“İnsan aceleden (aceleci
olarak) yaratıldı. Size âyetlerimi yakında göstereceğim. Şimdi hemen acele
etmeyin” (Enbiyâ 37).
“Gerçek şu ki, Kur’ân’ı
senin üzerine ‘safhalar hâlinde’ bir indirme tarzıyla (tenzil) indiren biziz, biz” (İnsan 23).
Bir hareket başlatmada, bir
iş yapmada en doğru yol, acele etmeden ama çok da geciktirmeden işe başlamak ve
o işi tamamlamaktır. Bir işe, “hemen başlayalım bitirelim” düşüncesiyle
plânsız-programsız, dolayısıyla düzensiz bir şekilde başlandığında, o iş yolda
mutlakâ sorunlar yada eksikler çıkarır ve iş ya ideâl bir şekilde bitirilemez,
yada hiç tamamlanamaz. Çünkü plân ve programa dikkat etmeden işe başlandığında
ve o iş dikkatli bir şekilde yapılmadığında, mutlakâ yanlışlar-hatâlar yapılır,
sonra da o işin yeniden yapılması gerekir ki, böyle bir durum işi çok
yavaşlatacağından dolayı, o iş ya normâlden daha da geç bitmekle yada işin
çirkin olmasıyla sonuçlanır.
Tabî ki bir işin
iğneden-ipliğe tümüyle plânlanması ve programlanması mümkün değildir. Çünkü iş
ilerlerken ne gibi aksaklıkların çıkacağı belli olmaz. Têmin edilmesi gereken
şeylerin yada kişilerin têmin edilememesi, malzemenin tedârik edilememesi gibi
sorunların ortaya çıkması çok olasıdır ve aslında böyle olacağı “varlığın doğasından
dolayı” kesindir. O hâlde işe mutlakâ bir plân, proje, program ve düzen ile
başlanmalı, yine o şekilde devâm etmeli ama işi de zamânında bitirmek için
gayret edilmelidir. Zâten insan, bir işin en iyi şekilde olmasından başka, en
kısa zamanda bitmesini de ister.
Bir işin güzel ve çabuk
olması durumu her alanda böyledir. Biz bu yazıda, “İslâmî Hareket Metodunda
âcilcilik ve tedrîcilik” konusunu, modern ve post-modern sistemin ağır ve bunaltıcı
kuşatmasından kurtulmak için, plânlı-programlı ama biraz da âcilciliği
savunarak işlemek istiyoruz..
Kur’ân safha-safha inmiştir.
Bu durum, tedrîci ama gayretli bir sürecin olması gerektiğinin delîlidir. Fakat
buradan, “hiç acele etmeyelim” düşüncesi de çıkmaz-çıkmamalıdır. Zîrâ vahiy
ardı-ardına gelmeye devâm etmektedir. Müslümanlar gelen âyetleri bir-an önce
idrâk edip uygulamaya koymalıdırlar ki, diğer âyetlere geç kalmasınlar.
Tamamlanmış bir “İslâmî
Hareket Metodu” yapılamaz. Kervan mutlakâ biraz da yolda düzülür. Peygamberimiz,
Medîne’ye hicreti gerçekleştirdiğinde ve Medîne Site Devleti’ni kurduğunda
Kur’ân’ın inişi henüz tamamlanmamıştı. Yarısı inmişti, yarısı da henüz
inmemişti. Başta Peygamberimiz olmak üzere mü’minleri Kur’ân’ın inşâ edip
“adam” ettiğini düşünürsek; Kur’ân’ın inişi tamamlanmadığı için inşânın da
henüz tamamlanmadığı ortaya çıkar. Yâni Peygamberimiz hicret edip devleti
kurduğunda inşâ yâni eğitim bitmemişti, devâm ediyordu. Hâliyle ahlâk da kemâle
ermemişti. Çünkü henüz emirleri-yasakları bildiren âyetlerin/sûrelerin inişi
tamamlanmamıştı. Allah böyle bir aşamada Hicret’i emretti ve hareketi farklı
bir yöne soktu.
Peygamberimiz: “Kur’ân’ın
tamâmı inmedi, tamamlansın, ondan sonra hicret eder devleti kurarız” demedi,
o-süreçte devleti kurdu. Zâten yolun yarısına gelindiğinde devletiniz yâni
yaşam-alanınız yoksa inşâ/eğitim/ahlâklanma/adam-olma süreci devâm edemez/ileri
gidemez ve aynen günümüzde olduğu gibi belli bir sınırda kalır. Çünkü belli bir
aşamadan sonra bir “uygulama alanı” ihtiyâcı doğar.
Demek ki zamânımızda sürekli
tekrarlanan: “Biz kendimize bakalım; önce ahlâklanalım; önce eğitimimizi
tamamlayalım; tam kıvâma gelelim; tepeden inmeyle olmaz; haftada bir gün oruç
tutalım; teheccüde kalkalım, sonra devleti kurmaktan söz ederiz” gibi
düşünceler eksiktir/yanlıştır ve mü’minleri yarı-yolda bırakır/bırakıyor.
Bunlar zâten o süreçte yapılacak şeylerdir. Bunlar hangi konumda olursak-olalım,
zâten yapılması gereken görevlerdir ki bunlar bize bir iç-enerjisi verir ve
bizi dik ve diri tutar.
Hem belki de birileri yolun
yarısına gelmiş ve “yapması gereken işi” yapma durumundadırlar. Ee; bu kişiler
henüz o noktaya gelmemiş olanları mı bekleyecek?. Bu işin sonu yok ki..
Toplumun tamâmının tam-ahlâklı ve bilinçli bir hâle topluca gelmesi zâten
matematiksel olarak da imkânsızdır. Çünkü bu “süreç” en az 13-15 sene sürer ve
sürecin tamamlanmasına yakın bir zamanda doğmuş olan birileri varsa onları da
beklemek lâzım gelir. Birileri hicret etme/devlet kurma aşamasına gelmişse
artık “hareket” başlamalıdır. Velev ki arkadan gelenler daha yolun başında
olsun ve Kur’ân henüz tam anlaşılmamış ve toplum da tam olarak ahlâklanmamış
olsun. Yâni bir işi eyleme sokmak için illâki tam-anlamıyla eğitim tamamlanmış,
ahlâklanma bitmiş ve kıvâma gelinmiş olması gerekmez. Kervan yolda düzülür
biraz da. Kur’ân’da hangi âyetteysen o âyeti eyleme dökmelisin. Kim neredeyse,
hangi âyetteyse o âyetin eylemini gerçekleştirmeli ve o âyeti diriltmelidir. “Tamamlanmış
bir İslâmî reçete”, seküler bir devletin-dünyânın içindeyken çıkmaz. Zîrâ nasıl
bir reçete olacağı bile belirlenemez. Gerçek reçete, İslâm’ın yolunda
gidilirken açığa çıkar. Yâni hareket hâlindeyken oluşur İslâmî hareket
plânı.
Tabî ki acelecilikten de
kaçınmak gerekir. Amel-eylem, ortaya çıkmak için kendini zorlayacak seviyeye
gelmelidir enfüste ve âfakta. Seyyid Kutub bu konuda şunları söyler:
“İslam
nizâmını tatbike koymak ve Allah’ın emirleriyle hükmetmek âcil olan ilk hedef
değildir. Zîrâ toplumun tamâmını veyâ amme hayâtında ağırlık sâhibi sağlam bir
kısmını, önce İslâm akîdesini, sonra da İslâm nizâmını doğru anlayabilecek
seviyeye getirmeden bunun gerçekleştirilmesi mümkün değildir. Tevhid temeli
yerleşmeden girişilecek uygulamalarda, sistem şeklen İslâmî görünse bile,
câhilî âdetler yaşamaya devâm edecektir”.
Âcilcilik kişiye -yazının
başında söylediğimiz şekilde- bir çok yanlışlıklar yaptırabilir. Fakat
tedrîcilikte de şöyle bir sorun vardır ki, “hasat” zamanında yapılmazsa ürün
çürüyebilir. Yâni hedefe ideâl bir zamanda ulaşılmadığında, hedeften sapmalar
başlar ki, târihte bunun örnekleri çoktur.
Âcilcilikte askerî-siyâsi darbe
ve şiddet mâkûl görülebilir fakat bu noktada yeterli alt-yapının olmaması,
istenmeyen sonuçlara da sebep olabilir. Târihte, toplumun tamâmının yada büyük
çoğunluğunun nefsinin, kötüden-iyiye doğru bir-anda değiştiğinin bir örneği
yoktur. “Sen ne kadar istesen de insanların çoğu inanamayacak” âyeti bu konuda
mânidardır. O hâlde, bir lîder öncülüğünde, ehliyet ve liyâkat sâhibi “kurucu
kadro ve toplum” hedeflenmelidir ki, bu toplum karşı tarafa gerçek bir
alternatif olmalı ve çarpıcı düşünceler ve amel-eylemler gösterebilmelidir.
İslâm-merkezli düşünce ve amel-eylem, insanların kâlplerini yumuşatıp İslâm
toplumuna katılmayı sağlayacağından dolayı, “kurucu kadro” öncülüğündeki toplum
büyüyecektir. Şu da var ki, böyle toplumlar şiddetten uzak kalmak isteseler
bile, mevcut sisteme mutlaka eleştiri, îtirâz ve isyânda bulunmak zorunda
kalacakları için, mutlakâ kendilerine şiddet gösterilip sataşılacaktır süreç
içinde.
Mekke’deyken, sanki Medîne’deymiş
gibi davranılamaz. Mekke tedrîciliğin daha belirgin olduğu yer ve aşamadır.
Fakat Medine’ye geçmek ve Medine’yi kurmak için de Mekke’deki gibi
davranılmamalı ve zulmün bir-an önce bertarâf edilebilmesi için, üstün gayret
göstererek çalışılmalı ve biraz da acele edilmelidir. Yâni işi savsaklamamak
önemlidir.
Tabi müslümanların en temel
hedefi ve amacı, Dünyâ’da ideâl bir îman ve amel ile âhirete göçmek ve âhirette
de cenneti ve Allah’ın rızâsını kazanmaktır. Bunun için de takvâ önemlidir ve
zâten yarış yâni acelecilik ancak takvâda yarışmada, yâni takva yolunda
olmalıdır Allahuâlem. Şu da var ki, takvâya ulaşmak, Dünyâ’da îman etmekle ve
sâlih amellerde bulunmakla mümkündür. Zâten İslâm Dîni, uzak-doğu dinleri gibi
salt meta-fizik ve ahlâk-etik konularından yâni sâdece iç-âlemlerin inşâsından
değil, iç-âlemleri inşâ ettikten sonra dış-âlemin de inşâsını emreden bir
dindir. Yâni kişiyi cennete ve Allah’ın rızâsına kavuşturacak olan şey,
Dünyâ’da yapıp-ettikleridir. Hayâtımızın ne zaman sonlanacağını bilmediğimizden
dolayı, takvâya ulaşmak ve âhirette “sâlihlerden” olabilmek için biraz da acele
etmek gerekir. “Takvâda yarşın/acele edin” sözünün anlamı bu olsa
gerektir.
Ümmetinin tümü İslâm’ı
benimseyene kadar beklemek mâkûl ve doğru değildir. Zâten bu mümkün de
değildir. Zîrâ çok yoğun bir seküler kuşatma ve kontrôl vardır. Biz bir kuşağı
yetiştirene kadar, yetişmesi gereken yeni kuşaklar ortaya çıkıyor. Böyle olunca
da eğitim-öğretim ve yetiştirme hiç-bir zaman bitmiyor. Bunun hiç-bir zaman
bitmemesi normâldir ama, eğitim-öğretim ideâl bir seviyeye geldikten sonra bir
türlü harekete geçilememesi normâl ve doğru değildir. Modern İslâm
çalışmalarına bakınca, eğitim-öğretim içinde tıkanıp kalınmış ve artık dînin
tek amacının ve hedefinin de eğitim-öğretim olduğu sanılmaya başlandığını görüyoruz.
Bir işte acele edilmesi gerektiğinde acele etmemek, işin savsaklanmasına ve
sonunda da hedefin şaşmasına sebep olabiliyor.
13 yıl “harekete” geçmek
için mâkûl ve ideâl bir zamandır fakat bu zaman, Peygamber gibi bir lîderimiz ve
sahabe gibi bir toplumumuz olmadığından dolayı daha uzun sürecektir. Zîrâ o ilk
örnekliği yakalamak kolay olmadığı gibi, aşmak ise mümkün değildir. Yâni bizim
ehliyet ve liyâkatini ispatlamış bir toplum oluşturmamız, “en ideâl süre” olan
13 yılda tamamlanamaz. Çünkü “Peygamber örnekliği” aşılamaz. O hâlde bu süreç
için gereken zaman en erken 20-25; en geç de 35-40 yıllık bir süre olacaktır.
Fakat daha uzun da sürmemelidir. Zîrâ süreç uzayınca sabırlar yetmeyeceğinden
ve şeytan da boş durmadığından dolayı dâvânın sağladığı enerji ve sinerji
azalacaktır. Bu sürecin mâkûl bir süre içinde tamamlanması gerekir. Bunun için
de biraz acele edilmelidir. Zâten böyle olmadığında bir “soğukluk” başlar ve
gevşeme baş gösterir. Bahsedilen zaman zarfında mâkûl bir bilgi ve bilinç
seviyesine gelmiş olmak yeterlidir ve ondan sonra “kervan” yola koyulacak ve
yolda düzülecektir.
Peygamberimiz zamânında
Dünyâ’nın süper güçleri Bizans ve Sasani devletleriydi. Bu devletler hem kendi
aralarındaki savaşlardan hem de artık yaptıkları zulümlerin artmasından dolayı,
sünnetullah gereği zayıflama ve çökme aşamasına gelmişti. Fakat bu durum
kanımca, “Allah’ın yardımı”ndan dolayı da oldu. Çünkü yeryüzünde hakkı ve
hakîkati ortaya koyacak bir ümmet-toplum açığa çıkmıştı ve bu toplum liyâkatini
de göstermişti. Zîrâ Mekke döneminde Allah için tüm zorluklara katlanmışlardı
ve üstün gayret göstermişlerdi. İşte Allah’ın bir yardımı olarak zamânın bu iki
devleti iç enerjilerini yitirip zayıflamaya başlayınca, müslümanlara ilişecek
bir dermanları da kalmamıştı. Allah, bu yeni toplumdan râzı olduğundan dolayı yardımını
göndermiş ve müslümanları korumuş ve kurtarmıştır. Bu devletlerin zayıflaması
ve müslümanlara ilişecek dermanları kalmayınca, müslümanlara da alan
açılmıştır. Zâten “Allah’ın yardımı” imtihan ve sünnetullah gereği bu şekilde
olur.
Günümüzde ise, “şu-anda
acele etmeyelim, süper devletlerin zayıflamasını bekleyelim” demek yanlıştır.
Çünkü bu devletler, “Her ümmet için bir ecel vardır. Onların ecelleri
gelince, ne bir saat ertelenebilirler ne de öne alınabilirler (tam zamânında
çökerler)” (Araf 34). âyeti gereğince mutlakâ zayıflayacaklar ve çöküş
aşamasına gireceklerdir fakat, onların yerini mutlakâ başkası alacaktır. O hâlde
o devletlerin çöküşünü hızlandıracak sünnetullah kânununa uymak gerekir ki bu
kânun, müslüman bir toplumun kurulması ve liyâkatini göstermesi yâni çöken
devletlerin yerine geçebilecek ve adâleti tam olarak sağlayabilecek seviyede
olduğunu ispat ederek, Allah’ı râzı etmesi ve yardımını hak edebilmesidir. Müslüman
toplum eğer, güçlü devletlerin çöküşünü hızlandıracak ve onların yerine geçecek
kaliteyi, liyâkati gösterip gerekli altyapıyı kurabilirse, yıkılan güçlü
devletin yerine, farklı gayri İslâmî güçler değil, müslümanlar geçecektir.
Yoksa körü-körüne süper(!) devletlerin zayıflamalarını beklemek doğru değildir,
çünkü gayri İslâmî yapıların zayıflayıp çöküş aşamasına girmesinin bir
gerekçesi de, onlardan sonra Dünyâ’ya hâkim olabilecek özelliklerde bir
toplumun bulunmasıdır. Allah bizi Dünyâ’nın hâkimiyetine lâyık bulursa,
düşmanlarımızı zayıflatır ve yeryüzüne onların yerine bizi hâkim kılar:
“Allah,
içinizden îman edenlere ve sâlih amellerde bulunanlara vâdetmiştir:
Hiç-şüphesiz onlardan öncekileri nasıl ‘güç ve iktidâr sâhibi’ kıldıysa,
onları da yeryüzünde ‘güç ve iktidâr sâhibi’ kılacak, kendileri için seçip
beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları
korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca bana ibâdet ederler
ve bana hiç-bir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkâr ederse, işte onlar
fâsıktır” (Nûr
55).
“Andolsun, biz
Zikir’den sonra Zebur’da da: Şüphesiz Arz’a sâlih kullarım vâris olacaktır diye
yazdık”
(Enbiyâ 105).
“Biz ise,
yeryüzünde güçten düşürülenlere lütufta bulunmak, onları önderler yapmak
ve mîrasçılar kılmak istiyoruz” (Kasas 5).
Şu-an îtibârıyla
müslümanlarda ne böyle bir liyâkat ve İslâmî duruş vardır, ne de bilgi, bilinç
ve alt-yapı vardır ki mevcut güçlerden sonra Dünyâ’da hâkim olarak yerini
alabilsin. İşin kötüsü, zaman hızla akıp gitmekte ve “en kötü durum”un
oluşmasına doğru yol alınmaktadır. Üstelik yetişen yeni nesil içinde durumu
kurtaracak bir ideâl ve şuur pırıltısı da yoktur. Bir talep ve istek bile
yoktur. O hâlde bir plân ve program dâhilinde, biraz da acele ederek, bilgi,
bilinç, şuur ve ideâl sâhibi bir kuşak yetiştirmeliyiz. Yetiştirdiğimiz kuşak,
yapılması gerekeni de hemen yapmaya başlamalıdır. Çünkü aksi-hâlde İslâm
düşmanları mecbûren, o nesli yıldırmak ve yok etmek için ellerinden gelen
her-şeyi yapacaklardır. Zîrâ varlıkları böyle bir toplumun olmamasına bağlıdır.
Onlarca yılda yetişmiş bir
orman, bir yangınla hebâ olabiliyor. Buna fırsat verilmemelidir. Zâten bâtılın
kuşatıcılığı çok yoğun ve güçlüdür. Nefisler kışkırtılmıştır. Dünyâ’da her-şey
kışkırtılmıştır ve insanlar kışkırtılmış olan her-şeye meftûn ve râm olmuş
durumdadırlar. Bu nedenle bu cendereden kurtulmak için, yine plânlı-programlı ve
düzenli bir şekilde yol alınmalı fakat biraz da acele edilmelidir. Bir sinerji
yakalanmalıdır ve gayretli-azimli bir şekilde hemen işe başlanmalı ve biraz da
hızlı adımlarla yola çıkılarak yürünmelidir. Çünkü yolda yavaş hareket etmek ve
hattâ bir anlık duraklamalar bile şeytana fırsat vermekte ve alan açmakta, “aldatıcı”
insanları çeşitli şekillerde aldatabilmektedir.
“Hiç aceleye gerek yok”, “yavaş-yavaş”,
“ağır-ağır”, “tedrîcen” gibi sözler anlamını kaybetmeye başlamıştır. Zîrâ durum
gerçekten de âcildir. Çünkü İslâm’ın bırakın amel-eylemini ve iktidârını, bunun
düşüncesine ve sözüne bile katlanamayan ve İslâmî yapıyı hemen yâni âcil
olarak, en ağır gücü de kullanarak sindirmeye ve yok etmeye çalışan organize
bir güç vardır. Üstelik bu güce destek verenlerin bir kısmı da, kendilerine “müslüman”
diyenler olunca, İslâm’ın hayattaki hâkimiyetinin nasıl kurulacağı ve
yürütüleceğini bir düşünün..
Niceleri plânsız-programsızlıktan
ve acele ettiklerinden dolayı yarı yolda kalmışlar ve hedefleri sekteye
uğramış, acele edeyim derken daha da geç kalmışlardır. Bu tecrübelerden dolayı
müslümanların “acele etmeyelim” düşüncesi bir bakıma doğru olmakla birlikte,
“tamamlanmış bir İslâmî hareket plânı” yapılamayacağı ve “kervanın biraz da
yolda ve iktidardayken düzüleceği” gerçeğini de hesâba katarak, oyalanmadan
bir-an önce işe başlanmalı ve ne yapılacaksa bir-an önce yapılmalıdır.
Aksi-hâlde -Allah muhâfaza- “geri dönülemeyecek bir nokta”ya varmak
üzereyiz.
Yolda her zaman bir
yetersizlikten söz edilebilir. Kervan yolda düzülecektir, yada düzülemeyecektir.
Fakat geniş çaplı tartışmalardan ve belirlemelerden sonra bir karar alınmalıdır.
Bu yolda ille de zafer olacak diye bir şey de yoktur. Mağlûbiyet de olabilir ve
hedef zafer ve İslâm’ın hâkimiyeti olsa da, önemli olan şey, bu yolda olmak ve
bu yolda gayretli bir şekilde canlarla ve mallarla cihad edebilmektir. Biz bununla
mêmuruz. Allah bizi lâyık bulursa ve dilerse zafer nasip eder.
Târih boyunca müslümanların
mücâdeleleri her zaman zaferle bitmemiş ve yenilgiler de yaşanmıştır. Fakat
mücâdele yâni sefer hiç bitmemiştir. Eğer mücâdele düzlükte olmazsa dağlıkta ve
hattâ küçük bir mağara bile devâm eder. “Ferman padişahınsa dağlar bizimdir”
denmiştir.
Tamamlanmış İslâmî bir
hareket plânı yoktur ve zâten Peygamberimiz, Kur’ân’ın henüz yarısı inmişken “hareket”e
(hicret) başlamıştı. Fakat körü-körüne ve bir heyecanla da iş yapılmamalı, işin
önü-arkası iyice düşünülüp hesaplanmalıdır ki Peygamberimiz her zaman bunu
gözetmiştir.
Eğitim süreci çok sıkı ve
gayretli olmalıdır ve hareket için çok acele edilmemelidir. Fakat süreç
uzayınca da düşünceler değişebilir ve “gayri İslâmî bir yöntemle devâm edilmesi
düşüncesi” yâni sistem-içi mücâdele düşüncesi ve isteği insanların kâlplerini
kuşatmaya başlayabilir. Nitekim çoğu İslâmî(!) hareket, “parlamento ve
demokrasi yoluyla mücâdele etme” yöntemini benimsemeye başlamıştır ve zamanla
da bu seküler yolun “İslâm’ın istediği yol olduğu”nu dile getirmeye başlamışlardır.
Bilgiye, bilince ve İslâmî
şuura sâhip bir alt-yapı kurmak ilk önceliklidir ve bu konuda gayretli olmak da
şarttır. Bu bir takvâ işi de olduğundan, “takvâda yarışmak” ve acele etmek
mâkûldür. O hâlde gerekli olan nitelikli alt-yapıyı oluşturmada acele etmek
gerekir. Fakat acelecilik bizi yetersiz alt-yapıyla yola çıkmaya zorlamamalıdır.
Şu da var ki, hedef yolunda geçen zaman uzayınca, tâviz vermek düşüncesi ve eylemi
oluşmaya başlar.
Şirk, küfür, adâletsizlik ve
zulmün ne olduğunu sağlam bir bilinçle kavrayana kadar acele edilmemelidir. Yine
bu kavrayışla sınanana kadar ve “çürükler” ilk etapta ayıklanana kadar harekete
geçmek kötü sonuçlar doğurabilir.
Bir tohum saçıldığında onu
hasat etmek için bile elbette bir zaman/süreç geçmesi gerekir. Bir fidan
dikildiğinde onun ağaç olup meyve/ürün vermesi için belli bir zaman geçmesi
gerekiyor. Bu gerçeği ıskalamıyoruz ve bir sürecin olması gerektiğini biliyoruz
ve biz de söylüyoruz. Fakat, “hasat”ın da zamânında yapılması gerekir” diyoruz.
Zîrâ hasat, zamânında yapılmadığında “çürüme” kaçınılmaz olur-oluyor. O şey
artık başka bir şeye dönüyor. Boşa gidiyor. Meyve-ürün olgunlaştığında artık
hasat yapılmalıdır. Yandaki bahçenin meyvelerin de olgunlaşmasını beklemeye gerek
yok. Acele etmek ve acele etmemek aynı şekilde sonuçlanabiliyor. Bu nedenle
dengeyi iyi gözetmek gerekiyor.
Müslümanların işi çok
savsakladığını gördüğümüz için, tedrîciliği boş vermeden âcilciliği daha
doğrusu çabukluğu savunuyoruz. Çünkü her-şey zamânında olmalıdır. “Geç gelen
adâlet, adâlet değildir” denir meselâ. Pişmiş aşı daha fazla ateşte tutmak
olmaz. Zîrâ yemek ziyân olur. Tövbeyi bile zamânında yapmak gerekir. Ölüm
hâlinde yapılan tevbe geçersizdir çünkü.
O hâlde; âcilcilik ve
tedrîcilik yerine, “âcil bir tedricilik” sözünü ilke edinmek gerekir.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Ekim 2018
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder