8 Haziran 2019 Cumartesi

Âcilcilik ve Tedrîcilik Üzerine




“İnsan aceleden (aceleci olarak) yaratıldı. Size âyetlerimi yakında göstereceğim. Şimdi hemen acele etmeyin” (Enbiyâ 37).

“Gerçek şu ki, Kur’ân’ı senin üzerine ‘safhalar hâlinde’ bir indirme tarzıyla (tenzil) indiren biziz, biz” (İnsan 23).

Bir hareket başlatmada, bir iş yapmada en doğru yol, acele etmeden ama çok da geciktirmeden işe başlamak ve o işi tamamlamaktır. Bir işe, “hemen başlayalım bitirelim” düşüncesiyle plânsız-programsız, dolayısıyla düzensiz bir şekilde başlandığında, o iş yolda mutlakâ sorunlar yada eksikler çıkarır ve iş ya ideâl bir şekilde bitirilemez, yada hiç tamamlanamaz. Çünkü plân ve programa dikkat etmeden işe başlandığında ve o iş dikkatli bir şekilde yapılmadığında, mutlakâ yanlışlar-hatâlar yapılır, sonra da o işin yeniden yapılması gerekir ki, böyle bir durum işi çok yavaşlatacağından dolayı, o iş ya normâlden daha da geç bitmekle yada işin çirkin olmasıyla sonuçlanır.

Tabî ki bir işin iğneden-ipliğe tümüyle plânlanması ve programlanması mümkün değildir. Çünkü iş ilerlerken ne gibi aksaklıkların çıkacağı belli olmaz. Têmin edilmesi gereken şeylerin yada kişilerin têmin edilememesi, malzemenin tedârik edilememesi gibi sorunların ortaya çıkması çok olasıdır ve aslında böyle olacağı “varlığın doğasından dolayı” kesindir. O hâlde işe mutlakâ bir plân, proje, program ve düzen ile başlanmalı, yine o şekilde devâm etmeli ama işi de zamânında bitirmek için gayret edilmelidir. Zâten insan, bir işin en iyi şekilde olmasından başka, en kısa zamanda bitmesini de ister.

Bir işin güzel ve çabuk olması durumu her alanda böyledir. Biz bu yazıda, “İslâmî Hareket Metodunda âcilcilik ve tedrîcilik” konusunu, modern ve post-modern sistemin ağır ve bunaltıcı kuşatmasından kurtulmak için, plânlı-programlı ama biraz da âcilciliği savunarak işlemek istiyoruz..

Kur’ân safha-safha inmiştir. Bu durum, tedrîci ama gayretli bir sürecin olması gerektiğinin delîlidir. Fakat buradan, “hiç acele etmeyelim” düşüncesi de çıkmaz-çıkmamalıdır. Zîrâ vahiy ardı-ardına gelmeye devâm etmektedir. Müslümanlar gelen âyetleri bir-an önce idrâk edip uygulamaya koymalıdırlar ki, diğer âyetlere geç kalmasınlar.

Tamamlanmış bir “İslâmî Hareket Metodu” yapılamaz. Kervan mutlakâ biraz da yolda düzülür. Peygamberimiz, Medîne’ye hicreti gerçekleştirdiğinde ve Medîne Site Devleti’ni kurduğunda Kur’ân’ın inişi henüz tamamlanmamıştı. Yarısı inmişti, yarısı da henüz inmemişti. Başta Peygamberimiz olmak üzere mü’minleri Kur’ân’ın inşâ edip “adam” ettiğini düşünürsek; Kur’ân’ın inişi tamamlanmadığı için inşânın da henüz tamamlanmadığı ortaya çıkar. Yâni Peygamberimiz hicret edip devleti kurduğunda inşâ yâni eğitim bitmemişti, devâm ediyordu. Hâliyle ahlâk da kemâle ermemişti. Çünkü henüz emirleri-yasakları bildiren âyetlerin/sûrelerin inişi tamamlanmamıştı. Allah böyle bir aşamada Hicret’i emretti ve hareketi farklı bir yöne soktu.  

Peygamberimiz: “Kur’ân’ın tamâmı inmedi, tamamlansın, ondan sonra hicret eder devleti kurarız” demedi, o-süreçte devleti kurdu. Zâten yolun yarısına gelindiğinde devletiniz yâni yaşam-alanınız yoksa inşâ/eğitim/ahlâklanma/adam-olma süreci devâm edemez/ileri gidemez ve aynen günümüzde olduğu gibi belli bir sınırda kalır. Çünkü belli bir aşamadan sonra bir “uygulama alanı” ihtiyâcı doğar.

Demek ki zamânımızda sürekli tekrarlanan: “Biz kendimize bakalım; önce ahlâklanalım; önce eğitimimizi tamamlayalım; tam kıvâma gelelim; tepeden inmeyle olmaz; haftada bir gün oruç tutalım; teheccüde kalkalım, sonra devleti kurmaktan söz ederiz” gibi düşünceler eksiktir/yanlıştır ve mü’minleri yarı-yolda bırakır/bırakıyor. Bunlar zâten o süreçte yapılacak şeylerdir. Bunlar hangi konumda olursak-olalım, zâten yapılması gereken görevlerdir ki bunlar bize bir iç-enerjisi verir ve bizi dik ve diri tutar.

Hem belki de birileri yolun yarısına gelmiş ve “yapması gereken işi” yapma durumundadırlar. Ee; bu kişiler henüz o noktaya gelmemiş olanları mı bekleyecek?. Bu işin sonu yok ki.. Toplumun tamâmının tam-ahlâklı ve bilinçli bir hâle topluca gelmesi zâten matematiksel olarak da imkânsızdır. Çünkü bu “süreç” en az 13-15 sene sürer ve sürecin tamamlanmasına yakın bir zamanda doğmuş olan birileri varsa onları da beklemek lâzım gelir. Birileri hicret etme/devlet kurma aşamasına gelmişse artık “hareket” başlamalıdır. Velev ki arkadan gelenler daha yolun başında olsun ve Kur’ân henüz tam anlaşılmamış ve toplum da tam olarak ahlâklanmamış olsun. Yâni bir işi eyleme sokmak için illâki tam-anlamıyla eğitim tamamlanmış, ahlâklanma bitmiş ve kıvâma gelinmiş olması gerekmez. Kervan yolda düzülür biraz da. Kur’ân’da hangi âyetteysen o âyeti eyleme dökmelisin. Kim neredeyse, hangi âyetteyse o âyetin eylemini gerçekleştirmeli ve o âyeti diriltmelidir. “Tamamlanmış bir İslâmî reçete”, seküler bir devletin-dünyânın içindeyken çıkmaz. Zîrâ nasıl bir reçete olacağı bile belirlenemez. Gerçek reçete, İslâm’ın yolunda gidilirken açığa çıkar. Yâni hareket hâlindeyken oluşur İslâmî hareket plânı.

Tabî ki acelecilikten de kaçınmak gerekir. Amel-eylem, ortaya çıkmak için kendini zorlayacak seviyeye gelmelidir enfüste ve âfakta. Seyyid Kutub bu konuda şunları söyler:

“İslam nizâmını tatbike koymak ve Allah’ın emirleriyle hükmetmek âcil olan ilk hedef değildir. Zîrâ toplumun tamâmını veyâ amme hayâtında ağırlık sâhibi sağlam bir kısmını, önce İslâm akîdesini, sonra da İslâm nizâmını doğru anlayabilecek seviyeye getirmeden bunun gerçekleştirilmesi mümkün değildir. Tevhid temeli yerleşmeden girişilecek uygulamalarda, sistem şeklen İslâmî görünse bile, câhilî âdetler yaşamaya devâm edecektir”.

Âcilcilik kişiye -yazının başında söylediğimiz şekilde- bir çok yanlışlıklar yaptırabilir. Fakat tedrîcilikte de şöyle bir sorun vardır ki, “hasat” zamanında yapılmazsa ürün çürüyebilir. Yâni hedefe ideâl bir zamanda ulaşılmadığında, hedeften sapmalar başlar ki, târihte bunun örnekleri çoktur. 

Âcilcilikte askerî-siyâsi darbe ve şiddet mâkûl görülebilir fakat bu noktada yeterli alt-yapının olmaması, istenmeyen sonuçlara da sebep olabilir. Târihte, toplumun tamâmının yada büyük çoğunluğunun nefsinin, kötüden-iyiye doğru bir-anda değiştiğinin bir örneği yoktur. “Sen ne kadar istesen de insanların çoğu inanamayacak” âyeti bu konuda mânidardır. O hâlde, bir lîder öncülüğünde, ehliyet ve liyâkat sâhibi “kurucu kadro ve toplum” hedeflenmelidir ki, bu toplum karşı tarafa gerçek bir alternatif olmalı ve çarpıcı düşünceler ve amel-eylemler gösterebilmelidir. İslâm-merkezli düşünce ve amel-eylem, insanların kâlplerini yumuşatıp İslâm toplumuna katılmayı sağlayacağından dolayı, “kurucu kadro” öncülüğündeki toplum büyüyecektir. Şu da var ki, böyle toplumlar şiddetten uzak kalmak isteseler bile, mevcut sisteme mutlaka eleştiri, îtirâz ve isyânda bulunmak zorunda kalacakları için, mutlakâ kendilerine şiddet gösterilip sataşılacaktır süreç içinde.

Mekke’deyken, sanki Medîne’deymiş gibi davranılamaz. Mekke tedrîciliğin daha belirgin olduğu yer ve aşamadır. Fakat Medine’ye geçmek ve Medine’yi kurmak için de Mekke’deki gibi davranılmamalı ve zulmün bir-an önce bertarâf edilebilmesi için, üstün gayret göstererek çalışılmalı ve biraz da acele edilmelidir. Yâni işi savsaklamamak önemlidir.

Tabi müslümanların en temel hedefi ve amacı, Dünyâ’da ideâl bir îman ve amel ile âhirete göçmek ve âhirette de cenneti ve Allah’ın rızâsını kazanmaktır. Bunun için de takvâ önemlidir ve zâten yarış yâni acelecilik ancak takvâda yarışmada, yâni takva yolunda olmalıdır Allahuâlem. Şu da var ki, takvâya ulaşmak, Dünyâ’da îman etmekle ve sâlih amellerde bulunmakla mümkündür. Zâten İslâm Dîni, uzak-doğu dinleri gibi salt meta-fizik ve ahlâk-etik konularından yâni sâdece iç-âlemlerin inşâsından değil, iç-âlemleri inşâ ettikten sonra dış-âlemin de inşâsını emreden bir dindir. Yâni kişiyi cennete ve Allah’ın rızâsına kavuşturacak olan şey, Dünyâ’da yapıp-ettikleridir. Hayâtımızın ne zaman sonlanacağını bilmediğimizden dolayı, takvâya ulaşmak ve âhirette “sâlihlerden” olabilmek için biraz da acele etmek gerekir. “Takvâda yarşın/acele edin” sözünün anlamı bu olsa gerektir.  

Ümmetinin tümü İslâm’ı benimseyene kadar beklemek mâkûl ve doğru değildir. Zâten bu mümkün de değildir. Zîrâ çok yoğun bir seküler kuşatma ve kontrôl vardır. Biz bir kuşağı yetiştirene kadar, yetişmesi gereken yeni kuşaklar ortaya çıkıyor. Böyle olunca da eğitim-öğretim ve yetiştirme hiç-bir zaman bitmiyor. Bunun hiç-bir zaman bitmemesi normâldir ama, eğitim-öğretim ideâl bir seviyeye geldikten sonra bir türlü harekete geçilememesi normâl ve doğru değildir. Modern İslâm çalışmalarına bakınca, eğitim-öğretim içinde tıkanıp kalınmış ve artık dînin tek amacının ve hedefinin de eğitim-öğretim olduğu sanılmaya başlandığını görüyoruz. Bir işte acele edilmesi gerektiğinde acele etmemek, işin savsaklanmasına ve sonunda da hedefin şaşmasına sebep olabiliyor.  

13 yıl “harekete” geçmek için mâkûl ve ideâl bir zamandır fakat bu zaman, Peygamber gibi bir lîderimiz ve sahabe gibi bir toplumumuz olmadığından dolayı daha uzun sürecektir. Zîrâ o ilk örnekliği yakalamak kolay olmadığı gibi, aşmak ise mümkün değildir. Yâni bizim ehliyet ve liyâkatini ispatlamış bir toplum oluşturmamız, “en ideâl süre” olan 13 yılda tamamlanamaz. Çünkü “Peygamber örnekliği” aşılamaz. O hâlde bu süreç için gereken zaman en erken 20-25; en geç de 35-40 yıllık bir süre olacaktır. Fakat daha uzun da sürmemelidir. Zîrâ süreç uzayınca sabırlar yetmeyeceğinden ve şeytan da boş durmadığından dolayı dâvânın sağladığı enerji ve sinerji azalacaktır. Bu sürecin mâkûl bir süre içinde tamamlanması gerekir. Bunun için de biraz acele edilmelidir. Zâten böyle olmadığında bir “soğukluk” başlar ve gevşeme baş gösterir. Bahsedilen zaman zarfında mâkûl bir bilgi ve bilinç seviyesine gelmiş olmak yeterlidir ve ondan sonra “kervan” yola koyulacak ve yolda düzülecektir.  

Peygamberimiz zamânında Dünyâ’nın süper güçleri Bizans ve Sasani devletleriydi. Bu devletler hem kendi aralarındaki savaşlardan hem de artık yaptıkları zulümlerin artmasından dolayı, sünnetullah gereği zayıflama ve çökme aşamasına gelmişti. Fakat bu durum kanımca, “Allah’ın yardımı”ndan dolayı da oldu. Çünkü yeryüzünde hakkı ve hakîkati ortaya koyacak bir ümmet-toplum açığa çıkmıştı ve bu toplum liyâkatini de göstermişti. Zîrâ Mekke döneminde Allah için tüm zorluklara katlanmışlardı ve üstün gayret göstermişlerdi. İşte Allah’ın bir yardımı olarak zamânın bu iki devleti iç enerjilerini yitirip zayıflamaya başlayınca, müslümanlara ilişecek bir dermanları da kalmamıştı. Allah, bu yeni toplumdan râzı olduğundan dolayı yardımını göndermiş ve müslümanları korumuş ve kurtarmıştır. Bu devletlerin zayıflaması ve müslümanlara ilişecek dermanları kalmayınca, müslümanlara da alan açılmıştır. Zâten “Allah’ın yardımı” imtihan ve sünnetullah gereği bu şekilde olur.

Günümüzde ise, “şu-anda acele etmeyelim, süper devletlerin zayıflamasını bekleyelim” demek yanlıştır. Çünkü bu devletler, “Her ümmet için bir ecel vardır. Onların ecelleri gelince, ne bir saat ertelenebilirler ne de öne alınabilirler (tam zamânında çökerler)” (Araf 34). âyeti gereğince mutlakâ zayıflayacaklar ve çöküş aşamasına gireceklerdir fakat, onların yerini mutlakâ başkası alacaktır. O hâlde o devletlerin çöküşünü hızlandıracak sünnetullah kânununa uymak gerekir ki bu kânun, müslüman bir toplumun kurulması ve liyâkatini göstermesi yâni çöken devletlerin yerine geçebilecek ve adâleti tam olarak sağlayabilecek seviyede olduğunu ispat ederek, Allah’ı râzı etmesi ve yardımını hak edebilmesidir. Müslüman toplum eğer, güçlü devletlerin çöküşünü hızlandıracak ve onların yerine geçecek kaliteyi, liyâkati gösterip gerekli altyapıyı kurabilirse, yıkılan güçlü devletin yerine, farklı gayri İslâmî güçler değil, müslümanlar geçecektir. Yoksa körü-körüne süper(!) devletlerin zayıflamalarını beklemek doğru değildir, çünkü gayri İslâmî yapıların zayıflayıp çöküş aşamasına girmesinin bir gerekçesi de, onlardan sonra Dünyâ’ya hâkim olabilecek özelliklerde bir toplumun bulunmasıdır. Allah bizi Dünyâ’nın hâkimiyetine lâyık bulursa, düşmanlarımızı zayıflatır ve yeryüzüne onların yerine bizi hâkim kılar:

 “Allah, içinizden îman edenlere ve sâlih amellerde bulunanlara vâdetmiştir: Hiç-şüphesiz onlardan öncekileri nasıl ‘güç ve iktidâr sâhibi’ kıldıysa, onları da yeryüzünde ‘güç ve iktidâr sâhibi’ kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca bana ibâdet ederler ve bana hiç-bir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkâr ederse, işte onlar fâsıktır” (Nûr 55).

“Andolsun, biz Zikir’den sonra Zebur’da da: Şüphesiz Arz’a sâlih kullarım vâris olacaktır diye yazdık” (Enbiyâ 105).

“Biz ise, yeryüzünde güçten düşürülenlere lütufta bulunmak, onları önderler yapmak ve mîrasçılar kılmak istiyoruz” (Kasas 5).

Şu-an îtibârıyla müslümanlarda ne böyle bir liyâkat ve İslâmî duruş vardır, ne de bilgi, bilinç ve alt-yapı vardır ki mevcut güçlerden sonra Dünyâ’da hâkim olarak yerini alabilsin. İşin kötüsü, zaman hızla akıp gitmekte ve “en kötü durum”un oluşmasına doğru yol alınmaktadır. Üstelik yetişen yeni nesil içinde durumu kurtaracak bir ideâl ve şuur pırıltısı da yoktur. Bir talep ve istek bile yoktur. O hâlde bir plân ve program dâhilinde, biraz da acele ederek, bilgi, bilinç, şuur ve ideâl sâhibi bir kuşak yetiştirmeliyiz. Yetiştirdiğimiz kuşak, yapılması gerekeni de hemen yapmaya başlamalıdır. Çünkü aksi-hâlde İslâm düşmanları mecbûren, o nesli yıldırmak ve yok etmek için ellerinden gelen her-şeyi yapacaklardır. Zîrâ varlıkları böyle bir toplumun olmamasına bağlıdır.

Onlarca yılda yetişmiş bir orman, bir yangınla hebâ olabiliyor. Buna fırsat verilmemelidir. Zâten bâtılın kuşatıcılığı çok yoğun ve güçlüdür. Nefisler kışkırtılmıştır. Dünyâ’da her-şey kışkırtılmıştır ve insanlar kışkırtılmış olan her-şeye meftûn ve râm olmuş durumdadırlar. Bu nedenle bu cendereden kurtulmak için, yine plânlı-programlı ve düzenli bir şekilde yol alınmalı fakat biraz da acele edilmelidir. Bir sinerji yakalanmalıdır ve gayretli-azimli bir şekilde hemen işe başlanmalı ve biraz da hızlı adımlarla yola çıkılarak yürünmelidir. Çünkü yolda yavaş hareket etmek ve hattâ bir anlık duraklamalar bile şeytana fırsat vermekte ve alan açmakta, “aldatıcı” insanları çeşitli şekillerde aldatabilmektedir.

“Hiç aceleye gerek yok”, “yavaş-yavaş”, “ağır-ağır”, “tedrîcen” gibi sözler anlamını kaybetmeye başlamıştır. Zîrâ durum gerçekten de âcildir. Çünkü İslâm’ın bırakın amel-eylemini ve iktidârını, bunun düşüncesine ve sözüne bile katlanamayan ve İslâmî yapıyı hemen yâni âcil olarak, en ağır gücü de kullanarak sindirmeye ve yok etmeye çalışan organize bir güç vardır. Üstelik bu güce destek verenlerin bir kısmı da, kendilerine “müslüman” diyenler olunca, İslâm’ın hayattaki hâkimiyetinin nasıl kurulacağı ve yürütüleceğini bir düşünün..

Niceleri plânsız-programsızlıktan ve acele ettiklerinden dolayı yarı yolda kalmışlar ve hedefleri sekteye uğramış, acele edeyim derken daha da geç kalmışlardır. Bu tecrübelerden dolayı müslümanların “acele etmeyelim” düşüncesi bir bakıma doğru olmakla birlikte, “tamamlanmış bir İslâmî hareket plânı” yapılamayacağı ve “kervanın biraz da yolda ve iktidardayken düzüleceği” gerçeğini de hesâba katarak, oyalanmadan bir-an önce işe başlanmalı ve ne yapılacaksa bir-an önce yapılmalıdır. Aksi-hâlde -Allah muhâfaza- “geri dönülemeyecek bir nokta”ya varmak üzereyiz. 

Yolda her zaman bir yetersizlikten söz edilebilir. Kervan yolda düzülecektir, yada düzülemeyecektir. Fakat geniş çaplı tartışmalardan ve belirlemelerden sonra bir karar alınmalıdır. Bu yolda ille de zafer olacak diye bir şey de yoktur. Mağlûbiyet de olabilir ve hedef zafer ve İslâm’ın hâkimiyeti olsa da, önemli olan şey, bu yolda olmak ve bu yolda gayretli bir şekilde canlarla ve mallarla cihad edebilmektir. Biz bununla mêmuruz. Allah bizi lâyık bulursa ve dilerse zafer nasip eder.

Târih boyunca müslümanların mücâdeleleri her zaman zaferle bitmemiş ve yenilgiler de yaşanmıştır. Fakat mücâdele yâni sefer hiç bitmemiştir. Eğer mücâdele düzlükte olmazsa dağlıkta ve hattâ küçük bir mağara bile devâm eder. “Ferman padişahınsa dağlar bizimdir” denmiştir.

Tamamlanmış İslâmî bir hareket plânı yoktur ve zâten Peygamberimiz, Kur’ân’ın henüz yarısı inmişken “hareket”e (hicret) başlamıştı. Fakat körü-körüne ve bir heyecanla da iş yapılmamalı, işin önü-arkası iyice düşünülüp hesaplanmalıdır ki Peygamberimiz her zaman bunu gözetmiştir.

Eğitim süreci çok sıkı ve gayretli olmalıdır ve hareket için çok acele edilmemelidir. Fakat süreç uzayınca da düşünceler değişebilir ve “gayri İslâmî bir yöntemle devâm edilmesi düşüncesi” yâni sistem-içi mücâdele düşüncesi ve isteği insanların kâlplerini kuşatmaya başlayabilir. Nitekim çoğu İslâmî(!) hareket, “parlamento ve demokrasi yoluyla mücâdele etme” yöntemini benimsemeye başlamıştır ve zamanla da bu seküler yolun “İslâm’ın istediği yol olduğu”nu dile getirmeye başlamışlardır.

Bilgiye, bilince ve İslâmî şuura sâhip bir alt-yapı kurmak ilk önceliklidir ve bu konuda gayretli olmak da şarttır. Bu bir takvâ işi de olduğundan, “takvâda yarışmak” ve acele etmek mâkûldür. O hâlde gerekli olan nitelikli alt-yapıyı oluşturmada acele etmek gerekir. Fakat acelecilik bizi yetersiz alt-yapıyla yola çıkmaya zorlamamalıdır. Şu da var ki, hedef yolunda geçen zaman uzayınca, tâviz vermek düşüncesi ve eylemi oluşmaya başlar.

Şirk, küfür, adâletsizlik ve zulmün ne olduğunu sağlam bir bilinçle kavrayana kadar acele edilmemelidir. Yine bu kavrayışla sınanana kadar ve “çürükler” ilk etapta ayıklanana kadar harekete geçmek kötü sonuçlar doğurabilir.

Bir tohum saçıldığında onu hasat etmek için bile elbette bir zaman/süreç geçmesi gerekir. Bir fidan dikildiğinde onun ağaç olup meyve/ürün vermesi için belli bir zaman geçmesi gerekiyor. Bu gerçeği ıskalamıyoruz ve bir sürecin olması gerektiğini biliyoruz ve biz de söylüyoruz. Fakat, “hasat”ın da zamânında yapılması gerekir” diyoruz. Zîrâ hasat, zamânında yapılmadığında “çürüme” kaçınılmaz olur-oluyor. O şey artık başka bir şeye dönüyor. Boşa gidiyor. Meyve-ürün olgunlaştığında artık hasat yapılmalıdır. Yandaki bahçenin meyvelerin de olgunlaşmasını beklemeye gerek yok. Acele etmek ve acele etmemek aynı şekilde sonuçlanabiliyor. Bu nedenle dengeyi iyi gözetmek gerekiyor.

Müslümanların işi çok savsakladığını gördüğümüz için, tedrîciliği boş vermeden âcilciliği daha doğrusu çabukluğu savunuyoruz. Çünkü her-şey zamânında olmalıdır. “Geç gelen adâlet, adâlet değildir” denir meselâ. Pişmiş aşı daha fazla ateşte tutmak olmaz. Zîrâ yemek ziyân olur. Tövbeyi bile zamânında yapmak gerekir. Ölüm hâlinde yapılan tevbe geçersizdir çünkü.

O hâlde; âcilcilik ve tedrîcilik yerine, “âcil bir tedricilik” sözünü ilke edinmek gerekir.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Ekim 2018



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder