel-eylemler gösterebilmelidir. İslâm-merkezli düşünce ve amel-eylem, insanların kâlplerini yumuşatıp İslâm toplumuna katılmayı sağlayacağından dolayı, “kurucu kadro” öncülüğündeki toplum büyüyecektir. Şu da var ki, böyle toplumlar şiddetten uzak kalmak isteseler bile, mevcut sisteme mutlaka eleştiri, îtirâz ve isyânda bulunmak zorunda kalacakları için, mutlakâ kendilerine şiddet gösterilip sataşılacaktır süreç içinde.

Mekke’deyken, sanki Medîne’deymiş gibi davranılamaz. Mekke tedrîciliğin daha belirgin olduğu yer ve aşamadır. Fakat Medine’ye geçmek ve Medine’yi kurmak için de Mekke’deki gibi davranılmamalı ve zulmün bir-an önce bertarâf edilebilmesi için, üstün gayret göstererek çalışılmalı ve biraz da acele edilmelidir. Yâni işi savsaklamamak önemlidir.

Tabi müslümanların en temel hedefi ve amacı, Dünyâ’da ideâl bir îman ve amel ile âhirete göçmek ve âhirette de cenneti ve Allah’ın rızâsını kazanmaktır. Bunun için de takvâ önemlidir ve zâten yarış yâni acelecilik ancak takvâda yarışmada, yâni takva yolunda olmalıdır Allahuâlem. Şu da var ki, takvâya ulaşmak, Dünyâ’da îman etmekle ve sâlih amellerde bulunmakla mümkündür. Zâten İslâm Dîni, uzak-doğu dinleri gibi salt meta-fizik ve ahlâk-etik konularından yâni sâdece iç-âlemlerin inşâsından değil, iç-âlemleri inşâ ettikten sonra dış-âlemin de inşâsını emreden bir dindir. Yâni kişiyi cennete ve Allah’ın rızâsına kavuşturacak olan şey, Dünyâ’da yapıp-ettikleridir. Hayâtımızın ne zaman sonlanacağını bilmediğimizden dolayı, takvâya ulaşmak ve âhirette “sâlihlerden” olabilmek için biraz da acele etmek gerekir. “Takvâda yarşın/acele edin” sözünün anlamı bu olsa gerektir.  

Ümmetinin tümü İslâm’ı benimseyene kadar beklemek mâkûl ve doğru değildir. Zâten bu mümkün de değildir. Zîrâ çok yoğun bir seküler kuşatma ve kontrôl vardır. Biz bir kuşağı yetiştirene kadar, yetişmesi gereken yeni kuşaklar ortaya çıkıyor. Böyle olunca da eğitim-öğretim ve yetiştirme hiç-bir zaman bitmiyor. Bunun hiç-bir zaman bitmemesi normâldir ama, eğitim-öğretim ideâl bir seviyeye geldikten sonra bir türlü harekete geçilememesi normâl ve doğru değildir. Modern İslâm çalışmalarına bakınca, eğitim-öğretim içinde tıkanıp kalınmış ve artık dînin tek amacının ve hedefinin de eğitim-öğretim olduğu sanılmaya başlandığını görüyoruz. Bir işte acele edilmesi gerektiğinde acele etmemek, işin savsaklanmasına ve sonunda da hedefin şaşmasına sebep olabiliyor.  

13 yıl “harekete” geçmek için mâkûl ve ideâl bir zamandır fakat bu zaman, Peygamber gibi bir lîderimiz ve sahabe gibi bir toplumumuz olmadığından dolayı daha uzun sürecektir. Zîrâ o ilk örnekliği yakalamak kolay olmadığı gibi, aşmak ise mümkün değildir. Yâni bizim ehliyet ve liyâkatini ispatlamış bir toplum oluşturmamız, “en ideâl süre” olan 13 yılda tamamlanamaz. Çünkü “Peygamber örnekliği” aşılamaz. O hâlde bu süreç için gereken zaman en erken 20-25; en geç de 35-40 yıllık bir süre olacaktır. Fakat daha uzun da sürmemelidir. Zîrâ süreç uzayınca sabırlar yetmeyeceğinden ve şeytan da boş durmadığından dolayı dâvânın sağladığı enerji ve sinerji azalacaktır. Bu sürecin mâkûl bir süre içinde tamamlanması gerekir. Bunun için de biraz acele edilmelidir. Zâten böyle olmadığında bir “soğukluk” başlar ve gevşeme baş gösterir. Bahsedilen zaman zarfında mâkûl bir bilgi ve bilinç seviyesine gelmiş olmak yeterlidir ve ondan sonra “kervan” yola koyulacak ve yolda düzülecektir.  

Peygamberimiz zamânında Dünyâ’nın süper güçleri Bizans ve Sasani devletleriydi. Bu devletler hem kendi aralarındaki savaşlardan hem de artık yaptıkları zulümlerin artmasından dolayı, sünnetullah gereği zayıflama ve çökme aşamasına gelmişti. Fakat bu durum kanımca, “Allah’ın yardımı”ndan dolayı da oldu. Çünkü yeryüzünde hakkı ve hakîkati ortaya koyacak bir ümmet-toplum açığa çıkmıştı ve bu toplum liyâkatini de göstermişti. Zîrâ Mekke döneminde Allah için tüm zorluklara katlanmışlardı ve üstün gayret göstermişlerdi. İşte Allah’ın bir yardımı olarak zamânın bu iki devleti iç enerjilerini yitirip zayıflamaya başlayınca, müslümanlara ilişecek bir dermanları da kalmamıştı. Allah, bu yeni toplumdan râzı olduğundan dolayı yardımını göndermiş ve müslümanları korumuş ve kurtarmıştır. Bu devletlerin zayıflaması ve müslümanlara ilişecek dermanları kalmayınca, müslümanlara da alan açılmıştır. Zâten “Allah’ın yardımı” imtihan ve sünnetullah gereği bu şekilde olur.

Günümüzde ise, “şu-anda acele etmeyelim, süper devletlerin zayıflamasını bekleyelim” demek yanlıştır. Çünkü bu devletler, “Her ümmet için bir ecel vardır. Onların ecelleri gelince, ne bir saat ertelenebilirler ne de öne alınabilirler (tam zamânında çökerler)” (Araf 34). âyeti gereğince mutlakâ zayıflayacaklar ve çöküş aşamasına gireceklerdir fakat, onların yerini mutlakâ başkası alacaktır. O hâlde o devletlerin çöküşünü hızlandıracak sünnetullah kânununa uymak gerekir ki bu kânun, müslüman bir toplumun kurulması ve liyâkatini göstermesi yâni çöken devletlerin yerine geçebilecek ve adâleti tam olarak sağlayabilecek seviyede olduğunu ispat ederek, Allah’ı râzı etmesi ve yardımını hak edebilmesidir. Müslüman toplum eğer, güçlü devletlerin çöküşünü hızlandıracak ve onların yerine geçecek kaliteyi, liyâkati gösterip gerekli altyapıyı kurabilirse, yıkılan güçlü devletin yerine, farklı gayri İslâmî güçler değil, müslümanlar geçecektir. Yoksa körü-körüne süper(!) devletlerin zayıflamalarını beklemek doğru değildir, çünkü gayri İslâmî yapıların zayıflayıp çöküş aşamasına girmesinin bir gerekçesi de, onlardan sonra Dünyâ’ya hâkim olabilecek özelliklerde bir toplumun bulunmasıdır. Allah bizi Dünyâ’nın hâkimiyetine lâyık bulursa, düşmanlarımızı zayıflatır ve yeryüzüne onların yerine bizi hâkim kılar:

 “Allah, içinizden îman edenlere ve sâlih amellerde bulunanlara vâdetmiştir: Hiç-şüphesiz onlardan öncekileri nasıl ‘güç ve iktidâr sâhibi’ kıldıysa, onları da yeryüzünde ‘güç ve iktidâr sâhibi’ kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca bana ibâdet ederler ve bana hiç-bir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkâr ederse, işte onlar fâsıktır” (Nûr 55).

“Andolsun, biz Zikir’den sonra Zebur’da da: Şüphesiz Arz’a sâlih kullarım vâris olacaktır diye yazdık” (Enbiyâ 105).

“Biz ise, yeryüzünde güçten düşürülenlere lütufta bulunmak, onları önderler yapmak ve mîrasçılar kılmak istiyoruz” (Kasas 5).

Şu-an îtibârıyla müslümanlarda ne böyle bir liyâkat ve İslâmî duruş vardır, ne de bilgi, bilinç ve alt-yapı vardır ki mevcut güçlerden sonra Dünyâ’da hâkim olarak yerini alabilsin. İşin kötüsü, zaman hızla akıp gitmekte ve “en kötü durum”un oluşmasına doğru yol alınmaktadır. Üstelik yetişen yeni nesil içinde durumu kurtaracak bir ideâl ve şuur pırıltısı da yoktur. Bir talep ve istek bile yoktur. O hâlde bir plân ve program dâhilinde, biraz da acele ederek, bilgi, bilinç, şuur ve ideâl sâhibi bir kuşak yetiştirmeliyiz. Yetiştirdiğimiz kuşak, yapılması gerekeni de hemen yapmaya başlamalıdır. Çünkü aksi-hâlde İslâm düşmanları mecbûren, o nesli yıldırmak ve yok etmek için ellerinden gelen her-şeyi yapacaklardır. Zîrâ varlıkları böyle bir toplumun olmamasına bağlıdır.

Onlarca yılda yetişmiş bir orman, bir yangınla hebâ olabiliyor. Buna fırsat verilmemelidir. Zâten bâtılın kuşatıcılığı çok yoğun ve güçlüdür. Nefisler kışkırtılmıştır. Dünyâ’da her-şey kışkırtılmıştır ve insanlar kışkırtılmış olan her-şeye meftûn ve râm olmuş durumdadırlar. Bu nedenle bu cendereden kurtulmak için, yine plânlı-programlı ve düzenli bir şekilde yol alınmalı fakat biraz da acele edilmelidir. Bir sinerji yakalanmalıdır ve gayretli-azimli bir şekilde hemen işe başlanmalı ve biraz da hızlı adımlarla yola çıkılarak yürünmelidir. Çünkü yolda yavaş hareket etmek ve hattâ bir anlık duraklamalar bile şeytana fırsat vermekte ve alan açmakta, “aldatıcı” insanları çeşitli şekillerde aldatabilmektedir.

“Hiç aceleye gerek yok”, “yavaş-yavaş”, “ağır-ağır”, “tedrîcen” gibi sözler anlamını kaybetmeye başlamıştır. Zîrâ durum gerçekten de âcildir. Çünkü İslâm’ın bırakın amel-eylemini ve iktidârını, bunun düşüncesine ve sözüne bile katlanamayan ve İslâmî yapıyı hemen yâni âcil olarak, en ağır gücü de kullanarak sindirmeye ve yok etmeye çalışan organize bir güç vardır. Üstelik bu güce destek verenlerin bir kısmı da, kendilerine “müslüman” diyenler olunca, İslâm’ın hayattaki hâkimiyetinin nasıl kurulacağı ve yürütüleceğini bir düşünün..

Niceleri plânsız-programsızlıktan ve acele ettiklerinden dolayı yarı yolda kalmışlar ve hedefleri sekteye uğramış, acele edeyim derken daha da geç kalmışlardır. Bu tecrübelerden dolayı müslümanların “acele etmeyelim” düşüncesi bir bakıma doğru olmakla birlikte, “tamamlanmış bir İslâmî hareket plânı” yapılamayacağı ve “kervanın biraz da yolda ve iktidardayken düzüleceği” gerçeğini de hesâba katarak, oyalanmadan bir-an önce işe başlanmalı ve ne yapılacaksa bir-an önce yapılmalıdır. Aksi-hâlde -Allah muhâfaza- “geri dönülemeyecek bir nokta”ya varmak üzereyiz. 

Yolda her zaman bir yetersizlikten söz edilebilir. Kervan yolda düzülecektir, yada düzülemeyecektir. Fakat geniş çaplı tartışmalardan ve belirlemelerden sonra bir karar alınmalıdır. Bu yolda ille de zafer olacak diye bir şey de yoktur. Mağlûbiyet de olabilir ve hedef zafer ve İslâm’ın hâkimiyeti olsa da, önemli olan şey, bu yolda olmak ve bu yolda gayretli bir şekilde canlarla ve mallarla cihad edebilmektir. Biz bununla mêmuruz. Allah bizi lâyık bulursa ve dilerse zafer nasip eder.

Târih boyunca müslümanların mücâdeleleri her zaman zaferle bitmemiş ve yenilgiler de yaşanmıştır. Fakat mücâdele yâni sefer hiç bitmemiştir. Eğer mücâdele düzlükte olmazsa dağlıkta ve hattâ küçük bir mağara bile devâm eder. “Ferman padişahınsa dağlar bizimdir” denmiştir.

Tamamlanmış İslâmî bir hareket plânı yoktur ve zâten Peygamberimiz, Kur’ân’ın henüz yarısı inmişken “hareket”e (hicret) başlamıştı. Fakat körü-körüne ve bir heyecanla da iş yapılmamalı, işin önü-arkası iyice düşünülüp hesaplanmalıdır ki Peygamberimiz her zaman bunu gözetmiştir.

Eğitim süreci çok sıkı ve gayretli olmalıdır ve hareket için çok acele edilmemelidir. Fakat süreç uzayınca da düşünceler değişebilir ve “gayri İslâmî bir yöntemle devâm edilmesi düşüncesi” yâni sistem-içi mücâdele düşüncesi ve isteği insanların kâlplerini kuşatmaya başlayabilir. Nitekim çoğu İslâmî(!) hareket, “parlamento ve demokrasi yoluyla mücâdele etme” yöntemini benimsemeye başlamıştır ve zamanla da bu seküler yolun “İslâm’ın istediği yol olduğu”nu dile getirmeye başlamışlardır.

Bilgiye, bilince ve İslâmî şuura sâhip bir alt-yapı kurmak ilk önceliklidir ve bu konuda gayretli olmak da şarttır. Bu bir takvâ işi de olduğundan, “takvâda yarışmak” ve acele etmek mâkûldür. O hâlde gerekli olan nitelikli alt-yapıyı oluşturmada acele etmek gerekir. Fakat acelecilik bizi yetersiz alt-yapıyla yola çıkmaya zorlamamalıdır. Şu da var ki, hedef yolunda geçen zaman uzayınca, tâviz vermek düşüncesi ve eylemi oluşmaya başlar.

Şirk, küfür, adâletsizlik ve zulmün ne olduğunu sağlam bir bilinçle kavrayana kadar acele edilmemelidir. Yine bu kavrayışla sınanana kadar ve “çürükler” ilk etapta ayıklanana kadar harekete geçmek kötü sonuçlar doğurabilir.

Bir tohum saçıldığında onu hasat etmek için bile elbette bir zaman/süreç geçmesi gerekir. Bir fidan dikildiğinde onun ağaç olup meyve/ürün vermesi için belli bir zaman geçmesi gerekiyor. Bu gerçeği ıskalamıyoruz ve bir sürecin olması gerektiğini biliyoruz ve biz de söylüyoruz. Fakat, “hasat”ın da zamânında yapılması gerekir” diyoruz. Zîrâ hasat, zamânında yapılmadığında “çürüme” kaçınılmaz olur-oluyor. O şey artık başka bir şeye dönüyor. Boşa gidiyor. Meyve-ürün olgunlaştığında artık hasat yapılmalıdır. Yandaki bahçenin meyvelerin de olgunlaşmasını beklemeye gerek yok. Acele etmek ve acele etmemek aynı şekilde sonuçlanabiliyor. Bu nedenle dengeyi iyi gözetmek gerekiyor.

Müslümanların işi çok savsakladığını gördüğümüz için, tedrîciliği boş vermeden âcilciliği daha doğrusu çabukluğu savunuyoruz. Çünkü her-şey zamânında olmalıdır. “Geç gelen adâlet, adâlet değildir” denir meselâ. Pişmiş aşı daha fazla ateşte tutmak olmaz. Zîrâ yemek ziyân olur. Tövbeyi bile zamânında yapmak gerekir. Ölüm hâlinde yapılan tevbe geçersizdir çünkü.

O hâlde; âcilcilik ve tedrîcilik yerine, “âcil bir tedricilik” sözünü ilke edinmek gerekir.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Ekim 2018



Devamını Oku »

6 Haziran 2019 Perşembe

90’dan Önce 90’dan Sonra




“İnsanlar tek bir ümmetti. Allah, müjdeciler ve uyarıcılar olarak peygamberler gönderdi ve berâberlerinde, insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm vermek üzere hak kitaplar indirdi…” (Bakara 213).

500 yıl önceye kadar götürülse de, aslında 200-250 yıl önce; Fransız Devrimi, Sanâyi Devrimi, Emperyâlizm ve Bilim-Teknolojinin yaygınlaşmasıyla başlayan kapitâlist süreç, 19. yüzyılda “batı’nın dîni” hâline geldi. Osmanlı’nın da etkilendiği bu süreç, 1. Dünyâ Savaşı’ndan sonra hızlandı, 2. Dünyâ Savaşı’ndan sonra ise zirveye çıktı. 1970’li yıllara kadar “paranın gerçek bir karşılığı olduğu için” para henüz sanal bir hâle gelmemişti ve insanların aklını başından almamıştı. Fakat artık “altın karşılığı” değil de “nefis karşılığı” basılan sanal parayla birlikte bir “para fazlalığı” ortaya çıktı. Bu-arada altın, koltuğunu dolara bıraktı. Tüm Dünyâ da bu târihten îtibâren doları “îtimat edilen geçerli para” olarak kabûl etti ki, Amerika’dan sonra Dünyâ’nın ikinci süper gücü olan Sovyetler Birliği’nin yıkılmasının sebeplerinden biri de budur.

Bu durum Türkiye’de 1980’lerden sonra Özal ile birlikte bâriz hâle geldi. 83’te başlayan Özal’lı dönemle birlikte Türkiye’de de liberâl-kapitâlist-teknolojik değişimler (birileri için gelişimler) başladı. Bunun halktaki yansımaları ise 90’lı yıllar ile birlikte görüldü. 90’lı yıllara kadar Türk halkının geneli benzer tasavvur, düşünce, yaşayış ve eyleyiş hâlindeydi. İnsanların tek derdi, emekli olabilecekleri iyi bir iş bulabilmek, askerliğini yapıp evlenmek ve bir ev sâhibi olabilmekti. Daha sonra da çocukları için evinin üstüne yapacağı bir yada iki katı tamamlayıp hep birlikte mutlu-mesut yaşamak düşüncesi vardı.

90’lı yıllara kadar insanların birbirleriyle ilişkisi de gâyet samîmi idi. Zâten cep telefonu, bilgisayar ve internet yoktu. Televizyon da, çoğu siyah-beyaz olmak üzere “tek kanal”dan ibâretti. Bu nedenle akrabalar ve komşular arasında gelip-gitmeler ve birbirlerinin mallarına ve çocuklarına sâhip çıkmalar vardı. Hoş-sohbet misâfirlikler ve muhabbetler oluyordu. Komşular birbirleriyle farklı görüşlerde ve siyâsî tercihlerde olsalar bile bu çok da bir zorluğa ve ayrılmaya sebep olmuyordu ve aynı mahallede ve sokakta belki kıt-kanaat geçiniyorlardı ama mutlu-mesut ve umu içinde yaşıyorlardı. Çünkü 90’lı yıllara kadar, -bâzı istisnâları saymazsak- insanlarda belirgin bir hırs yoktu. Bir araba alayım, oradan bir arsa çevireyim, bir dâire de şuradan alayım, parayı fâizde katlayayım, dolara koyayım vs. konuları belirgin değildi ve çok da konuşulmazdı. Yâni iş henüz çığırından çıkmamıştı.

İnsanlara batı’nın ama özellikle de Amerika’nın ifsâd edici kültürü, tek kanallı yıllarda yayınlanan, başta Dallas olmak üzere bâzı dizilerle ve filmlerle girmeye başladı. İnsanlar o dizilerde yalanı-dolanı, ihtirâsı, hırsı, yolsuzluğu, ahlâksızlığı, aldatmayı, ihâneti vs gördü ve öğrenmeye başladı. Çocuklar ise, 90’lı yılların sonuna kadar sokak oyunları oynarlarken, buna ilk darbe “atari” ile geldi. Artık araya bir “fitne” girmişti ve “atarisi olanlar ve olmayanlar” olarak çocuklar ayrılmıştı. Artık geliştirici oyunlar yerine mıhlanıp kaldıkları yerde atarileri ile oynamaya başlayan çocuklar arasındaki yakınlık ve işbirliği kayboldu. 90’lı yıllarla birlikte “zehir”, Türkiye’nin ve Türk halkının kanına karıştı.

Bu târihte yine batı’nın ürünleri olan kot pantolon, marka kıyâfetler ve fast-food beslenme tarzı yaygınlaşmaya başladı. “İnsan yediğidir” sözü mucîbince, yenilip-içilenler değiştikçe insanların karakterleri ve tavırları da değişmeye başladı. Artık insanlar diğer insanlardan farklı olmayı istiyordu. Ev, araba, arsa, yazlık, iş, yeme-içme, kıyafet vs. olarak farklılık ve zenginlik istemeye ve bunun için hırslanmaya başladılar. 80’li yıllarda halkın büyük çoğunluğu köylerde yaşarken, köyden kente göç ile birlikte kentler büyüdü ve dolup taştı. İşte kentlere sonradan gelen ve hırs yapıp para ve zenginlik peşinde koşturanlar, şu repliği ezberlediler; “ben  buraya bi 10 yıl önce gelecektim ki, görecektin sen beni”. Günümüzde de kentlere daha erken gelenlerin “kentsel dönüşüm projelerini görünce”; “zamânında şuradaki arsalar bedâvaydı, parsel-parsel satılıktı, 3-5 alaydık köşeyi dönmüştük” tarzında laflar ettiği gibi. Fakat 90 öncesinde insanlarda böyle bir düşünce yoktu. Çünkü  “küresel zehir” henüz yayılmamıştı. Bu nedenle de insanlar hırslı değillerdi. Bir yada iki katlı evi olan ve emekli olabileceği SSK’lı bir işi olan insanlar “zengin” sayılıyordu. Üstelik insanlar çok daha basit ve az şeylerle tatmin olabiliyordu. Zîrâ zihinlerini bulandıracak üretimler henüz yaygınlaşmamıştı. Bu konuda şeytanın fısıltıları yoğun değildi. Belki de şeytan bile 90 sonrasını, hele milenyum sonrasını hayâl bile edemiyordu.

90’dan önce mis kokulu lezzetli yiyecekleri yerken, 90’dan sonra ise, çeşitli katkılarla paketlenmiş, besin değeri düşük ve tadı-tuzu olmayan yiyecekleri yemeye başladık. Bunlar bize yarârından çok zarar getiriyor. GDO’lu ürünler 90’dan sonra çok yaygınlaştı.  

İşte bu fitne, ifsâd ve bozulma 90’lı yıllardan sonra başladı. Yeme-içme-giyme, ev-araba, ev eşyâları, iş çeşitleri, düşünceler, dinlenilen müzikler vs. çok değişti ve Avro-Amerikan kültürüne uygun hâle gelmeye başladı. Zâten bu-arada televizyonlar renklendi ve kanal sayısı arttı. Çokluk yanında ahlâki bozukluğu da getirdi. Tabi bununla birlikte ahlâkî seviyede belirgin düşüşler yaşanmaya başladı.

90’dan sonra Sovyetler’in yıkılıp kapitâlist Amerikanın tek başına kalarak meydanı boş bulması ve Dünyâ’yı tek başına yönetmeye başlamasıyla birlikte bir batı’lılaşma başladı, dünyâcılık başladı, hırs başladı, insanları zengin olma hayâli ve telâşı sardı kuşattı. Sonunda kapitâlist bir dünyâ kuruldu. SSCB yıkılınca Amerika zihniyeti tüm Dünyâ’ya yayıldı. Tüm dünyâ “küçük Amerika” olma yoluna girdi. 90’dan sonra nefisler kışkırtıldı. Kâlpler köreldi. Artık herkes birbirinden üstün olmayı istemeye başladı. “Bende olsun ama onda olmasın” düşüncesi yayıldı. Dostluklar zayıfladı, kayboldu. 90’dan önceki zamanlarda ismi bir eşcinsel ile anılmak kavga sebebiydi, şimdilerde bu bir övünç ve hava atma sebebidir.

2.000’den sonra ise başta Türkiye olmak üzere müslüman coğrafya dînî duyarlılığını kaybetmeye başladı. AB’ye girme ve Amerika’ya yaranma uğruna verilen tâvizlerle Türk insanı geleneklerini, dînî duyarlılığını, merhâmetini ve vicdânını belirgin ölçüde yitirdi. Artık o şeytânî hırs Türkiye’yi de sardı sarmaladı. İnsanlarda ilke, hedef, özveri gibi duygular uçup gitti. “ABD’ye ve Avrupa’ya ne kadar benzersek ve onları ne kadar iyi ve sıkı tâkip edersek o oranda başarılı olacağımız ve nefislerin de o oranda tatmin olacağı” düşüncesi oluştu. Böyle zannedildi. İnsanlar hazza kilitlendi ve bu uğurda her-şeyi yapmaya hazır hâle geldi. Okullar gençleri yozlaştırdı, işyerleri insanları ayrıştırdı ve yıprattı. Şirk, küfür ve zulüm yaygınlaştı. Çünkü doğala, normâle ve fıtrata yâni dîne aykırı yaşamlar “din” oldu. Milenyum ile birlikte her türlü sapıklık ve sapkınlık normâlleşti. Hattâ ultra-modern olmayanlar ve bu şekilde yaşamayanlar yobaz görüldü-gösterildi, “öteki” îlân edildi ve terörist olarak fişlendi. İfsâd edilmeyen bir şey kalmadı. Üstelik gidişâta baktığımızda önümüzdeki yıllarda işin iyice çığırından çıkacağını görmek zor değil. Zîrâ uygulamaya sokulmaya başlanan yeni projeler insanları tam bir hayvana dönüştürecek projelerdir.

Ne ilginçtir ki insanlar haz uğruna kendilerini yok edecek yada bir hayvana çevirecek projeleri hiç sorgulamadan baş-tâcı ediyorlar. Fıtrata saldırılarak, kadınlar erkeklerden üstün duruma getirildi yada getirilmeye çalışılıyor. Hâlbuki Allah tam tersini uygun görmüştü (Nîsâ 34). Erkekler kadınlaştı, kadınlar erkekleşti. Çocuklar evin yöneticisi oldu. Fıtrata ihânet diz boyu. Tabi erkekler ile kadınlar arasındaki “doğal fark” ortadan kalkmadığı için acıklı sonuçlar yaşanıyor. Yine çocuklar ve gençler ilahlaştırılmaya başlandı. Dokunulmaz hâle gelindi. Hayvanlar için düşünülen projelerin sonunda çoğu hayvan insanlardan üstün duruma  gelecek. Eşcinsellik ve sapık cinsel tarzlar eleştirilip îtirâz-isyân edilmesi gerekirken, tam tersine savunulmaya başlandı. Evlenmeler azaldı boşanmalar çoğaldı. Makineler insanlardan üstün hâle geldi. Eşyâlar insanlardan daha değerli oldu. İnsanlar dîni ve değerleri hiç umursamaz ve takmaz oldu.

İşin ilginç ve üzücü tarafı ise; din ile uğraşanların, din yolunda mesâfe alanların da mevcut beşerî ideolojilere, siyâsete, ekonomiye, bilime, sapık düşüncelere destek vermesidir. Kafa ve beden konforunu bozmamak uğruna dînin düşman olduğu şeyleri aşırı yoruma tâbi tutarak sözde meşrûlaştırdılar. Hiç-bir sapıklığa bir eleştiri, îtirâz ve isyanları yok. Din kâlplere, zihinlere, vicdanlara ve dört duvar arasına hapsedildi. Nefisler ise hayâta hâkim oldu. Kur’ân “beyin fırtınaları”nın nesnesi yapıldı. Artık umutlar kayboldu. Târihte hiç olmadığı oranda modern insan büyük bir boşluğa düştü. İntiharlar arttı, suçlar arttı, hastalıklar arttı, sapıklıklar arttı. Saygı, sevgi, özveri, merhâmet, vicdan, yardımlaşma, sevgi ve “kerim öfkeler” yok oldu. Dünyâ yaşanmaz bir hâle geldi-geliyor. Dünyâ cehennem döndü-dönüyor. Tüm ışıltılarına rağmen Dünyâ, “dünyâ” olalı, böyle ultra-modern zamanlardaki gibi bir karanlığa gömülmemişti.

İmdi; bundan sonra Allah ya duyarlı bâzı insanların duâlarına karşılık verecek ve insanlara merhâmet ederek onları bir önder ve toplum öncülüğünde “yeni bir yol”a sokacak ve örnek bir ideâl toplum (İslâm toplumu) oluşarak Dünyâ pisliklerden temizlenme yoluna girecek, yada fitne ve ifsâd gün geçtikçe artıp çoğalacak ve “kritik eşik” aşılıp “sünnetullah” devreye girince, insanlar önce Dünyâ’da, sonra da âhirette derin pişmanlıklar içinde ağır bir azâba duçâr olacakları bir süreci yaşayacaklardır. Fakat son pişmanlık fayda etmeyecektir:

“…Bunları da ‘dayanılmaz bir sarsıntı’ tutuverince, dedi ki: Rabbim, eğer dileseydin, onları ve beni daha önceden helâk ederdin. (Şimdi) İçimizdeki beyinsizlerin yaptıklarından dolayı bizi helâk edecek misin?...” (A’raf 155).

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Mart 2019

Devamını Oku »

1 Haziran 2019 Cumartesi

Cenneti Dünyâ’da Yaşamak




“Biz onların göğüslerinde kinden ne varsa çekip almışız. Altlarından ırmaklar akar. Derler ki: ‘Bizi buna ulaştıran Allah’a hamd olsun. Eğer Allah bize hidâyet vermeseydi doğruya ermeyecektik. Andolsun, Rabbimizin elçileri hak ile geldiler’. Onlara: ‘İşte bu, yaptıklarınıza karşılık olarak mîrasçı kılındığınız cennettir’ diye seslenilecek” (A’raf 43).

Kâinât muhteşem bir düzene ve âhenge sâhiptir. Öyle ki; en küçük asteroitlerden galaksi kümelerine kadar tüm evren materyâli, tam da Allah’ın kendilerine çizdiği yola göre hareket eder ve hiç şaşmadan bu hareketi devâm ettirir. Bu nedenle de kâinatta bir bozukluk, düzensizlik, uygunsuzluk, yamukluk, çarpıklık vs. görülmez. Allah Kur’ân’da bunu şu şekilde söyler:

“O, biri diğeriyle ‘tam bir uyum’ (mutâbakat) içinde yedi gök yaratmış olandır. Rahmân (olan Allah)ın yaratmasında hiç-bir ‘çelişki ve uygunsuzluk’ (tefâvüt) göremezsin. İşte gözü(nü) çevirip-gezdir; herhangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık) görüyor musun?” (Mülk 3).

Tabî ki Allah’ın yarattığı varlıklar “bâki” değildir ve Termodinamiğin İkinci Yasası’nda da görüldüğü üzere, tüm yaratılmışların bir ömrü vardır. Bundan dolayı kâinatta materyâllerin ömürlerini doldurması ve dağılıp giderek yok olması mukadderdir. Varlığın kaderidir bu. Zîrâ varlık -hâşâ- Allah değildir. Allah olmadığı için de varlıkları bâki değildir. Bâki olmaması nedeniyle de bir “son”a doğru gitmekten kurtulamazlar.

Oysa cennet öyle mi?.. Cennet, Dünyâ’da Allah’ın emirlerine göre yaşayan mü’minlere verilecek olan “ebedî bir nîmet diyârı”dır ki, muazzam bir ödüldür bu. Cennetin nîmetleri “Dünyâ’dakine benzer” nîmetler olsa da, Dünyâ’daki gibi geçici ve sınırlı değildir. Üstelik cennet sâkinleri ebedî bir nîmet yurdundadırlar. Korkacakları bir şey yoktur. Zîrâ ebedî bir güvenlik, huzûr, sevinç, selâmet ve sonsuz nîmetlerin olduğu bir yerdedirler. Burada olumsuz hiç-bir şey yoktur. Nîmetleri bitmez ve tükenmez, tatları bozulmaz. Bu nîmetlere erişmek için çabalamak ve yoğun gayret göstermek gerekmez. Her yerde bir huzûr ve mutluluğun kokusu ve neşesi vardır.

Tabi bu sonsuz nîmete erişmenin bir bedeli de vardır ki bu bedel, “Dünyâ’da tam da Allah’ın emrettiği ve peygamberlerin gösterdiği örnek hayatlar gibi bir hayat yaşamak, bâtıla, şirke, küfre ve dolayısı ile zulme karşı çıkmak ve tevhidi Dünyâ’ya hâkim kılma yolunda olmak”tır. Çünkü Allah’ın yarattığı bir mekânda Allah’tan bağımsız bir varlık alanının olması ve bu alanda hakka-hakîkate aykırı yaşanması, yakın-uzak vâdede mutlakâ şirke, küfre ve de dolayısı ile zulme yol açacaktır. Bu da, başta insanları, sonra da diğer canlı varlıklar olan hayvan ve bitkiler olmak üzere nihâyet tüm varlığı doğal, normâl ve fıtrî yörüngesinden çıkaracak, Dünyâ, şeytanın ayartmasına uğrayan tâğutların ve onların taşeronlarının ifsâd alanı olacaktır. Sonuçta da tüm Dünyâ bir “fitne yurdu” olunca, şeytan insanları “cennete lâyık” olmak yerine, “cehenneme müstahak” olacak hâle getirecektir. Çünkü cehennem de ebedîdir ve Allah’a değil de, şeytana, tâğuta, nefse-çıkara göre yaşayanların ve de dolayısıyla şirke, küfre düşerek mutlakâ zulme yol açanların son durağı ebedî azap yurdu olan cehennemden başkası değildir.

Kâinâtta sâdece insanlar arasındaki düzenin tevhid-merkezli olmadığı görülür. Çünkü insanlarda bir nefs ve irâde vardır. İnsan her ne kadar Allah’ın dediği gibi yaşamaya, vahye uygun bir hayat sürmeye ve cennete meyyâl olarak yaratılmış olsa da, yaratılışın amacı olan imtihanın bir sonucu olarak, insanda bulunana nefs ve irâde, onun haktan sapıp bâtıla yuvarlanmasına yol açabilmektedir. Böylece ebedî cennet yerine sonsuz cehenneme müstahak olabilmektedir.

Böyle bir sonucun olmasının nedeni, insanların şeytana ve nefislerine uyarak îmandan mahrûm kalmaları ve bundan dolayı da gaybî bir konu olan âhiret, cennet ve cehennemi göz-ardı ederek, akıllarını ve nefislerini ilahlaştırmalarının sonucunda, “cenneti Dünyâ’da kurmak” istemeleridir. Âhiret ve gayba îmandan yoksun olanların yapabileceği tek şey, “Dünyâ’yı cennete çevirmek ve cenneti Dünyâ’da kurmak ve yaşamak düşüncesi”dir. Tabi söylediğimiz gibi, ihtiraslar sınırsız olsa da, Dünyâ sınırlıdır. O hâlde arzuladıkları “sözde cennet”, Dünyâ’nın sâdece bir bölümünde ve sınırlı bir şekilde kurulabilecektir. Fakat cenneti Dünyâ’da kurmak ve bu sûni cennette nefisleri doğrultusunda diledikleri gibi yaşamak isteyenlerin bunu yapabilmeleri için, Dünyâ’nın yarısından fazlasını ifsâd ederek cehenneme çevirmeleri ve insanların da çoğunu bu cennetten mahrûm bırakmaları gerekecektir. Zîrâ böyle bir cennet kurmak, Dünyâ’nın büyük bir bölümünün sömürülmesine, sömürülen yerlerde yaşayanların da aç-susuz-çıplak ve mahrûmiyet içinde yaşamasına sebep olacaktır. O hâlde cenneti Dünyâ’da kurmak ve yaşamak isteyenler, Dünyâ’nın büyük bir bölümünü cehenneme çevirmek ve insanların büyük bölümünü de “Dünyâ cehennemi”nde yakmak zorunda kalacaklardır. Yâni cenneti Dünyâ’da kurmak için, birilerine “Dünyâ’yı dar etmek” şarttır. Zâten son 200 yıldır modernite ile birlikte görülen şey de budur.

Son 200 yıldır olan bir mahrûmiyet ve ifsâd târihin hiç-bir döneminde bu seviyede yaşanmamıştı. Tabi Dünyâ’nın doğal zorluklarından dolayı mahrûmiyetler ve zorluklar yaşanmıştı ve yine bâzı insanların-devletlerin sebep oldukları zulümler nedeniyle Dünyâ birilerine dar olmuştu ama târih boyunca, modernite ile birlikte başlayan böyle yüksek seviyedeki bir mahrûmiyet hiç-bir zaman olmamıştı. Çünkü bundan önce insanlar arasında cenneti Dünyâ’da kurmak ve yaşamak düşüncesi bu derece yaygınlaşmamıştı. Zîrâ “cenneti Dünyâ’da kurmak ve yaşamak” düşüncesi bâtıl ve sapık bir düşüncedir. Bu nedenle de mutlakâ “ucu açık zulümler” üretir.

Rönesans yâni “yeniden doğuş”, âhiretin yâni gerçek “yeniden doğuş”un inkârıdır. Bu nedenle de tâğutlar ve onlar tarafından aldatılanlar (mecbûren) cenneti bu Dünyâ’da kurmak isterler. Fakat sâdece kendileri için. “Diğerleri” için ise Dünyâ’da cehennemi kurmaktadırlar.

Seküler sistem; Allah-âhiret-cehennem korkusunu ve “cenneti hak etmek” inancını blôke ettiğinden dolayı, insanlığın çirkefliğin her türlüsüne mâruz kalması kaçınılmaz oluyor. Batı, Dünyâ’nın bir yarısında, diğer yarısını perişân ederek kendine bir cennet kurdu. Kurdukları bu sûni cennette kendilerinden geçmiş oldukları için aslâ o cennetten çıkmak istemiyorlar ve o cennetin yok olabileceği düşüncesinden dolayı bunalıma giriyorlar.

Oysa İslâm’da, “Dünyâ’yı cennete çevirmek” değil, “Dünyâ’yı cennetin bir şûbesi (kendisi değil) yapmak” düşüncesi ve hedefi vardır. Cennetin aynısı değil de benzeri. Yâni güvenlik, barış, huzûr, mutluluk, adâlet ve eşitlik anlamında. Dâr’üs-selam” anlamında Çünkü mü’minler ebedî nîmet ve huzûr diyârının, -güyâ- “Dünyâ’da kurulacak cennet” değil, âhirette karşılaşılacak olan cennet olduğuna îman ederler ve zâten bu bilinçle yaşarlar. Böyle olunca da “Dünyâ’yı cennete çevirme cinneti”ne yakalanmazlar. Sonuçta da böyle bâtıl amaçların peşinde koşarken insanların büyük bölümünü çiğneyip geçme düşüncesine ve eylemine girmezler.

Modern insan, özellikle bilim ve teknolojiyi kullanarak Dünyâ’da cenneti yaratmayı başarabileceğini zannetmektedir. Bu uğurda bâtıldan-bâtıla, sapıklıktan-sapıklığa savrulmaktadırlar ki, zâten bu düşünce, bâtıl ve sapık bir hayat yaşamanın sonucunda oluşan bir düşünce ve arzudur.

Bireycilik, insan hakları, demokrasi ve serbest piyasadan oluşan liberâlizm, insanı mutlakâ bu tarz sapık düşüncelere yöneltir. Bu bâtıl düşüncede olanlar, ölümsüzlüğü aramakta ve Dünyâ’yı cennete çevirmek istemektedirler. Çünkü buna mecburdurlar. Zîrâ âhiret bilinci ve inancı olmadığında, ölüm ve ölüm düşüncesi-korkusu bu bilinçten ve îmandan yoksun olanlar için ağır bir travma ve trajedidir. Oysa ölümün kesin olduğu bir Dünyâ’da böyle bir hırsa kapılmak ne kadar da saçmadır. Her nefis ölümü mutlakâ tadacaktır ve tatmaktadır da. Buna rağmen bir-çokları bâtılın açtığı yolda yürürler ve bir hayâl uğruna bâtılın salıncağında sallanıp dururlar. Bunun sebebi, âhiret bilinci ve inancına sâhip olmayanların, ölüm ile her-şeyin biteceği ve anlamsızlaşacağı inancından kaynaklanan bunalımıdır. Çünkü onların zannına göre ölü ile birlikte her-şey bitiyor ve hiç-bir umut kalmıyor. Bu nedenle de boşluğa ve bunalıma düşmekten kurtulamıyorlar. Buna dayanamadıkları için de “ölümü öldürmek” ve “ebedî yaşamı kurmak” düşüncesine ve hayâline kapılıyorlar. Hattâ bunu dinleştiriyorlar. Bilimin ve teknolojinin “çok yakında” hem ölümsüzlüğü sağlayacağını hem de Dünyâ’yı cennete çevirerek ebedî bir hazzın içinde sonsuza kadar yaşamayı umuyorlar. Bunu bir de ciddî-ciddî, din edindikleri bilim ve teknolojik değerlendirmelerle yapmıyorlar mı.. Acınası bir durum.

Bir inanç, îman, hedef, ideâl ve en sonunda da meleklerin selamlaması eşliğinde ebedî nîmet diyârı olan cennete girme düşüncesiyle açığa çıkan bilinç yâni “âhirete îman”, insanı boşluğa ve de bunalıma düşmekten, bu nedenle de sapıtarak olmayacak hayâllere kapılmaktan alıkoyacak tek gerçektir. Bu bilinçten ve inançtan mahrûm olan modern insan ne kadar da zavallıdır. Cenneti Dünyâ’da arıyor yada sanki cennetteymiş gibi davranıyor. Hz. Îsâ’nın diliyle “badanalanmış kabirler”e benziyor modern insan. Dışı parlak, içi ise çürümüş kemik yığını. O yüce amaçtan yoksunluk ve îmandan mahrûmiyet, insanı içten-içe kemiren ve eritip bitiren etkenlerdir. Bir dâvâsı olmalı insanın, yoksa boşluğa düşer. Boş insan ise kısa zamanda mutlakâ kafayı yer.

Cenneti bu Dünyâ'da kurmak ve yaşamak isteği insanları çıldırttı. Sorunsuz ve sıkıntısız bir yaşam isteği, “âhirete îman”ın zayıflığının bir işâretidir, çünkü Dünyâ “cennet” değildir ve bu nedenle de Dünyâ'da her zaman sorunlar olacaktır. İmtihan bilinci bunu söyler bize. Zâten biz bu sorunlarla boğuşmaya ve sorunları düzeltmeye geldik Dünyâ'ya. Allah bu sorunlarla boğuşmanın reçetesini göndermiş. Acaba insan şimdi bu sorunları es mi geçecek, yoksa bu sorunları çözmek için Allah'ın reçetesini mi kullanacak ve uygulayacak..

İnsan, Allah’ın emrettiği gibi yaşamayı bir türlü kabûl etmek istemiyor. Zîrâ vazgeçmek istemiyor, ıskalamak istemiyor Dünyâ’yı. Hazzı en zirvede ve sürekli-kesintisiz olarak yaşama isteği var ya.. İşte insanın ilk önce içini, sonra da dışını çürüten şey budur.

O hâlde, “uçlarda yaşamak isteği” insanı saptırıyor. Müslümanlar olarak biz vasat bir ümmetiz. Dünyâ’da vasat bir şekilde yaşayacağız, sınırsız arzuların cenderesine kaptırmayacağız kendimizi, cennete îman ediyoruz çünkü. Zâten îman insanı bu şekilde yolda tutar, yoksa yoldan sapmak kaçınılmazdır. Hem Kur’ân bize inkâr edenler üzerinden diyor ki, “tüm zevklerinizi Dünyâ’da tüketmeyin”:

“İnkâr edenler ateşe sunulacakları gün, (onlara şöyle denir:) Siz Dünyâ hayâtınızda bütün güzelliklerinizi ve zevklerinizi tüketip-yok ettiniz, onlarla yaşayıp-zevk sürdünüz. İşte yeryüzünde haksız yere büyüklenmeniz (istikbârınız) ve fâsıklıkta bulunmanızdan dolayı, bugün alçaltıcı bir azab ile cezâlandırılacaksınız” (Ahkâf 20).

Niceleri var ki, uçuruma düşerken bile doğru yolda olduğunu sanıyor. Çoğu insan Dünyâ’yı tercih ediyor. Dünyâ’ya tutkun ve meftûn olmak insanın hem içini hem de dışını karartıyor. Modern insan, kararmış yüzünde azâbın izleri bâriz bir şekilde ortaya çıkmış olmasına rağmen yine de doğru yolda olduğunu sanıyor:

“Gerçekten bunlar (bu şeytanlar), onları yoldan alıkoyarlar; onlar ise, kendilerinin gerçekten hidâyette olduklarını sanırlar” (Zuhrûf 37).

“De ki, davranış (ameller) bakımından en çok hüsrâna uğrayacak olanları size haber vereyim mi?. Onların, Dünyâ hayâtındaki bütün çabaları boşa gitmişken, kendilerini gerçekte güzel iş yapmakta sanıyorlar” (Kehf 103-104).

Mü’mini cennetten aşağısı kesmez. Kâfir ise -güyâ- Dünyâ ile tatmin olan bir bahtsızdır. Zîrâ cenneti Dünyâ’da kurmak ve yaşamak bâtıl düşüncesi ve boş hevesine kapılmıştır. Âhiretteki cennetten vazgeçmeden “cenneti Dünyâ’da kurma cinneti”ne kapılmak mümkün değildir.

Dünyâ, cenneti kazanma yeridir. Bu nedenle mü’minler Dünyâ’dan cennete bir köprü kurmakla vazîfelidirler. Bu, “Dünyâ’yı cennetin bir şûbesi yapmak”la olur. Böylece o köprüden cennete kolayca geçilebilecektir.

Âhirette “cennete kadar” sıçrayabilmek için, Dünyâ’da “1.400 yıl öncesine kadar” gerilmek gerekir. Örnek çağ olan Asr-ı saadet bir cennet-yaşamı değil, tevhid-merkezli bir mücâdele çağıdır. Cennet, işte bu mücâhedeyi ve mücâdeleyi kazananlara verilen bir ödüldür. Kur’ân’da, Allah’ın insandan râzı olacağı ve “insanı cennete götürecek” her-şey vardır. Kur’ân bir “cenneti kazanma kılavuzu”dur.

Maddî âlemde “düşünce” bakımından “en ideâl olan” düşünülür. Fakat pratikte, düşünüldüğü gibi olmaz. Maddî olan, “en ideâl” olandan “daha az ideâl”dir. Fakat bu durum cennet için tam tersidir. O düşündüğümüzden ve düşünebileceğimizden çok-çok daha ideâl bir yerdir.

Biz cennetten kovulmadık, imtihanın bir gereği olarak uzaklaştırıldık. İşte hedefimiz ve görevimiz tekrar orayı hak etmek ve cenneti kazanmaktır:

“Rabbinizden olan bir mağfirete ve cennete (kavuşmak için) çaba gösterip-yarışın, ki (o cennet) genişliği gök ile yerin genişliği gibi olup Allah’a ve Resûlü’ne îman edenler için hazırlanmıştır. İşte bu, Allah’ın fazlıdır ki, onu dilediğine verir. Allah büyük fazl sâhibidir” (Hadîd 21).

Biz Dünyâ’ya, “cennetteymiş gibi yaşamaya” değil, “cennette ebedî yaşamı kazanmak için” geldik. Bu dünyâ, müslüman için “imtihan dünyâsı”dır, “zevk ve sefâ sürme yeri” değil. Zevk ve sefâ sürmek cennete olacak inşaallah.

Dünyâ’da çoğu zaman insanın “gönlüne göre” olmaz, zîrâ Dünyâ “cennet” değildir. O hâlde bu dünyâda “cennet-vâri bir yaşam isteği”nin karşılığı yoktur.

Cennet, bitki ve ağaçların bolluğundan dolayı dibi gözükmeyen yemyeşil bir bahçedir. İşte modern insan bu bahçeden (cennet) mahrumdur. Cennet için yaşamayan, cinnet içinde yaşar. Fakat cennet, “yol geçen hanı” değildir. Cennet, elini-kolunu sallaya-sallaya gidilecek bir yer değildir. Zîrâ cennete gayr-ı meşrû yoldan girilemez.

Cennete “ölünce” gidilir, ölmeden cennete gidilemez. İnsanlar (müslümanlar da dâhil) hem ölmek istemiyorlar hem de cennete gitmek istiyorlar. Allah yolunda olmadan ve Allah yolundayken ölmeden cennete girilemez. Ölümün olduğu yerde “cennet” olmaz, fakat cennete ölerek gidilir. Cennete götüren bu ölümün, “Allah yolunda olan bir ölüm” olması şarttır.

Cennete sâdece “müslüman” olanlar girecektir. Fakat bu müslümanlar, “yaşayışlarında müslüman olanlar”dır, nüfus kâğıtlarında “müslüman” yazanlar değil. Cennete; nüfus kâğıdında “müslüman” yazanlar değil, kâlbinde “müslüman” yazanlar ve ona göre amel işleyenler girecektir. Çok söylenegelen; “müslümanlardan başkası cennete girmeyecek” sözü kesin doğru bir sözdür. Fakat bu, “gerçek müslümanlık” için geçerlidir; “kimlik müslümanlığı” için değil. O hâlde bu sözün Muhammedî, Îsevî, Mûsevi olmakla alâkası yoktur.

Cennette para geçmez. O yüzden paranın peşinde hızla ve hırsla koşanların cennet için yaşayacak zamanları kalmayacağından dolayı cenneti görmeleri çok zorlaşacak yada imkânsızlaşacaktır.

Mars’ta su mu varmış?. Uzayda başka yaşanacak yer var mıymış?, vs. vs. Dünyâ’da fitne çıkaranlar ve Dünyâ’yı fesada uğratanlar, başka dünyâlar ve cennetler arıyorlar. Bulsalar kısa sürede orayı da kirletip cehenneme çevirecekler. Mü’minler ise, “Dünyâ’yı şirkten, küfürden ve de zulümden nasıl arındırıp “cennetin bir şûbesi yapabilirim”in derdinde olanlardır.

Dünyâ'yı “cennetin bir şûbesi” yapmak, “Dünyâda bir İslâm toplumu ve İslâm Devleti-Ülkesi-Medeniyeti kurmak”la olur. Dünyâ cenneti, İslâm Devleti'dir.

İmtihan dünyâsında değil de, sanki cennetteymiş gibi davranıyoruz. Kendimizi o kadar cennetlik sayıyoruz ki, cehennemden korkmuyoruz artık. Bu yüzden de sanki cenneti garantilemiş gibi “Dünyâ’ya göre” yaşıyoruz. Ôysa Dünyâ’dan kısmadan ve ferâgat etmeden cennet hak edilemez. Peygamberlerin içinde göbeğini kaşıya-kaşıya yaşayan bir peygamber örneği yoktur.

Dünyâ’nın geçici bir imtihan alanı, âhiret ve cennetin ise ebedî bir saadet yurdu olduğuna inanan bir mü’minin Dünyâ’da “kaybedeceği” bir şey yoktur fakat âhirette kazanacağı bir cennet vardır Allah’ın izniyle.

İnsan “yarı-mahrûmiyete uygun” yaratılmıştır. Refah onu hasta eder. Hele “sahte refah” (aslında refah içinde olunmadığı hâlde refah içindeymiş gibi yaşama) ise, “aptal hasta” eder. Dünya şu-anda bu durumdadır. İnsan, “özlem odaklı” yaratılmıştır. Bu özlem “cennet özlemi”dir. Dünyâ’da hiç-bir zaman kurulamayacak ve tatmin edemeyecek cennet. Âhirete has olan. Mahrûmiyet insanın fıtrî bir terapisidir. Refah, insanları hasta etti. “Yalancı refah” ise insanları perişân etti. İnsanlar mahrûmiyetten mahrûmdurlar.

Şeytan, zamânında Hz. Âdem-Havvâ’yı cennetten çıkardığı gibi; modern dönemlerin şeytanları da insanları bağ-bahçelerinden (cennet) çıkarıp kentlere hapsetti. Fakat sonuçta modern kentler yaşanılamayacak birer cehenneme döndü.

Modernite, “ebedî âlem (cennet)” yerine “geçici âlem”in (Dünyâ) tercih edilmesidir. İnsanlar artık, Dünyâ’daki “uzun yaşam”ı, cennetteki “ebedî yaşam”a tercih ediyorlar.

Modern insan, “cennet için yarışın” (Hadîd 21) âyetini “yeryüzü cenneti için yarışın” şeklinde anlıyor. Modern yeryüzü cennetine yüz çevirmeyenler, âhiretteki ebedî cennete ulaşamazlar.

Mü’minler Dünyâ’da, “cenneti anlamsızlaştıracak” şekilde yaşa(ya)mazlar. Mü’minliğin özelliklerinden biri de, Dünyâ’nın onu “kesmemesi”dir. Mü’min ancak cennet ile tatmin bulur. Dünyâ’da cennetin bir şûbesini kurmak, bir İslâm toplumu-devleti-medeniyeti kurmaktır. İslâm medeniyetinde yaşamanın huzûrundan ilmel-yakîn de olsa haberi olmayanlar; modern yaşamın hazlarıyla büyülenmiş durumdadırlar ve modern dünyâyı “cennet” zannetmektedirler.

Hiç kimse, cennetten daha iyi bir teklif sunamaz. Fakat insanlar cennete gitmeye korkuyorlar. Çünkü Allah yolunda olmaya ve ölmeye istekli değiller. Lâkin bu yolda olmak ve ölmek gerekiyor cenneti hak etmek için. Müslümanlığı seçmek, Dünyâ’dan ziyâde cenneti seçmek demektir.

Kadının erkeğe üstün olduğu bâriz şey “annelik”tir. Cennet “annelerin” ayakları altındadır. Bu nedenle anneleri râzı etmek cennete girmenin kısa-yoludur. Zâten Allah’ı râzı etmenin yollarından biri de, ana-babayı râzı etmektir.

Müslümanın “ebedî tâtil yeri” cennettir.

“Cenneti Dünyâ’da kurma ve yaşama” isteği “cinnet” ile sonuçlanmaya mahkûmdur. “Cenneti Dünyâ’da kurma ve yaşama isteği cinnet”tir vesselam.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Aralık 2018


Devamını Oku »