“Biz, daha
hayırlısını veyâ bir benzerini getirinceye (kadar) hiç-bir âyeti neshetmez
(hükmünü yürürlükten kaldırmaz) veyâ unutturmayız. Bilmez misin ki Allah,
gerçekten her-şeye güç yetirendir”
(Bakara 106).
Nesh lûgatta:
“Şer’i bir hükmü yine şer’i bir emirle kaldırmaktır. Bir şeyin aynını kopya
etmek, aynını çoğaltmak. İptâl etmek, hükümsüz bırakmak, değiştirmek.
Nakletmek, kaldırmak, bir şeyi zâil kılmak” anlamlarındadır. Îtikâda âit olan
ve zamanla değişmeyen hükümlerde nesih olmaz, bunlar sâbit birer hakîkattirler.
Nesh kelimesi
bir usûl terimi olarak, “şer’î
bir hükmün daha sonra gelen şer’î
bir delille kaldırılması”nı ifâde
eder. Buna göre nesh edilen hüküm “mensuh”, nesh eden şer’î delil “nâsih” diye adlandırılır.
Nesh denilince
genellikle “metni bâki, hükmü mensuh âyetler” anlaşılır.
Fakat metni bâki fakat mânâsı iptâl edilmişse, bâki olan metnin ne faydası
vardır?. Orada bir çelişki olarak mı durmaktadır?.
Nesh
aslında, yeni yada yenilenmiş bir din indiğinde ve peygamber tarafından uygulaması
yapıldığında, “önceki dînin bâzı kurallarının kaldırılması yada değiştirilmesi”
anlamındadır. Başta
verilen âyet de bundan bahseder. Zâten Bakara 106. âyetini siyak ve sibakıyla
birlikte okuduğumuzda, âyetin, önceki kitaplar ve ümmetlerden bahsettiğini yâni
ehl-i kitap bağlamında indiği görülür:
“Kitap
Ehlinden olan kâfirler ve müşrikler, Rabbinizden üzerinize bir hayrın
indirilmesini arzu etmezler. Allah ise, dilediğine rahmetini tahsis eder. Allah
büyük fazl sâhibidir. Biz, daha hayırlısını veyâ bir benzerini getirinceye
(kadar) hiç-bir âyeti neshetmez (hükmünü yürürlükten kaldırmaz) veyâ
unutturmayız. Bilmez misin ki Allah, gerçekten her-şeye güç yetirendir. (Yine)
bilmez misin ki, gerçekten göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır. Sizin Allah’tan
başka veliniz ve yardımcınız yoktur. Yoksa daha önce Mûsâ’nın sorguya çekildiği
gibi, siz de Resûlünüzü sorguya mı çekmek istiyorsunuz?. Kim îmânı inkâr ile
değişirse, artık o, dümdüz yoldan sapmış olur. Kitap Ehlinden çoğu, kendilerine
gerçek (hak) apaçık belli olduktan sonra, nefislerini (kuşatan) kıskançlıktan
dolayı, îmânınızdan sonra sizi inkâra döndürmek arzusunu duydular. Fakat, Allah’ın
emri gelinceye kadar onları bırakın ve (onlara ne sözle, ne de eylemle) ilişmeyin.
Hiç şüphesiz Allah, her-şeye güç yetirendir” (Bakara 105-109).
Nesh, eski
şeriatın kaldırılıp, yeni bir şeriatın getirilmesidir ki bu sâdece Allah’a mahsus
bir iştir. Bu nedenle Allah’tan başkasının nesh etme yetkisi yoktur ve olamaz.
Zîrâ şeriatı getiren O’dur.
Demek ki nesh,
önceki dinlerle yeni dinler arasındaki, îtikâdî olmayan konularda, zamâna ve
yöreye has olan ve değiştirildiğinde insanları çok da etkilemeyecek olan bâzı
konularla ilgilidir. Yoksa nesh, “Kur’ân’daki bir âyetin hükmünün bir-süre
sonra yada Mekke’de inen bir âyetin Medîne’de nesh edildiği yâni iptâl edildiği”
anlamında değildir. Bu bağlamda nesh edilmiş tek bir âyet bile yoktur. Allah,
vahiylerini, sosyo-kültürel bir ortama, dinleri, dilleri ve bir yaşam-şekilleri
olan, canlı insanlara ve bir “yaşanmışlık” üzerine indirir. Hattâ vahiy çoğu zaman,
indiği dönemdeki târihte yaşayanların sorduğu bir soru yada yaşadığı bir sorun
üzerine iner. Yanlış bir düşünce, söz ve uygulamanın değiştirilmesi yada düzenlenmesini
(nesh) konu edinen âyetler olur inen vahiyde. Çünkü vahiy, indiği dönem ve
vahye mutâhap olan insanlar üzerinden tüm zamanlar ve mekânlar için bir “örneklik”
ortaya koymak ister. Zîrâ vahiy bir “hayat tarzı” ve “medeniyet projesi”dir.
Allah’ın,
seçtiği peygamberlere indirdiği vahiylerde, temelde bir değişme, çelişki ve
nesh olmaz. Meselâ “Allah’tan başka ilah yoktur”, “Allah göklerin ve yerin
rabbidir”, “rızkı veren Allah’tır” gibi temel îmânî ve gaybî konularda bir
değişmenin ve -hâşâ- neshin olması söz-konusu bile değildir. Târih boyunca meydana
gelen değişimler, gelişmeler, coğrafyanın ve kültürün etkisi, dilin farklılığı yada
bir “cezâ olarak”, yeni nâzil olan vahiyde, eski vahiydeki bâzı uygulamaların
değiştirilmesi yada düzenlenmesi meselesidir nesh denilen konu. Meselâ bir cezâ
ile eski vahiyde câiz olan bir şey, yeni vahiyde yasaklanabilmektedir:
“Yahudi
olanlara her tırnaklı (hayvanı) haram kıldık. Sığırlardan ve koyunlardan,
sırtlarına veyâ bağırsaklarına yapışan veyâ kemiğe karışanlar dışında iç
yağlarını da onlara haram kıldık. ‘Azgınlık ve hakka tecâvüzde bulunmaları’
nedeniyle onları böyle cezâlandırdık. Biz şüphesiz doğru olanlarız” (En-âm 146)..
Yine meselâ, iki
kız-kardeşi aynı-anda birlikte almak Kur’ân’da yasaklanmıştır: “İki kız kardeşi
bir-araya getirdiğiniz (evlilik) haram kılındı. Ancak (câhiliyede) geçen
geçmiştir. Şüphesiz, Allah,
bağışlayandır, esirgeyendir” (Nîsâ 23). Fakat bu
yasak, “önceleri yapılan fakat artık yapılmaması istenen bir yasak”tır.
Bilindiği gibi İslâm peygamberi Hz. Yâkub, iki kız-kardeşi birlikte almıştı.
Yâni dayısının kızları olan Lea ve Rahel’le (Rahel, Yûsuf ve Bünyamin’in
annesi) aynı-anda evli bulunmuştu. Kur’ân bunu yasaklamıştır ama o dönemde bunu
yapan bir peygamber vardı. Dolayısı ile bu durum o zamanlar a-normâl olarak
görülmüyordu. Zîrâ Hz. İbrâhim’in dîninde iki kız kardeşle aynı-anda evli olmak
câiz idi.
Yine, Hz. Yahyâ’nın
yiyecek olarak çekirge ve yaban-balı yediği söylenir: “Yahyâ’nın abası deve
kılındandı, belinde deri kuşak vardı. Yaban-balı ve çekirge yerdi” (Matta 3:4).
Fakat günümüzde hiç-bir müslüman bu tarz bir beslenme tarzı uygulamaz.
Başka bir örnek ise Hz.
Âdem’in çocuklarının “çapraz evlilik” konusudur. Buna yapılan modern îtirâz,
“Hz. Âdem’in çocukları ensest ilişki mi yaşadılar” şeklindeki anlamsız sorudur.
Şimdi; insanlar yaşadığı
zamândan ve mekândan etkilenir doğal olarak. Modern zamanlarda ise bu etkilenme
çok aşırı gitmiş ve artık insanlar; egemen ideoloji, düşünce, anlayış,
bakış-açısı, konjonktür merkezli bir düşünceye sâhiptirler ve modern düşünce ve
eylemlere aykırı olan düşünce ve eylemleri çok fazla yadırgıyorlar ve
yargılıyorlar. Yâni alışmış ve aşırı şekilde bağlanmış oldukları modern
düşünceden farklı bir düşünceyi kabûl edemiyorlar. Bu durum modern insanların
ve de müslümanın bir hastalığıdır. Modern müslümanlar, modernizm karşısındaki
yenilgilerinin netîcesinde, artık kıyaslamalarını İslâm-merkezli değil,
modernizm-merkezli yapmaya alışmışlardır ve bu merkezde olmayan kıyaslamaları
dışlamaktadırlar. Günümüzde iki kardeş arasında yapılacak evlilik hiç hoş karşılanmayacağı
ve nefretle kınanacağı gibi, zâten Kur’ân’da da yasaklanmıştır. Yâni nesh
edilerek kaldırılmış ve iptâl edilmiş bir konudur bu. Buna kimse îtirâz
etmez-edemez. Çünkü artık mukâyese yapacağımız küresel bir gelenek ve bağlayıcı
bir Kitap vardır. Buna rağmen bir kıyaslama yapmak abestir. Fakat, Hz. Âdem ve
Havvâ’dan başka insanın olmadığı bir Dünyâ’da çocukların birbiriyle
evlenmelerinin yanlış olduğunun kıyası ne ile yapılacaktır?. Eğer Allah
yasaklamamış ise Âdem ve Havvâ bunu niçin “yanlış” olarak görsünler ve böyle
bir evliliğe niçin karşı çıksınlar?. Meselâ şöyle bir şey söyleyelim: Hz.
Âdem’in, Hz. Havvâ’da fizîki olarak beğenmediği bir yer var mıdır?. Meselâ
Havvâ’nın kaşlarını almamasını eleştirebilir ve bundan rahatsız olabilir mi?. Kıyaslama
yapacağı kaşlarını almış ve düzeltmiş başka bir kadın-örneği yoksa bunu nasıl
yapsın ki?. Çocuklarının evlenmesinde de kıyaslama yapacakları bir örnek yoktur
ve bu tarz bir evlilik şeklinin ya Allah’ın vahyi ile yada ilham ile akla
geldiği düşünülebilir. Bu nedenle de gâyet doğal bir durumdur o zamâna göre.
Evet; sorun, mukâyese
sorunudur. Biz kıyaslamayı, günümüz üzerinden, hem de tüm meta-fizik değerleri
silip, yerine seküler-profan alışkanlıkları getiren modernizm üzerinden
yapıyoruz. Modernizme uymayan kıyaslamayı kabûllenemiyoruz ve başlıyoruz aşırı
yorumlamalarda bulunmaya ve olmadık sözler söylemeye. Bu uğurda Kur’ân’ı da
didik-didik ederek, tam da modernizmin istediği şekilde bir yorum bulmaya
çalışıyoruz. Hattâ böyle bir yorum bulmak için bir yerlerimizi yırtıyoruz. Tâ
ki modernizme uyan bir yorum bulana kadar. Son zamanlarda bâzı hocalarımızın bu
uğurda “câilun” kelimesi merkezli yâni “Hz. Âdem’in ilk insan olmadığı ve
bir-çok insan topluluğunun olduğu” modern yorumları ortalığı bulandırmıştır.
Günümüzde demokrasiden başka yönetim şeklini hayâl edemeyip de eski
zamanlardaki başarılı krallık rejimlerini nefretle ananların yaptıkları gibi.
Modern bilimde de öyle; Newton’un yerçekimi yasası bir-kaç yüzyıl boyunca
“mutlak doğru bir yasa” olarak kabûl edilmesine rağmen, günümüzde ise Einstein’in
genel izâfiyet (kütle-çekim) yasası kabûl ediliyor ve Newton’un yasasını artık
kimse söz-konusu etmiyor. (Hâlbuki -ikisi de yanlış olması bir yana- kanımca Einstein
teorisine göre Newton’un yerçekimi yasası daha doğru ve mantıklıdır). Modern-bilim
Allah’a dayanmadığından ve tam-aksine Allah’ı hesâba katmadığından dolayı
hiç-bir zaman kesinliğe ulaşamaz. Zâten bu nedenle de “yanlışlanabilirlik”
saçmalığından bahsedilir. Sonuç olarak modern-bilim sürekli olarak neshe
uğramak zorundadır. Beşerî sistemlerin kaderidir bu.
Önceki dinlerde kabûl görüp
uygulanan şeylerin yeni dinde değiştirilmesi yada düzenlenmesi, hem zamanla
meydana çıkan farklılıklar ve yenilikler, hem de yeni nâzil olan vahiyle gelen
âyetlerde yeni düşüncelerin ve anlayışların oluşmasıdır. Allah’ın, yeni gelen
vahiyle eski vahiydeki bâzı uygulamaları değiştirmesindeki hikmet, vahiy zamanla,
mekânla ve kültürle alâkalı olduğundan dolayı, yeni vahiyle yasaklananların,
önceki târihte bir kıyaslama yapılamadığından dolayı, yasaklanması için herkesi
tatmin edecek bir gerekçenin olmamasıdır. Zâten nesh edilen uygulamalar “temel”
konular değildir ve insanların yapmaya alıştığı şeylerle alâkalıdır.
Gerek klâsik
dönemde gerekse de modern dönemde bâzı müslümanlar, Kur’ân’ın bâzı âyetlerinin
nesh edildiği için, yaşadıkları dönemde artık geçerli olmadığını
söylemişlerdir. Bir İslâm toplumu, devleti ve medeniyetinin olmayışı nedeniyle
uygulanmayan hükümler ve davranışlar, “aslâ uygulanamaz” gibi gösterilmektedir.
Bunu, aynı yanlışta birleşen, hem vahyi târihe hapseden “târihselciler”, hem de
vahyi modern telâkkinin nesnesi yapan “evrenselciler” yapmaktadır. Modern
müslümanların bir kısmı, sanki görevlendirilmişçesine, vahyi yâni Kur’ân’ı
iptâl etmek yada hükümlerini geçersiz kılmak için canla-başla çalışmakta ve
didinmektedirler. Allah böyle kişilerden sakınmamızı emreder.
“Gerçek şu
ki, dinlerini parça-parça edip kendileri de gruplaşanlar, sen hiç-bir şeyde
onlardan değilsin. Onların işi ancak Allah’adır. Sonra O, işlemekte
olduklarını kendilerine haber verecektir” (En-âm 159).
İktidârın
desteklediği hizip, zamânın en makbûl hizbi olmuştur. “Halk hükümdârın
dînindendir” sözü îcâbınca, insanlar “hükümdar garantili” olan yollara daha
rahat katılmış ve o yolun düşünce ve davranışını benimseyip ona alışmıştır.
Böylece ümmetteki farklılıklar “hayır” olmaktan çıkıp fitneye sebep
olmuştur-olmaktadır. Artık her grup, kendi alıştığını en doğru din
zannetmektedir. Öyle bir duruma gelinmiştir ki, kendi hizbinin-mezhebinin-târikatının-yolunun
dediğini haklı çıkarmak için vahiy bile göz-ardı edilmiş ve hattâ vahyin sözü, bağlı
olunan hizbin sözünün yanında ikinci-üçüncü plânda kalmıştır. Bu uğurda nice
âyetler için, “nesh edilmiştir” yâni “hükmü kalmamıştır” denebilmiştir. Kendi
dandik görüşleri kıyâmete kadar bâki kalarak hükmünü sürdürebilecek ama
Allah’ın hükmünü içeren âyetler nesh edilerek etkisizleştirilecek. Bunu bir
îman umdesi olarak yapmışlardır-yapmaktadırlar. Çünkü savundukları görüşlerine ve
düşüncelerine birebir aykırıdır bu âyetler. Kur’ân bu konuda da bizi ciddî bir
şekilde uyarır:
“….Yoksa
siz, Kitab’ın bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz?. Artık
sizden böyle yapanların dünyâ-hayâtındaki cezâsı aşağılık olmaktan başka
değildir; kıyâmet gününde de azâbın en şiddetli olanına uğratılacaklardır.
Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir” (Bakara 85).
Kur’ân’ın
hiç-bir âyeti “belli bir târihe özel” kılınmış değildir. Kur’ân âyetleri ve
hükümleri tüm zamanları ve mekânları kapsar. Tabi “her âyet tüm zamanlarda ve
mekânlarda, ne olursa-olsun ille de uygulanacak” diye bir şey yoktur. Eğer
ilgili âyetin ortaya konması ve uygulanması için bir neden yoksa, o âyetle o
anda hükmetmenin gereği ve anlamı olmayabilir. Meselâ ortada fiîli bir savaş
durumu yoksa, -âyetleri anlamak için okumanın dışında- sanki savaş varmış gibi
davranmanın ve âyetleri ortaya dökmenin bir anlamı olmayacağı gibi, savaşla
ilgili ayetleri olağan-üstü bir şekilde gündemde tutmanın anlamı da yoktur.
Tabi ilgili âyetlerin Dünyâ’da o anda bir karşılığı yok diye ilgili âyetler
“nesh edilmiş ve hükmü kaldırılmış” olmayacaktır. Çünkü Dünyâ’nın sonuna
gelinmemiştir ve hayâtın ne getireceği bilinmemektedir. Fakat mutlakâ
karşılaşılacak sorunlar, Kur’ân’ın âyetleriyle çözümlenebilecek meseleler
olacaktır. Bu nedenle Kur’ân’ın tavsiyeleri-emirleri-hükümleri, tüm zamanlarda
ve mekânlarda, gerektiğinde yeniden gündeme gelecek ve o âyetlerle hükmedilebilecektir.
Modern müslümanların yada İslâm düşmanlarının, “artık Dünyâ çok değişti.
Günümüzde o âyetlerin uygulanabilmesi mümkün değil” demesi, “Dünyâ’nın kaderini
kendilerinin belirlediğini söylemek” anlamına gelir ki, bu,
tanrılaşmak-ilahlaşmak demektir. Bâzı âyetlerin bugün için uygulanmasının
gerekli olmaması, hiç-bir zaman da gerekli olmayacağı anlamına gelmez.
Nicelerini gördüm ki, meselâ hırsızın elinin kesilmesi hükmünün, “bu zamanda
olacak iş olmadığını” söyledikten bir zaman sonra hırsızlığa mâruz
kaldıklarında, “el kesme” hükmünü baş-tâcı ederek dile getirmişlerdir.
Bakara 240. âyetin, yine Bakara 234.
âyet ile nesh edildiği söylenir. Yâni, nesh eden (nasih) âyet, nesh edilecek (mensuh)
olan âyetten önce gelmiştir. Fakat bu uygun bir durum değildir.
Burada neshten söz etmek Allah’ın kelâmına yakışmayan bozuk bir tertibin mevcûdiyetini
kabûl etmek demektir. Bir-önceki âyetle bir-kaç âyet sonra gelen bir âyetin
nesh edildiğini söylemek, Kur’ân’ın önermesi değil, kafasına göre bir din
kurmak isteyenlerin fantezisidir.
Kur’ân, bir
boşluğa inmemiştir. Gerçek bir zamâna, gerçek bir târihe, sosyo-kültürel ve
sosyo-ekonomik gerçekliğin olduğu bir ortama inmiştir. 23 yıllık örnek ve ideâl
bir “yaşanmışlık” vardır. O hâlde Kur’ân’ın, ilk indiği târihten, coğrafyadan
ve ilk muhâtaplarından kopuk ve bağımsız olarak hakkıyla anlaşılması imkânsız
ve de anlamsızdır. Çünkü nübüvvetin ilk zamanlarında Hicaz’da, insanların
içinden bir Peygamber seçilmiştir ve bu Peygamber ve sahabe, İslâm’ı
Kur’ân-merkezli olarak hayatta tezâhür ettirmiş ve en ideâl bir şekilde hayâta
hâkim kılarak bir örneklik oluşturmuştu ki, Kur’ân’da bu örnekliğe “güzel
örneklik” denmiştir:
“Andolsun,
sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için
Allah’ın Resûlü’nde ‘güzel bir örnek’ vardır” (Ahzâb 21).
Modern bir
söylem olarak; “Peygamber’in “resûl” olan yönü bizi bağlar, “nebî” olan yönü
bağlamaz” deniliyor. Yâni, “resûl” ifâdesi ile gelen âyetler bizi bağlarken,
“nebî” ifâdesi üzerinden gönderilen âyetler bizi bağlamıyor mu?. O hâlde
desenize Kur’ân’ın bir-çok âyeti neshedilmiştir ve bizi bağlamaz.. Zâten sorun
da bu. Nebî üzerinden verilen emirleri yerine getirmek istemeyenler yada
câhilce bunu savununlar, Peygamberimiz’in nebî yönünü baltalayarak bu
yükümlülüklerden kurtulmak istiyorlar. Peygamber’in “güzel örnekliği”nin
gereklerinin moderniteye uygun olmaması ve bu tür bir uygulamanın zorluğu ve ağırlığından
dolayı yerine getirmek istememe düşüncesi, “nebî” ifâdesiyle gelen âyetlerin
nesh edilebileceği zannını ve küfrünü doğurmuştur.
Kur’ân’ı
modern-merkezli okumak, Kur’ân’ın “modernizme uygun” anlaşılmasına ve
modernizme göre yorumlanmasına neden olur. Böyle olunca da bir-çok âyet için ya
“nesh edilmiştir” denilir yada “o âyetin anlamı o değil” diyerek mevcut
modern-seküler sisteme uygun yorumlar yapılmakta ve anlamlar verilmektedir.
Tabî ki bu, aşırı zorlayarak yapılan yorumlamalardır. Gerek klâsik dönemde
gerekse de modern dönemde bâzı müslümanlar, Kur’ân’ın bâzı âyetlerinin nesh
edildiği için, yaşadıkları dönemde geçerli olmadığını söylemişlerdir.
Birileri de,
kendi sınırlı akıllarıyla ortaya koydukları mezheplerini-meşreplerini vahiyden
üstün görüyorlar ve diyorlar ki, “bizim mezhebimize-meşrebimize uymayan âyetler
neshedilmiştir, hükmü kaldırılmıştır”. Yâni, “bizim aklımız vahiyden üstündür”
demeye getiriyorlar. Sâdece âyetler de değil, hadislerin de mensuh kabûl
edileceğini söylüyorlar. Böylece akıllarını; “gerçekten sen, pek büyük bir
ahlâk üzeresin” (Kalem 4) ve “Biz seni âlemler için yalnızca bir rahmet
olarak gönderdik” (Enbiyâ 107) denilen Peygamber’den de üstün tutuyorlar.
Mezheplerine aykırı olan âyetleri ve hadisleri, ya te’vil ederek kabûl
edeceklerini, yada mensuh (hükmü kaldırılmış) olduklarını söylüyorlar. El-Kerhi aynen şöyle der: “Mezhep imamımızın ve
arkadaşlarının görüşüne ters düşen her âyet ve hadis, ya te’vil edilir yahut mensuh
kabul edilir” (Risâle fi’l-Fusûl). Kerhî bu sözüyle, insan sözünün, Allah’ın
sözünü iptâl ve geçersiz kılabileceğini (nesh) söylemek gibi bir ahmaklık
yapmıştır.
İslâm
târihinde de bir-çokları aklın nas ile çelişmesi durumunda aklın tercih edileceğini
iddia etmiştir. Fahreddin Râzi bile: “Akıl ile nas çelişirse akıl tercih
edilir” yâni “nas nesh edilir” diyebilmiştir. Esas ve asıl olanın hangisi
olması gerektiğini yada aklın nassı nesh edebileceğini söylerken şöyle der:
“Naklin
zâhir ifâdelerini, aklın kat’i delâletine tercih etmek yanlıştır, çünkü nakil,
aklın feridir (naklin-nassın anlaşılması akla bağlıdır). Eğer asıl olanı (aklı)
delil olmaktan düşürürseniz, bu çürütme işi hem aslı (aklı) hem de fer’i
(nakli) birlikte ortadan kaldırır. Bunun yanlışlığı ise ortadadır. O hâlde tek
bir çıkış-yolu vardır ki, o da aklın -kesin olan- delâletini asıl kabûl
etmektir”.
Kerhî
örneğinde olduğu gibi, Sünnet’in Kur’ân’ı nesh etmesi olacak şey değildir.
Allah’ın sözünü kimse nesh edemez. Tam tersine, Allah’ın sözü yâni Kur’ân Sünnet’i,
Hadisi ve edilmiş tüm sözleri nesh eder ki, bu bağlamda Allah bâzen Peygamberimiz’in
söylediğini yada yaptığını yanlış bularak ve o’nu uyararak yani yanlış
olan hadisi ve sünneti nesh ederek düzeltmiştir.
Hele bir de; “Sünnet ile nesih, Kitab’ın
sâdece hükmünde câri olur, nazmında olamaz. Zîrâ Sünnet ile Kitab’ın nazmını
değiştirme ve ortadan kaldırma câiz değildir” demiyorlar mı!, doğrusu fitil
oluyorum. Hükmünü kaldırınca nazmı orada kalsa ne işe yarayacak ve ne
değişecek?.
“Elif,
Lâm, Ra. (Bu,) âyetleri sağlamlaştırılmış, sonra hüküm ve hikmet sâhibi ve
her-şeyden haberdar olan (Allah) tarafından ‘birer-birer (bölüm-bölüm)
açıklanmış’ bir Kitap’tır”
(Hûd 1).
Kur’ân’ın âyetleri öyle bir sağlamlaştırılmıştır
ki, âyetlerin değiştirilmesi, nesh edilmesi ve aykırı bir şekilde yorumlanması imkânsızdır.
Tüm aykırılıklar Kur’ân tarafından kısa zamanda dışlanır. Allah’ın
sağlamlaştırdığı âyetleri kimsem yürürlükten kaldıramaz. Fakat gelin görün ki
nesh yanlıları Kur’ân hükümlerinin 23 yıl bile dayanmadığını hattâ bâzı âyetler
için konuşursak, bir-iki gün ve bir-kaç saat bile dayanamayarak hemen nesh edildiğini
söylerler. Meselâ “necvâ sadakası” konusunda böyledir.
“Ey
örtüsüne bürünen!, az bir kısmı hâriç olmak üzere, geceleyin kalk: (Gecenin)
Yarısı kadar. Yada ondan biraz eksilt. Veyâ üzerine ilâve et. Ve
Kur’ân’ı belli bir düzen içinde (tertil üzere) oku. Gerçekten senin üzerine
‘oldukça ağır’ bir söz (vahy) bırakacağız. Doğrusu gece-neşesi (gece ibâdeti,
insanın iç-dünyâsında uyandırdığı) etki bakımından daha kuvvetli, okumak
bakımından daha sağlamdır. Çünkü gündüz, senin için uzun uğraşılar vardır.
Rabbinin ismini zikret ve her-şeyden kendini çekerek yalnızca O’na yönel” (Müzzemmil 1-8).
“Gerçekten
Rabbin, senin gecenin üçte ikisinden biraz eksiğinde, yarısında ve üçte birinde
(namaz için) kalktığını bilir; seninle birlikte olanlardan bir topluluğun da
(böyle yaptığını bilir). Geceyi ve gündüzü Allah takdir eder. Sizin bunu
sayamayacağınızı bildi, böylece tevbenizi (O’na dönüşünüzü) kabûl etti. Şu
hâlde Kur’ân’dan kolay geleni okuyun. Allah sizden hastalar olduğunu,
başkalarının Allah’ın fazlından aramak için yeryüzünde gezip-dolaşacaklarını ve
diğerlerinin Allah yolunda çarpışacaklarını bilmiştir. Öyleyse ondan
(Kur’ân’dan) kolay geleni okuyun. Namazı dosdoğru kılın, zekatı verin ve
Allah’a güzel bir borç verin. Hayır olarak kendi nefisleriniz için önceden
takdim ettiğiniz şeyleri daha hayırlı ve daha büyük bir ecir (karşılık) olarak
Allah katında bulursunuz. Allah’tan mağfiret dileyin. Şüphesiz Allah çok
bağışlayandır, çok esirgeyendir”
(Müzzemmil 20).
“Gecenin
bir kısmında kalk, sana âit nâfile (ilâve) olarak onunla (Kur’ân’la) namaz kıl.
Umulur ki Rabbin seni övülmüş bir makâma ulaştırır” (İsrâ 79)
“Bizim
âyetlerimize, ancak kendilerine hatırlatıldığı zaman, hemen secdeye kapananlar,
Rablerini hamd ile tesbih edenler ve büyüklük taslamayan (müstekbir olmayan)lar
îman eder. Onların yanları (gece-namazına kalkmak için) yataklarından
uzaklaşır. Rablerine korku ve umutla duâ ederler ve kendilerine rızık olarak
verdiklerimizden infâk ederler”
(Secde 15-16).
“Yoksa o,
gece saatinde kalkıp da secde ederek ve kıyâma durarak gönülden itaat (ibâdet)
eden, âhiretten sakınan ve Rabbinin rahmetini umûd eden (gibi) midir?. De ki:
Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?. Şüphesiz, temiz akıl-sâhipleri öğüt
alıp-düşünürler”
(Zümer 9).
Biz
namazlarımızın ayrıntılarını Peygamberimiz’den öğrendik. Fakat niçin Teheccüd
namazının ayrıntısını da ondan öğrenmiyoruz?. 5 vakit namazı Peygamberimiz’e
bakarak öğrendik ve kılıyoruz. Onun kıldığı 6. vakit olan Teheccüd namazını
niye “o kıldığı için” kılmıyoruz?. “Sana âit” denince ne anlamalıyız ki?.
Sâdece 1.400 yıl önce yaşayan Hz. Muhammed’e midir bu hitâp ve emir?. Bu hitâp
ve emir sâdece Peygamberimiz’e ise, şimdi ne oldu?, yukarıdaki Teheccüdle (gece
namazı) ilgili âyetler nesh mi oldu yâni?. Tabî ki de hayır. Âyet şimdi de bize
hitâp ediyor ve emrederek; “Teheccüd için kalk ve namaz kıl, Kur’ân oku” diyor.
Aksi-hâlde “tüm Kur’ân Peygamberimiz’e indirildiğine göre Kur’ân’ın hiç-bir
âyeti bize hitâp etmiyor” şeklinde bir mantığa ulaşırız. Hayır!; Kur’ân’ın
diğer tüm âyetleri gibi Teheccüd namazı ile ilgili âyetleri de bize hitâp
ediyor ve Teheccüdü emrediyor.
Nesihçiler,
nesh edilen âyetlerin sayısı hakkında bile uzlaşamazlar. Modern nesihçiler ise
“Medenî âyetlerin tamâmı nesh olmuştur” derler. Zâten Mekkî âyetlerin “ilk inen
âyetler” olduğu apaçık olmasına rağmen, Muhammed Mahmud Taha, Mekkî âyetleri
“İslâm’ın İkinci Mesajı” olarak değiştirir ve ikinci mesajın(!) yâni Mekkî
âyetlerin, ilk mesajı(!) yâni Medenî âyetleri nesh ettiğini ve böylelikle de
Medenî âyetlerin bir hükmünün kalmadığını söyleyerek küfre düşer. Bir kısım
nesihçiler, Medenî âyetlerin Mekkî âyetlerden bir çoğunu nesh ettiğini söylerken,
Taha, Mekkî âyetlerin Medenî âyetleri nesh ettiğini söyler. Oysa ortada
birbirini nesh eden tek bir âyet bile yoktur. Söz-konusu edilen neshi ne Allah
yapar, ne Peygamber yapmıştır ne de Kur’ân’ın kendisi yapmıştır. Olan şey,
Kur’ân bütünlüğünün, birilerinin; mezheplerine, meşreplerine, izledikleri yola
ve “modern dünyâya uymadığı için” ve bundan dolayı eziklik duyup komplekse
kapılmalarından dolayı, farklı sayıdaki âyetleri nesh edip hükümsüz bırakma
kâfirliğidir. Bu nesh etme konusu, şeytanın, dostlarına vahyettiği bir vahiyden
başkası değildir.
Mesela, “Ey Peygamber!; sana hayırlı
işlerde neyi ne kadar harcayacaklarını soruyorlar!. De ki: İhtiyacınızdan fazlasını harcayın” (Bakara 19) âyetindeki hükmün; “Ey Peygamber!; sen
onların
mallarından
bir kısmını zekât/sadaka olarak al!” (Tevbe 113) âyetiyle nesh edildiğini
söylerler. Bu tarz nesh şekli nesihçilerin ve zenginlerin çok hoşuna
gitmektedir ve onlar tarafından desteklenmektedir. Tabi bu düşünceye göre ilk âyetteki
hükmün hiç-bir teşrî
değeri yoktur.
Sâdece metni okunmakta, hükmü ise -müslümanların tercihine kalmış
bir tatavvu/nâfile ibâdet
olması dışında- hiç-bir yaptırım
değeri taşımamaktadır.
Hayâtın değişik
durumlarına göre askıya alınabilecek olan âyetler için “nesh edilmiştir” demek
bir cehâlet gösterisidir. Meselâ ortada sıcak bir savaş yokken savaş esirlerini
tartışmanın bir anlamı olmayacağı gibi, savaş varken de tartışmamak olmaz.
Hayat döngü hâlindedir ve bugün askıya alınmış mesele ve konu, başka bir zaman
yeniden gündem olabilir. 23 yıllık nübüvvet târihinde inen vahiy ve yaşanan
hayat, “örnek bir model”dir. Bu modeldeki örneklikler, son saate kadar sürecek
olan hayatta gündeme gelebilecek olan konularda da örneklik sergilemeye devâm
edecektir. Bir yazıda şöyle denir:
“Kur’ân’ı Kerîm,
kıyâmete kadar geçerli olacağına ve İslâm Dîni belki bir zaman ve mekânla
kayıtlı olmadığına göre, başka zamanlarda da aynı şartların yaşanmayacağını
söylemek mümkün mü?. Benzeri şartlar oluştuğunda nesh edildiği söylenen
âyetlerin geçerli olamayacaklarını nasıl söyleyebiliriz?. O hâlde bu neshin
olmadığını söyleyebiliriz. Mesele zaman ve zemin meselesidir. Aynı şartlar
tahakkuk ettiğinde aynı âyetler geçerli olacaktır”.
Bir
yazıda şöyle denir:
“Her hüküm kendi özel durumunda yürürlük kazanır. Şartların
değişmesiyle önceki âyet bekletilip, onun yerine başka bir Kur’ân hükmü devreye
girer. Meselâ, namaz için abdest alma hükmü vardır, eğer su yoksa veyâ hastalık
vs. gibi bir durum söz-konusuysa, o zaman teyemmüm hükmü abdestin yerini almış
olur ve ona göre amel edilir. Suyun bulunmasıyla tekrar eski hüküm ile amel
etmek mecbûriyeti söz-konusu olur.
Başka bir örnek vermek gerekirse, meselâ toplumda yoksul
bulunmuyorsa o zaman sadaka hükmü geçerli değildir. Ölen birisi arkasında mal
bırakmıyorsa, verâset hükmü uygulanmaz. Böyle bir durumda, bu âyetlerin mensûh
olduğu söylenemez. Hükümler yerindedir. Ancak bâzı özel durumlardan dolayı
hükmü geçici olarak bekletilmiştir. Zamânı gelince tekrar uygulamaya girmiş
olacaklar. Oysa mensûh olan âyet ise bir daha yürürlüğe girmemek şartıyla
ortadan kalkmış olur, böyle bir şeyi Kur’ân hakkında söylemek mümkün değildir”.
Mevdûdî de,
Kur’ân'daki neshin, hükümlerdeki tedricilikle ilgili olduğunu ve bunun sürekli
olmadığını söyler ve şöyle devâm eder:
“Neshedilen hükümlerin çoğu o hükümleri gerekli kılan
durumlarla karşılaştığımız zaman tekrar geçerli olabilir. Toplumda bunları
gerektiren durumlar ortaya çıktığında bu hükümler yürürlüğe girer. Durum
ortadan kalkınca da mensûh olur ve bunlardan sonraki uygulamaya geçilir.
İslâm, âlem-şümûl ve kıyâmete kadar kalıcı bir din’dir.
Nasıl ki Kur’ân’a muhâtap olan ilk toplum bir-takım merhâlelerden geçmiş ve her
merhâle için münâsip âyetler inmişse, her zaman için bu merhâleyi yaşayan,
benzeri ortamlarla karşı-karşıya kalan toplum veyâ fertler vardır. Dolaysıyla
aynı şartlar tahakkuk ettiğinde, o şartlarda inen âyetler tekrar devreye girer
ve onlarla amel edilir. Kur’ân'da lafzı mensûh, fakat hükmü geçerli olan bir
âyet de mevcut değildir”.
Meselâ
Peygamberimiz, bir târihte yaşanan kıtlık nedeniyle, o seneki kurban bayramında
etlerin üç gün içinde dağıtılmasını istemiştir. Zîrâ kıtlıktan kaynaklanan bir
muhtaçlık söz-konusuydu. Böylece herkes kurban etlerini üç gün içinde dağıtmıştı.
Diğer sene ise, Peygamberimiz yine bir kurban bayramı sonrasında bir eve
ziyârete gittiğinde, “kurbandan kalan etlerden getirin de yiyelim” dediği
zaman, ev sâhibi, “biz etleri üç gün içinde dağıttık” demiş, Peygamberimiz
bunun sebebini sorunca, “sen geçen sene bize böyle emretmiştin” cevâbını almıştır.
Peygamberimiz de bunu üzerine, “ben geçen sene kıtlıktan kaynaklanan
muhtaçlığın giderilmesi için böyle demiştim, bu yıl ise kıtlık yok ve bolluk
var. Kıtlık olmadığında böyle yapmanıza gerek yok” demişti. Evet; bu bir
çelişki değildir. Yeniden bir kıtlık yaşanması durumunda etler yine üç gün içinde
dağıtılmalıdır. Fakat bolluk zamânında buna gerek yoktur. Yâni kurban etlerinin
bayramdan sonraki zamanlarda da yenmek üzere saklanması uygulaması nesh edilmemiştir.
Bu olağan-üstü bir durum için geçici bir uygulamaydı. İşte bunun gibi, hayâtın
ne getireceği belli olmaz ve bir zaman için askıya alınmış âyetler ve
uygulamalar, başka bir zaman için yeniden gündeme gelebilir ve uygulanabilir.
“Askıya almak”
sözünün Kur’ân için kullanılması çok uygun değildir. Fakat “askıya almak” sözü,
“bir şeyin her-an yeniden kullanılabilmesi için kolayca alınacak yerde durması”
anlamındadır. Çünkü askıda olan bir şey sık-sık kullanılan bir şeydir. İhtiyaç
olduğun da kolayca alınıp kullanılır. Kur’ân her zaman en şanlı yerindedir ve
kıyâmete kadar da sapasağlam yerinde kalacaktır.
“Haber içeren âyetlerde
nesh câri değildir, emir içeren âyetleri için nesh geçerlidir” denir. Fakat Kur’ân,
bizim bilmediğimiz ve yaşamayacağımız mekanlara, zamanlara ve şartlara de hitâp
eden ve edecek olan bir Kitap olduğundan dolayı, bizim bilemeyeceğimiz-yaşamayacağımız
kim bilir daha ne şartlar ortaya çıkacaktır. O emirler o şartların arana
hükümleri olacaktır belki de. İşte nesh edilerek hükmünün kalktığı zannedilen âyetler
o gün baş-tâcı edilecektir. Bu nedenle nesh edildiği zannedilen
âyetler, ya âyetin şartları yeniden gündeme gelene kadar askıya alınmıştır,
yada hükmün kapsamı benzer durumla karşılaşma olasılığına göre kapsamının
daraltılarak sâdece zihnî-ilmî alana hasredilmiştir. Tabi yeni müslüman olanların
yaşayacağı süreçte ruhsat olarak kullanılması da mümkündür. Yoksa hiç-bir
âyetin neshi söz-konusu değildir. Önceki şeriatlar neshedilir ama yeni şeriat
ile vahyedilmiş âyetler birbirlerini nesh etmezler. Artık başka bir Peygamber
ve vahiy gelmeyeceğine göre neshin olması söz-konusu değildir.
Âyetlerin geçici olarak askıya alınması ve bir zaman sonra
yeniden gündeme gelmesi durumu tabiatta da görülür ki tabiat da Allah’ın
âyetleridir. Tabiatta hiç-bir kevnî âyet nesh edilemez (çünkü bu kıyâmet olur)
fakat hükmü yeniden benzer duruma gelene kadar askıya alınabilir. Meselâ kış
gelir hüküm câri olur ve tüm yeryüzü kefenini üstüne alır, ama sonra bahar ve
yaz gelir kışın hükmü kalkar. Fakat bir süre sonra yeniden kış gelir ve kışın
hükmü yeniden devreye girer. Gece ve gündüz için de geçerlidir bu. Yâni deverân
döndükçe o nesh edildiği zannedilen âyetler yeniden gündem olur.
Nesihçiler
özellikle bâzı âyetlerin târihte kaldığını ve nesh edildiğini söyler ki bunlar
şu âyetlerdir:
“Peygamber,
mü’minler için kendi nefislerinden daha evlâdır ve onun zevceleri de onların
anneleridir...” (Ahzâb
6).
Peygamberimiz,
Kur’ân’ın her âyeti ve konusu için “örneklik” göstermiştir. Bu örneklik,
“peygamberlerin vârisleri” olan âlimler yada toplumun sevdiği ve üstün
tuttukları “bizden olan” emir-sâhipleri” olan kişiler için de geçerlidir.
Örneklik artık onlar üzerinden gösterilmektedir. Bir “medeniyet projesi” olan
İslâm, Peygamberimiz’in eşlerinin “annelerimiz” olduğunu söylediği gibi,
zımnen; “bizden olan emir-sâhipleri”nin eşlerini de “annelerimiz” olarak
göstermektedir ki bu zâten doğal olarak da böyledir. Devlet büyüklerinin
eşleriyle evlenenleri hiç görmüyoruz. Çünkü bu durum aslında insanlar
tarafından da benimsenmiş bir şeydir ve baktığımızda sâdece “bizden olan”
emir-sâhiplerinin değil, “bizden olmayan” emir-sâhiplerinin bile eşleriyle
evlenildiğini görmeyiz. O hâlde Kur’ân’ın yaptığı şey, bu doğallaşmış ve
benimsenmiş durumu yeniden hatırlatmaktadır.
“Hani sen,
Allah’ın kendisine nîmet verdiği ve senin de kendisine nîmet verdiğin kişiye:
‘Eşini yanında tut ve Allah’tan sakın’ diyordun; insanlardan çekinerek Allah’ın
açığa vuracağı şeyi kendi nefsinde saklı tutuyordun; oysa Allah, kendisinden çekinmene
çok daha lâyıktı. Artık Zeyd, ondan ilişkisini kesince, biz onu seninle
evlendirdik; ki böylelikle evlatlıklarının kendilerinden ilişkilerini
kestikleri (kadınları boşadıkları) zaman, onlarla evlenme konusunda mü’minler
üzerine bir güçlük olmasın. Allah’ın emri yerine getirilmiştir” (Ahzâb 37).
Allah gerçeği
söylemekten çekinmez. İki kere iki dört ise dörttür. Toplumun tamâmı isterse
bunu beş olarak kabûl etsin fark etmez. İşte bu gerçek gibi, evlatlıklar da
kişilerin gerçek çocukları olmadığı için, onların eşleri onlara mahremdir ve
icâbında evlatlıklar eşlerini boşadıklarında, babalıklar tarafından nikâhlanabilir.
İşte âyette bahsedilen şey budur ve Allah’ın hükümlerinin ilk uygulaması
Peygamberimiz tarafından yapılıp örneklendirileceği için Peygamberimiz’i sıkıyordu.
Zîrâ toplum, evlatlıkları “öz evlat” gibi kabûl etmekte ve onların boşadıkları
eşlerle nikâhlanmanın haram olduğuna inanmaktaydı ve bunu kural olarak
benimsenişti. Peygamberimiz bunun mantıksızlığını görüyor ve Allah’ın bu
mantıksızlığı gidermek için bunu kendi üstünden değiştireceğini hissediyordu.
Bu da kendi evlatlığı olan Zeyd’in, geçimsizlik yaşadığı karısı Zeyneb’i
boşadığında, o târihte kadınların bekâr olarak kalma düşüncesi ve durumu olmadığı
için, Zeyneb’i nikâhlamasını emredeceğinden çekiniyordu. Çünkü toplumun ağır
kınamasına mâruz kalacağını biliyordu. O hâlde bu âyetlere gösterilen şey,
evlatlıklarla ilgili uygulamalardan biridir.
“Ey îman
edenler!, (rastgele) Peygamber’in evlerine girmeyin, (Bir başka iş için
girmişseniz ille de) yemek vaktini beklemeyin. (Ama yemeğe) çağrıldığınız zaman
girin, yemeği yiyince dağılın ve (uzun) söze dalmayın. Gerçekten bu, Peygamber’e
eziyet vermekte ve o da sizden utanmaktadır; oysa Allah, hak (kı açıklamak)tan
utanmaz. Onlardan (Peygamber’in eşlerinden) bir şey isteyeceğiniz zaman, perde arkasından
isteyin. Bu, sizin kâlpleriniz için de, onların kâlpleri için de daha temizdir.
Allah’ın Resûlü’ne eziyet vermeniz ve ondan sonra eşlerini nikâhlamanız size
ebedî olarak (helâl) olmaz. Çünkü böyle yapmanız, Allah katında çok büyük (bir
günah)tır” (Ahzâb 53).
“Ey îman
edenler!, Peygamber’e gizli bir şey arzedeceğiniz zaman, gizli konuşmanızdan
önce bir sadaka verin. Bu, sizin için daha hayırlı ve daha temizdir. Şâyet
(buna imkân) bulamazsanız, artık şüphesiz Allah çok bağışlayandır, çok
esirgeyendir. Gizli konuşmanızdan önce sadaka vermekten ürktünüz mü?. Çünkü
yapmadınız, Allah sizin tevbelerinizi kabûl etti. Şu-hâlde namazı dosdoğru
kılın, zekâtı verin ve Allah’a ve O’nun Resûlü’ne itaat edin. Allah,
yaptıklarınızdan haberdardır”
(Mücâdele 12-13).
Bu iki âyet
de, Peygamberimiz üzerinden tüm zamanlar için insanları eğitir ve zamanları
daha da değerli olan lîderleri, âlimleri ve topulumun önde gelenlerinin
programlarını, yaşam-şekillerini olumsuz etkileyebilecek bir davranışta
bulunulmasını önler. Çünkü zaman çok değerlidir ve toplumun önde gelenleri,
âlimler ve emir-sâhipleri için daha da değerli olan vakitlerini olur-olmaz şeylerle
(ç)almamak için nasıl davranılması gerektiğini öğretir. Yine aynı-zamanda
toplumun önde gelenlerinin ve de insanların birbirlerinin evlerinde nasıl
davranacağını öğretmektedir. Çünkü İslâm bir medeniyet perspektifidir ve İslâmî
bir kültürü ikâme ederek insanları medenileştirir. Zâten İslâm bir “medeniyet
projesi ve örnekliği”dir.
Bu bağlamda,
insanları eğitmek için ve davranışlarını düzenlemek için müthiş bir çâreye
başvurur ve insanları kırmadan işi çözüme bağlar. Der ki, “eğer gerçekten
önemli bir konu için görüşmek istiyorsanız önce bir sadaka (Necvâ sadakası)
verin de hem konunun önemi hem de sizin ciddiyetiniz anlaşılmış olsun. Böyle
olunca insanların bir-çoğu görüşme nedenlerinin aslında çok da önemli bir
sebebinin olmadığını ve aslında soruyu ve sorunu kendi başlarına yada yakınlarıyla
çözebileceklerini fark etmişlerdir. Kur’ân onlara inisiyatif almayı öğretmiş ve
hem akıllarını kullanmayı, hem de dayanışma içinde bir sorunu ve soruyu çözüme
kavuşturacak yeteneği sağlamıştı. Yâni zımnen, “soru(n)ları biraz da kendiniz
çözmeyi öğrenin” demek istemiştir. Zâten Allah sadaka emrini geçici bir önlem
için söylemiş ve örneklik oluşturmuştur. Yoksa Allah -hâşâ- bir gün önce
söylediğini bir-iki gün sonra değiştirerek ve tam tersini söyleyerek çelişkiye
düşecek bir ilah değildir. Zâten İslâm da çelişkiler içeren bir din değildir.
Dolayısı ile burada bir nesh yoktur ve burada bir örneklik üzerinden tüm zamanların
mü’minleri eğitilir.
Âyetteki maksadı göremeyen yada görmek
istemeyenler, âyetin netîcesinde ne olduğunu da anlayamazlar. Buradan niye; “Peygamber’i
ve ‘peygamberlerin vârisleri’ olan âlimleri önemsiz şeyler için rahatsız
etmeyin ve vakitlerini çalmayın” sözü anlaşılmıyor?. Hem emir-sâhipleri hem de
âlimler ve okuyan-yazan kişiler için vaktin ne kadar değerli olduğu mâlûmdur
çünkü. Hattâ günümüzde de halkın çok sevdiği bir âlime soru sormadan önce bir
fakire hayır vermesi uygulanabilir. Söz-konusu âyet zımnen; “siz de buna benzer
uygulamalar yapabilirsiniz” mesajını verir.
O hâlde mesele
açığa kavuşmuştur. Âyette verilmek istenen mesaj; “çok da önemli olmayan konular
için, zamanları çok daha değerli olan Peygamber’i ve günümüzde de
emir-sâhiplerini, ‘peygamber vârisleri’ olan âlimleri olur-olmaz soru(n)lar
için rahatsız etmeyin” mesajıdır ve bu nedenle de âyet nesh olmamıştır ve
mânâsı bâkîdir.
Evet;
Peygamberimiz “İslâm’ın güzel örnekliği”dir ve örnekliği sâdece bâzı âyetlerle
sınırlı değil, Kur’ân’ın tamâmı için geçerli olan bir örnekliktir. Kur’ân
Peygamberimiz’in özel hayâtı üzerinden de mesajlar verir ve bu mesajlar sâdece
yaşandığı zamanda değil, tüm zamanlarda ve mekânlarda geçerlidir. Çünkü bunlar insana
has olması gereken âdab ve kültürel davranış öğretileridir. Peygamberimiz’in bu
olaylar karşısından nasıl davrandığını ve “nasıl olması” gerektiği öğretilir.
“Ey îman
edenler!, sağ ellerinizin mâlik olduğu ile sizden olup da henüz erginlik çağına
ermemiş olan (çocuk)lar, (odalarınıza girmek için şu) üç vakitte izin
istesinler: Sabah namazından önce, öğleyin üstünüzü çıkardığınız vakit ve yatsı
namazından sonra. (Bu) üçü sizin için mahrem (vakitleri)dir. Bunların dışında
size de, onlara da bir sakınca yoktur; yanınızda dolaşabilirler, birbirinizin
yanında olabilirsiniz. İşte Allah, size âyetleri böyle açıklamaktadır. Allah
bilendir, hüküm ve hikmet sâhibidir” (Nûr
58).
Kur’ân ve İslâm
bir “medeniyet projesi”dir ve bu bağlamda mü’minlerde bir davranış ahlâkı oluşturur.
Bu sâdece evlerde değil, işyerlerinde, devlet kurumlarında ve misâfirlikte de
nasıl davranılacağının bir eğitimi ve öğretisidir. Moderniteye tam uyan ve her
davranışı modernizmin isteklerine ve emirlerine göre olan kişilerin bunu idrâk
etmesini beklemek de abestir. Onlar varsa-yoksa zamâna, mekâna ve târihe
takılıp kalmışlardır. Bu konuda şu rivâyeti gösterirler:
“İbni
Abbas şöyle der: Vaktiyle müslümanların evlerinde kendilerini başlarından
gizleyecek perdeler-örtüler yoktu. Bundan dolayı kimi zaman ev-sâhibi, eşiyle
birlikteyken bir köle yada câriye içeri girebiliyor ve bu durum ciddî sıkıntıya
yol açıyordu. İşte bu sebeple, Allah, üç vakitte köleler ve câriyeler ile
çocukların “izin isteyerek” içeri girmelerini emretti. Ama Allah, zaman içerisinde
müslümanlara mahremiyetlerini koruyacak perde, örtü gibi maddî imkânlar nasip
etti ve böylece söz-konusu problem kendiliğinden çözüldü. Bu yüzden ben de
bugün âyetteki hükmü uygulayan birini görmedim”.
İyi de, herkesin mi evi örtüsüz ve perdesizdi?. Durumu iyi
olanların evlerinde-odalarında örtüler ve perdeler ve hattâ kapı-pencereler
bile vardı. Kapısı-penceresi olan tam-tekmil evler de vardı: “Evlere kapılarından girin.
Allah’tan sakının, umulur ki kurtuluşa erersiniz” (Bakara 189). Yâni o zamânın
Mekke’lileri kapı ve pencerenin ne olduğunu gâyet iyi biliyorlardı. Belki
bâzılarının evlerinde yoksulluktan dolayı geçici olarak kapı ve pencere yoktu
ama herkes kapı ve pencereyi yapmak için malzeme bulabilirdi. Evet; bu âyet evlerinde
kapı ve pencere bulunan kişilere de hitâp ediyordu. “Belli
vakitlerde izin isteyin” diyordu. Peygamberimiz hicret ile Medîne’ye ilk
geldiğinde onu misâfir etmek isteyenlerin evleri elbette bir perdeden kapısı
olan evler değildi. Hattâ Peygamberimiz Medîne’ye ilk geldiğinde, varlıklı olanlar
ona dediler ki; “gel benim evimde kal, çünkü benim evim Medîne’nin en güzel ve
konforlu evidir”. Modern insanda, modern-öncesi dönemin çok ilkel bir dönem ve
modern-öncesi insanların da çok ilkel insanlar olduğu zannı vardır.
Âyetlerin
nesh edilmesi diye bir şey yoktur. Fakat “askıya alınması” vardır. Hz. Ömer’in, halifeliği
döneminde, “anlamsızlaştığı için” hükümleri geçici olarak askıya alması da
böyledir. Yoksa Hz. Ömer’in, âyetleri nesh edip geçersiz kılması haddine
değildir. Çünkü bu âyetlerin içeriği, kıyâmete kadar bir daha gündeme gelmeyecek
konular değildir. Belki “gönlü İslâm’a ısındırılacak (müellefe-i kulûb)” ve bu
nedenle de geçici olarak yâni “gönlü ısınana kadar” zekât verilmesi gereken insanlar
olabilecektir. Mustafa Öztürk bu konuda ilgili âyetin nesh olduğunu söyleyerek yâni
âyetin hükmünün kalktığını söyleyerek küfre düşer:
“İmam Maturidi (ö.333/944), hicrî dördüncü yüzyılın ilk
yarısında Hz. Ömer’in, müellefe-i kulûb’la ilgili karârını, ‘ictihad yoluyla
nesh’ diye adlandırmıştır ki bu adlandırma târihsellik söylemiyle anlatılmak
istenen bütün her-şeyi iki kelimeyle özetler mâhiyettedir. Öte yandan nesih
meselesinde Serahsi’nin Usul’üne açıp
bakın, İmam Maturidi
ile aynı târihlerde yaşadığı bilinen Şafii âlim İbn Süreyc
de, ‘Kur’ân ve sünnet kıyasla nesholur mu?’
sorusuna, ‘neden olmasın, pekâla olur?’ diye
cevap vermiş, bir başka Şafii âlim Enmâtî (ö. 538/1143) ise, ‘Kur’ân ve
sünnet benzer kıyasla değil de, asıllardan istihraç edilmiş kıyasla nesholur’ demiştir”.
Nesh edildiği söylene âyetin hükmü
sonsuza kadar kaldırıldığında, başka
zamanlarda yeniden benzer bir durum baş-gösterirse çözüm nasıl olacaktır?.
Soruna ne ile çözüm getirilecektir?. Tabî ki aynı süreç işleyecek ve nesh
edildiği sanılan âyetler yeniden devreye girecek ve hükmünü verecektir. Meselâ
“nevcâ sadakası” konusunda, birileri yine sadaka vermekten kaçınacak ve kaçınanlar
ayıklanacaktır.
Âyetlerin
pratik geçerliliğinin olduğu bir mekânda ve zamanda yaşanmadığında, âyetleri nesh
etmek kolaylaşıyor.
Mekan
değiştiğinde zaman da değişiyor. Böylece bâzı âyetler bir süre için askıya
alınabiliyor yada kapsamı daraltılıyor. Fakat insanların yaşadığı değişimin,
dönüp-dolaşıp yine Peygamber ve sahabenin yaşadığı şartlara hiç-bir zaman dönmeyeceğinin
bir garantisi var mıdır?. Târihe bakıldığında târihin sürekli olarak tekerrür
ettiğini görüyoruz. Belki de târih, ders alınmadığı için tekerrür ediyordur ve
hiç-bir zaman ders alınmayacağı için tekerrür etmeye devâm edecektir. Varlığın
formatı döngü ve tekrâra dayalıdır. Sürekli olarak lineer bir ilerleme yoktur
ve bir döngü vardır. Meselâ Yunan ve Roma sapkınlığı modern zamanlarda yeniden
hortlamıştır. Bu deverândan dolayı yapılacak olan şey âyetleri nesh etmek yâni
inkâr etmek değil, o âyetlerin yeniden hükmedeceği zamanların gelebileceği ihtimâlini
düşünmektir. Hattâ aslında müslümanlar, Kur’ân’ın âyetlerinin hâkim olacağı ve
yaşanacağı bir mekânı ve dolayısıyla da zamânı ortaya çıkarmak için
uğraşmalıdırlar. Aksi-hâlde Kur’ân’da “mekân ve zaman değişiyor” bahanesiyle
nesh edilmeyecek âyet kalmayacaktır. Ahlâkî-dînî âyetler bile yeni zamânın
şartlarında yeni etiklerle değişebilecek ve böylece vahiy târihe gömülmüş
olacaktır. Tabi ki böyle bir şeyin olması Allah’ın vahyi koruma garantisi
nedeniyle mümkün değildir ama müslümanların bu süreçte Kur’ân’dan iyice
uzaklaşmaları kaçınılmaz olacaktır.
Kur’ân’ın
bir âyetini başka bir âyet, sünnet, hadis, rivâyet yada bir kişinin görüşleri
ve düşünceleri nesh edemeyeceği gibi ve değiştiremeyeceği gibi, zaman ve mekân
da nesh edemez ve değiştiremez. Bu nedenle de “zaman değişti, artık bu zamanda
bu hükümler uygulanamaz, âyetleri yorumlamak ve günümüze uydurmak zorundayız”
diyerek bir-nevî âyetleri nesh etmek de mümkün değildir. Zâten olmuyor da. Bunu
yapmaya çalışanlar, aşırı yoruma tâbi tutarak moderne uydurmak istedikleri âyetleri tepe-taklak ediyorlar.
Şu da var ki, neshte, vahiy değil,
verili durum merkeze alınmaktadır. Nedense hiç kimse vahye göre bir mekân ve zaman
düşünmüyor da, mekâna ve zamâna göre bir vahiy yorumu düşünüyor. Fakat mekân ve
zaman her zaman Allah’ın râzı olduğu gibi değişmiyor ki?.
İçtihad yada kıyas yoluyla nesh yapan
yâni “âyetlerin hükmü bitmiştir ve artık bu âyetler ebediyyen geçersizdir” diyen
kişi açık bir şekilde kâfirdir. Zâten Kur’ân’ın “kâfirlik” olarak görüp hem
Dünyâ’da hem de âhirette azapla cezâlandıracağını söylediği konu budur (Bakara
85). Fakat âyetleri belli bir zamanda “uygulama alanı olmadığı için”, “içtihad
yoluyla askıya almak” mümkündür.
Kur’ân modern
müslümanların yaptığı gibi çağdaş dünyânın verileriyle de neshedilemez. İnsan bir karar vermeli; vahye mi uyacak ve sünneti mi
örnek mi alacak, yoksa modern-liberâl-kapitâlist-şerefsiz-sapık-dinsiz ideolojilere
göre mi düşünecek ve yaşayacak..
Ey târihselciler
ve nesihçiler!; şimdi insanlar ne yapsın?. “Göğün İslâm aleyhine alçaldığı bir
zaman”da dâvâsına sıkı-sıkıya bağlanmak ve günün birinde İslâm’ın hâkimiyetinin
geleceğini istemekten başka ne yapsın?. Sizin gibi dirâyetsizlik gösterip de
“moderniteye ve zamâna uymuyor” diye âyetleri iptâl edip geçersiz mi kılsın?.
Peki nereye kadar?. Tabî ki sonuna kadar.. Zîrâ bir sınır yoksa hiç-bir sınır
olmaz. Tek bir âyetin bile nesh edilip geçersiz kılınması, ardından tüm
Kur’ân’ın nesh edilip geçersiz kılınmasına neden olacaktır. Zîrâ sapıklık ve
kâfirlik bir kere başladığında ve uygulama alanı bulduğunda hiç-bir sınır
tanımaz ve sonuna kadar gider.
Bâzı sûreler
ve âyetler diğer bâzı sûre ve âyetlerden daha fazîletli olabilir. Fakat bu, daha
fazîletli olanların daha az fazîletli olanları nesh edeceği anlamına gelmez.
Peygamber’den,
“şu âyet nesh olmuştur” diye bir söz gelmemiştir. Kur’ân’ın bahsettiği nesh
ise, “önceki dinlerin bâzı uygulamalarının çeşitli nedenlerle kaldırılması yada
değiştirilmesi” konusundadır. İslâm târihindeki âlimlerin bir-çok âyet için “nesh oldu” demesi, İslâm’ı, Kur’ân’ı ve
Peygamber’i bağlamaz ve bu söylem sâdece onların câhilliklerini, günahlarını ve
hattâ küfrünü gösterir. Mezhep, meşrep, zaman ve ideoloji bağlılığından kaynaklanan
tutkuların sonucunda açığa çıkan nesh teorilerinin alayı, “şeytan-işi pislik” düşüncelerdir.
Maksat gözetilmediği
ve maksadı târihin her zamânında hâkim kılma yoluna gidilmediği için,
târihselcilikle, evrenselcilikle ve nesihcilikle insanlar İslâm’dan saptırılıyor.
Peygamberimiz’in
“son peygamber” olması ve artık ondan sonra bir peygamberin gelmeyecek olması,
hiç-bir âyetin nesh edilmediğinin ve edilemeyeceğinin delîlidir. Zâten Kur’ân
bir bütün olarak toplanıp mushaflaştırılmıştı ki, bu, Kur’ân’ın tamâmının
nesihten beri olduğunu gösterir. Çünkü eğer Peygamberimiz zamânında nesh edilen
âyetler olsaydı, o zaman o âyetler niçin iptâl edilmemiştir de kitaba
konmuştur?. Böyle olmasına rağmen, Kur’ân’dan tek bir âyetin bile nesh
edildiğin söylemek hiç kimsenin haddine değildir.
Nesh de, Allah’ın
hükümlerinin kaldırılması yada kâlplere-vicdanlara hapsedilmesidir. Kur’ân’ı
hayattan uzaklaştırıp kâlplere-vicdanlara hapsetmek, “Kur’ân’ın tamâmının
neshedildiğini söylemek” anlamına gelir. Zîrâ Kur’ân, sâdece bâzı ahlâkî
konularla ilgili âyetleriyle değil, “bütünlüğü ile” bir hayat kitabıdır, yaşam
kılavuzudur.
En doğrusunu
sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Ocak 2019
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder