4 Nisan 2019 Perşembe

Makyaj


“Allah’ın boyası... Allah(ın boyasın)dan daha güzel boyası olan kimdir?. Biz (yalnızca) O’na kulluk edenleriz” (Bakara 138).

 

Yüz-göz boyama (makyaj) pagan bir olgudur. Pagan ibâdetlerinin bir uygulamasıdır. Paganlar yüzlerini-gözlerini boyayarak yâni makyaj yaparak -güyâ- bir çeşit tesettüre girdiklerini düşünürler ve âyinlerini bu şekilde yaparlardı. Paganlar ibâdet ederken makyaj yaparlardı ve yüzlerini ve vücutlarını aşırı bir şekilde boyarlardı. Dolayısı ile makyaj, pagan bir görünüm olarak çıkmış “gerici” bir uygulamadır. Bu durum, uzak-doğu ülkelerinde yüze yapılan aşırı makyaj şeklinde, yozlaşmış bir dînin uygulaması olarak yer-yer sürdürülüyor. Güyâ böylece yüzlerini saklamakta yâni tesettüre sokmaktadırlar. Uzak-doğu ülkelerinde aşırı makyaj bir çeşit tesettür olarak kullanılır. Yüz o kadar çok boyanır ki, kişi tanınmaz ve kim olduğu belli olmaz bir hâle gelir. Demek ki makyajın “bâtıl bir dîn” ve “bâtıl bir tesettür” yönü de vardır.  

 

Din, bir “yaşam-şekli, yaşam-tarzı” demek olduğuna göre, her dînin bir yaşam-şekli olur ve günümüzde de tüm Dünyâ’da hâkim olan bir yaşam-tarzı (din) vardır. Günümüzdeki bu yaşam-tarzı, “modern yaşam-tarzı”dır. Modernizmde; klâsik olandan, doğal olandan, normâl olandan ve fıtrî olandan nefret edildiği için, bunlar sürekli baskılanır ki bu baskılamanın bir çeşidi de, “yaratılış şeklini değiştirmek”le yapılır. Bu değişimin insandaki görünümü, başta “makyaj” olmak üzere, beden üzerinde çeşitli değişiklikler yaparak ortaya çıkar. Bu tabî ki de şeytanın bir ayartmasıyla yapılmaktadır:

 

“Onları -ne olursa olsun- şaşırtıp-saptıracağım, en olmadık kuruntulara düşüreceğim ve onlara kesin olarak davarların kulaklarını kesmelerini emredeceğim ve Allah’ın yarattığını değiştirmelerini emredeceğim. Kim Allah’ı bırakıp da şeytanı dost (veli) edinirse, kuşkusuz o, apaçık bir hüsrâna uğramıştır” (Nîsâ 119).  

 

Kadının en iyi süsü edep ve hayâ ile süslenmektir. Hayâ ile süslenenlerin başka bir süse ihtiyaçları yoktur. Allah’ın boyası ile boyananların da makyaj adı altında başka boyalar aramaları -eğer çok özel bir durum yoksa- gereksizdir. Zîrâ bedenin doğal rengi, bıktırmayacak kadar güzel bir renktir. Tenin rengi, gözlerin rengi, saçların-kirpiğin-sakalın rengi, dudakların rengi, tırnakların rengi, dişlerin rengi vs., hem bıktırmayacak bir güzellikte, hem de bedenin her yanıyla en uygun-uyumlu renktedir. Kozmetik ürünlerle yapılan makyajlamada ise mutlakâ bir uygunsuzluk olur ve doğal olmayan absürd bir görünüm ortaya çıkar. Üstelik renkler de bedenin genel bütünlüğü ile uyum sağlamaz. İnsan Allah’ın bir sanatıdır ve En Üstün Sanatçı tarafından yapılan bu sanatta bir uygunsuzluk yoktur. Bu nedenle bu mükemmel “sanat ürünü”ne yapılacak bir eklemede-hamlede bir uygunsuzluğun çıkmaması imkânsızdır. Allah bu mükemmel sanat ürünü için, çıplaklığını örtecek ve süs olacak elbiselerin giyilmesini emreder:

 

“Ey Âdemoğulları, biz sizin çirkin yerlerinizi örtecek bir elbise ve size süs kazandıracak bir giyim indirdik (vâr-ettik). Takvâ ile kuşanıp-donanmak ise, bu daha hayırlıdır. Bu, Allah’ın âyetlerindendir. Umulur ki öğüt alıp-düşünürler. Ey Âdemoğulları, şeytan, anne ve babanızın çirkin yerlerini kendilerine göstermek için, elbiselerini sıyırtarak, onları cennetten çıkardığı gibi sakın sizi de bir belâya uğratmasın. Çünkü o ve taraftarları, (kendilerini göremeyeceğiniz yerden) sizleri görmektedir. Biz gerçekten şeytanları, inanmayacakların dostları kıldık. Onlar, çirkin bir hayâsızlık işlediklerinde: ‘Atalarımızı bunun üzerinde bulduk. Allah bunu bize emretti’ derler. De ki: Şüphesiz Allah, çirkin hayâsızlıkları emretmez. Bilmediğiniz bir şeyi Allah’a karşı mı söylüyorsunuz?” (A’raf 26-28).

 

Evet; elbise süstür fakat modern dünyâ, çıplaklığı süs zannediyor. Elbiseyle süsleneceklerine elbisesizlikle yâni çıplaklıkla güyâ süsleniyorlar. Elbiseyle süslenmek “örtünmek” demektir. Fakat modernizmde süslenmek, “açılmak-çıplaklaşmak” demektir. Modern elbiseler, örtünmenin değil, açıklığın bir aracı oldu. Elbise bedeni ne kadar açıkta bırakırsa o oranda beğeni kazanıyor. Artık elbise, örtünmenin aracı olarak değil, çıplaklığın bir nesnesi olarak kullanılıyor.  

 

Şeytan, modern zamanlarda güzellik algısını değiştirdiği için artık “doğal güzellik” insanların ilgisini çekmemekte ve aslında doğal ve normâl olanı perdeleyen makyaj ve çeşitli süslenmelerle süslenmiş olmak ilgi görmektedir. Doğallıktan uzaklaşıldıkça makyaj ve süs artmakta ve çeşitlenmektedir. Fakat bu belli bir noktada durmamakta ve modern insanı, yaptığı hiç-bir değişiklik tatmin etmemektedir. Öyle ki, doğal-normâl-fıtrî olanı değiştirmenin çivisi çıkmıştır ve artık şeytanın güdümüne girmiş olanlar ten renklerini bile değiştirmeye kalkmışlar ve tabî ki bunun bedelini çok ağır bir şekilde ve hattâ canlarıyla ödemişlerdir. Bilindiği gibi dünyâca ünlü şarkıcılardan biri, Allah’ın kendisi için doğuştan yarattığı ten rengini beğenmediğinden dolayı bir kompleksle teninin rengini değiştirme uğruna çeşitli kozmetik ve kimyâsal ilaçlar kullanmış ve sonunda çok absürd bir varlığa dönüşmüştür. Bu değişimden kendisi bile rahatsız olmuş olmalı ki, yaptığı değişiklikle görülmekten sakınmaya başlamıştır. Belki de bu şarkıcının hayâtının sonlanmasına da neden olan o yaptığı şey, hem akılsızlığının hem de Allah’ın bir cezâsı olmuştur.

 

İslâm’a göre kadın sâdece kocasına karşı süslenmelidir. Fakat bu süslenme, çok absürd şekilde yapılmamalıdır. Çünkü Allah’ın yaratmasına aykırı olacak her makyaj ve süslenme, onu aslında olduğundan daha kötü gösterecektir.

 

Kadından makyaj yapmasını istemek, kadına hakâret etmek demektir. Çünkü kadından makyaj yapmasını ve kadını sürekli makyajlı görmeyi istemek, kadını “olduğu gibi kabûl edememek” demektir ki, eğer estetik bir neden yoksa bunu istemek kadında bir kusur olduğunu söylemek anlamına gelir. Lâkin modern kadın için; bacaklarında meydana gelen bir selülit, yüzünde çıkan bir sivilce yada leke ve bel bölgesinde oluşan bir miktar yağlanma, açlıktan-susuzluktan ölen çocuklardan, üzerlerine bomba yağan ve mahvolan hayatlardan bin kat daha önemlidir. Makyaj küresel bir travmadır hâline gelmiştir. Celaleddin Vatandaş, makyaj ve makyaj uğruna yapılanlar hakkında şunları söyler:

 

“Bugün insanlar bedenlerinin kölesi hâline getirilmiştir. Sanâyi devriminden sonra moda, kozmetik ve tıp, insanları belli bir formun güzel olduğuna; kişiye, o formu korumaya çalışmazsa toplumdan dışlanabileceğini telkin etmeye başladı. Böylelikle beden köleliği de başlamış oldu. Artık insan, hapishâneye dönüştürülmüş bedeninin duvarları içindedir; mahkûm olan da kendisidir, gardiyan olan da. Bedenin hapishâneye dönüşümü ise kapitâlist kültür endüstrisinin kozmetik, moda ve tıbbın bâzı alanlarıyla gerçekleştirdiği dayatmalarla sağlanıyor. Kapitâlist kültür endüstrisi, özellikle de kadınları, bu köleliği gönüllüce yaşar hâle getirmiş bulunuyor. Çünkü başta medya organları olmak üzere bir-çok araçla müthiş bir zihin inşâsı gerçekleştirilmekte ve insanlık târihinde ilk defâ olmak üzere kadının tüm değeri tamâmen bedenine indirgenmiş bulunmaktadır. Hattâ öyle ki kadın bedeninin ideâl ölçüleri de belirlenmiş durumda; 90-60-90. Ergenlik dönemi ile 30’lu yaşlar arasında korunabilecek bu ölçüler son derece şeytânî bir incelikle oluşturulmuştur. Zîrâ bu ölçülere sâhip olmak, sâhip olununca da korumak zordur ve tek-tipleştirilerek ideâlize edilen kadın imgesinde tüketim baş-rôlü oynamaktadır. Söz-konusu ölçülerdeki beden yapısını korumak için diyet ürünleri, sıkılaştırıcı kozmetik ürünleri, spor ürünleri ile kapitâlist üretim kendisine büyük ve sürekli pazar oluşturmuş durumdadır. Eğer ideâlleştirilen ölçülerden ortadaki rakam on birim yükseltilse, kadın bedenine yönelik tüketimin oldukça ciddî oranlara varan miktarda düşeceği kesindir.

 

Dünyâ genelinde kozmetik ürünlerine her yıl 250 milyar dolar civârında para harcandığı tespit edilmiştir. Ekranlardan, reklâm panolarından gözlerinin içine sokulan sözde kusursuz mankenleri gördükçe kendi eksiklerinin farkına varan kadınlar, sözde eksiklerini tamamlamak için yüzlerini-gözlerini boyayarak, üzerlerine modaya uygun yeni elbiseler alarak, tıbbî operasyonlardan geçerek kapitâlizm tarafından dayatılan ideâl kadın ölçülerine ulaşmaya çalışıyorlar. Değeri bedenine indirgenmiş ve ideâl ölçüye yakın olduğu oranda kendini mutlu hisseden kadın, ideâl ölçüden uzaklaşmaya başlamasıyla psikolojik sorunlar da yaşar hâle geliyor.

 

Tüketimi yaygınlaştırmak ve sürdürebilmek için beden köleliğini evrenselleştiren modernite, modern insana dayattığı güzellik takıntılarının gereğine uygun olarak her an her yerde hayvanları katletmektedir. Köpekler, kediler, tavşanlar, kuşlar, atlar, balıklar, fareler.. Dünyâ’da her yıl yüz milyondan fazla hayvan; deneylerde diri-diri kesiliyor, vücutlarına zehirli kimyâsallar damlatılıyor, yakılıyor, parçalanıyor, kör ediliyorlar. Hayvanlara yönelik bilimsel şiddetin en yaygın sektörünü ise kozmetik sektörü oluşturmaktadır. Her gün en modern ülkelerin en modern laboratuvarlarında tahminlere göre milyonlarca hayvan modern insanın güzellik tutkularına cevap vermek için katledilmektedirler. Kozmetik endüstrisinin uyguladığı hayvan deneyi yöntemleri şunlardan oluşmaktadır:

 

Draize Testleri: Draize göz tahriş testleri, ilk olarak 1940’larda uygulanmaya başlandı. Bu ilk deneylerde tavşanların gözlerine sıkılan bir maddenin ne kadar tahriş edici olduğu belirlenmeye çalışıldı. Bu testlerde hayvanlar genellikle sâdece başlarını dışarıda bırakan âletlere sıkıştırılıyor ve böylece hayvanın gözünü kaşıması yada ovuşturması engelleniyordu. Bugün draize testleri çok yaygın bir şekilde uygulanmaktadır. Test edilmek istenen madde (örneğin, göz fan, rimel, çamaşır suyu, şampuan v.b.) hayvanın gözüne damlatılmaktadır/sürülmektedir. Deney için hayvanların alt göz-kapağı dışarı çekilmekte ve böylece oluşan çanağa madde konulmaktadır. Sonra göz kapatılmaktadır. Bu işlem bâzen bir-kaç kez tekrâr etmektedir. Deneye tâbi tutulan hayvan (bu hayvan genellikle tavşandır) her gün gözlemlenerek, gözlerinde şişme, çıban, iltihap ve kanama olup-olmadığı belirlenmektedir. Deney günlerce ve hattâ bâzen üç hafta sürebilmektedir. Bâzı maddeler o kadar ciddî bir hasâra yol açmaktadır ki, hayvanın gözleri bütün temel niteliklerini kaybetmektedir.

 

LD 50 (Lethal Dose -Yüksek Doz) Testleri: Bir maddenin ne kadar zehirli olduğunu belirlemek için akut oral toksisite testleri yapılmaktadır. 1920’lerde geliştirilen bu testlerde hayvanlara -ruj ve kağıt gibi yenmeyen maddelerde olmak üzere- çok çeşitli maddeler ya zorla yada boğazlarına soktukları bir tüple yedirilmektedir. Standart testler 14 gün süreyle uygulanmakta, fakat bâzıları altı ay süreye kadar uzayabilmektedir. Tabî ki hayvanlar hayatta kalırsa. L Deney süresince hayvanlarda kusma, ishâl, felç, kasılma ve iç kanama gibi klâsik zehirlenme semptomlarına rastlanmaktadır. En bilinen akut toksisite testi LD 50 (Lethal Dose) testidir. LD 50, yüzde 50 öldürücü doz, yâni deneye dâhil edilen hayvanların yarısını öldüren madde miktarı anlamına gelmektedir. Bu dozu belirlemek amacıyla, örneklem olarak belirlenen hayvan grupları zehirlenmektedir. Genellikle, hayvanların yarısının öldüğü noktaya ulaşılıncaya kadar hepsi şiddetli derecede hastalanarak yoğun bir acı çekmektedir. Oldukça zararsız maddeler söz-konusu olduğunda bile hayvanların yarısını öldürecek konsantrasyonun belirlenmesinin iyi olacağı düşünülmekte ve çok miktarlarda madde hayvanlara zorla yedirilmektedir. Deneyin tek amacı maddenin ne kadarının hayvanların yarısını öldüreceğini ölçmekten ibârettir. Ölmekte olan hayvanların acısına son vermek, deney sonucunu etkileyeceği için böyle bir uygulama söz-konusu değildir. Sâdece Amerika’da, ABD Kongresi Teknoloji Değerlendirme Dâiresi’nin (OTA) yaptığı açıklamaya göre her yıl bir-kaç milyon hayvan bu toksikoloji testlerinde can çekişerek öldürülmektedir.

 

Dermal Toksisite Testleri: Dermal Toksisite Testleri’nde, hayvanların kürkleri kazınmakta ve madde hayvanın cildine uygulanmaktadır. Tahriş olan yerlerini kaşımalarını önlemek amacıyla hayvanlar hareket edemeyecekleri kutulara sıkıştırılmakta veyâ bir boyunlukla engellenmekteler. Bu-arada cilt kanayabiliyor, kabarabiliyor ve soyulabiliyor”.

 

Başörtüsü-tesettür kadınlar için hem dînin bir emri hem de bir süs olduğundan, kadınlar hem başörtüsü ve genel örtünmelerine titizlikle uymalı, hem de tesettürü “ayağa düşürmeyecek” şekilde uygulamalıdırlar. Post-modern zamanlarda kadınların çoğu baş-örtüsünü bir “aksesuar” olarak kullanmaya başladı. “Makyajsız çıkmam” diyenler gibi, “baş-örtüsüz çıkmam” diyenler peydâh oldu. Onu bir süs nesnesi olarak, bir “imaj aracı” olarak, makyajlarını tamamlayan bir parça olarak kullanıyorlar. Hattâ bâzıları onu “ârızalı” yerlerini gizlemek için kullanıyor. Oysa baş-örtüsü ve tesettür “ziynetlerin örtülmesi” içindir. Amaç budur yâni. Baş-örtüsü imajın değil, îmânın bir göstergesidir. Mü’min kadının kimliğinin göstergesidir.

 

Giyinip örtünen ve sonradan tesettüre giren kişilerde oluşan o mutluluk hâlinin nedeni, örtünün doğasında bulunan o “doğal durum”un kazandırmış olduğu mutluluk hâlidir. İlkellikten kurtulmanın vermiş olduğu mutluluk. Zîrâ çıplaklık ilkelliktir. Zâten elbise giymenin özünde bir zevk vardır ve özellikle kadınlarda bu duygu çok fazladır. Çünkü kadınlar kendilerinde bulunan güzellik ve çekicilikten ve de bu güzellik ve çekiciliği gösterme arzusundan dolayı açılıp-saçılmaya ve “göstermeye” meyyâldirler. Bunu önlemek isteyen Allah onlara Peygamber hanımları üzerinden şunu emreder:

 

“Ey Peygamber!, eşlerine, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına dış elbiselerinden (cilbablarından) üstlerine giymelerini söyle; onların (özgür ve iffetli) tanınması ve eziyet görmemeleri için en uygun olan budur. Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir” (Ahzâb 59).

 

Müslüman kadınlar temizliklerine önem vermelidirler fakat bir-kaç küçük dokunuş hâricinde makyaj yapmamalıdırlar. Kurumayı ve yıpranmayı önleyici bitkisel kremler sürülebilir, hafif oranda sürme çekilebilir ve kimsenin dikkatini çekmeyecek ve “rahatsız etmeyecek” kokular kullanılabilir tabi. Erkeksi görünüme neden olan kıllardan (abartmamak kaydıyla) arınmak da normâldir.

 

İlk hristiyanlar; süs, lüks ve ziynet maddelerini hor görüyorlardı. Bilhassa küpe takanları, makyaj yapanları, saçlarını boyayanları, peruk takanları ve sakallarına fazla îtinâ gösterenleri ayıplıyorlardı. Bütün bu câzibe vâsıtaları ve lüks hileleri, insanı yaratırken sanki ona uygun güzelliği vermemiş gibi, “Allah’ı suçlama” veyâ tabiattaki ilâhî düzene hakâret olarak kabûl ediyorlardı.

 

Saf güzellik, değerini kaybettiğinde ve kınalı eller “ezik” görülünce, “ojeli parmaklar” ortaya çıkmıştır. Batı’lılaşmadan önce Osmanlı kadını için şunlar söylenmiştir: Güzel şekilli siyah parlak gözler, taptâze sedef gibi bir ten, bu ülkenin kadınlarını Avrupa’lılardan ayırır. Üstelik onların vücut güzelliği, korse, balina gibi şeylere de bağlı değildir, ama dâima endamlı, dâima güzel vücutludurlar. Sonra zamânın tahribatını saklamak yâhut ihtirasların düzensizliğini beyhude çârelere başvurmazlar. Müslüman kadınlar ne ruj bilir ne de far”. 

 

Doğal bir boya olan kına kullanmak da aşırı ve dikkat çekici olduğunda doğru olmaz. Kına, doğal da olsa bir makyajdır. Kanımca, eğer sağlık amacıyla ve bir yarar için kullanılacaksa geçici olarak kullanılabilir.

 

Parfüm güzel kokmaktan ziyâde dikkat çekmek içindir. Özellikle kadın parfüm ve deodorantları çok ağırdır ve çok fazla koku yayar. Bunun nedeni kadınların parfümleriyle dikkat çekmekleri içindir. Çünkü o ağır kokuyu duyanlar ille de dönüp şöyle bir bakarlar, “bu koku nereden geliyor” diye.

 

Kadın giyiminde ve görünümünde en önemli kural “dikkat çekmemek”tir. Meselâ sokağa ev-elbiseleriyle çıkılması doğru olmaz. İsterse bu, kısa bir süreliğine olsun fark etmez. Hattâ bu kural erkekler için de geçerlidir. Mü’minler, giyim-kuşam, sürme, koku, yürüyüş, bakış, konuşma vs. hiç-bir konuda dikkat çekecek ve kendilerini belli edecek tavırlara girmezler/giremezler. Bakışlarını yere indirsinler” emrini de dinlemelidirler. “Edeb Ya Huu!” sözü baş-tâcı edilmelidir.

 

Makyaj yapan kadın, nasıl müslüman kalabilir?. Çünkü makyajlı kadın, İslâm’ın gereklerini yerine getiremez. Meselâ abdest alamaz ve namaz kılamaz. Çünkü her seferinde yeniden makyaj yapmak zorunda kalacaktır ve bunu yapması imkânsızdır. Makyajlı kadın oruç da tut(a)maz, çünkü oruç, makyajlı olunduğunda kozmetik ürünlerin kokusundan yada rujun tadından dolayı “sakata” gelir. Hac zâten makyajlı olarak yapıl(a)maz. Makyaj yapan kadın zekât da veremez, çünkü tüm parasını kozmetiğe harcamıştır ve parası kozmetik ürünlere ancak yetmiştir.

 

Makyaj yapan kadın başörtüsü kullanan biri olursa, artık tüm elbiseleri de makyaja uygun olmak zorunda olacaktır. Başörtüsü kullanmayan kadın bir kere makyaj yapmaya başladığında, artık makyajlamadığı bir yeri kalmayacaktır. Tüm yüz boyandıktan sonra saçlar ve tırnaklar da boyanacak, sonunda elbiseye uygun giyim-kuşam da gerekecektir. Bu bir tuzaktır. Küresel kozmetik üreticilerinin hazırlamış olduğu bir tuzak. Zâten istatistiklere bakıldığında kozmetiğe harcanan paranın aşırı boyutlarda olduğu görülecektir. Kozmetiğe harcanan para Dünyâ’da 200 milyar Euro, Türkiye’de ise 2 milyar Euro’dur. Bu miktardaki para Dünyâ’daki açlık-susuzluk-evsizlik sorunlarını kökünden bitirebilecek miktarda bir paradır. Kozmetik artık bir alışkanlık olmuştur ve aynen sigara-içki-kumar-uyuşturucu alışkanlığı gibi, insan kozmetik kullanmadan yapamamaktadır. Evde belki de yiyecek ekmeği olmayanlar, yada kendi evi olmayıp da kirâda oturanlar, fâhiş fiyatlarla kozmetik ürünleri satın alıp kullanabilmektedirler.   

 

Makyaj kötü bir alışkanlıktır. İnsanın bilincini etkiler ve köreltir. Yâni bir-nevî sarhoş eder. Bir kere alışanlar sürekli olarak makyaj yapmak isterler. Üstelik sürekli yeni ürünlerle ve artan masraflarla birlikte. Makyaj hiç bitmeyen bir şeydir. Bir türlü sonu gelmez. Bir insana makyaj yapmaya başlarsanız, yapılması gereken makyaj uygulamaları için 24 saat bile yetmez. Makyaj ile kafayı bozmuş ve yemiş olan kadınlar o yüzden sürekli olarak kuâför ve güzellik merkezlerinde zaman geçirirler. Zîrâ bir türlü tatmin olamamaktadırlar. Tabi bu-arada güzellik(!) merkezlerinin sayısını da hızla arttırmaktadırlar. Türkiye’deki güzellik(!) salonlarının sayısı 100.000’den fazladır.

 

“Güzellik(!) sektörünün çirkin bir yüzü de vardır. İsmail Tokalak bu konuda şunları söyler:

 

Çeşitli kozmetikler kullanan kadınlar, bir-çoğu tehlike arz eden 515 çeşit kimyâsal kozmetiğin etkisine mâruz kalmaktadırlar. Kadınların kullandığı kozmetiklerin içinde 10.500 civânda kimyâsal madde bulunuyor. Bunların son otuz yılda yalnız % 20’sinin insan sağlığı üzerindeki etkileri test edilebilmiştir. Kozmetiklerin çoğunun toksin ihtivâ ettiği ve özellikle petrôlden yapılan ‘sodium lauryl sulfate’ı (SLS) ve parabenleri ihtivâ edenlerin oldukça tehlikeli olduğu bilimsel araştırmalar sonucunda ortaya konuldu: Kozmetik ürünler alerjen ve kansorejendir.

 

Batı’da kadınlar kozmetik malzemeler için yaşamları boyunca ortalama 15 bin dolar para harcıyor. 5 kadından dördü makyaj yapıyor ve ortalama günde 20 dakîkalarını makyaja harcıyorlar. ABD’de yapılan araştırmada, kadınların %82’si makyaj yaptıklarında kendilerini daha güvende hissettiklerini belirtiyor.

 

Kozmetik dendi mi çoğu kimse genellikle makyaj malzemelerini ve güzellik ürünlerini akla getirmektedir fakat çeşitli kremler de dâhil saç ve deri ürünleri, şampuanlar, deodorantlar, ağız gargaraları (non-fluorinated), sabunlar gibi ürünler hep kozmetik kategorisine girmektedir. Kozmetiklerde kullanılan bu kimyâsalların çoğu kanser yapma özelliği dışında, direk hormonları ve üreme sistemini etkilemektedir. Özellikle erkek çocukların üreme sistemlerini ve organlarını ana kamında tahrip etmeye başlamaktadırlar. Kozmetik ürünler erkek çocuklarda kadınsı genitâl değişikliklere sebep oluyor. Kız çocuklarında ise erken ergenlik yapıyor.

 

Illinois Üniversitesi Profesörü Dr. Samuel Sam Epstein’e göre; kadınların ve erkeklerin kırışıklıklardan ve çizgilerden kurtulup daha genç görünmek için kullandıkları pek çok ürün ve krem, derinin koruyucu üst tabakasını soyarak cildi Güneşin zararlı ışınlarına ve tehlikeli toksinlere karşı savunmasız bırakıyor. Dr. Epstein bu durumun deri kanserine yol açabileceğine dikkat çekiyor.

 

Modern zamanlarda kadınların çok fazla makyaj yapmasının nedeni, “kadınlıklarını göstermek istemeleri nedeniyledir. Modern kadın, kadınlığını, aşırı makyaj yaparak gösteriyor. Çünkü modern ve seküler kadınlar, kadınlığın en önemli göstergesi olan başörtüsü ve tesettürden yoksundurlar. Zâten tesettürde de gözleri yoktur.

 

Erkekler de makyaj yapmaya başladı. Eskiden sağlığa faydalı olduğu söylendiğinden dolayı erkeklerin gözlerine sürme çektiğinden söz edilirdi. Fakat modern erkek artık, aynen kadın gibi makyaj yapmaktadır. Yüzünü-gözünü boyadıktan sonra manikür-pedikür yaptırmak erkekler için sıradanlaşmıştır. Dövme de bir makyajdır ve “Allah’ın boyasının üzerine şekilli boyalar sürmek” demektir. Peygamberimiz’in dövmeyi yasaklayan sözleri vardır. Dövme yaptırmak” da bir makyaj şeklidir. Dövmenin kökenleri totemizme kadar gider. Totemizmde insanlar, totem kabûl ettiği hayvanın resmini derilerine çizerlerdi.

 

Tevrat’ta dövme hakkında şöyle denir: “Ölüler için bedeninizi yaralamayacak, dövme yaptırmayacaksınız” (Levililer 18).

 

Çok ilginçtir ki, bedenine tapan ve kılına bile zarar gelmesini büyük bir trajedi olarak gören modern insan, dövme yaptırma uğruna bedenine binlerce iğne sokturmaktan gocunmuyor.

 

“Muhammed, Allah’ın elçisidir. Ve onunla birlikte olanlar kâfirlere karşı zorlu, kendi aralarında merhâmetlidirler. Onları, rükû edenler, secde edenler olarak görürsün; onlar, Allah’tan bir fazl (lütuf ve ihsân) ve hoşnutluk arayıp-isterler. Belirtileri, secde izinden yüzlerindedir…” (Fetih 29).

 

Peygamberimiz bu âyet bağlamında: “Benim ümmetim kıyâmet gününde abdest izlerinden dolayı ‘yüzleri nurlu, elleri ve ayakları bembeyaz olanlar’ diye çağrılacaklardır” der. Peygamberimiz âhirette ümmetini yüzlerindeki nurdan ve alınlarındaki secde izlerinden tanıyacaktır, yoksa vücutlarının değişik yerlerine yaptırdıkları absürd şekillerdeki dövmelerden değil.

 

 “Allah yolunda infâk edin ve kendinizi kendi ellerinizle tehlikeye atmayın. İyilik edin. Şüphesiz Allah, iyilik edenleri sever” (Bakara 195).

 

Bâzı târikatların kendilerine zarar vererek zikir ve bâzı zarar verici âyinler yapmaları ilkellik olarak görülüyor. İslâm’da tabî ki de böyle saçma-sapan şeyler yoktur ve zâten Peygamber ve sahabe örnekliğinde böyle aşırılıklardan bahsedebilmek mümkün değildir. Peki modern insanın vücûduna dövme yaptırması, vücûdunun en olmadık yerlerine kadar pirsing taktırması, sağını-solunu şişirmesi, dişlerini küçültmesi-büyütmesi, hiç gereği olmamasına rağmen estetik ameliyat olması vs. gibi şeyler nedir?. Bunlar da ilkelliktir. İslâm’a uygun değildir ve aykırıdır. Zîrâ insanın kendi-kendisine fizîken, madden ve mânen zarar vermesidir. Bunlar da işte makyaj nedeniyle yapılan câhillikler ve ilkelliklerdir. Bu tarz işlemleri yaptıranlar, hem infâk etmeleri gereken parayı makyaja harcamaları nedeniyle, hem de kendilerini yaralamaları nedeniyle kendilerine madden ve mânen zarar vermektedirler

 

Doğal-normâl-fıtrî yaşamanın askıya alındığı modern kentler de artık aşırı makyaja tâbi tutulmaktadır. Modern kentlerde boyanmayan hiç-bir yer kalmamıştır. Modern kentler, iyi makyajlanmış süslü paketlerdir. İçi leş gibi olan her-şey, boyalarla yâni makyajla örtülmektedir. Modern kentler, Hz. Îsâ’nın: “Badanalı kabirler” dediği şey gibidir. Böyle olunca da kent-merkezleri insanları kendine çekiyor. Buralara doluşan insanlar “mega-kentler”i ortaya çıkarıyor ve buralar artık birer “kitlesel tüketim merkezleri” hâline geliyor.  

 

Demokrasi bir makyajdır. İslâm’ın yerine konan “aşırı makyajlanmış bir sistem”dir. Demokratik-lâik ülkeler, İslâmî süsü yasaklayarak, seküler süsü (makyaj) serbest bırakmaktadır. 12 Eylül 1980 darbesinden sonra da ard-arda öğrencilere ve mêmurlara yönelik başbakanlıktan kılık-kıyâfet yönetmelikleri yayınlanmaya başlanmıştı. Genelgeler nedeniyle; ilk, orta, lise, özellikle kız İmam-Hatip liselerinde ve üniversitelerde kız öğrenciler başörtüsü mağduru oldu. Sakalları nedeniyle erkekler de bunlara eklendi. Okullardan ve çalıştıkları işlerinden uzaklaştırıldılar. Fakat genelgelerde kadınlar için aşırı makyaj, pantolon, uzun topuklar yasaklansa da, buna aykırı davranışlardan dolayı sürgün edilen, mêmuriyetten atılanlara rastlanmadı. Yine, meclise başörtüsüyle girmek yasaklanırken, makyajla girmek serbest bırakıldı. Çünkü demokrasi, İslâm’ı makyajlayan yâni örten bir sistemdir. Bu nedenle de İslâmî örtüye izin vermezken, modern makyajı serbest bırakır.

 

Kozmetik ürünlerin neredeyse tamâmı, zararlı kimyâsallardan ve nefret edilecek uygulamalardan sağlanmaktadır.

 

Makyaj malzemelerinin yapımında ceninler kullanılmaktadır ki, bunlar kürtaj sonrası alınan ceninler, ceninlerin kordonları ve plasentalarıdır. Yasak ilişki, yâni zinâ yada istenmeyen hâmileliklerin sonucunda kürtaj ile alınan ceninlerden yapılan kozmetik ürünler, “belki de Allah’ın bir cezâsı olarak”, insanlar tarafından yüzlere-gözlere-ağızlara sürülmektedir. Ceninleri karınlarında taşı(ya)mayanlar, yüzlerinde-gözlerinde taşımaktadırlar. Bir yazıda bu konuda şunlar söylenir:

 

“Batı’lı zâlimler, hayvanları güzellik sanâyinde kullanıyorlar. Merhemlerin, güneşten korunma malzemeleri, yüz kremleri, rimel, ruj, oje, şampuan, sprey, deodorant ve diğer kozmetik ürünlerinin nelere mâl olduğunu kadınlarımız biliyorlar mı acaba?. Sâdece ABD’de 50.000 kedi, 61.000 maymun, 180.000 köpek, 554.000 tavşan ve milyonlarca fâre, kozmetik için katlediliyor. Deneyler ve kozmetik üretimi için her yıl 300 milyon hayvanın katledildiğini söylersek, güzelleşmek için işlenen cinâyetlerin boyutu kendiliğinden ortaya çıkar.

 

Kozmetik ürünlerde bol miktarda insan cenini de kullanılıyor. Âile ve mânevi değerleri yok eden zinâ ve kürtaj cinâyetinin meşrûlaştırılması üzerinde neden bu kadar ısrarla durulduğu nihâyet anlaşılmaktadır. Ortaya çıkan gerçekler, tek kelime ile dehşet vericidir. Kozmetik firmalarında üretilen güzellik kremlerinde, hayvan ve kürtaj plasentaları kullanılıyor. Bilindiği gibi plasenta, ana rahminde ceninin korunup geliştirildiği özel muhâfazadır. Kürtajla rahimden kazınarak alınan bu plasentaların tonlarcası, başta Rusya’dan geliyor. St. Petesburg’taki hastânenin IS adlı kürtaj kliniğinden bir doktor, yalnızca kendi kliniğinin, geçen yıl Fransa’ya 34.400 ton kürtaj plasentası sattığını söylüyor. Fransa’da bu plasentaları, kozmetik firmalarına satan İnsitut Mary Eux yetkilileri ise Dünyâ’nın çeşitli ülkelerinden, günde tam 19 ton plasenta satın aldıklarını açıklıyorlar.

 

Bu akıl almaz iğrençlik ve vahşet, güzellik ve ‘çağdaşlık’ adı altında gizlenen çirkinlikleri bir defâ daha bütün çıplaklığı ile ortaya koyuyor. Güzellik kremleri ve makyaj malzemelerinde ham-madde olarak, kürtaj sonucu düşürülen bebekleri kullandıkları, Avrupa’da kozmetik firmaları tarafından îtirâf edilmiştir. Bu konuda görüşleri alınan uzmanlar, kozmetik sanâyinin merkezi olan Fransa’da güzellik kremlerinin afişlerinde, ‘cildinizi genç ve yaşayan hücrelerle gençleştirin’ ifâdesinin yer aldığına dikkati çekerek, ‘işte insanı gençleştiren bu genç ve yaşayan hücreler, kürtajla alınan, doğmamış bebeklerden oluşuyor’ diyerek bu vahşete dikkat çekmişlerdir.

 

Yahudi asıllı Helena Rubinstein’in ürünlerin reklâmlarında ‘cildin genç ve yaşayan hücrelerle’ güzelleştiği belirtiliyor Bu ürünlerin yapımında kullanılan ‘collagen’ adlı maddenin ceninden elde edildiği biliniyor. Gerçek bu kadar acı iken, hangi vicdan sâhibi, üretimi için katliamların yapıldığı, cinâyetlerin işlendiği kozmetik ürünlerini gönül rahatlığıyla kullanabilir?”.

 

Türkiye’de resmen yapılmış kürtaj sayısının 2002’de 33.007; 2003’te 30.069; 2004’te 32.266; 2005’te 30.502; 2006’da 33.562; 2007’de 35.115; 2008’de 56.529; 2009’da 60.615; 2010’da 57.883; 2011’de 69.440; 2012’de 78.961; 2013 Ocak-Hazîran aylarında 29.226 olduğunu Sağlık Bakanlığı yetkililerinin açıklamalarından öğreniyoruz. Dünyâ’da yılda 42 milyon kürtaj yapıldığını da yine gazete haberlerinden öğreniyoruz

 

Kozmetik ürünlerin içinde; balina kusmuğu, salyangoz salgısı, plâsenta, boğa spermi, tavuk kemiği iliği, böcek suyu, kuş pisliği ve balık pulu gibi şeylerden başka bir de  “çocukların sünnet derisi” kullanılır. Sünnet derisinden yüze ve göze enjekte yapıyorlar. Kozmetikte de bağ-dokusunu oluşturan ana hücreler sağlayan sünnet derisi, krem ve kolajenler, özellikle de kırışıkları düzeltmede kullanılıyor.

 

Bir de elektronik makyajlar var. İnsanlar resimlerini cep telefonu ve bilgisayarlar üzerinden, sanal makyajla süsleyip değiştiriyorlar. Öyle ki tanınmayacak hâle gelebiliyorlar ve bambaşka bir insan oluyorlar. Çeşitli elektronik süzgeçler, filtreler ve açılar kullanarak tipsiz bir insan bile manken gibi olup çıkabiliyor. Tabi bu, özgüvensizliğin sonucunda çok yaygınlaşmıştır.  

 

Bir “ego tatmini” olan makyaj, küfürdür ve kâfirliktir. İslâm-öncesinde çiftçilik yapmaya ve tohum ekmeye küfür, bunu yapan çiftçilere de kâfir denirdi. Çünkü küfür “bir şeyin üstünü örtmek” demektir. “Bir şeyin üstünü örterek o şeyi görünür olmaktan çıkarmak” demektir. Bunu yapana da “kâfir” denir. İslâm bu kelimeyi müşriklerin; “kudreti sonsuz, tek ilah, âlemlerin tek rabbi, tek rızıklandırıcı ve sığınılacak tek liman olan Allah’ın yerine putları koyarak ilahlığını örtmeleri yada parçalayarak önemini azaltmaları” anlamında kullandı. Yâni küfür, “bir şeyin gerçeğinin üzerini sahtesiyle örtmek” anlamındadır. Bunu yapmak küfür, bunu yapanlar da “kâfir”lerdir. İşte makyaj da, “üzerine başka boya vurmayın” uyarısına rağmen, “Allah’ın yarattığı gerçek-orijinâl bedeni ve yüzü sahte boyalarla ve kaplamalarla örtmek işi” olduğundan dolayı, makyaj da küfürdür, kâfirliktir. Çünkü gerçek, sahte ile örtülmektedir. Hattâ modern dünyâda gerçeğin sahte ile örtülmesi gerektiği bir îman ve amel hâline gelmiştir. Öyle ki, en yeni ve -güyâ- kaliteli olan sahte örtüler (yâni makyaj malzemeleri) insanların hayâllerini süslemekte, kendisi de bu sahte örtülerle kendi gerçeğini örtmenin-kapamanın hayâlini kurmakta ve o örtülere bir-an önce erişmenin bir yolunu aramaktadır.

 

Küfür yâni gerçeğin üzerini sahte ile örtmenin bir sonu yoktur. Gerçeği sahteyle örtmeye bir kere başlandığında, artık bunun sonu gelmez ve örtmeden yâni kâfirlik yapmadan bir adım bile atılamaz hâle gelinir. Öyle ki makyajsız bakkala bile gidemeyecek duruma gelen insanlar çoğalır. Sonuçta sahte örtü sizin sahte yüzünüz, maskeniz ve gerçekliğiniz olur ve gerçek yüzünüz ve bedeninizden ise nefret etmeye başlarsınız. Bir küfür türü olan makyaj, insanı esir alır ve tepeden-tırnağa örtmediğiniz yâni boyamadığınız yeriniz kalmaz. Küfre bürünmediğinizde yâni kimyâsallarla kaplanmadığınızda aynaya bile bakamaz hâle gelirsiniz. Zîrâ zamânın doğal sonuçları olan yaşlılıktan başka, makyaj malzemelerinin verdiği zararlardan dolayı bozulan bedeniniz size yoğun bir umutsuzluk ve buhran aşılar.

 

Doğada ve hayvanlarda -Allah’ın boyadığından başka- bir boya yâni makyaj olmaz. Yâni insandan başka “kâfir” bir varlık yoktur. Çünkü doğada makyaj yoktur ve sâdece doğal ve gerçek renkler-görüntüler vardır. Fakat yine de insanlar hem hayvanlara hem de doğaya hayrân olmaya devâm eder. Çünkü tavus kuşu gibi nice güzel renkli hayvanlar olduğu gibi, ne çiçekler vardır ki Allah’ın biçimlendirdiği ve boyadığı gibi doğal hâllerindeyken, hiç-bir insan onlar gibi boyanamaz ve giyinemez. Hz. Îsâ bunu şöyle ifâde eder: “Giyecek konusunda neden kaygılanıyorsunuz?. Kır zambaklarının nasıl büyüdüğüne bakın!. Ne çalışırlar, ne de ipek eğirirler. Size şunu söylüyorum: Bütün görkemine karşın, Süleyman bile bunlardan birisi gibi giyinmiş değildi” (İncil; Matta; 6/19-34, Luka; 12/12-36).

 

Makyaj bir zihniyet sorunudur. Orijinâlden, fıtrî olandan ve doğaldan nefret edenlerin zihniyeti makyaj ile bozulmuş ve kâlpleri sapmıştır. Bu nedenle bir türlü tatmin olamazlar. Makyaj bir tatminsizlik hastalığı ve travmasıdır. Nasıl ki kötü alışkanlıklara sâhip olanlar bu alışkanlıkları bırakamazlarsa, makyaja alışanlar da öyledir. Makyaj kötü bir alışkanlıktır. Örtmeye yâni küfre, isrâfa, gösterişe dayandığı için günahtır, haramdır, ayıptır.  

 

Makyaj yapanların âhiretteki en ağır sorgusu, “makyaja harcadıkları zaman isrâfından” olacaktır. Zîrâ makyaj yapmak için harcanan zaman, totâlde yılları bulmaktadır. Çünkü makyaj, en kaliteli(!) ürünlerle yapılsa bile bir türlü tatmin etmez ve makyaj süresi böylelikle uzar gider.

 

Makyaj bir ezikliktir, kompleksin zirvesidir. Komplekse ve ezikliğe sâhip olanların makyajı bir türlü bitmez yada sık-sık tâzelenmek ister. Saatlerce süren makyaj süresi bir ibâdet neşvesi içinde tapınma hâline gelmiştir ve zâten huşû ile yapılmaktadır. Açıkçası makyaj bir sapkınlıktır ve “makyaj bağımlıları” da birer sapıktır. Makyaj yapanlar kâfirlik yapmaktadırlar.  

 

Târih boyunca kadınlara çeşitli zorluklar yüklenmiş, aşağılanmışlar ve ezilmişlerdir. Fakat eziyetin ve aşağılanmanın en kötüsünü kadınlar kendi-kendilerine yapmışlardır ve yapmaya devâm etmektedirler. Kendilerini makyaj ile “kendileri” olmaktan çıkarmaktadırlar. Öyle ki, zamanlarının önemli bir bölümü makyaj yapmakla geçmekte, üstelik makyaj malzemeleri, hem ekonomilerini olumsuz olarak etkilemekte hem de sağlıklarını bozmaktadır. Böylece bir kısır-döngü olarak makyaj yaptıkça makyaj yapma isteği, gereği ve ihtiyâcı çoğalmaktadır. Makyaj bir kısır-döngüdür. Kadınların ve artık erkeklerin de en kötü alışkanlıklarından biri hâline gelmiştir. 

 

Güneş kremleri D Vitamini alımını engelliyor. 15 faktörden 50 faktöre kadar çıkardılar etkisini. Sonra da bunun yanlış olduğunu söylediler. Güneş girmeyen eve doktor girer. “Şu-şu saatlerde Güneş’e çıkmayın” diyerek de D Vitamini alımını engelliyorlar. Günde yaklaşık yarım saat güneşlenmek insanı bir-çok hastalıktan koruduğu gibi şifâ da verir. Korona-virüs yalanı nedeniyle karantinada uzun süre kalmak insanları Güneş’ten uzaklaştırdı ve D vitamini eksikliği ve buna bağlı hastalıklar arttı.

 

Peygamberimiz döneminde kadınların normâl ölçülerde makyaj (süslenme) kullanmalarına izin verilmiş, fakat aşırı makyajı (süslenme) kesinlikle yasaklamıştır. Peygamberimiz, o dönemde Arap kadınları arasında geçerli olan makyaj ve süs çeşitlerinden aşağıdakileri lânetlemiş ve toplum için yıkıcı bulmuştur. Kütüb-ü Sitte’de de yasaklananlardan bâzıları şunlardır:

 

a) Daha uzun ve sık göstermek için saça fazladan yapay saç takmak.

 

b) Vücûdun çeşitli kısımlarına dövme yapmak ve yapay benler meydana getirmek.

 

c) Belli bir görünüm vermek için kaşları yolmak veyâ daha açık bir görünüm kazandırmak için yüzdeki tüyleri yolmak.

 

d) Daha çok inceltmek için dişleri ovalamak, yada dişlerde yapay delikler açmak.

 

e) Yapay bir renk ve görünüm kazandırmak için yüzü safran veyâ daha başka kozmetiklerle ovmak.

 

Modern dünyâ, doğala normale ve fıtrata aykırı bir şekilde güyâ süslenmekte ve makyajlanmaktadır. Bir-takım insanlar bu süsün içinde olmayı sevse de, Dünyâ’nın yapay süsünü üstün görmek aslında, “Allah’ın mevsimlerle sürekli değiştirdiği Dünyâ’nın süsü”ne bir isyândır.

 

“Bilin ki, dünyâ hayâtı ancak bir oyun, (eğlence türünden) tutkulu bir oyalama, bir süs, kendi aranızda bir övünme (süresi ve konusu), mal ve çocuklarda bir çoğalma-tutkusudur. Bir yağmur örneği gibi; onun bitirdiği ekin ekicilerin (veyâ kafirlerin) hoşuna gitmiştir, sonra kuruyuverir, bir de bakarsın ki sapsarı kesilmiş, sonra o, bir çer-çöp oluvermiştir. Âhirette ise şiddetli bir azab; Allah’tan bir mağfiret ve bir hoşnutluk (rızâ) vardır. Dünyâ hayâtı, aldanış olan bir metadan başka bir şey değildir” (Hadîd 20).

 

Makyaj, kadınlara dayatılan güzellik algısının parayla satılmasıdır. Yâni satılan şey aslında algılardır. Sûnî ve sanal algı oluşturan fakat aslında çok da uzak olmayan bir vâdede insana hem maddî hem de rûhi olarak zarar veren ürünler, aldanıcı ve aldatıcı birer yanılsama araçlarından başka bir şey değildir. Şeytan, insanları makyaj ile kandırmaktadır ki makyaj, şeytanın en güçlü silahlarından biri hâline gelmiştir.  

 

Makyaj, yüzü yüzeyleştirir ve pürüzsüz hâle getirir fakat artık kişi, bilinen ve görünen kişi değildir. Makyaj bir maskedir. Bu maske, kişinin arkasına saklandığı bir maskedir. Artık bir ömür-boyu bu maskeyi takmak zorunda hisseder kendini. Makyaj bağımlılık da yapar. Zîrâ kozmetik ürünlerin hem psikolojik olarak hem de fizîki anlamda “uyuşturucu” içerikleri ve özellikleri vardır.

 

Makyaj, “keleği kavun gibi gösterme kandırmacası”dır. Fakat keleğe ne kadar makyaj yaparsanız yapın, kelek her zaman kelektir ve hiç-bir zaman kavun olmaz. Kavun ise kelek değildir ki onu kavun gibi göstermek gereksin.

 

Kozmetik ve makyajın psikolojik bir yanı da vardır. Kozmetiği üretenlerin, bir şeyleri örtme çabalarıdır makyaj. Kozmetik ve makyaj; batı’nın pisliklerini, cinâyetlerini ve kötü kokularını örtmek için ürettiği ve yaptığı şeylerdir. Bir yazıda bu, şu şekilde temsil edilir: “Kadınların tırnaklarına sürdükleri ojeler, batı’nın kanlı ellerini; dudaklarına sürdükleri boyalar, ceylan yavrusunu parçalayıp yiyen bir sırtlanın kanlı dudaklarını hatırlatır. Parfümler ise, işlenen cinâyetlerin kokusunu gizlemek için sürülen kokulardır”.

 

Eğer makyaj güzelleşmek ve güzelleştirmek için ise, bırakın da makyajı çirkinler yapsın. Fakat hayır!; her ne kadar kabûl etmek istemeseler ve “kendim için yapıyorum” diyerek kendi-kendilerine yalan söyleseler de, makyajın asıl amacı, karşı cinsi etkilemek ve ona güzel görünmek içindir. Makyaj karşı taraf yâni başkası için yapılır. Târih boyunca insanoğlu başkası için bu kadar yoğun bir şey yapmamıştır.   

 

Makyajın panzehiri gözyaşıdır. Birileri makyaj yaparak görmek istemediklerini saklar ve “gerçek” yerine sahteye başvurur. Fakat gerçek, sonuna kadar saklanamaz ve bir damla gözyaşıyla silinip gidiverir. Gözyaşı, makyajdan nefret eder ve sıyırır atar onu.

 

Doğal olmayan bu kozmetik ürünler hem pistir, hem zararlıdır hem de helâl değildir. Aslında kozmetik ürünler kullanmak hem ayıp hem de haramdır; hattâ suç da olmalıdır.

 

Makyaj, “yaşanmışlığı örtme uygulaması”dır. Lâkin makyaj, “sonuna kadar” yapılabilecek bir şey değidlir. Hayâtın ve yaşamın ortaya çıkardığı izleri bir yerden sonra makyajın da örtmesi mümkün değildir.

 

Makyaj, bir “örtme” olduğundan dolayı “küfür”dür. Allah’ın boyasının üzerine sürülen boyalar bir “örtme” olarak “küfür”dür.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Mayıs 2018

 

 

Devamını Oku »

Yeryüzünün Lânetlileri



“Gerçekten Allah, kâfirleri lânetlemiş ve onlar için ‘çılgın bir ateş’ hazırlamıştır” (Ahzâb 64).

Lânet: “Tanrı’nın ve insanların sevgisinden, ilgisinden yoksunluk” anlamındadır.

Şeytan, “ilk lânetlenen varlık”tır. Lânetlenmesinin nedeni, kibir ve bundan dolayı Allah’ın emrini yerine getirmemesiydi. Lânetlenmiş olanlar kibirlidirler ve kendilerini başka insanlara üstün görürler. İlginçtir ki bu kibir sâhibi insanlar kendilerini “Allah’ın sevgili kulları” olarak görürlerken, kendileri gibi olmayanları ise “yeryüzünün lânetlileri” olarak îlan ederler. El-Mütekebbir olan Allah, yanında kimsenin kibir gösterisi yapmasına izin vermediği için, şeytanı lânetleyerek bulunduğu yerden kovmuştur. İşte şeytan, bunu yaşamış olan varlıktır ve bu yüzden de insana düşman olmuştur. Zîrâ makâmını, “Âdem’e (yâni bir insana) secde et” emrini yerine getirmediği için kaybetmiştir. İnsana düşman olan şeytanın insana yapacağı en büyük kötülük ve istediği tek şey, insanın da kendisi gibi kibirlenip lânete uğrayarak ebedi cehennemliklerden olmasıdır.

Şeytanın bu oyununa kanan insanlar, “lânetlenmişler” olarak tüm zamanlarda bulunmuşlardır ve Dünyâ’yı ifsâd ederek insanlara zulm etmişlerdir. Zîrâ onların kafası hep, ifsâda çalışır. Çünkü ifsadtan beslenirler. İşte bu lânetliler, şeytânî plânlarını bu zihniyetle yapıyorlar ve tuzaklarını bu zihniyetle kuruyorlar. Paranın, siyâsetin, bilim ve teknolojinin, medyanın vs. gücünü ellerinde tutanların, Dünyâ’yı sömürmek için yaptığı bir şey daha vardır ki, bu tam da şeytanın taktiğidir. Bu lânetliler, kendi lânetli hayatlarına bakmadan, Dünyâ’nın büyük kısmını; ilkel, geri, ahmak, 3. sınıf ve en önemlisi de “yeryüzünün lânetlileri” olarak görürler, gösterirler ve o şekilde kabûl ederler ve ettirler.

Yahudilerin, kendilerinden başkasını “goyim”=“yahudi olmayan” îlan etmesi gibi, bu lânetliler de, kendileri gibi düşünmeyen, kendileri gibi sömürmeyen, fitne ve ifsâdı din yapmayıp da onlara karşı çıkanları “yeryüzünün lânetlileri” îlan etmişlerdir ve bunu tüm Dünyâ’ya da neredeyse kabûl ettirmişlerdir. Bunu kabûl ettirmeleri zor olmamaktadır. Çünkü sömürdükleri ve zulmettikleri toplumların genel durumu, kendi durumlarına göre “berbat” bir hâldedir. Ya madden yada mânen çökmüş durumdadırlar. Mantıkları şu şekilde çalışır: “Eğer insanlar madden refah içinde değillerse, Allah belâlarını vermiştir”. Bu kişiler akıllarını ve zekâlarını aynen tâğutlar gibi kullanmadıklarından dolayı bu hâldedirler. Fakat bu toplumlar, böyle yapamayacakları için değil, “yapmayacakları için” tâğutlar gibi düşünmezler ve amelde-eylemde bulunmazlar. Zâlim, kâfir ve müşrik olmamak için onlar gibi bir yola girmek istememektedirler. Çünkü âhiret bilinci ve inancına sâhiptirler. Onlar gibi ol(a)mazlar ve onlar gibi yap(a)mazlar. İşte “yeryüzünün gerçek lânetlileri”, samîmi mü’minlerin bu düşüncelerini ve inançlarını bir “lânet” olarak görürler ve kendi lânetliliklerine bakmadan, onları “yeryüzünün lânetlileri” gibi göstererek insanları onlardan uzaklaştırarak kendi yanlarına çekmeye çalışırlar.

Küresel tâğutlar, modern kürsel sisteme aykırı olarak doğal, normâl ve fıtrî bir şekilde yaşamak isteyenleri yâni geri bırakılmış olanları “yeryüzünün lânetlileri” olarak gösterirler. Çünkü bu kişiler, yeryüzünün gerçek lânetlileri olan şeytan uşağı tâğutların istedikleri gibi düşünüp, yaşayıp, tüketmiyorlar ve hattâ bu şekildeki bir yaşam-tarzına karşı direniş gösteriyorlar. Bu durum, tâğutların plânlarına büyük darbe vuruyor ve onları büyük riske sokuyor. Bu nedenle de yeryüzünün lânetlisi olan tâğutlar, yeryüzünün lânetlisi îlan ettikleri mâsum ve mazlumları sürekli ve artan bir şekilde baskılıyorlar ve onlara zulmediyorlar. Onları askerî ve ekonomik olarak yıpratarak baskı altına aldıktan başka, medya yoluyla “lânetli” olarak da fişliyorlar ve bunu insanların gözünü-gözüne sokarak; “bakın siz de bunlar gibi lânetli olmak istemiyorsanız, bizim istediğimiz gibi düşünmeli, yaşamalı ve tüketmelisiniz” mesajını veriyorlar. İşte tüm bunlardan dolayı “yeryüzünün gerçek lânetlileri”, küresel tâğutların gösterdiği mâsumlar-mazlumlar değil; Dünyâ’yı askerî, ekonomik, kültürel ve psikolojik olarak kuşatmış olan, şeytana tapan küresel güçlerdir. Allah bu kişilerin âkıbetleri için şöyle der:

“İşte bunların cezâsı, Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların lânetlerinin üzerine olmasıdır” (Âl-i İmran 87).

Kur’ân, mâsum ve mazlumlara, bu kişilere yapacakları bedduayı da öğretir:

“Rabbimiz, onlara azaptan iki katını ver ve büyük bir lânet ile lânet et” (Ahzâb 68).

Bu beddualar tabî ki de tutmuş ve tâğutlar hem Allah hem de mâsum ve mazlumlar tarafından lânetlenmişlerdir. Bu lânet hem iç-âlemlerinde hem de dış-âlemde “gören gözler”e mâlûmdur. İşte bu lânetin kendileri de farkına olduğundan dolayı, bu baskıdan kurtulmak için, kendi üzerlerindeki lâneti, başkalarına yıkmaya çalışmaktadırlar. Onları lânetli göstermek için de mâsum ve mazlumları çok zor bir hayat içinde bırakmaktadırlar. Bunu sürekli yaparlar ve normâlleştirirler ki; “bakın işte!, lânetli olan biz değil onlardır. Zîrâ lânetli olan biz olsaydık, böyle refah içinde olmazdık. Bizler refah içinde yaşıyoruz fakat bunlar ise kendilerinde bulunan lânetin kötü sonucunu yaşamaktadırlar” mesajını verirler. Tabi bu aslında, sömürü için yaptıkları zulmü perdelemek için kullandıkları bir yöntemdir. Bunu Mekke’nin müşrikleri de söylüyorlardı. Yaşadıkları refah(!)ın nedeni olarak, “Allah’ın sevgili kulları olmaları”nı(!) gösteriyorlar ve zor durumda olan müslümanların kötü durumlarının sebebini ise, kendileri gibi düşünmedikleri, tapmadıkları ve yaşamadıkları için “Allah’ın bir cezâsı” olarak göstermek istiyorlardı. Fakat aslında mâsum ve mazlumlar çok iyi biliyorlardı ki, müşriklerin kendilerinde bulunan servet ve bundan kaynaklanan görece iyi yaşamın nedeni, yaptıkları sömürü ve zulümlerdi. Bunun aynısını şimdi de modern kürese tâğutlar söylemekte ve yapmaktadır.

Allah böylelerine, imtihan gereği olarak bir mühlet verir ama sonunda ya bu dünyâ’da yada âhirette mutlakâ elim bir azap ile cezâlandırılacaklardır ve kendilerini savunmak istemeleri bir yarar sağlamayacaktır. Çünkü hiç-bir mâzeretleri kabûl edilmeyecektir:

“Zâlimlere kendi mâzeretlerinin hiç-bir yarar sağlamayacağı gün; lânet de onlarındır, yurdun en kötüsü de” (Mü’min 52).

İnsanın “ezelî ve ebedi ötekisi ve lânetlisi” aslında şeytandır. Şeytan “lânetlenmiş” olanların en meşhûr olanıdır. Fakat şeytan, insanlardan edindiği dostlarına vahyetmekte ve şeytanın bu dostları tam da şeytanın isteğine göre düşünüp yapıp-ederek ona göre Dünyâ’ya şekil vermek istemektedirler. Şeytandan gelen direktiflerin Dünyâ’yı iyi bir yola ve yöne sokması mümkün olmadığından dolayı, şeytanın uşakları olan bu tâğutlar, ekini ve nesli ifsâd ederek Dünyâ’yı bir “zulüm diyârı” yapıyorlar. Böylece nefislerini tatmin etmiş oluyorlar. Bu nedenle “yeryüzünün gerçek lânetlisi” olan bu inkârcı kâfirler, aynen üstadları şeytan gibi, “ebedî cehennemlik” olarak sonsuz azâbı hak etmişlerdir:

“Şüphesiz, inkâr edip kâfir olarak ölenler, Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti bunların üzerinedir” (Bakara 161).

Yeryüzünün mazlumları ve mâsumları, şeytanın uşakları tarafından “yeryüzünün lânetlisi” îlan edilmişler ve edilmektedirler. Hâlbuki “gerçek lânetli” olanlar Dünyâ’yı ifsâd eden tâğutlardır. Modern insan şeytanın bu uşaklarına kanmakta ve uymaktadır. O hâlde onlar da tâğutlarla berâber cehenneme yuvarlanacaklardır. Böylece: “Andolsun, cehennemi cinlerden ve insanlardan, (kâfirlerin) tümüyle dolduracağım” (Hûd 119) sözü gerçekleşecektir.

Ey mâsum ve mazlum mü’minler!.. “Yeryüzünün gerçek lânetlileri” olanlar, tâğutlar ve onlara uşaklık yapanlardır. Bunlar, Allah, melekler ve mü’minler tarafından lânetlenmiş olan ebedî cehennemliklerdir. Çünkü onlar Dünyâ’da büyük bir fitne çıkartmışlar, ekini ve nesli ifsâd ederek Dünyâ’nın büyük bölümünü yaşanmaz hâle getirmişlerdir. Özellikle kendi düşüncelerine ve üretimlerine isyân edenlere karşı çok sert davranmaktadırlar. Hırsızlıkla sağladıkları paralarla ulaştıkları bilim-teknoloji, silah ve maddî güç ile, anti-modernist olan insanlara saldırmakta, onları sürekli baskı altında tutarak, hem kendi inançlarını ve yaşam-tarzlarını korumak istemekte, hem de kendi lânetliliklerini size yıkarak, güyâ psikolojik olarak rahatlamak istemektedirler.

O hâlde bunlara karşı eleştiri, îtiraz ve isyân bayrağını yükselterek dik tutmak ve direnişi sürdürmek şarttır. Zîrâ zulmetmek ne kadar çirkin ve büyük günah ise, zulme mâruz kalmak ve zulmü kabûl etmek de zulümdür ve kabûl edilemez bir durumdur. Direnişe Allah’ın istediği gibi devâm etmek, zulme hem ortak olmamak hem de boyun bükmemek için cihadın her türlüsüyle cihad ederek Allah’a liyâkatimizi ispât ederek O’nun yardımını celb-etmemiz olmazsa-olmazdır. Böylece hak ve bâtıl açığa çıkacak, yeryüzünün gerçek lânetlilerinin kim olduğu görülecektir.

Allah, yeryüzünün gerçek lânetlilerini bizim ellerimizle Dünyâ’da azâba uğrattıktan sonra, âhirette de “lânetlenmiş şeytan” ile birlikte ağır ve ebedî cehenneme mahkûm edecektir.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Kasım 2018

Devamını Oku »

30 Mart 2019 Cumartesi

Kur’ân-Merkezli Yaşamak



“De ki: Hak geldi, bâtıl yok oldu. Hiç şüphesiz bâtıl yok olucudur” (İsrâ 81).

Hak, ancak “Hak’kın sözleriyle” hem kişinin iç-âleminde hem de dış-âlemde tezâhür edebilir. Bunu hakkıyla sağlayabilecek başka bir etken yoktur. Hem iç-âlemlerin hem de dış-âlemin aydınlanması için “Allah’ın sözü” olan Kur’ân ile bilgi-bilince erip vahiy-merkezli düşünmek ve Sünnet-merkezli amel ve eylemde bulunmak şarttır. Hakkı ikâme etmek, “Hakkın sözüne göre düşünmek ve amel-eylemde bulunmakla” olur. Zâten ancak hak-merkezli olunduğunda yeryüzü aynen gökler gibi muazzam bir düzene ve âhenge kavuşur ve hem Dünyâ’da hem de âhirette iyiliğe ulaşılır. Gökler nasıl ki Hakka göre olduğu için düzenini ve âhengini koruyorsa, yeryüzünde de düzeni ve hakkı ikâme etmek, ancak “Allah’a=Hakka göre” olunca olur. Allah göre olmak ise, “O’nun sözüne göre olmak” demektir ki, buna “Kur’ân-merkezlilik” denir.

Kur’ân-merkezlilik, “kayıtsız-şartsız bir Kur’ân-merkezlilik”tir. İç-âlemin ve dış-âlemin her alanında, her meselesinde, her noktasında ve tüm zaman ve mekânlarında olacak olan bir Kur’ân-merkezlilikten bahsediyoruz. Kur’ân-merkezli olunca yâni Allah’ın emrine göre düşünüp amelde-eylemde bulununca, hem Dünyâ’da hem de âhirette hakka-hakîkate, adâlete ve iyiliğe kavuşuruz ki zâten bunun başka da bir yolu yoktur. O hâlde Kur’ân-merkezli olmak “farz-ı ayn”dır.

Kur’ân-merkezli olmanın en güzel şekli ise, Kur’ân-merkezli olmayı en ideâl bir şekilde gösteren “güzel örnekliğimiz” Hz. Muhammed’in İslâmî Hareket Metodu’nu tâkip etmekle olacaktır. Sünnet denilen “güzel örneklik”, Hz. Muhammed’in “Kur’ân-merkezli siyâset”idir.

Modernitenin Dünyâ’ya hâkim olmasıyla birlikte modern müslümanlarda bâriz bir şekilde açığa çıkan şey; “sâdece Kur’ân”, “Kur’ân yeter”, “Kur’ân’dan her-şey var” vs. gibi sözlerle ifâde edilen “Kur’âncılık”tır. Tabî ki Kur’ân bizim bilgi ve bilincimizin tek kaynağıdır. Biz tüm ilhâmımızı ondan alırız. Zâten Allah da bunu emretmiştir. Fakat bu sözleri söyleyenlere baktığımızda, Kur’ân’ı sâdece kâlplerin ve zihinlerin bir nesnesi ve tatmin aracı gibi kullandıklarını, hayâtta ve amel-eylemde ise Kur’ân’ı değil de modern-lâik-seküler-demokratik-kapitâlist-liberâl-küresel-emperyâl ideolojileri ölçü aldıklarını ve bu ideolojilerin bayraktarlığını yaptıklarını görürüz. O hâlde bu kişiler Kur’ân’ı, “uydukları düzenleri meşrûlaştırmak için” kullanmaktadırlar. Zâten baktığımızda, bu kişilerin, tâğutların dediklerine ve direktiflerine göre yaşadıklarını görüyoruz ki, bunların içinde de ne yazık ki “sâdece Kur’ân” diyenler ve sürekli Kur’ân okuyanlar da vardır.

Peki neden böyle oluyor?. Çünkü bahsedilen kişiler ve hizipler, Kur’ân’ı kâlplere, zihinlere, vicdanlara ve dört duvar arasına hapsediyorlar, hayatta ise tâğutlara yada onların taşeronlarına göre düşünüyor ve edip-eyliyorlar. Onları destekliyorlar. Onların uygunsuz ve apaçık yanlışlarını ise, “Kur’ân’ı aşırı yoruma tâbi tutarak” meşrûlaştırıyorlar ki zâten bunlar vahyi hayâta hâkim kılmayı aslâ düşünmediklerinden dolayı Kur’ân’ı da ancak tâğutları temize çıkarmak için kullanıyorlar. Yaptıkları aşırı yorumlara baktığınızda ise, yorumlarının mevcut din-dışı sistemlere ve bu sistemin taşeronlarının söylemlerine uygun düştüklerini görürsünüz.

Kur’ân-merkezli olmak, hayâtın her noktasında, iç-âlemde ve dış-âlemde, tüm zamanlarda ve mekânlarda Kur’ân’a göre düşünmek ve amel-eylemde bulunmakla olur. Müslümanlar işte bunu yap(a)mıyorlar. Kur’ân’ı sözde baş-tâcı yapanların çoğu, iş Kur’ân-merkezli yaşamaya gelince apışıp kalıyorlar ve seslerini kısıveriyorlar. Modernite hayâta ağırlığını koydukça, Kur’ân-merkezli yaşamaktan, “zebranın aslandan kaçtığı” gibi kaçanların listesi uzayıp gitmektedir.

Kur’ân-merkezli okumak, sürekli bir şekilde “Kur’ân’ı sâdece okumak” demek değildir. Kur’ân-merkezli okumak, “Kur’ân-merkezli yapmak” demektir. Kur’ân’ı okumuş-okuyor olmakla, “Kur’ân-merkezli olmak” farklı şeylerdir. Kur’ân-merkezli olmak, “kayıtsız-şartsız her durumda Kur’ân’a uymak ve ona göre yaşamak” demektir. İç-âlemi Kur’ân ile aydınlattıktan sonra, dış-âlemi de Kur’ân ile aydınlatmak ve Kur’ân’ı hayâta hâkim kılma yoluna düşmektir. Fakat nice Kur’ân okuyanlar vardır ki “Kur’ân’a göre yaşamak” söz-konusu olunca yan çiziyorlar ve Kur’ân’ın “Kur’ân-merkezli olun” anlamındaki âyetlerini başlıyorlar aşırı yoruma boğmaya ve anlamından saptırmaya. Bu yorumları yapmada en büyük yardımcıları tabî ki de şeytan oluyor.

Müslümanların Kur’ân-merkezli olmayan düşünüşleri kendi öz-düşünüşleri olamaz. “Eğer düşünceler vahye aykırı ise, söylemler ve de eylemler vahiy-merkezli değil” demektir. Vahiy-merkezli olmayan düşünceler ve eylemler ise, bâtıl-merkezli sistemin düşünceleri ve eylemleri olur. Artık bâtıl sistemin ortaya attığı düşünceler, farklı şekildeki söylemlerle dile getirilmekten ve sistemin düşüncesi körü-körüne taklit edilmekten başka bir şey yapılmış olmaz. Bu durumda zamanla “sistem-içi söyleme mahkûm olma” kaçınılmaz hâle gelir. Artık kişinin dili sistemin dilidir, yaşamı ise “sistemin yaşam-şekline göre”dir. İlginç ve üzücü olan ise, müslümanların, sistemin diline, Kur’ân’a-İslâm’a aykırı olmasına rağmen anlamsız bir bağlılıkla bağlı olunmasıdır. Öyle ki, bu dile karşı vahyin dili bile o kişiler için kâr etmez duruma geliyor. Çünkü Kur’ân-merkezli yaşanılmamaktadır ki, Kur’ân-merkezli yaşanılmadığında, dil de, düşünce de, yaşam da vahye aykırı olmaya başlar. Kur’ân yâni hak-merkezli olunmadığında, bâtıl-merkezli olmak kaçınılmaz olur. 

Kur’ân-merkezli eğitim yaptıklarını söyleyenler de aynı şekilde davranıyorlar. Ellerinde Kur’ân var, sürekli Kur’ân dersleri yapıyorlar fakat temellerini Şeytan’ın attığı, müteahhitliğini tâğutların yaptığı projelerde-ideolojilerde amele olarak çalışıyorlar. Sonuçta da lâik-seküler-modernist-konformist-demokratik ideolojilere, çok sevdikleri hocalarına-âlimlerine ve hayrân oldukları parti-lîderlerine göre hareket ediyorlar. Hem de aşırı bir şevkle ve meftûn olarak. Üstelik inandıkları Kur’ân’a rağmen, Peygamber’e rağmen, Allah’a rağmen. Allah-Peygamber-Kur’ân ile yüzdeyüz çatışan-çarpışan kişiler ve fikirler şiarları oluyor. Zâten kurdukları ve yenilerini kurmak için çabaladıkları sivil-toplum (cemaat değil) kuruluşları yâni dernekleri; büyük bir aşkla oy verdikleri partilerinin ileri karakolları, şûbeleri, “arka bahçeleri” olarak görev yapıyor. Orada İslâm’dan çok, parti-gündemi konuşuluyor ve okunuyor. Kur’ân, “Kur’ân-merkezli” okunmadığı için, hayat da Kur’ân-merkezli dokunmuyor. Sonuçta da hayâtı, Kurân değil, bâtıl düzenlerden bir düzen şekillendiriyor. Bâtılın şekillendirdiği Dünyâ, küfrün, şirkin ve dolayısı ile de zulmün merkezi hâline geliyor.  

Yapılması gereken şey, yine Kur’ân’dan yola çıkarak yâni düşünceyi-felsefeyi-teoriyi Kur’ân’dan alarak bir pratik gerçekleştirmek olmalıdır. Bu da ancak Kur’ân-merkezli oluşturulacak olan bir siyâsetle olur. Çünkü insanlar ne olursa-olsun Dünyâ’ya bedenlerinden bağlıdırlar ve maddiyatı da belirleyen siyâseti tâkip etmek ve ona zoraki de olsa uymak zorundadırlar. Bu nedenle bu uydurmaları yok edecek ve kurtaracak etken, siyâsettir ama bu siyâset, “Kur’ân/vahiy-merkezli olan bir siyâset” olmalıdır. Bu zorunludur. Çünkü böyle olmadığında yâni vahiy-merkezli bir siyâset olmadığında bu uydurmalardan bırakın kurtulmayı, zamanla bu uydurmalar çoğalıp daha da sağlamlaşacaktır. Zîrâ bu uydurmalar, Kur’ân-merkezli bir siyâsetten kopulduğunda ortaya çıkmaya başlamış, çoğalıp yaygınlaşmış ve kemikleşmiştir. İşte bu nedenle Kur’ân ve sünnet-merkezli oluşturulacak bir siyâset, bu uydurmaları, küfrü, şirki ve zulmü, gerek söylemlerle dikkat çekerek ve gerekse “zor” kullanarak yok edecek ve insanları kurtaracak ve selâmete ulaştıracaktır.

Bir yanlışlığı-kötülüğü-çirkefliği “sâdece güzellikle” def edemezsiniz. Vahiy-merkezli bir inşâ, bâtıl-merkezli bir temel üzerine kurulamaz. Zâten etkili bir yanlışın, bir zulmün ve küresel çaptaki bir çirkinliğin güzellikle ve kırıp dökmeden değiştirilip düzeltildiğinin (kısmen Yûnus Kavmi hâriç) insanlık târihinde bir örneği yoktur. Bâtıl ancak; ilk başta Kur’ân-merkezli doğrularla yâni hakkın en iyi şekilde ortaya konmasıyla, sonra da bâtılı rezil etmekle, “ölçülü zor kullanma”larla ve vahiy-merkezli yasaklar belirlemekle bertarâf edilebilir ve böylece uydurmalar ve şirk değerini yitirip, “hak olan” değer kazanarak hayatta görünür hâle gelir.

Müslümanlar Kur’ân-merkezli bir düşünüşe ve amel-eyleme sâhip olmalılar ki, karşı tarafın buna üstün çıkması söz-konusu olamaz. Hiç-bir şey Kur’ân-merkezli olmanın önüne ve ötesine geçemez. Bunun böyle olduğunun delîli, son 150 öncesi yaşanan hayat ve sonrasında son 150-200 yıldır, hayâtın her alanında vahye aykırı olan kânun ve kuralların, insanların büyük çoğunluğunu madden yada mânen perişân etmiş olmasıdır. Zîrâ kâinât nasıl ki Allah’a göre düzenlenmiş ve O’na göre hareket ettiği için onda bir bozukluk ve düzensizlik göremiyorsak, yeryüzünde de insanların şirkten, küfürden ve dolayısı ile zulümden kurtulmaları ve “insan” gibi yaşamalarının tek yolu “Allah’ın dediği gibi yaşamaktır” ki bu da ancak, “iç ve dış-âlemin Kur’ân-merkezli olarak düzenlenmesiyle” olur.

Kur’ân gerçek anlamda idrâk edilip, sonra da Kur’ân-merkezli düşünce-amel-eylem süreciyle İslâmî bir toplumun ve siyâsetin kurulmasıyla ancak, insanlar hem Dünyâ’da hem de âhirette “iyilik”e kavuşacaktır. Böyle bir hayâtın örnekliği ise, Hz. Muhammed tarafından “asr-ı saadet” denilen süreç ile gösterilmiştir ve buna “güzel örneklik (Ahzâb 21) denilmiştir.

Kur’ân-merkezli olmak, Kur’ân-merkezli okuduktan sonra, “hayâtı Kur’ân-merkezli dokumak”la olur.

Biz bu Dünyâ’ya Kur’ân-merkezli yaşamaya ve Kur’ân-merkezli ölmeye geldik. Kur’ân-merkezli yaşayanlara ve ölenlere selâm olsun!.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Aralık 2018



Devamını Oku »

23 Mart 2019 Cumartesi

Serbest Piyasa Ekonomisi Üzerine


“Ey îman edenler!. Birbirinizin malını karşılıklı rızâ ile yapılan ticâretle de olsa haksızlık ve hîle ile yemeyin (de) birbirinizi öldürmeyin. Şüphesiz Allah, size karşı çok merhâmetlidir” (Nîsâ 29).

 

Bu âyeti yanlış olarak; “ey îman edenler, mallarınızı aranızda karşılıklı rızâya dayanan bir ticâret dışında haksız sebeplerle yemeyin” şeklinde çevirince, “birbirinizin mallarını sâdece ticâret yolu ile haksızca yiyebilirsiniz” şeklinde anlaşılıyor. Peki bu nasıl olur?. Bir malı 1’e alıp 10’a satarsanız, insanların mallarını haksızca yemiş olursunuz. Çünkü hiç kimse 1 liralık mâliyeti olan bir malı 10 liraya almak istemez ve böyle bir durumla karşılaştığında kendisini hem aptal gibi hisseder, hem de aşağılanmış olarak görür. Bu, bir çeşit “öldürme”dir ki âyetin bahsettiği “öldürme” budur.

 

İslâm’a göre bir kimsenin malı diğerine ancak o kişinin rızâsı ile helâl olur.

 

1’e alıp 10’a 20’ye satma düşüncesi, “İslâm’da ticâret, serbest piyasaya göredir” uydurma sözünden dolayıdır. Oysa İslâm’da “serbest piyasa ekonomisi” yoktur. Zâten İslâm medeniyetinde, siftah yapan bir esnaf, müşteriyi, siftah yapmayan esnaf komşusuna gönderirdi. Serbest piyasa “rekâbet” demektir. Eğer serbest piyasa ve dolayısı ile bir rekâbet varsa, iki dükkandaki fiyatlar da farklı olur-olabilir. O hâlde müşteri de, esnaf kendisini diğer komşuya gönderse de fiyatı ucuz olan dükkandan alış-veriş yapmayı sürdürür. Zâten serbest piyasa “rekâbet” demek olacağı için, hiç-bir esnaf siftah yapmayan komşusunu düşünmez ve kendisine gelmiş müşteriyi komşusuna yönlendirmez. “Serbest piyasa” demek, rekâbet; rekâbet demek ise “hırs” demektir. İslâm’da ise hırs hoş görülmez ve hattâ hırslı davrananlar kınanır ve yaptıkları şey onaylanmaz. İslâm’da hırs değil, tam-aksine “mütevâzı”lık vardır ve zâten ihtiyaç fazlasını biriktirmek de yasak olduğundan, (Bakara 219) hırs yapıp da biriktirme yoluna gidil(e)mez.

 

İnsanlar ticâret yapmakta serbesttirler, istediği şeyin ticâretini yapabilirler. Fakat İslâm-merkezli bir ticâret anlayışında, bir müslüman ticâreti istediği gibi yapmakta serbest olamaz. Çünkü ticâretteki bu serbestiyet, çok da uzun olmayan vâdede, ticâretin ve dolayısı ile “servetin birilerinin ellerinde tekelleşmesine” neden olur. Zîrâ insanların ayağını kaydırabilen beş sebepten biri de ticâret ve ondan doğan servetle ilgilidir. Servet, insanın aklını başından alan ve kişinin yoldan çıkmasına neden olan etkenlerin başında gelir. İnsanı ayartabilen diğer 4 etken ise; şehvet, şöhret, siyâset ve cehâlettir. Bu yüzden ticâret, vicdan ve merhâmet ile “içten”, devlet ve kuruluşlar tarafından da “dıştan” denetlenmediğinde insanların akıllarını başından alır. Zâten târih boyunca fitne ve ifsâd en çok da bu nedenle ortaya çıkmıştır ve çıkıyor.

 

Serbest bırakılan fiyatlar yukarı fırlar; bu durum, küçük azınlığı daha bir zengin ederken, halkın geniş kesimi için zorunlu ihtiyaç maddeleri “yanına bile yaklaşılmaz” hâle gelir. Çünkü her türlü sınırsız serbestlik (liberâlizm) insanları yoldan çıkarır. Çünkü “bir sınır olmadığında hiç-bir sınır olmaz”. Hele ki insanı hırsa ve uçuk hayâllere sürükleyen ticâretteki serbestlik, kişiye olmadık işler yaptırır. Haksızlık, vicdansızlık ve adâlet diz-boyu olur. 

 

Seküler piyasada “görünmez bir el”  insanları sürekli kontrôl eder ve yönlendirir. Tabi bu, biraz da bizim bu kontrôle izin vermemiz ve alan açmamız nedeniyledir. Oysa mü’min için “mutlak gözetleyici” olan sâdece Allah’tır. Allah tüm varlığı olduğu gibi O’nun yolunda gidenleri de sürekli kontrôl ettiği gibi iyiliğe yönlendirir. Bizim iç-denetimimiz ne yönde olursa, Allah da bizi o yönde değerlendirir ve yönlendirir. İşte; piyasada “sınırsız ticaret özgürlüğü” anlamına gelen “serbest piyasa ekonomisi”, bizi Allah’ın değil de, şeytanın kontrôl etmesine ve yönlendirmesine sebep oluyor. Hâlbuki İslâm ve müslümanlık, “sâdece Allah’ın denetlemesini ve yönlendirmesini kabûl etmek” demektir.

 

“İslâm’da ekonomiyi serbest piyasa belirler” deniliyor, fakat hem fâhiş fiyatla mal satılamayacağı söyleniyor hem de “narhı (fiyat belirleme) Allah koyar” denerek, sürekli söylenip duran, “İslâm’da ekonomi, serbest piyasa ekonomisidir” düşüncesi boşa çıkmış oluyor. Allah hiç-bir şeyi başıboş bırakmıyor ki ekonomiyi ve ticâreti başı-boş bıraksın.

 

Ekonomiye dîni karıştırmıyorlar ve “dînin vicdanlarda kalması ve zinhar siyâsete karıştırılmaması” gerektiği gibi, dînin ekonomiye de karıştırılmaması gerektiği söyleniyor. Üstelik bunu müslümanlar da söylüyor. Serbest ekonomi ve ticâret şekli ve piyasası kutsallaştırılıyor ve birileri de İslâm’ın ekonomi anlayışının bu olduğunu sanıyor. Oysa Peygamberimiz, hırsla, kurnazlıkla yapılan ticâreti yasaklamıştır:

 

“Bir adamın namazı-niyazı sizi aldatmasın. O adamın dirhem ve dinarla yâni para ile olan ilişkisine bakın”. Başka bir varyantta da: “Kişinin namazına, orucuna bakmayın; konuştuğunda, doğru konuşup konuşmadığına, kendisine emniyet edildiğinde, güvenilirliğini ortaya koyup koymadığına; Dünyâ kendisine güldüğünde, takvâyı elden bırakıp bırakmadığına (menfaat ânındaki tavrına) bakıp öyle değerlendirin” (Kenzul-Ummal, h. No: 8435)

 

İslâm’ın ekonomi modeli, “serbest piyasa ekonomisidir” deniyor. Fakat bu çok yanlış bir düşüncedir. Çünkü bu model İslâm’ın değil, kapitâlizmin, hem de vahşi kapitâlizmin modelidir. İslâm’ın değil, Adam Smith’in ortaya çıkardığı, “bırakınız yapsınlar” (laissez fairez) şeklindeki serbest piyasa ekonomisi, İslâm’ın ekonomi düşüncesine terstir. Çünkü İslâm’da “ne olursa-olsun kâr etmek için her-şeyi yapmak” düşüncesi yoktur. İslâm medeniyetinde ekonomi ve ticârette bir serbestlik vardır ama bu “sınırsız bir serbestlik” değildir. İslâm’da  gizli-gizli yapılan ticârete izin verilmez. Meselâ pazara ulaşılmayan malın yolda toptan satılması-alınması meşrû değildir.           İslâm’daki serbestlik, her türlü kurnazlığı ve haksızlığı da yanında taşıyan bir serbestlik değildir. Aslına bakarsanız İslâm’da serbestliğe çok da meydan verilmez. Zâten liyâkatli mü’min bir toplumda ekonomi modeli, İslâm’ın kendine has ürettiği bir modeldir. Bu da; kanaâte, hayra, vicdan ve merhâmete dayalı olan bir modeldir. Bu modelde ekonomi ve pazar-ticâret sürekli denetlenir ve uygunsuz durumlarda uyarılar yapılır. Bu bağlamda Peygamberimiz pazarı sürekli dolaşır ve denetlerdi. Olası yanlışlara hemen müdâhale eder ve doğal ve mâkûl bir alış-veriş çizgisi ortaya koyardı. Serbest ticâret ve ekonomi sisteminin nasıl da birilerini tekelleştirdiği ve sonunda haksızlıklar yapıldığını bir rivâyet şu şekilde ortaya koyar:

 

“Zebid kabîlesinden bir tâcir Mekke’ye mal satmaya geldi. Ebu Cehil başka tâcirleri Zebid ile ticâretten menetti ve kendisi de çok düşük bir fiyat teklif etti. Ebu Cehil’in öyle bir nüfûzu vardı ki, kimse daha yüksek bir fiyat teklif edemedi. Tâcir pek üzgün olarak Hz. Peygamber’e gitti. Resûlullah, üç deveden müteşekkil malı, mal sâhibinin istediği fiyattan satın aldı ve Ebu Cehil ile sert münâkaşalar oldu”.

 

Görüldüğü gibi Peygamberimiz, serbest ekonomi sisteminin mutlakâ ortaya çıkaracağı haksızlıklardan birini bu şekilde önlemiştir. Demek ki İslâm’da piyasa o kadar da serbest değildir. İslâm ideâl olanı ortaya koymaya çalışır ki Peygamberimiz de bunu ikâme etmekle görevliydi. Peygamberimiz, ideâl tüccardan bahsederken şunları söyler:

 

“Bir şey satarken onu aşırı bir şekilde övmezler, bir malı da alırken asla yalan söylemezler, kendilerine îtimat edildiğinde ihânet etmezler, borçlarını geciktirmez, vaktinde öderler, alacakları olduğunda, zor durumda olan borçluyu sıkıştırmazlar. Kim bir gıdâ maddesi satın alır ve günün râyiç bedeli üzerinden satarsa, sanki onu yoksullara sadaka olarak dağıtmış gibi sevap alır’’ (İbn-i Mâce).

 

“Doğru sözlü güvenilir tüccar, âhirette peygamberler, sâdıklar ve şehitler ile berâberdir” (Tirmizi).

 

‘‘Bir malın ayıbını söylemeden satmak helâl olmaz’’ (Müslim îman: 43).

 

“İnsanlara öyle bir zaman gelir ki, kişi malı helâlden mi, haramdan mı aldığına hiç aldırmaz” (Buhârî, Büyû, 7, 23).

 

Yine bir rivâyette şu olay anlatılır:

 

“Resûlullah, buğday satan bir adama rastladı. Satıcıya: ‘Nasıl satıyorsun?’ diye sordu. Adam da kendince anlattı. Peygamberimiz elini çuvala daldırdı ve buğdayın ıslak olduğunu gördü. Bunun üzerine, ‘insanların görmesi için ıslak olanı üst tarafına koysaydın ya!. Aldatan bizden değildir’ (Müslim, Îman, 164) buyurdu”.

 

Serbest piyasa ekonomisi tekelleşmeye çok açıktır. Oysa İslâm’da tekelleşmek yasaktır. Çünkü fakirlerle-yoksullarla paylaşılmayan her türlü devlet-geliri zenginlerin elinde servete ve dolayısı ile devlete döner: “Allah’ın o (fethedilen) şehir halkından Resûlü’ne verdiği fey, Allah’a, Resûl’e, (ve Resûl’e) yakın akrabalığı olanlara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara âittir. Öyle ki (bu mallar ve servet) sizden zengin olanlar arasında dönüp-dolaşan bir devlet (güç) olmasın. Resûl size ne verirse artık onu alın, sizi neden sakındırırsa artık ondan sakının ve Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah cezâsı (ikâbı) pek şiddetli olandır. (Haşr 7).

 

Serbest piyasa ekonomisi tekelcidir. Piyasaya hâkim olup tekelleşenler, zamanla diğerlerini siler ve kendilerini “tek-el” îlân ederler. Böylece fiyatları onlar belirler ki bu belirleme aslında, aşırı fiyatlandırma şeklindedir. Sonuçta bu durum, halkın ezildikçe ezilmesine, küçük bir kesimin de zenginleştikçe zenginleşmesine ve azgınlaştıkça azgınlaşmasına sebep olur. 

 

Serbest piyasa ekonomisi, doğal bir arz-talep dengesi değildir. Tam-aksine, doğal dengeyi bozar ve talep yokken arzı çoğaltır. Böylece tüketimi kışkırtır, azgınlaştırır ve sonunda da kutsallaştırır. Serbest ticâretin ve ekonominin bir sonraki adımı “rant ekonomisi”dir ki, bu “haksız kazanç” olarak haramdır.

 

Adam Smith şöyle der: “Ekonomi konusunda yapılacak en doğru şey, piyasaya hiç müdâhale etmemektir. Zîrâ, piyasa dâima en doğrusunu yapar”. Bu söz piyasayı kutsallaştırmak anlamına gelir. Günümüzde apaçık görüldüğü gibi, serbest bırakılan piyasa mutlakâ kapitâlizmin aracı hâline gelir ve Dünyâ’yı ifsad eder. Bu piyasa şekli günümüzde insanların büyük bir bölümünün açlıktan-susuzluktan ölmesine neden olurken, diğer taraftaki insanların da aşırı tüketimden dolayı obezleşerek ruhsuzlaşıp hayvanlaşmasına neden olmuştur.

 

Kapitâlizm serbest piyasa ekonomisinden beslenir. Denetlenmeyen ekonomi mutlakâ fitne çıkarıp ifsad eder ve zengin-fakir arasındaki uçurumu derinleştirir.

 

Batı, modernizm ile birlikte her-şeyi serbest bırakmıştır ki bu belki de serbest piyasa ekonomisi ile başlamıştır. Piyasa serbest olunca bu serbestlik mutlakâ hayâtın her alanına da yansımaya başlar. Toplumun davranışlarını belirlemede pazarın payı çok büyüktür. Bilindiği gibi uzak-doğu ülkeleri savaşsız bir şekilde feth edilmişti ki bu fetih “gönüllerin fethi” şeklindeydi. Gönülleri fethedenler ise, oralara ulaşmış olan tüccarlar ve onların hakka-hakîkate-adâlete tam uygun olarak yaptıkları ticâretleriydi. Çünkü vicdâna, merhâmete hakka-hakîkate ve adâlete uygun davranışlar, insanların gönüllerini fetheder.   

 

İslâm piyasayı çok da serbest bırakmaz. Çünkü mülk Allah’ındır ve mülk konusunda insanlar dilediği gibi davranamazlar. En doğru davranış ise İslâm’a göre davranmaktır:

 

“Dediler ki: Ey Şuayb, atalarımızın taptığı şeyleri bırakmamızı yada mallarımız konusunda dilediğimiz gibi davranmaktan vazgeçmemizi senin namazın mı emrediyor?. Çünkü sen, gerçekte yumuşak huylu, aklı başında (reşid bir adam)sın”  (Hûd 87).

 

Âyetin de bahsettiği gibi Hz. Hûd, kavminin uyguladığı serbest piyasa ekonomisi modeline müdâhale ediyor ve bunu “salât”ın bir gereği olarak yapıyor. Çünkü din bu tarz bir piyasa-ekonomi-ticâret şekline izin vermiyor. Zîrâ İslâm’a uygun değildir. Uygun olmayan şey, “diledikleri gibi, serbestçe ticâret yapmaları”dır.

 

İnsanlar istedikleri malı pazara getirip belli fiyata satabilirler. Bu satışta fiyatlar çok az bir miktarda yüksek yada alçak olabilir. Bâzı kişiler daha az bir kârla yetinebilir. Yada malı kendisi üretmiştir veyâ uygun bir fiyatla almış olabilir. Fakat bu, diğerlerini çok olumsuz etkileyecek ve sorun ve haksızlık çıkarak şekilde olamaz.  

 

Bir de üretim-tüketim konusunda şunu söylüyorlar; “Narhı Allah koyar”. (Narh: Tüketiciyi korumak amacıyla, belli-başlı, özellikle zorunlu tüketim maddeleri için devletçe saptanan fiyat). Tamam, narhı Allah koyar. Yağmur yağmaz yada fazla yağış olur, kuraklık olur, toprak kayar, doğal âfet olur vs. ve üretim etkilenir. Böylece Allah narhı koymuş olur. Burada sorun yok. Fakat Allah narhı sâdece garibanlar için mi koyar?. Bu narh sâdece fakirler için mi geçerlidir?. Çünkü duruma göre mal azalınca ve Allah narh koymuş olunca garibanlar o nîmetten mahrûm kalıyor ama zenginleri için fark etmiyor ki!. Ne de olsa durumları müsâit, alıp yiyebiliyorlar ve narhtan etkilenmiyorlar. Eğer bir mal bir şekilde o yıl az üretilmişse, ürün az olmuşsa, herkes yâni hem zenginler hem de fakirler o maldan azar-azar tüketeceklerdir. Mal az diye fiyatların yükselmesiyle birlikte “fakirler o nîmetten aslâ faydalanamayacak fakat zenginler burunlarından gelircesine faydalanacak” demek değildir Allah’ın narhı koyması. Narh herkes içindir. Ne yâni; zenginlerin her zaman ve durumda bir maldan faydalanma hakları var da fakirlerin yok mu?. Yada neden yok?. Yoksa -hâşâ- Allah zenginleri çok seviyor da fakirlere gıcık mı oluyor?.

 

Osmanlılar’da “muhtesip” ve “şehremini” denen görevliler vardı ki, bu kişilerin görevi çarşı-pazar işlerinden sorumlu olup oraları denetlemekti. Muhtesip ve şehremini, çarşı ve pazarları denetler, kadıdan aldıkları izinle “narh” adı verilen fiyatları belirlerler, esnafın da belirlenen fiyata uymasını sağlarlardı. 

 

Ticâret kötü değildir ve “rızkın onda dokuzu ticârettedir” denir ki, aslında nefes alıp-vermek bile bir ticâret olarak hayâtîdir. Fakat ticâretin doğru-düzgün yapılması konusu çok önemlidir ki, aksi-hâlde mutlakâ fitne ve ifsâd başlamakta ve zamanla da büyümektedir.

 

Peygamberimiz Medine’ye geldiğinde Medîne ticâretinin yahudilerin elinde olduğunu gördüğünde (çünkü Medîne’liler çiftçi ve ziraatçidir) hemen bir pazar kurmuş, kurallar oluşturmuş, özellikle Mekke’li tüccar muhâcirlerin burayı işletmesini teşvik etmiştir. Zîrâ insanlar için ilk öncelik, alış-verişin hakkâniyetle yapıldığı bir pazardır.

 

Satmak isteyen her zaman pahalı satmak ister, çünkü ticârette ister-istemez bir hırs ortaya çıkar. Bu nedenle piyasa “serbest” bırakılamaz. Alıcı ise malı mâkûl bir fiyatla almak ister. Bu nedenle İslâm her zaman alıcıdan yanadır. “Müşteri dâima haklıdır” sözünün kaynağı belki de burasıdır.

 

Son zamanlarda en çok kullanılan kelime “tüketim” ve “tüketmek” kelimesidir. İnsanlar bir gıda için “yedim-içtim” değil de, “tükettim” kelimesini kullanıyorlar. Gıda konusuyla ilgili olanlar, “şunu yiyin bunu için” demiyorlar da, “şunu-şunu tüketin” diyorlar ve “tüketim” ve “tüketmek” kelimelerini üstüne basa-basa kullanıyorlar. Öyle ki, mîde bulandırıcı şekilde bir “tüketim” kelimesi kullanılıyor. Bu kelime, kapitâlist serbest piyasa ekonomisinin ortaya çıkardığı bir kelimedir. Çünkü “tüketmek” kelimesinde, “bitirmek ve yeniden almak” düşüncesi açığa çıkıyor. Tüketim kelimesinde doymak ve tatmin olmak düşüncesi olmuyor. Tüketim kelimesi sürekli olarak tüketmeyi düşündürtüyor ve de tüketimi arttırıyor. Özellikle seçilmiş bir kelimedir bu kelime. Oysa dilimizde yemek-içmek, kullanmak, tatmak, beslenmek gibi kelimeler de vardır.   

 

“Parayı sıkı-sıkıya tâkip edenler; “para kendi yolunu bulur, engellemeyin, düzenleme yapmayın, serbest bırakın” derler. Fakat bu söz ve uygulama Dünyâ’yı uçuruma yuvarlamaktadır. Zîrâ kontrôl edilmeyen şey insanları uçuruma yuvarlar ki para, en çok kontrôl edilmesi gereken şeydir. Başta ABD’de uygulanan ve 1990’lardan îtibâren bütün Dünyâ’ya dayatılan serbest piyasa ekonomisi özel bir delilik çeşididir.

 

Apaçık bir şekilde görülmektedir ki, Dünyâ, serbest pazar ekonomisinin kıskacında ve kuşatmasındadır. İnsanlar serbest piyasa ekonomisi yoluyla sömürülmektedir. Sömürgenler her alanda tekelleşmişler ve servetleri “devlet” hâline gelmiştir. Artık siyâsete de, “ekonomiye yön verenler” yön vermekteler, fakat bunu da kendi çıkarlarına uygun olarak belirlemektedirler. Bu durum garibanı daha da gariban yapmakta, zengin-fakir arasındaki uçurumu her geçen gün daha da derinleştirmekte ve toplumsal bir düşmanlık ve de dolayısıyla çöküş yaşanmaktadır. Zîrâ her türlü ahlâksızlık, tekelleşen ve servetleri devlet olmuş olan bu kişilerin siyâsete ve sosyâl hayâta, ellerindeki maddî güç ile yön vermekte olmalarıdır.

 

“Bir sınır yoksa hiç-bir sınır yoktur”. İslâm’ın her konuda kırmızı çizgileri vardır. En çok da ekonomik alanda kırmızı çizgiler koyar. Para, mal-mülk ile ilgili âyetler Kur’ân’da en çok işlenen âyetlerdir. Hattâ en uzun âyet para (borç) ile ilgili olandır: (Bakara 282). Çünkü şeytan dâima bu noktayı gözetler. Yıkımı buradan yapar en çok. Kardeşi kardeşe; oğulu babaya-anaya, karıyı kocaya düşürür, kan-kardeşi can-düşmana çevirebilir.

 

Serbest Piyasa Ekonomisi, “ahlâksız vahşî kapitâlizmin bir ürünü” olarak moderndir. Ahlâkın olmadığı yerde “serbest piyasa ekonomisi” bir “kurtlar sofrası”dır. Serbest Piyasa Ekonomisi, mutlakâ “acımasız rekâbet”i de yanında getirir. Bu da insanı “insanın kurdu” yapar. Sonuçta da Dünyâ bir “kurtlar sofrası”na döner ki, bu sofrada garibana yer yoktur.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ekim 2018

 

 

 

Devamını Oku »