“İnsanlar tek bir
ümmetti. Allah, müjdeciler ve uyarıcılar olarak peygamberler gönderdi ve berâberlerinde,
insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm vermek
üzere hak kitaplar indirdi…” (Bakara
213).
500 yıl önceye kadar götürülse
de, aslında 200-250 yıl önce; Fransız Devrimi, Sanâyi Devrimi, Emperyâlizm ve
Bilim-Teknolojinin yaygınlaşmasıyla başlayan kapitâlist süreç, 19. yüzyılda “batı’nın
dîni” hâline geldi. Osmanlı’nın da etkilendiği bu süreç, 1. Dünyâ Savaşı’ndan
sonra hızlandı, 2. Dünyâ Savaşı’ndan sonra ise zirveye çıktı. 1970’li yıllara
kadar “paranın gerçek bir karşılığı olduğu için” para henüz sanal bir hâle
gelmemişti ve insanların aklını başından almamıştı. Fakat artık “altın
karşılığı” değil de “nefis karşılığı” basılan sanal parayla birlikte bir “para
fazlalığı” ortaya çıktı. Bu-arada altın, koltuğunu dolara bıraktı. Tüm Dünyâ da
bu târihten îtibâren doları “îtimat edilen geçerli para” olarak kabûl etti ki,
Amerika’dan sonra Dünyâ’nın ikinci süper gücü olan Sovyetler Birliği’nin
yıkılmasının sebeplerinden biri de budur.
Bu durum Türkiye’de 1980’lerden
sonra Özal ile birlikte bâriz hâle geldi. 83’te başlayan Özal’lı dönemle
birlikte Türkiye’de de liberâl-kapitâlist-teknolojik değişimler (birileri için
gelişimler) başladı. Bunun halktaki yansımaları ise 90’lı yıllar ile birlikte
görüldü. 90’lı yıllara kadar Türk halkının geneli benzer tasavvur, düşünce,
yaşayış ve eyleyiş hâlindeydi. İnsanların tek derdi, emekli olabilecekleri iyi
bir iş bulabilmek, askerliğini yapıp evlenmek ve bir ev sâhibi olabilmekti.
Daha sonra da çocukları için evinin üstüne yapacağı bir yada iki katı
tamamlayıp hep birlikte mutlu-mesut yaşamak düşüncesi vardı.
90’lı yıllara kadar insanların
birbirleriyle ilişkisi de gâyet samîmi idi. Zâten cep telefonu, bilgisayar ve
internet yoktu. Televizyon da, çoğu siyah-beyaz olmak üzere “tek kanal”dan ibâretti.
Bu nedenle akrabalar ve komşular arasında gelip-gitmeler ve birbirlerinin mallarına
ve çocuklarına sâhip çıkmalar vardı. Hoş-sohbet misâfirlikler ve muhabbetler oluyordu.
Komşular birbirleriyle farklı görüşlerde ve siyâsî tercihlerde olsalar bile bu
çok da bir zorluğa ve ayrılmaya sebep olmuyordu ve aynı mahallede ve sokakta
belki kıt-kanaat geçiniyorlardı ama mutlu-mesut ve umu içinde yaşıyorlardı.
Çünkü 90’lı yıllara kadar, -bâzı istisnâları saymazsak- insanlarda belirgin bir
hırs yoktu. Bir araba alayım, oradan bir arsa çevireyim, bir dâire de şuradan alayım,
parayı fâizde katlayayım, dolara koyayım vs. konuları belirgin değildi ve çok
da konuşulmazdı. Yâni iş henüz çığırından çıkmamıştı.
İnsanlara batı’nın ama
özellikle de Amerika’nın ifsâd edici kültürü, tek kanallı yıllarda yayınlanan,
başta Dallas olmak üzere bâzı dizilerle ve filmlerle girmeye başladı. İnsanlar
o dizilerde yalanı-dolanı, ihtirâsı, hırsı, yolsuzluğu, ahlâksızlığı,
aldatmayı, ihâneti vs gördü ve öğrenmeye başladı. Çocuklar ise, 90’lı yılların
sonuna kadar sokak oyunları oynarlarken, buna ilk darbe “atari” ile geldi.
Artık araya bir “fitne” girmişti ve “atarisi olanlar ve olmayanlar” olarak
çocuklar ayrılmıştı. Artık geliştirici oyunlar yerine mıhlanıp kaldıkları yerde
atarileri ile oynamaya başlayan çocuklar arasındaki yakınlık ve işbirliği
kayboldu. 90’lı yıllarla birlikte “zehir”, Türkiye’nin ve Türk halkının kanına
karıştı.
Bu târihte yine batı’nın
ürünleri olan kot pantolon, marka kıyâfetler ve fast-food beslenme tarzı
yaygınlaşmaya başladı. “İnsan yediğidir” sözü mucîbince, yenilip-içilenler
değiştikçe insanların karakterleri ve tavırları da değişmeye başladı. Artık insanlar
diğer insanlardan farklı olmayı istiyordu. Ev, araba, arsa, yazlık, iş, yeme-içme,
kıyafet vs. olarak farklılık ve zenginlik istemeye ve bunun için hırslanmaya
başladılar. 80’li yıllarda halkın büyük çoğunluğu köylerde yaşarken, köyden
kente göç ile birlikte kentler büyüdü ve dolup taştı. İşte kentlere sonradan
gelen ve hırs yapıp para ve zenginlik peşinde koşturanlar, şu repliği
ezberlediler; “ben buraya bi 10 yıl önce
gelecektim ki, görecektin sen beni”. Günümüzde de kentlere daha erken gelenlerin
“kentsel dönüşüm projelerini görünce”; “zamânında şuradaki arsalar bedâvaydı,
parsel-parsel satılıktı, 3-5 alaydık köşeyi dönmüştük” tarzında laflar ettiği
gibi. Fakat 90 öncesinde insanlarda böyle bir düşünce yoktu. Çünkü “küresel zehir” henüz yayılmamıştı. Bu nedenle
de insanlar hırslı değillerdi. Bir yada iki katlı evi olan ve emekli olabileceği
SSK’lı bir işi olan insanlar “zengin” sayılıyordu. Üstelik insanlar çok daha
basit ve az şeylerle tatmin olabiliyordu. Zîrâ zihinlerini bulandıracak
üretimler henüz yaygınlaşmamıştı. Bu konuda şeytanın fısıltıları yoğun değildi.
Belki de şeytan bile 90 sonrasını, hele milenyum sonrasını hayâl bile
edemiyordu.
90’dan önce mis kokulu
lezzetli yiyecekleri yerken, 90’dan sonra ise, çeşitli katkılarla paketlenmiş,
besin değeri düşük ve tadı-tuzu olmayan yiyecekleri yemeye başladık. Bunlar
bize yarârından çok zarar getiriyor. GDO’lu ürünler 90’dan sonra çok yaygınlaştı.
İşte bu fitne, ifsâd ve
bozulma 90’lı yıllardan sonra başladı. Yeme-içme-giyme, ev-araba, ev eşyâları,
iş çeşitleri, düşünceler, dinlenilen müzikler vs. çok değişti ve Avro-Amerikan
kültürüne uygun hâle gelmeye başladı. Zâten bu-arada televizyonlar renklendi ve
kanal sayısı arttı. Çokluk yanında ahlâki bozukluğu da getirdi. Tabi bununla
birlikte ahlâkî seviyede belirgin düşüşler yaşanmaya başladı.
90’dan sonra Sovyetler’in yıkılıp
kapitâlist Amerikanın tek başına kalarak meydanı boş bulması ve Dünyâ’yı tek
başına yönetmeye başlamasıyla birlikte bir batı’lılaşma başladı, dünyâcılık
başladı, hırs başladı, insanları zengin olma hayâli ve telâşı sardı kuşattı.
Sonunda kapitâlist bir dünyâ kuruldu. SSCB yıkılınca Amerika zihniyeti tüm
Dünyâ’ya yayıldı. Tüm dünyâ “küçük Amerika” olma yoluna girdi. 90’dan sonra
nefisler kışkırtıldı. Kâlpler köreldi. Artık herkes birbirinden üstün olmayı
istemeye başladı. “Bende olsun ama onda olmasın” düşüncesi yayıldı. Dostluklar
zayıfladı, kayboldu. 90’dan önceki zamanlarda ismi bir eşcinsel ile anılmak
kavga sebebiydi, şimdilerde bu bir övünç ve hava atma sebebidir.
2.000’den sonra ise başta Türkiye
olmak üzere müslüman coğrafya dînî duyarlılığını kaybetmeye başladı. AB’ye
girme ve Amerika’ya yaranma uğruna verilen tâvizlerle Türk insanı
geleneklerini, dînî duyarlılığını, merhâmetini ve vicdânını belirgin ölçüde
yitirdi. Artık o şeytânî hırs Türkiye’yi de sardı sarmaladı. İnsanlarda ilke,
hedef, özveri gibi duygular uçup gitti. “ABD’ye ve Avrupa’ya ne kadar benzersek
ve onları ne kadar iyi ve sıkı tâkip edersek o oranda başarılı olacağımız ve nefislerin
de o oranda tatmin olacağı” düşüncesi oluştu. Böyle zannedildi. İnsanlar hazza
kilitlendi ve bu uğurda her-şeyi yapmaya hazır hâle geldi. Okullar gençleri
yozlaştırdı, işyerleri insanları ayrıştırdı ve yıprattı. Şirk, küfür ve zulüm
yaygınlaştı. Çünkü doğala, normâle ve fıtrata yâni dîne aykırı yaşamlar “din”
oldu. Milenyum ile birlikte her türlü sapıklık ve sapkınlık normâlleşti. Hattâ
ultra-modern olmayanlar ve bu şekilde yaşamayanlar yobaz görüldü-gösterildi, “öteki”
îlân edildi ve terörist olarak fişlendi. İfsâd edilmeyen bir şey kalmadı.
Üstelik gidişâta baktığımızda önümüzdeki yıllarda işin iyice çığırından
çıkacağını görmek zor değil. Zîrâ uygulamaya sokulmaya başlanan yeni projeler
insanları tam bir hayvana dönüştürecek projelerdir.
Ne ilginçtir ki insanlar haz
uğruna kendilerini yok edecek yada bir hayvana çevirecek projeleri hiç
sorgulamadan baş-tâcı ediyorlar. Fıtrata saldırılarak, kadınlar erkeklerden üstün
duruma getirildi yada getirilmeye çalışılıyor. Hâlbuki Allah tam tersini uygun
görmüştü (Nîsâ 34). Erkekler kadınlaştı, kadınlar erkekleşti. Çocuklar evin
yöneticisi oldu. Fıtrata ihânet diz boyu. Tabi erkekler ile kadınlar arasındaki
“doğal fark” ortadan kalkmadığı için acıklı sonuçlar yaşanıyor. Yine çocuklar ve
gençler ilahlaştırılmaya başlandı. Dokunulmaz hâle gelindi. Hayvanlar için
düşünülen projelerin sonunda çoğu hayvan insanlardan üstün duruma gelecek. Eşcinsellik ve sapık cinsel tarzlar
eleştirilip îtirâz-isyân edilmesi gerekirken, tam tersine savunulmaya başlandı.
Evlenmeler azaldı boşanmalar çoğaldı. Makineler insanlardan üstün hâle geldi.
Eşyâlar insanlardan daha değerli oldu. İnsanlar dîni ve değerleri hiç umursamaz
ve takmaz oldu.
İşin ilginç ve üzücü tarafı
ise; din ile uğraşanların, din yolunda mesâfe alanların da mevcut beşerî
ideolojilere, siyâsete, ekonomiye, bilime, sapık düşüncelere destek vermesidir.
Kafa ve beden konforunu bozmamak uğruna dînin düşman olduğu şeyleri aşırı yoruma
tâbi tutarak sözde meşrûlaştırdılar. Hiç-bir sapıklığa bir eleştiri, îtirâz ve
isyanları yok. Din kâlplere, zihinlere, vicdanlara ve dört duvar arasına
hapsedildi. Nefisler ise hayâta hâkim oldu. Kur’ân “beyin fırtınaları”nın
nesnesi yapıldı. Artık umutlar kayboldu. Târihte hiç olmadığı oranda modern insan
büyük bir boşluğa düştü. İntiharlar arttı, suçlar arttı, hastalıklar arttı,
sapıklıklar arttı. Saygı, sevgi, özveri, merhâmet, vicdan, yardımlaşma, sevgi
ve “kerim öfkeler” yok oldu. Dünyâ yaşanmaz bir hâle geldi-geliyor. Dünyâ
cehennem döndü-dönüyor. Tüm ışıltılarına rağmen Dünyâ, “dünyâ” olalı, böyle
ultra-modern zamanlardaki gibi bir karanlığa gömülmemişti.
İmdi; bundan sonra Allah ya
duyarlı bâzı insanların duâlarına karşılık verecek ve insanlara merhâmet ederek
onları bir önder ve toplum öncülüğünde “yeni bir yol”a sokacak ve örnek bir
ideâl toplum (İslâm toplumu) oluşarak Dünyâ pisliklerden temizlenme yoluna
girecek, yada fitne ve ifsâd gün geçtikçe artıp çoğalacak ve “kritik eşik”
aşılıp “sünnetullah” devreye girince, insanlar önce Dünyâ’da, sonra da âhirette
derin pişmanlıklar içinde ağır bir azâba duçâr olacakları bir süreci
yaşayacaklardır. Fakat son pişmanlık fayda etmeyecektir:
“…Bunları da ‘dayanılmaz
bir sarsıntı’ tutuverince, dedi ki: Rabbim, eğer dileseydin, onları ve beni
daha önceden helâk ederdin. (Şimdi) İçimizdeki beyinsizlerin yaptıklarından
dolayı bizi helâk edecek misin?...”
(A’raf 155).
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Mart 2019
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder