2 Ocak 2022 Pazar

Ekrana Tapmak

 

“Ki onlar, ‘daldıkları saçma bir uğraşı’ içinde oynayan-oyalananlardır” (Tûr 12).

 

İnsanlık târihinde hiç-bir şeye ekran kadar îtibar edilmemiştir ve hiç-bir şeye ekrana bağlanıldığı gibi bağlanılmamıştır. İnsan, hiç-bir şey karşısında, ekran karşısında olduğu kadar heyecanlanmamış, duruşunu düzeltmemiş, kendine çeki-düzen vermemiştir. Târih boyunca hiç-bir şey, insanı -ekranın yaptığı gibi- bu denli esas duruşa geçirmedi. İnsan târih boyunca hiç-bir şey için bu derece bir ön-hazırlık yapmadı. Hiç-bir şeyi bu derece ciddiye almadı. Hiç-bir şey karşısında saatlerce oturmadı, gözlerini bile kırpmadan bir şeye bu kadar uzun süre odaklanarak bakmadı. Hiç-bir şeyi ekran karşısına çıkmak kadar istemedi. Târihin hiç-bir döneminde bir yerde görünmek, ekranda görünmek kadar popüler ve önemli olmadı. İnsan, târih boyunca hiç-bir şeye ekrana dokunduğu kadar dokunmadı. Hiç-bir şeyi bu kadar çok elinde tutmadı, cebinde ve yanında taşımadı. Hiç-bir şeye bu kadar değer vermedi, hiçbir şeyi bu kadar sevmedi, saygı duymadı. Bu yüzden ekran târih boyunca görülen en büyük puttur ve ekrana tapmak, “en büyük küresel putçuluk” hâline gelmiştir. İnsanlık târihinin en yüce putu ve hurâfesi “ekran”dır.

 

Artık hakîkati ekran belirler hâle gelmiştir, gündemi ekran belirliyor; ne yapılması gerektiğini, ne yenmesi, ne içilmesi, ne giyilmesi, nereye gidilmesi vs. her-şeyi ekran belirliyor. Ekrana, hiç olmadığı kadar bir îman ve itaat var. Öyle ki, bir şey ancak ekrandan görülünce ve ekran onayladığında kabûl edilebiliyor. İnsanoğlu neredeyse iki kere ikinin bile dört ettiğini ekrana bakarak kabûl edebilecek hâle gelmiştir. Artık ekrana kul olmuş olanlar, ekrandan iki kere ikinin beş ettiğini görseler onu kabûl etmeye başlayacaktır. Ekran, hakîkatin yerini almıştır çoğu insan için.  

 

İnsanları; sanal, sûnî, hayâlî ve bâtıl olana ancak ekranla alıştırabilirlerdi ve bu yapıldı. Artık “hakîkat” bir değer ifâde etmiyor ve insanlar ekranda gördüklerine hakîkat diyor. Zâten gerçeği görmek istemiyor ve ekran dışındaki gerçeklere burun kıvırıyor. Dışarıda bahçedeki ağacın gerçekliği ile, ekrandan görülen bir ağacın varlığı nasıl aynı olabilir ve hattâ ekrandan görülen ağaç nasıl olur da daha gerçek kabûl edilebilir?. Çünkü insan artık ekran görüntüsüne gerçek görüntüden daha fazla güvenmektedir. Bu yüzden de meselâ bir târihi eseri gidip yerinde görmektense kafasına taktığı teknolojik bir ekrandan görmeyi tercih etmektedir.  

 

Küresel bir ekran bağımlılığı oluştu. Özellikle gençler olmak üzere insanlar ekrana bakamayacakları yerde durmak istemiyorlar, çünkü ekransız yapamıyorlar. Hattâ bir süreliğine ekrandan ayrı kalmak zorunda kalsalar sinir oluyorlar ve bunalıma giriyorlar. Meselâ internet olmayan yerde zinhar durmuyorlar, duramıyorlar. Çünkü internet olmayınca ekrana bakamıyorlar. Sürekli ekrana bakma zorunluluğu duyuyorlar. Araştırmalara göre Türkiye’de insanlar günde ortalama 80 kez cep telefonlarına bakma gereği duyuyormuş. Tabi telefon ekranından başka ekranlar da var ve bundan anlaşılıyor ki insan günün büyük bölümünü ekranlara bakmakla geçiriyor.

 

Cep telefonu, tablet, bilgisayar ve televizyon ekranları muhabbeti-sevgiyi bitirdi, sonuçta saygıyı da bitirdi, çünkü bir-arada olmayı bitirdi, üstelik iyi şeyleri bitirmekle kalmadı, kötü, çirkin, gereksiz, ayıp, haram ve günah olan şeylere de alıştırdı insanları. Bunları meşrûlaştırdı. Çünkü çirkin, kötü, ayıp, haram, günah vs. olan şeyler, uzun süre ve defâlarca bakınca -görece- meşrûlaşıyor. Çünkü insan için sürekli gördüğü şey -baka baka iyice alıştığı için- normâlleşiyor. Lâkin haram ve günahı ekrandan izleyince o şey haram ve günah olmaktan çıkmaz.

 

Çıplaklıkla ilgili olan şeyler ekrandan en çok izlenen şeylerin başında geliyor. İnsanlar en çok, ayıp, günah ve haram olan şeyleri izlemek için ekrana bakıyorlar. İnsanların gözleri ekrana baka-baka kan-çanağına dönüyor ama yine de bana mısın demiyorlar. Uykusuzluktan kendilerini kaybediyorlar ama yine de ekrandan ayrılmak istemiyorlar. Ekrandan bir-anlığına bile gözlerini ayırmaya katlanamıyorlar. Huşû ile yapılan bir ibâdet neşvesinde ekranlara âdetâ tapılıyor.

 

Bir keresinde bir arkadaşımın günde 6-7 saat bilgisayar oyunu oynayan çocuğuna; “ekran karşısında bu kadar uzun süre kalmak doğru değil, ekran karşısında bu kadar uzun süre olmayı bırakamaz mısın?” dediğimde, “neden bırakayım ki, bana zevk veriyor” demişti. Hiç-bir şey insana ekran kadar heyecan, haz ve zevk vermez hâle gelmiştir.

 

Modern zamanlarda sanal ve sûnî olan şeyler “gerçek” olan şeylerden daha değerli ve geçerli kabûl ediliyor. Meselâ doktor size bilgisayarda-internet ortamında bir ilaç raporu yazıp hazırlar ve onun sûretini kâğıt şeklinde elinize verir. Siz de eczâneye gidersiniz ve ilaçlarınızı o rapor ile almak istersiniz. Fakat alamazsınız, çünkü elinizde gözle görünür ve elle tutulur, kaşelenip imzâlanmış gerçek bir madde olan kâğıttan bir rapor olsa da, o rapor geçerli olmaz ve sanal ortamdaki raporun ekranda ve sistemde onaylanmış olarak gözüküp-gözükmediğine bakılır. Sanal ortamda sanal rapor hazır değilse yâni onaylandığı gözükmüyorsa, onaylanana kadar beklenir. İlle de ekranın “okey” vermiş olması beklenir, çünkü ekranda “tamam, ilacı alabilir” denmiş olması şarttır. Zîrâ önemli ve geçerli olan rapor sanal olarak imzâlanmış ve onaylanmış olan rapordur. Eğer sanal ortamdaki rapor henüz imzâlanmamış ve hazır olmamışsa, sanal ortamdaki raporun gerçeği yâni elle tutulur ve gözle görünür olanı her ne kadar elinizde olsa da ilaçlarınızı alamazsınız. Geçerli olan rapor “gerçek olan” değil “sanal olan”dır, ekrandan görülen rapordur. Maddeden yapılmış ve kâğıt şeklinde gözle görülür ve elle tutulur olan rapor işe yaramaz ve o sâdece bir “kâğıt parçası”dır. Işıktan oluşan ve sanal olarak görünen rapor ise geçerli ve değerlidir. Üstelik bu durum “ilerleme” ve “gelişme” olarak görülür ve kabûl edilir.

 

Ekran nedeniyle olumlu hiç-bir şeye sıra gelmiyor ve vakit kalmıyor. Ekran bağımlılığı, sevgi-saygıyı öldürdü, muhabbeti bitirdi. Sanal görüntünün görüldüğü ekranlar, insanları gerçek yalnızlıklara itti.

 

İnsan hiç-bir şeyle ilgilenmez hâlde kalınca doğal olarak Allah’ı düşünmeye başlar. Bu nedenle modernizm, insanı hiç yalnız bırakmak istemez. Tüm ekranlar bu nedenle vardır. Böylece insan Allah’ı düşünmek yerine ekrana bakar.

 

İnsanlar târih boyunca konuşmalarını, “söz ile ve insanlara göre” olmaktan; “yazıya, telgrafa, telefona, televizyona, bilgisayara, internete ve sosyâl medyaya yâni ekrana göre” şeklinde değiştirmiştir. Elektronik araçlar düşünmenin, konuşmanın ve yazmanın yönünü ve yöntemini belirliyor. Matbaa, telgraf, telefon, radyo, televizyon, bilgisayar, internet, sosyâl medya vs. her îcat, kendi kültürünü ve zihniyetini oluşturuyor. Oluşan yeni kültür, gün geçtikçe insanları kendilerinden ve birbirlerinden uzaklaştırıyor. İnsanları araçların nesnesi hâline getiriyor.

 

Ne kadar doğru, etkileyici ve yerinde konuşsanız ve yazsanız da, ekranlarda boy göstermeden lafınız dinlenmiyor, konuştuklarınız ve yazdıklarınız yeterli ilgiyi görmüyor. Günümüzde dikkat çekmeniz için ille de o ekranlardan birine çıkmış olmanız gerekiyor. Ekranda fazla sayıda tâkipçiniz olması gerekiyor. Lâkin hakîkatten bahsedecek olanı (riskli olduğu için) kolay-kolay ekrana çıkarmıyorlar.

 

Niceleri vardır ki, sözde îtibarlarını ekrandan alır. Hâlbuki ekran genelde îtibar kazandırmaktan ziyâde îtibârı azaltır. Ekrana çıkmayınca âlim yada bilim-adamı olarak bile kabûl edilmiyorsunuz. Âlim, uzman vs. kabûl edilmeniz ve îtibar görmeniz için “ekran allâmesi” olmanız gerekir. Müslümanlara Kur’ân’dan âyetleri ve Peygamberimiz’in söylediklerini ve yaptıklarını gösteriyorsunuz ama o yine de başta televizyon olmak üzere ekrandan gördüğü ve dinlediği “ekran entelektüelleri”nin lafını dinliyor ve onların söylediklerine göre konum alıp hareket ediyor. Böylece ekran, aklı ve zihni sınırlandırmış ve blôke etmiş oluyor. Ekran, düşünce melekesini, hâfızayı ve idrâki blôke ediyor ve zayıflatıyor.

 

Ekran, irâdeyi bitiriyor. Öyle ki kişi, ekran karşısında âciz kalıyor, kendi olamıyor. Ekranı kapatması gerektiğinde kapatamıyor, zîrâ ekran onu kapatmış ve kilitlemiştir. Bu nedenle kapı çalınca açmayanlar, tuvaleti gelince tuvalete gitmeyenler, acıkınca yemek yemeyenler, susayınca su içmeyenler hattâ fenâlaşmasına rağmen ekrandan ayrılıp da yardım almayarak ölenler bile var. An îtibârıyla insanların sinirini, psikolojisini, irâdesini, ahlâkını, dînini, îmânını, düşüncesini, davranışlarını ve konuşmasını bozan en etkili şey ekranlardır.

 

Modern insanın üzüntülerini ve sevinçlerini hep ekran belirliyor. Ekrandan gördüklerine ağlıyor ve gülüyor, ekrana bakarak heyecanlanıyor, korkuyor, seviniyor, umûda yada umutsuzluğa kapılıyor, hayat-arkadaşını bile ekrandan seçiyor. Alış-verişler ekrandan, konuşmalar-yazmalar ekrandan, resmi işlemler ekrandan, sevap ekrandan, günah ekrandan, yalan-dolan ekrandan vs. her-şey ekrandan. Hattâ internet aracılığı ile ekrandan cenâze törenine katılmaktan bile bahsedilmeye başlandı.

 

Ekran, işi şova dönüştürür ve sonuçta da ciddiyeti bozarak insanları ciddiyetsizleştirir. Artık insanlar en önemli konularda önemli kişilerden bile şov yapmalarını beklerler. Zîrâ insanların ekrandan beklentisi eğlenceden başka bir şey değildir. Eğer eğlendirmiyorsa o ekrandan çıkıp başka eğlendirebilecek bir ekran arayışı başlar. Eğlence-merkezli olduğundan dolayı ekran her-şeyi magazinleştirir de yansıtır.  

 

Allah, “insanlar seyretsin ve izlesin” diye izlemeye bir ömrün yetmeyeceği ve insanı bıktırmayacak nice hayret ve hayranlık verici canlı ve gerçek manzaralar yaratmışken, insanoğlu ekrandan başını kaldırıp da Allah’ı hatırlatan bu varlıklara bakmıyor, üzerinde düşünmüyor, “çok şükür” diyemiyor, “subhanallah” diyemiyor, yaratılmış olanlara hayret edemiyor. Çünkü ekrana bakmakla ve ona tapmakla çok meşgûldür ve de ekrandan başını kaldıracak vakti yoktur. Öyle ki, başını kaşıyacak vakti bile yoktur.

 

Modern insan ekrana müptelâ, meftûn ve râm olmuştur. Ekrana sıkı bir bağlılıkla tapmaktadır. Hâlbuki ekrandan görülen hiç-bir şey gerçek değildir, hakîki değildir. Sanal, sûnî, hayâlî ve bâtıldır. Aslında ekrandan görülenler görüldüğü gibi bile değildir. 1 ve 0’ın arka-arkaya gelmesiyle oluşan görüntünün insanı bu derece kendinden geçirmesi tuhaftır.

 

İnsanoğlu üç-boyutlu muhteşemliği bırakıp, aslında iki boyutlu olan görüntülere tapmaktadır, ekranı ilahlaştırmıştır. Ona laf ettirmemekte, onu kutsamakta, onsuz yapamamaktadır. Zîrâ ekran ona -güyâ- her-şeyi görebilme imkânı sunmaktadır. Aslında modern insan olanca nesneleşmişliğine rağmen ekran üzerinden kendini ilahlaştırdığını sanmaktadır. Her-şeyden haberi olduğunu ve her-şeyi bildiğini zannetmektedir. Fakat ekran yüzünden târihte hiç olmadığı kadar sömürüldüğünü, yönetildiğini ve yönlendirildiğini, mankurtlaştırıldığını ve aptallaştırıldığını görmemekte ve bilmemektedir.

 

Tabi hiç-bir ekran şerefsiz ve terbiyesiz olmaz. Asıl terbiyesiz olan onu kullanan insanlardır. Meselâ hiç-bir televizyon yada cep telefonu, sütü ve kanı bozuk değildir. Fakat insanı “kanı bozuk” hâle getirebilir.

 

Peki ekranın hiç mi faydalı bir yanı yoktur. Tabî ki vardır ama bu, onu doğru kullanan insan için geçerlidir. Şu da var ki doğru kullanmak bile bir zaman sonra insanın gözlerinin, kollarının, belinin vs. bozulmasına neden olabilir. Fakat bir-çoklarının işine yaramaktadır. En pahalı kitapların satıldığı Türkiye’de e-kitaplar, yazılar ve makâleler, gariban okurlara ilaç gibi gelmektedir. Aynı-zamanda okuma-araştırma ve yazmayı çabuklaştırmaktadır. Uzaktaki insanlarla iletişimi sağlamaktadır. Gerçi bu iletişim şekli aşırılaştığı için artık “gurbette olma”nın ve özlemin de değeri kalmamıştır. İnsanlar uzak diyarlardaki çocuklarının canlı yüzlerini göremedikleri için onları kameralarla ekrandan izlemektedirler. Buna da “canlı olarak görüyorum” demektedirler. Hâlbuki gördükleri sâdece iki boyutlu elektronik görüntülerdir ve canlı değildir. Bu bağlamda o görüntüleri gösteren cihazlar ve ekranlar da akıllı falan değildirler ve tam-aksine aklı zayıflatırlar.   

 

Ekran öyledir ki, insanın inancından farklı davranmasına da neden olur. Bu en çok, film ve dizi oyunculuğunda görülür. Meselâ aslında ateist olan oyuncuya, evliya ve dervişlik rôlü verilir, huşû ile besmele çektirir, Kur’ân okutturur ve Allah için göz-yaşı döktürür. Tabi bunların hepsi ekran uğruna yapılan şaklabanlıklardır.

 

En olmaz şeylerin kamera ve ekran karşısında yapılması meşrû görülür. Dışarıda değil evde bile giyinilmeyecek olan elbiseler kamera ve ekran karşısında giyilebilir, sokakta yapıldığında büyük tepki alacak hareketlerin ve davranışların kutsal sayılan kamera ve ekran karşısındayken yapılması sorun olarak görülmez. Çünkü kamera ve ekran kutsallaştırılmıştır ve ona âdetâ tapılmaktadır. Zîrâ ekran ve kamera insanı yoldan çıkarmıştır.   

 

Ekrandan duyduğunuz-gördüğünüz şeylerin çoğu eksik, yanlış ve yalandır.

 

Evet; ekran modern insanın en büyük putu olmuştur. Ekran insanlık târihinin en büyük hurâfesi ve en yaygın putudur. Ekran modern insanların hep birlikte nerdeyse kesintisiz olarak taptığı bir puttur. Bu tapınış öyle güçlüdür ki hiç-bir uyarı fayda vermemekte ve etki etmemektedir. O hâlde:

 

“Şu-hâlde sen, kendilerine vâdedilen (azap) günlerine kavuşuncaya kadar onları bırak; dalıp-oynasınlar, oyalansınlar” (Meâric 42).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ekim 2021

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »

26 Aralık 2021 Pazar

İş ve Modernite

 

“Şüphesiz insana kendi emeğinden başkası yoktur” (Necm 39).

 

İş, hareket demektir. Bu hareket, insanın hayâtını sürdürmesi için olmazsa-olmazdır. Bu Dünyâ’nın formatına göre her insan hayâtiyetini sürdürebilmek için çalışmalı, hareket etmeli yâni bir iş yapmalıdır. O hâlde her insanın, iş yapmaya engel gerçek bir sebebi yoksa mutlakâ çalışmalı ve bir işi olmalıdır.

 

İş, insanın hayâta katılmasıdır. İnsan bir iş üzerinde olunca hayâta katılır ve bir şeyler üretir. Hiç-bir şey yapmayanlar, “hiç-bir şeydir”ler. Hayatta varlıkları gözükmez. Bir etkileri yoktur. Yaşanmışlıkları yoktur ki Dünyâ’da yaşanmışlık olması için, bir iz bırakmak için yapılması gereken şey “iş”tir.

 

İş deyince modern insan, belli mesâi saatleri arasında kol-kas gücüyle hareket etmeyi anlıyor. Bu da bir iştir ama iş, sâdece kol ve kas gücüyle ve belli mesâi saatleri arasında yapılan değildir. Beyin ile, düşünce ile, sanat ve kültür ile de iş yapılır. Modernite, insanı belli bir mesâi ve vardiya sistemine göre çalıştırmaya alıştırmış olduğundan dolayı, insanlar “iş” değince artık, iki maaş süresi arasında geçinebilecek bir parayı kazanmak için yapılan eylemi anlıyor.

 

Târih boyunca olan şey şudur: Zengin yatarak para kazanır; fakir ise çalışarak hem onu hem de kendini besler. Fakat modern-öncesi dönemde insanlar genelde kendi işlerini yaparlardı. Kendi geçimlerini sağlayacak kadar çalışırlardı ki aslında doğal, normâl ve fıtrî olan da budur. Çok beceriksiz, köle yada gerçekten fakir olanlar ise başkalarının yanında çalışırdı. Moderniteyle birlikte insanların geneli başkaları için çalışmaya başladı. Başkalarına kazandırmadıkça kendileri de kazanamaz duruma geldiler. Modernite dünyâ geneline yayılınca, insanı iş ile kontrôl altında tutmaya başladı. İnsanları iş ve işsizlikle korkutuyor ve denetim altında tutuyor. Çünkü insana kendi geçimini sağlayacak alan bırakmadılar. Çeşitli şeytânî projelerle insanları köylerinden-kasabalarından ayırıp sanâyi merkezlerine topladılar ve kurdukları fabrikalarda-işyerlerinde bir köle gibi çalıştırıyorlar. Modern işçi, ancak ve ancak kendi geçimini zor-belâ sağlayacak kadar kazanabiliyor. Zîrâ verdiği emekle, ilk önce yanında çalıştığı kişinin kârını arttırması gerekiyor. Böyle olunca da kendisine düşen pay azalıyor. Modernizm “insanı kuşatma projesi”dir. 20-25 yaşına kadar okul ile, 60-70 yaşına kadar da iş ile, nefes bile alamayacak şekilde kuşatıyor insanları.

 

Modern çalışma-şekli, modern bir projedir ve bu projeyi hazırlayanlar bunu Siyon Protokôlleri’nin 3.sünde şu şekilde söylerler: “Bütün halk, yoksulluk nedeniyle, ölesiye çalışma zorunluluğuyla zincirlenmiştir”.

 

Modern çalışma hayâtında insanlar, devletin yada bir şahsın yanında çalışmak için eğitim almak zorundadır ve bu nedenle de okula giderler ve meslek öğrenirler. Kendi işini yapanlar çok-çok azdır ki, onlar da yine suyun başını tutmuş olanların kontrôlü ve yönlendirmesi altındadır. Zîrâ piyasa ve üretim bunların elindedir. Kendi işini yapıp üretenler, bunların belirlediği piyasaya uyumak zorunda kalırlar.

 

Çocuklara en çok sorulan soru, “büyüyünce ne olacaksın, ne iş yapacaksın” sorusudur. Çünkü modernite, iş-merkezli bir uygarlıktır (medeniyet değil). Modern kentlere göçmeye mecbur bırakılan insanlar arasında işi olmayanlar ıskartaya çıkar. İşsiz insanlar kendilerini çok kötü hissederler. İşe yaramaz görürler. Eskiden çocuklara “büyüyünce ne iş yapacaksın” diye sorulmazdı. Bu çok saçma bir soru olurdu. Çünkü insanların büyük çoğunluğu köylerde yaşıyorlardı ve hayatlarının nasıl olacağı belliydi. Eskiden herkes evini kendi yapardı, iş âletini kendi yapardı. Hayvanını ve yiyeceğini kendi yetiştirirdi. Kendi tarlasını sürer, ekip-biçer, kendi hayvanını güderdi. Eğer kız çocuğu ise, 15-20 yaş arasında evlenecek ve köyde bir-kaç mahâlle ilerideki bir evde oturacak, bahçe, çocuklar ve ev işleriyle ilgilenecekti. Yapacağı şey belliydi. Zâten okumasına da bu nedenle lüzum görülmüyordu. Tabi Allah’ın Kitab’ı ve Peygamber’in hayâtını öğrenmesi için en azından okuma-yazma bilmesi gerekirdi ki bundan mahrum kalan çok olmuştur. Erkek çocukları ise; sünnet olacaklar, eğer bir askerlik görevi varsa onu yapacaklar, sonra da evlenecekler ve babalarından kalan tarlaları sürecek ve ekip biçecekler, hayvanları güdecekler ve tarlalarına-bahçelerine bakacaklardı. Zâten küçüklükten bêri bu işlerin içinde olduklarından dolayı bu işleri gâyet iyi öğrenip bilirlerdi. Eğer babaları esnaf ise, babalarının mesleğini öğrenecekler ve o mesleği devâm ettireceklerdi. Yada devlet dâiresinde görevliyseler ve okuma-yazma biliyorlarsa devlet işinde çalışacaklardı ki bunların sayısı çok azdı. Yâni eskiden herkesin ne iş yapacakları beliydi. İşsizlik yoktu. Hiç işi olmayanların, 5-10 inek-koyun alıp yaylaya çakması yeterliydi. İşte bu klâsik modele göre hayatlarını yaşarlar ve imtihanları da bu hayat-tarzına göre olurdu. Bu hayat-tarzı modernitenin penceresinden bakınca çok saçma ve sıkıcı gibi görünür yada gösterilir. Fakat doğal, normâl ve fıtrî olan hayat-tarzı budur. Çünkü fıtrata uygun olan yaşam-tarzı, tarım-hayvancılık ve küçük esnaf şeklindeki hayat-tarzıdır. Kanımca İslâm da ancak böyle bir yaşam-tarzında en iyi şekilde anlaşılabilir ve yaşanabilir.

 

Modernite bu sistemi değiştirdi. Birileri şeytanın telkinleriyle yeni düşünceler ve politikalar belirledi. İnsanlara bu düşünceyi yaydılar ve dayattılar. Böylece “büyük bir fitne” çıkardılar. İnsanları âhiret-merkezli olmaktan Dünyâ-merkezli olmaya çevirdiler. Böyle olunca da klâsik olandan nefret etmeye başladılar. Çünkü klâsik olanda nefis yeterince beslenip şımartılamıyordu. Böylece modern yola yâni nefsin yoluna girilmiş oldu. Zamanla insanlar klâsik yaşam-tarzlarını bıraktılar ve şehirlerde sanâyi bölgelerinde toplandılar. Senede iki ay harman zamânında yoğun çalışma ve günlük bir-iki saat süren, hayvanların yemi-suyu ve ufak-tefek işler şeklinde olan çalışma şeklini bırakıp, sanâyi ortamında cüzî bir maaş karşılığında gece-gündüz ve yılın her günü çalışmayı seçtiler. Zîrâ düşünceleri ve dolayısı ile davranışları ifsâd olup değişmişti.

 

Allah’sız zihniyet, insanın târifini târih boyunca şu şekilde yapmıştır: “İki ayak üzerine kalkan hayvan, “âlet yapan-kullanan hayvan”, “düşünen hayvan”, “konuşan hayvan”, vs. Modern zamanlarda ise dile getirmeseler de zımnen şunu söylüyorlar: “İnsan, çalışan hayvandır”. Çalışmak bir araçtır. Modern zamanlarda insanlar onu amaç edindi. Bir de âhiretten şüphesi olanlar amaç edindi. Modern insanın çalışmaktan başka bir çâresi yoktur. Bu çalışma “geçinmek için aşırı çalışmak” şeklindedir. Modern insan kendini ancak işi ile kanıtlayabiliyor. İşsizlerin bunalımlarının nedeni budur. İşleri olmayınca kendilerini değersiz hissediyorlar. Çünkü ahiretten vazgeçip Dünyâ’ya yönelmiş. Kendisini Allah’a kanıtlamak yerine patronuna kanıtlamanın derdinde. Daha çok çalışıp daha çok kazanmak, daha yükselmek, daha rahat ve bol kazançlı işlerde çalışmak. İnsanları meşgûl eden şeyler bunlardır. Artık eş-dost bir-araya geldiğinde işten başka bir şey konuşulmuyor. İş konuşulabilir tabî ki ama insanlar “çalışan birer hayvan” oldukları için işten başka konuşabilecekleri bir şeyleri yok. Konuşacak başka şeyler için başka şeyleri de bilmek gerekir ki modern iş ve çalışma şekli buna imkân tanımıyor. Yâni modern iş-hayâtı insanı câhilleştiriyor, a-sosyâl hâle getiriyor. Zâten işçilerin böyle olması için de onlara dar bir haz alanı bırakılıyor. İnsanlar bu hazlarla oyalanıyor ve sanat, kültür ve bilgi-bilinçten mahrûm kalıyorlar. Tabi bu bir “proje” dâhilinde yapılıyor.

 

Evet; modern insan, insan olmanın bir ayrıcalığı olan düşünce, sanat ve kültürden bahsedemiyor. Çünkü bunları öğrenecek bir zaman aralığına sâhip değildir. Zîrâ tüm zamânını işe veriyor ve zaman kalırsa da sömürünün bir başka çeşidi olan mesâi ile kalan zamânı tüketiyor. Zâten modern işçinin dünyevileşeli böyle bir talebi de kalmamıştır. Çünkü iş ile tatmin oluyor. Çünkü modern insan işten ve çalışmaktan başka bir şey bilmediği için boşluğu sâdece iş ile dolduruyor, kendini ancak iş ile gösterebiliyor. Modern insana “boş zamanlarınızda ne yapıyorsunuz” diye sorulacak olsa, herhâlde vereceği tek cevap, çalışıyorum” olacaktır.

 

Modern-Fordist çalışma şeklinde insan, makinenin bir dişlisine dönmekte böylece onun bir rûha da sâhip olduğu unutulmaktadır. Böylece insan düşünemez bir robota dönüştürülmektedir. Antonio Gramsci bu konuda şunları söyler:

 

“Orta-Çağ’ın kâtipleri/yazıcıları, eski metinleri yeniden kaleme alırlarken, üzerinde çalıştıkları kitaplarda yapılan gramer yanlışlarını düzeltiyor, metni kendi çağlarına uyarlıyor, bir anlamda antik metni yeniden oluşturuyorlardı. Buna karşılık, modern dünyânın sekreterleri/kâtipleri yada daktiloları, kendilerine dikte edilen metinler üzerine düşünme fırsatı bulamazlar. Onlar, gerçek birer makine gibi çalışırlar, metni birebir kopya etmekten başka iş görmezler. Taylorizmin çalışma yaşamına getirdiği yenilik de burada gizlidir. Orta-Çağ insanı, üretimine kendi benliğini koyar, üretimiyle bütünleşir. Modern çağın emekçisi ise, mekanik biçimde iş görür, işi üzerine düşünmez. Onun zihni değil, yalnızca elleri ve bedeni çalışır. Böyle bakıldığında, bedeni ile zihnini bölen işçi, bir tür özgürlük (ama aynı-zamanda da yabancılaşma) hâli yaşar, onun zihni başka bir yerde (hayâller, geleceğe ilişkin projeler, ev yaşamındaki sorunlar...), bedeni ise bambaşka bir yerde, yâni fabrikadadır.

 

Taylor’un müridine dönüşen modern sanâyici, işçisinin zihnini devreden çıkararak onu tam anlamıyla mekanik bir üretim aracına dönüştürmek ister. O, yalnızca işçinin fiziksel etkinliğiyle (kaslarıyla) ilgilenir, üretici gücü hiç tükenmeyen istikrarlı bir makine yaratmayı arzular. Taylorcu sermâyedar, XIX. yüzyıldaki gözü dönmüş yatırımcının aksine, işçi  ücretlerini yüksek tutar, çalışma saatleri ve koşullarını işçinin fiziksel gücüne halel gelmeyecek biçimde rasyonel bir anlayışla düzenler. XIX. yüzyıldaki gibi günde 12-16 saat çalışmak zorunda kalmayan, az zamanda çok iş üreten, ücretli izinlerden ve mâkûl ücretlerden yararlanan XX. yüzyıl emekçisinin bedeni dinç olmalıdır, üretim artışı onun kaslarının (fiziksel kapasitesinin) hep dinç tutulmasından güç alır. Yalnızca alt-yapıya (ülkenin ekonomisine) değil, üst-yapıya (ülkenin siyâsal, hukuksal, kültürel yaşamına) da hâkim olan sermâyedar sınıfı, devlet eliyle emekçinin fiziksel bütünlüğünün sağlanmasını ister, örneğin işçinin üretici gücünü azaltan alkôlizmle savaşılmasını öngörür. XX. yüzyılın sanâyicisi, işçisinin özel yaşamını yakından izlemeyi arzular; çünkü özel yaşamdaki her sorun çalışma yaşamındaki verimliliği azaltır. Taylorist anlayışın izleyicilerinden Henry Ford, işçilerinin maaşlarını nasıl harcadıklarını, nasıl bir özel yaşam sürdürdüklerini öğrenmek için bir müfettiş kadrosu oluşturmuş, onların sorunlarına çözüm getirerek fabrikada daha verimli olmalarını sağlamaya çalışmıştır. Evliliğin kutsallığı söyleminin kökeni de Taylorist-Fordist anlayışta aranmalıdır. Çünkü evine (karısına, çocuklarına) bağlı, kaçamaklara ve gece yaşamına ayıracak vakti olmayan işçiden verim almak çok daha kolaydır”.

 

İstatistiklere göre Dünyâ’nın %99’u, Dünyâ’nın %1’ini memnun etmek için çalışıyor. Tüm zamanlarda kölelerden sâdece iki şey istenmiştir: Çalışmak ve üremek. İnsan iş ve çalışma ile sömürülüyor. Oysa çalışmak, ihtiyacı karşılamak için olmalıydı. Moderniteyle birlikte hem devleti hem de üretim araçlarına ve büyük arâzilere sâhip olanları yâni sermâyeye sâhip olanları memnun etmek için çalışmak şarttır. Hatta ekonominin istikrarlı bir şekilde devâm etmesi için sermâyedarların morâllerini bozacak bir şey olmaması gerekir. Bunlar, modern zamanlarda “kader belirleyiciler” olmuşlardır. Öyle ki çalışanlara verecekleri maaşları kendi keyiflerine göre belirledikleri için, işçilerin ne yiyecekleri, ne kadar yiyecekleri, ne giyecekleri ve ne yapacaklarını dolaylı yönden belirleyebiliyorlar. Eskiden insanların bir tâne efendileri olurdu, şimdi ise hem devlette hem de özel sektörde bir-çok “efendi” arz-ı endâm ediyor. Hele ki mecliste bulunan “kader belirleyici”ler, hepsi efendilik yapacak yer arıyorlar. Gülbahar Ay Satan bu konuda şöyle der:

 

“Sermâye sâhipleri, yâni her çağda olduğu gibi bu çağda da ilahlık taslayanlar, nesli ve ekini ifsâd etmektedir. Dünyâ’ya istedikleri düzeni getirmeyi amaçlayan bu zâlimler; çatışmaları, ayrımcılığı, ırkçılığı, câhilliği, savaşları besleyerek büyütmektedir. Eğitimden sonra modern iş-hayâtında da, sorgulamaya zaman bırakmayan, parmaklıkları olmayan bir zindan yaratmışlardır. Modern işlerde çalışan milyonlarca kişinin, kıskançlık, hased, rekâbet, yalan vs. tüm bunlarla zehirleyerek ruh sağlığı bozulmuştur. Zihinleri kirlenmiştir”.

 

Modern insanın çalışma şartları çok yanlıştır. Doğal, normâl ve fıtrata uygun değildir ve aykırıdır. Uzun çalışma saatleri insanları yıpratmakta, hayattan soğutmakta ve uzaklaştırmaktadır. Bu çalışma-şekli âileyi bölmekte, kimsenin kimseden haberi olmamaktadır. Hele ki vardiya sistemi.. Tam bir zulümdür. Sağlık, itfâiye, polis-asker ve güvenlik birimlerinde dönüşümlü olarak 24 saat bir nöbet olacaktır tabi ama artık neredeyse tüm işyerleri 24 saat çalışmaya açık hâle getirilmiş ve insanlar da gece-gündüz çalışmak zorunda bırakılmaktadır. Oysa vardiyalı çalışma sistemi doğaya da terstir ve Allah hayâtı bu şekilde düzenlememiştir:

 

Görmediler mi ki, dinlensinler diye geceyi yarattık ve (çalışsınlar diye) gündüzü apaydınlık yaptık. Îman eden bir kavim için elbette bunda ibretler vardır” (Neml 86).

 

Bir yazıda tarım toplumundan sanâyi toplumuna geçiş ve çalışma-dinlenme hakkında şunlar söylenir:

 

“Sanâyileşmenin ortaya koyduğu söz edilmesi gereken bir etken de ‘vakit nakittir’ unsurudur. Sanâyileşme öncesi çağda zaman durağan ve çok boldu. Bu, insanların hoşça vakit geçirdikleri sayısız millî, dînî ve yerel tâtillerden de anlaşılmaktadır. Tarımsal toplumlarda zaman dakîkayla değil mevsimle ölçülür. Dahası, tarımsal toplumlar, genellikle modern hayâtın gerektirdikleriyle bağdaşmadığı düşünülen bir ‘halk kültürüne’ sâhiptir.

 

Boş zamânı ilk kınayanlar Püritenler olmuştu. Proletaryaya ‘vakit nakittir’ anlayışını kabûl ettiren şey fabrikaydı. Eski fotoğraflar bu durumu, mütevâzi fabrika işçilerini mîdelerinin yanından sarkan saatleriyle, en iyi giysileri içerisinde dokunaklı bir şekilde tasvir ederler. Fabrika, önceki devirlerin gevşek halk kültürünü yok etmese de, belli bir disiplin gerektiriyordu. Bunun nedeni açıktı: Pahalı fabrika makinelerinin bir-an bile boş durmaması gerekiyordu, bu, üretim kaybına neden olurdu. Fabrika sâhipleri işçilerini makinelerinin uzantıları olarak gördükleri için, zamânında işe gelmek ve gün boyunca istikrarlı bir tempoda çalışmak için disiplinli olmalıydılar. Bu nedenle emek ve boş zaman iki ayrı alan hâline gelmişti”.

 

2. Dünyâ Savaşı’nda sonra küresel sistem değişti. İnsanlar iş-merkezli bir hayat sürmeye başladı. 1970’lerde özellikle Dünyâ piyasasını ellerinde tutanlar işçileri çok fazla çalıştırdılar. Uzak-doğuda insanlar çalışma hastalığı denen “Karoşi”ye tutuluyorlar. Öyle ki, işi bırakamadıkları için açlıktan-susuzluktan ve yorgunluktan dolayı masa-başında ölüyorlar. Çalışma hastaları psikolojik sorunlarla boğuşuyorlar. “Çok çalışmak” gerektiği tâ ilk öğrenim zamânından îtibâren insanların kafasına yerleştiriliyor. İyi de nereye koşuluyor ki?. Nereye yetişilecek?. Bu işin sonu nedir?. Bu gidiş nereyedir?.

 

Fazla çalışmak hem işsizliği hem de geçimi zorlaştırıyor. Çünkü çok çalışınca insanların bir çoğuna gerek kalmıyor. İki kişinin yapacağı işi çok çalışarak bir kişi yapınca diğeri açıkta kalıyor. Bu durum geçimi de zorlaştırıyor. Çünkü işsizlik nedeniyle işçi, işverenin verdiğine râzı olmak zorunda kalıyor. Çünkü işveren, “işsizler” kozunu sürekli elinde tutuyor ve her zaman da hiç çekinmeden kullanabiliyor. İşçi, aldığı maaşı beğenmese de ağzını açamıyor. Çünkü işi bıraktığında, dışarıda ânında onun yerini alacak binlerce insan iş bekliyor. Onun işi bırakması hiç mi hiç önemli değil. İşsizliğin çoğalması, sanâyicinin yüzünü güldürüyor. Üstelik iki katına yaptıracağı işi yarı fiyatına yaptırabiliyor. Çünkü dışarıda işsizlikten bunalmış ve işe-paraya ihtiyâcı olan milyonlarca insan var. Ağızlarını açamıyorlar bu nedenle. Bir konuşma sırasında “asgarî ücret çok yetersiz bir para” dediğimde, birileri de çıkıp; “yetmiyorsa, o zaman çok çalışacak” demişti. İyi de adam zâten çalışıyor. Ne yapacak yâni?; çalışacağım diye kendini mi paralayıp öldürecek?. Ah şu “tuzu kuru” olanlar!..

 

“Çok çalışmak” düşüncesi daha küçüklükten îtibâren insanların beynine kazınıyor. Artık insan, “ne kadar çok çalışırsam o kadar iyi para kazanırım” diye düşünüyor. Çalışıp para kazanmayla ömrünü geçiriyor ama bu-arada hayâtı ıskalamış oluyor. Bunun farkına ancak, yaşlanınca ve çeşitli hastalıklarla uğraşırken varıyor. “Hayat boş” sözü, hayâtı ıskalamış olanların dillerinde pelesenk oluyor. Ömrü boyunca çalışarak kazandığı parayı, yaşlılığında hastalıkları için harcarken ah-vah ediyor. İnsanlar, sağlığını para kazanmak için harcıyor, fakat ileride de kazandığı parayı kaybettiği sağlığı için harcamak zorunda kalıyor. Zîrâ bu tarz çalışma şeklinde mutlakâ çeşitli hastalıklara yakalanıyor.

 

İşin ilginç yanı, işin ve paranın o kadar çok artmasına rağmen insanların yine de işsiz kalmaları ve yetersiz bir gelire sâhip olmalarıdır. Fakat işin daha da kötüsü, insan kitleleri bu duruma bir eleştiride ve îtirazda bulunmuyor. Belki de bunu yapmak akıllarına bile gelmiyor. Ahmet Hakan Çakıcı bu konuda şunları söyler:

 

“Alain Touraine, ‘Modernizmin Eleştirisi’nde; ‘târihin hiç-bir döneminde insanlık bu kadar zengin ve bu kadar çok servetin yığıldığı bir dönem yaşamadı. Târihin hiç-bir döneminde fakirler, bu kadar çok ve uzun mesâilerle bu kadar geç yaşlara kadar çalışmadı. Târihin hiç-bir döneminde fakirler bu kadar çok yerlerinden-yurtlarından göç etmek zorunda kalıp yollarda ölmedi, katliamlara ve soykırımlara uğramadı. Târihin hiç bir döneminde fakirler bu kadar çok tâkip edilmedi, kontrôl edilmedi, zihinsel yönlendirmelere tâbi kılınmadı ve târihin hiç-bir döneminde fakirlerin sermâyeden aldığı pay bu kadar az olmadı. Ancak târihin hiç bir döneminde fakirler bu kadar itaatkâr da olmadı’ diyordu.

 

Zygmunt Baumann, bunun sebebini tanımlarken; ‘fakirlere medyadan düzenli olarak (özgürlük, akılcılık ve bireysellik) diye üç zehir veriliyor. Bu zehirler onların bir-araya gelebilme yetilerini yok ediyor. Ortak bir lîder, ortak bir akıl etrâfında toplanıp fedâkârlıkta bulunamıyor ve bu nedenle de onlara dayatılanlara direnemiyorlar’ diyordu. Fakirlerin bir-araya gelebilme yetilerini kaybetmeleri onları, ‘târihin en dırdırcı lâkin en itaatkâr figürü’ne dönüştürdü diyen de Wendy Brown'dı. Bir-araya gelemeyen zerreciklerine kadar bölünmüş toplumlar, egemenler karşısında itaatten başka bir yol bulamıyorlar”. 

 

Modern çalışma şeklinde çalışanların sürekli hayâl ettikler şey, hafta-sonu tâtilleri, resmî tâtiller ve yıllık izinlerdir. Olduğu gibi ona kilitlenmişlerdir ki bunu sekteye uğratacak olan düğün, cenâze, bayram, sınav, seçim vs. gibi nedenler insanların sinirini bozar. Amerika’da yeni doğum yapmış olan bir kadın, yıllık izin zamânında yeni doğan çocuğuna bakmak zorunda kalacağından ve tâtil rezervasyonunu iptâl ederek tâtilden vazgeçmek zorunda kalacağından dolayı çocuğunu öldürmüştü. Tâtile çıkabilmek için çocuğunu öldürebiliyor.

 

“Çalışmak ibâdettir” sözü Hristiyanlığın Protestanlık mezhebi ile ilgilidir. Protestanlığın bir mottosudur bu söz. Protestanlıkla birlikte ortaya çıkmıştır. Protestanlık’la birlikte “Tanrı Krallığı”ndan “Dünyâ Krallığı”na geçen modern insan, artık “Tanrı’nın buyruğu olarak” Dünyâ Krallığı için çalışınca, (bu-arada Tanrı Krallığı” için çalışmasa da) “Tanrı için çalışmış” olur. Tüm çalışanlar Tanrı için çalışmış olur. Ne iş yapılıyor olursa-olsun çalışmak “Tanrı için çalışmak”tır. Tanrı için çalışınca da çalışmak ilk başta “ibâdet” olarak görülmüştür. Tabi bu-arada Tanrı’ya ayrıca ibâdet etmek O’nun için bir şeyler yapmak düşüncesi ve eylemi azalıp yok olmuştur. Sonunda da çalışmak; salt Dünyâ için fakat aslında “haz, zevk ve neşe elde etmek” için yâni “nefs için çalışmak” hâline dönmüştür. Artık batı’lı için çalışmak “âhiret için çalışmak” değil, “Dünyâ için çalışmak”tır. Hakan Olgun bu konuda şunları söyler:

 

“Din-dışı alanda çalışan her hizmet grubunun üyesi, manastırdaki keşiş yada kilisedeki râhip kadar dînî bir meslek icrâ etmektedir. Bu durumda ‘dünyevî’ olarak değerlendirilen bütün tutum ve davranışlar, dînî bir değer taşıdığından pekâlâ dindarca bir yaşamın işâreti olabilir. Yâni dünyevî tutum ve mesleklerin mânevî ve seküler olarak ikiye ayrıştırılması, birincisinin diğerine göre daha dindarca bir misyon içerdiği şeklinde anlaşılamaz. Protestanlık perspektifinden sekülerleşme -ki şimdi dünyevileşme diyebiliriz- dînî öğreti ve telkinlerin yada dînin projesinin, Katolik kilisesinin mânevileştirip ‘öte dünyâlaştırmasından’ kurtarıp ‘bu dünyânın’ konusu edilmesidir. Böylece Protestan söylemler, dînî değerleri mânevî alandan maddî alana taşımışlardı. Tıpkı Westfalya Antlaşması’nda ‘sekülerleştirme’ adıyla kilise emlâkinin kamulaştırılması gibi. Böylece, bir anlamda bu dünyâ, dînin performans alanına çevrilmiştir. Zîrâ artık politik idâre­ciler de kilise idârecileri ile eşit derece mânevi görevlerle yükümlüdürler. Bu politik idâreciye itaat etmek emredilirken isyâna kalkışmak, onun kutsal otoritesine karşı günahkâr bir kasıt olmaktadır. Özellikle Kalvinist Protestanlık’ta dünyâ hayâtı ve hayâ­tın her türlü veçhesi, Tanrı’nın ihtişâmının izhâr edilmesi ve onun hukûkunun geçerli olması gereken yegâne alandır”.

 

Belki de yoğun çalışma temposu insanlara sürekli tâtil hayâli kurdurmaktadır. Modern çalışma hayâtı tâtili dinleştirmiştir. Amaç tâtildir. Nazife Şişman bu konuda şunları söyler:

 

“İş, aslında tâtil içindir, o kısacık tâtil için tüm yıl çalışılıyor. İnsanın bütün hedefini tâtile endeksleyerek, işe tâtil hayâliyle katlanılmasını sağlayan yeni iş ahlâkı da kapitâlizmle birlikte gelişmiştir.

 

Weber’e göre çalışmanın kendinde bir hedef olarak belirlenmesi kapitâlizmi mümkün kılmıştı. Protestan dindarlar için tembellik günahtı, çalışmak ise ibâdet. Hâlbuki Protestanlık öncesinde çalışma Kilise’nin yüce ideâlleri arasında yer almazdı. Tanrı kendisi de altı gün çalışmış, yedinci gün dinlenmişti. Bu, insanlar için de en yüce gâyeydi. İnsanlar cennette çalışmak zorunda kalmayacaklardı, tıpkı Pazar günleri olduğu gibi. Yâni hristiyanlara göre hayâtın maksadı ‘pazar’a ulaşmaktı. Hayat yalnızca hafta-sonu için uzun bir bekleyişti. Augustinus, cennette, Tanrı’nın dinlendiği ve Hz. Îsâ’nın cennet katına çıktığı gün olan Pazar’ın dâimi hâlini bulacağımızı yazmıştı. Protestanlık-öncesi kilise mensupları ‘çalışma zahmeti’ni cezâ olarak algılarlardı. Sisyphos efsânesindekine benzer bir şekilde cehennemde hiç sona ermemecesine çalışmak zâlimce bir işkenceydi. Dante’nin cehenneminde de günahkârlara ‘Pazar’ hiç gelmez. Âdetâ onlar sonsuz bir ‘Cumâ’ya mahkûm edilmişlerdir. Reformasyon sonrasındaysa, yâni Protestanlıkla birlikte hayâtın çekim-merkezi Pazar gününden Cumâ gününe geçmiştir. İnsan hayâtında çalışmak esastı.

 

Sanayi Devrimi sonrasında işin verimliliği açısından dinlenme ve eğlenmenin önemi vurgulanmaya başlanmış ve işçilerin daha verimli çalışmaları için ‘boş zaman’ kavramı tedâvüle sokulmuştu. Boş zaman/eğlence ne kadar genişletilirse-genişletilsin yada ne kadar önemsenirse-önemsensin hayâtın merkezinde ‘iş’ vardı. İşin disiplinli ve kişinin zamânını örgütleyen yapısı, sanâyi ile birlikte değişmişti.

 

Daha önceki dönemlerde, meselâ tarım toplumlarında tabiatın döngüsü kişiyi örgütlüyor yada atölyede veyâhut loncada işin kendisi ve bizzat ‘usta’ çalışmanın zamânını  belirliyordu. Sanâyi toplumunda ise kapitâlist, işçinin zamânını satın alıyordu. Bu sebeple işte geçirilen zamânın ön-plâna geçmesiyle birlikte haftayı, yâni işte geçirilmesi gereken zamânı doldurup Pazar’ı beklemek doğal bir durum hâline geldi.

 

İslâm’da ilk olarak ‘O her gün (an) bir iştedir’ meâlindeki âyet, altı günde kâinâtı yaratıp Pazar günü dinlenen Tanrı imajından başka bir yaratıcı tasavvuruna imkân veriyor. Diğer taraftan bütün dünyâ hayâtını oyun ve eğlence olarak gören bir anlayış hâkimdir İslâm îtikâdında. Bu dünyâ hayâtının kendisi koskoca bir eğlence ve oyalanmadır zâten. Bu yüzden insan kendisini asıl hayâta hazırlamalıdır. Hazırlanmak demek ‘çalışmak, say-ü gayret üzere olmak’ demektir. Sâdece ekonomik faaliyet olarak tanımlanması mümkün olmayan ‘çalışma’nın kendisi bizâtihi ibâdettir. Mü’min bir işten boşalınca bir başkasına sarılır ve böylece Rabbine kavuşuncaya kadar gayrete devâm eder. Müslümanlar için çalışma bir nevî ibâdet olduğundan ve mü’minin bütün hayâtının ibâdet sayılması gerektiğinden, Sanâyi Devrimi öncesi dönem için bugünkü anlamıyla ‘boş zaman’ kavramı söz-konusu değildir. Zâten batı Avrupa târihinde de ‘boş zaman’ kavramı kapitâlist ekonomiye paralel bir gelişmedir”.

 

İsmail Kılıçarslan da şöyle der:

 

“Kapitâlizmin kutsal değerlerinden biri ‘çalışma’ kavramıdır biliyorsunuz. ‘Çalışan insan’ iyidir, zîrâ ancak çalışarak ‘tüketim çarkının içine girebilen makbûl tüketici’ hâline gelme şansını elde eder insan teki”.

 

Modern çalışma şekli ev ile iş arsındaki bağı koparmıştır ve evi ayrı, işi ayrı yapmıştır. Fakat zamanla iş evden daha önemli hâle gelmiş ve sonuçta da kadınların da ev dışında çalışmaya başlamasıyla birlikte ev değersizleşmiş, ev değersizleşince de âileler birbirlerine olan bağlılıklarını kaybetmişler ve dağılmaya başlamışlardır.

 

Bahsettiğimiz iş ve çalışma şekli endüstriyel çalışma şeklidir. Modern çalışma tarzında insanlar ancak belli bir şeyi arka-arkaya yapmaya alışmışlardır ve yaptıkları şeyin farkında da değillerdir. Yâni bir âletin sâdece belli bir parçasının üretimi konusunda standart hareketleri yaparlar. Bir şeyi üretmede üretimin her alanından anlamazlar. Oysa geleneksel çalışma tarzında insanlar her işten anlarlardı. Köyden kente göç, köyde on numara çiftçi, çoban, bahçıvan vs. olan kişileri vasıfsızlaştırıp işçi kılmıştır ve asgarî ücrete mahkûm etmiştir.

 

Marx; “kapitâlist üretim süreci, insana özgü olan çalışma veyâ insanın özünü oluşturan emeğin kendi yeteneklerini ortaya çıkarmasını engelleyen baskıcı ve zorlayıcı bir içeriğe sâhiptir. Kapitâlist toplumda zorunlu bir faaliyet olan çalışma, insanın yeteneklerini sınırlandırmakta, sefâlet, tükeniş ve umutsuzluğu güçlendirerek insanın kendi varlığının reddine ve kendisine yabancılaşmasına neden olmaktadır” der.

 

Modern insan, daha çok yemek-içmek-giymek-gezmek için daha çok çalışan insandır. Zaten modernizm, “eşek gibi” çalışıp, “domuz gibi” yeme uygarlığıdır. Çünkü akşama kadar eşek gibi çalışınca, mesâiden sonraya da domuz gibi tüketmek kalıyor. Bu uygulama bunu gerektiriyor. Seküler modern sisteme göre insan; “eşek gibi çalışıp, köpek gibi itaat edip, domuz gibi yemek için” yaratılmıştır. Modernizm; yavaş-yavaş akan bir dereyi eliyle yelpâzeleyerek akışını hızlandırmaya çalışmaktır. Hâlbuki bıraksa yada küçük dokunuşlar yapsa akıp gidecek. Doğal, normâl ve fıtrata uygun bir çalışma-şeklini bırakıp modern çalışma hayâtına girenler için hayat anlamsızlaşıyor. Üstelik tüm bunlara rağmen bu hayat-tarzını savunanlar da var. Kur’ân, insanları buna karşı şu şekilde uyarıyor:

 

“De ki: Davranış (ameller) bakımından en çok hüsrâna uğrayacak olanları size haber vereyim mi?. Onların, dünyâ-hayâtındaki bütün çabaları boşa gitmişken, kendilerini gerçekte güzel iş yapmakta sanıyorlar” (Kehf 103-104).

 

“Asra andolsun; gerçekten insan, ziyandadır. Ancak îman edip sâlih amellerde bulunanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka” (Asr Sûresi).

 

“Kim âhireti ister ve bir mü’min olarak ciddî bir çaba göstererek ona çalışırsa, işte böylelerinin çabası şükre şâyandır” (İsrâ 19).

 

“O, geceyi sizin için bir elbise, uykuyu bir dinlenme ve gündüzü de yayılıp-çalışma (zamanı) kılandır” (Furkân 47).

 

Tabî ki tembellikten ve hayâtı es geçmekten bahsetmiyoruz. O da ayrı bir yanlış. Çalışan demir tabî ki ışıldar fakat, ağır çalışma koşulları de kemikleri paslandırır.

 

“Başarılı patron”, işçisinin emeğinin karşılığını “hakkıyla” ve “alın-teri kurumadan” verendir. Yine işçisini ezmeyen ve ezdirmeyen kişidir ki bunların sayısı çok-çok az olmasına rağmen vardır. Bir ülkenin kapitâlist olup-olmadığı, en düşük gelire sâhip olan işçilere bakarak anlaşılabilir.

 

Bir keresinde bir arkadaşıma “nâber nasılsın” diye sorulduğunda, direkt olarak aldığı maaşın miktârını söylemişti. Nasıl olduğu sorusuna aldığı maaşın miktârını söyleyerek cevap vermişti. Böylece iyi bir işi olduğunu göstermek istemişti. Modernizmde kişinin ne olduğunu ve kim olduğunu belirleyen faktör “işi ve maaşı”dır. Toplum, insanları işleriyle ve maaşlarıyla değerlendiriyor. Bu bağlamda şerefsiz ve ahlâksız ama iyi bir işi ve yüksek maaşı olan biri, ahlâk timsâli ve şahsiyet sâhibi ama işi ve maaşı düşük olan birine göre daha “üstün” görülebiliyor.  

 

Allah her insana özel bir yetenek-beceri vermiştir. Fakat kapitâlist sistem, insanları tek-tipleştirip “işçisi” yaparak, insanların bu yeteneklerini baltalamaktadır. Sonuçta ortaya beceriksiz bir toplum-devlet çıkıyor.

 

Bir iş, en iyi şekilde yapılmamışsa, o iş boşa gitmiş bir iş olmuş olur. Yada yarârı kadar zarârı olur. Aptalca işler yaparsanız, kendinizi aptal gibi hissedersiniz.

 

Modern iş hayâtı, Allah’ı, merhâmeti, vicdânı ve adâleti hesâba katmayan çalışma-şeklidir. Allah’tan bağımsız “iş yapma isteği” şirktir. Allah rızâsı için yapılmayan işler, nefsin rızâsı için yapılmaya başlanır. Allah rızâsı için yapılmayan işlerin âhirette kişiye bir faydası olmaz. Modern müslümanlara “Allah rızâsı için” bir şey yapmak, “bedâva iş” olarak görülüyor. Fakat patronun rızâsını kazanmak için bedâvaya çalışmayı seve-seve yapabiliyorlar.

 

Çizgi film, okul, askerlik, iş; “küresel itaat”in sıraya konmuş araçlardır. İnsanlar bu araçlarla terbiye(!) edilip kontrôl altında tutulmaktadır.

 

Eskiden “usta”lar vardı, şimdi ise “uzman”lar. Ustalar işlerine-söylediklerine “rûh” da katarlarken, uzmanlar işin sâdece maddî-mekanik yönünden anlıyorlar ve bahsediyorlar. İşten anlamadan işi yapıyorlar. “İlerleme” denilen şey, işlerin insan yerine makineler tarafından yapılmasıdır. Yâni ilerleme, işlere “rûh” katmaktan vazgeçilmesidir.

 

Fıtrata-doğala-normâle aykırı bir iş yapılacak ve bir sorun çıkmayacak.. Bu imkânsızdır. Bir-çok gereksiz işler vardır. Yaşlanma ve “ölüm korkusu” nedeniyle ortaya çıkan yeni iş sektörleri, diğer nedenlerle ortaya çıkan sektörlerden kat-kat fazladır.

 

Modern politikalar sonucu büyük çiftçi nüfûsun kentlerde işçilere dönüştürülmesi, büyük sermâyedarlar ortaya çıkarmıştır. Mevcut vergi-sistemi, küçük işletmeciyi kontrôl altında tutuyor fakat sermâyedarları kontrôl edilemez duruma getiriyor.

 

Modernite, mesleğinizde ne kadar hünerli olursanız-olun, o işin diplomasına sâhip değilseniz, sizi “vasıfsız” sayar. Zâten teknoloji, “el”i işlevsiz bıraktı. Sonuçta her-şeyde bir beceriksizlik ve bereketsizlik ortaya çıktı. Peygamberimiz, elleri nasır bağlamış olan birinin elini öpüp, “işte Allah’ın sevdiği el budur” demişti. 

 

Nefret ile yapılan iş çok yorar. Sevmeden, istemeden yapılan hiç-bir iş “iyi” ve güzel olmaz.

 

Bâzı işler de vardır ki insanın istikâmetini bozar, onu yanlışa sürükler ve nihâyet yoldan çıkarır. Öyle ki, Allah’ın haram kıldıklarını yapmak o kişi için normâlleşir. Bu işler, doğasında günaha ve sapıklığa yönlendiren modern işlerdir. Modern işler yada işin modern şekli, insanı harama, günaha ve yanlışa karşı zayıflatır ve hattâ kişiyi yoldan çıkartıp şerefsizleştirebilir. O hâlde Allah’ın haram, günah ve ayıp dediği şeylere alan açan işlerden uzak durmak îcâp eder.  

 

Peygamberimiz iş konusunda şunları söyler:

 

“Yaptığın işler kendinin yada başka birinin yükünü kaldırsın, yeni bir yük yüklemesin. Çalışırken, en çirkin insan bile güzeldir. Çalışmak, en hayırlı sermayedir”.

 

Okul, başarı ve popüler işler.. İnsanın hayâtı ıskalamasına neden olan üç etkendir.

 

İnsan boş bırakılmaya gelmez. Bu yüzden Allah, insanı boş bırakmaz ve sürekli olarak bir meşgûliyete yönlendirir:

 

“Ey îman edenler!, Cum’a günü namaz için çağrı yapıldığı zaman, hemen Allah’ı zikretmeye koşun ve alış-verişi bırakın. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. Artık namazı kılınca, yeryüzünde dağılın. Allah’ın fazlını isteyip-arayın ve Allah’ı çokça zikredin; umulur ki felaha (kurtuluşa ve umduklarınıza) kavuşmuş olursunuz” (Cum’a 9-10).

 

“Gerçekten güçlükle berâber kolaylık vardır. Şu-hâlde boş kaldığın zaman, durmaksızın (başka bir iş ile) yorulmaya-devâm et” (İnşirâh 6-7).

 

Yapılacak işleri yapmayanlar; yapılmayacak işleri yapmaya başlarlar. Belki de bu durum bir cezâdır. İnsanların fıtrata aykırı davranarak bir zulüm ve ifsâd sistemi olan moderniteye bağlanmalarının bir cezâsı..

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Şubat 2019

 

 

Devamını Oku »

20 Aralık 2021 Pazartesi

Allah’ın Varlığı ve Birliği

 

“De ki: O Allah, birdir. Allah, Samed’dir (her-şey O’na muhtâçtır, dâimdir, hiç-bir şeye ihtiyâcı olmayandır). O, doğurmamıştır ve doğurulmamıştır. Ve hiç-bir şey O’nun dengi değildir” (İhlâs Sûresi).

 

Kur’ân’ın ber-ceste âyetlerinden oluşan İhlâs Sûresi, Allah’ın “ne olduğundan” değil, “ne olmadığından” bahseder. Sûrede, “Allah’ın varlığı” değil, “Allah’ın birliği” ortaya konur. Çünkü biz Allah’ın varlığının neliğini ve nasıllığını bilemeyiz. İhlâs Sûresi’nde Allah, “ne olmadığını” söyleyerek bizi Kendisi hakkındaki yanlış zanlarımızdan kurtarır. Çünkü biz Allah’ın varlığını, O’nun ne olduğunu bilerek değil, ne olmadığını bilerek anlamlandırırız ve O’na bu anlam ile îman ederiz.

 

Günümüzde ve insanlık târihinde sayısı çok-çok az olan “mutlak kâfirler”i saymazsak; hemen-hemen tüm kâfir ve müşrikler, yeri ve göğü yaratan ve idâre eden bir Yaratıcı İlah’a inanıyor ve kabûl ediyor. Fakat inandıkları ilahın isimlerini, sıfatlarını ve özelliklerini kabûl etmiyorlar. Yâni varlığını kabûl ediyorlar ama birliğini kabûl etmiyorlar. Bu nedenle de emirlerini ve nehiylerini uygulamıyorlar.

 

Kur’ân bütünlüğüne baktığımızda, “Allah’ın birliği”nin merkeze alındığını ve mü’minlerin de Allah’ın birliğini tüm alanlarda ve zamanlarda hâkim kılmaya yönlendirildiğini görürüz. O hâlde müslümanların ve mü’minlerin ana-konusu Allah’ın varlığı değil, Allah’ın birliği konusu olmalıdır. Peki “Allah’ın birliği” ne demektir?.

 

Allah’ın birliği; göklerde, Dünyâ’da ve canlıların vücutlarının işleyişinde nasıl ki tek ilah, tek hâkim, tek kânun ve yasa koyucu, tek yönetici ve tek yönlendirici olarak sâdece Allah kabûl ediliyorsa; aynı-şekilde, insanlar arasındaki sosyâl, kültürel, ekonomik, siyâsi, kânûnî vs. tüm konularda ve tüm alanlarda “sâdece Allah’ın tek hüküm koyucu ve tek ilah” olarak kabûl edilmesidir. Allah’ın birliği yâni tevhid bu demektir. Allah göklerde bir olduğu gibi yeryüzünde de bir olduğunda ve bu koşulsuz-şartsız kabûl edildiğinde ve de her-şey bu ilkeye göre düzenlendiğinde Allah’ın birliği sağlanmış olur. Aksi-hâlde (tüm zamanlarda ve günümüzde olduğu gibi) küfür, şirk ve zulüm alır başını gider.

 

Allah “tek Yaratıcı” olduğu gibi, “tek yaşatıcı”dır da. O-hâlde “tek hüküm koyucu” ve “tek yaşam belirleyici” de olmalıdır. Her-şey O’na göre olmalıdır. İşte bu “Allah’ın birliği” denilen şeydir. Allah sâdece yaratmada değil, her-şeyde “bir” olmalıdır. O’ndan başka yaratan ve yaşatan bir varlık yoktur. Îman, Allah’ın varlığından sonra, -daha önemlisi- Allah’ın birliğinedir. Allah’ın varlığına îman edildikten sonra Allah’ın birliğine de îman edilip bilinçli bir şekilde kabûl edilmedikçe O’nun varlığına-zâtına îman etmek değerini kaybedecek ve hattâ değersiz bir söze dönecektir. Allah elbette îmanları zâyi etmeyecektir. Fakat îmânın neye olduğunu bilmek ve kabûl etmek önemlidir. Îman, “gaybî olanlara îman” olduktan sonra, görklerde ve yerde tek hâkimin Allah olduğuna ve olması gerektiğine îman etmek ve bunu bilinçli olarak kesin ve net şekilde kabûl etmektir.

 

Allah’ın varlığına îman etmek, “bir yaratıcı olmalı, başka türlü olamaz” sözünde ifâdesini bulur. Yoksa O’nun varlığına îman etmek, O’nun varlığını düşünmek ve araştırmak demek değildir. Hiç-bir şey O’nun dengi olmadığı için, bilinen hiç-bir şey Allah’ın zâtına yâni “mutlak varlığı”na benzemez. Allah’ın varlığı, “doğrulanacak ve kanıtlanacak” bir varlık değil de “inanılacak” bir varlık olduğu için, O’nun o mutlak varlığına kanıt aramak abestir. O’nun varlığının delili, -görebilenler için- yaratılmış olan tüm varlıklardır. Zâten Allah’ın varlığına inananlar için delile gerek olmadığı gibi, inanmayacak olana ise hiç-bir delil yetmez. Allah, aklın “var” demesiyle vâr olan bir varlık değildir. O’nun mutlak varlığı yâni zâtı, akıl ile idrâk edilemez ama kâlp ile hissedilir ve kabûl edilebilir. Zâten O’nun varlığına ancak kâlpten îman ettikten sonra birliğini de kâlpten kabûl edenler O’na hakkıyla kulluk yapabilirler. Allah’ın varlığını mutlak anlamda idrâk etmeye insanın çapı yetmez. Fakat O’nun birliğini idrâk etmek ve kabûl etmek için akıl ve kâlbin işletilmesi yeterlidir. Aksi-hâlde şeytana ve nefse uyularak, varlığı -sözde- kabûl edilse bile birliği kabûl edilmez ve hattâ inkâr edilir.

 

Allah’ın varlığı “doğrulanma” ile değil, “anlamlı olmasıyla” delillendirilebilir. Allah’ın varlığı anlamlıdır. Herhangi bir varlığı mutlak anlamda anlamaya ve açıklamaya çalışınca, o varlık başka bir şey olur. Açıklanmaya çalışılan şey “o” olmaktan çıkar. Bu anlama ve açıklama çabası Allah için yapıldığında, mutlakâ eksik ve yanlış bir şey söylenmiş olur ve zamanla mutlakâ sapma başlar. Allah’ın varlığı, açıklamanın değil, îman etmenin konusudur. Fakat Allah’ın birliği, -îman ettikten sonra- açıklamanın konusu olabilir ki Kur’ân sürekli olarak bundan bahseder.

 

Allah Kur’ân’da varlığından bahseder ama varlığını kanıtlamaya çalışmaz. Çünkü Kendisinin varlığını kabûl etmeyenleri adam yerine bile koymaz. O, Kendisinin varlığını kabûl etmesine rağmen, düşünüşlerini, konuşmalarını, inanışlarını ve davranışlarını Allah’a göre yapmayanlara hitâp eder. Peygamberlerini böyle kişilere gönderir. Peygamberler de Allah’ın birliğini anlatırlar ve hem iç-âlemlerde hem de dış-âlemde bunu hâkim kılmaya çalışırlar. Yoksa Kur’ân ve Peygamberimiz sâdece, “bakın Allah var, her-şeyi O yaratmış, O’nun varlığını kabûl edin” demek için gönderilmemiştir.

 

Allah Kur’ân’da sürekli olarak varlığının kanıtını yapsaydı ve kendisini anlatsaydı bile insanlar yine de O’nun söylediklerini idrâk edemezlerdi ve O’nun ne/nasıl olduğunu anlayamazlardı. Hattâ kanımca, Allah insanlara Kendini gösterse ve insanlar O’nu apaçık görseler bile yine de O’nun ne/nasıl olduğunu idrâk edemezlerdi de O’nun varlığı hakkında farklı görüşler ortaya atarlardı. Meselâ, Allah Kur’ân’da Kendisinden bahseder fakat Kendisinden bahsettiği âyetlerin 1.400 yıldır binlerce kez tefsir ve yorumları yapılmış olmasına rağmen, Allah’ın Kendisini anlattığı âyetler yine de müteşâbih kalmaya devâm etmektedir:

 

“Allah, göklerin ve yerin nûrudur. O’nun nûrunun misâli, içinde çerağ bulunan bir kandil gibidir; çerağ bir sırça içerisindedir; sırça, sanki incimsi bir yıldızdır ki, doğu’ya da batı’ya da âit olmayan kutlu bir zeytin ağacından yakılır; (bu öyle bir ağaç ki) neredeyse ateş ona dokunmasa da yağı ışık verir. (Bu,) nûr üstüne nûrdur. Allah, kimi dilerse onu kendi nûruna yöneltip-iletir. Allah insanlar için örnekler verir. Allah her-şeyi bilendir” (Nûr 35).

 

Biz bu âyette söylenenleri anlıyoruz, kelimeler bildiğimiz-tanıdığımız kelimeler ama cümlenin bütünlüğüne baktığımızda ne dediğini yine de idrâk edemiyoruz. Çünkü âyet,  Allah’tan bahsediyor. Hiç görmediğimiz ve hakîkatini kesin şekilde bilmediğimiz bir varlıktan bahsediliyor. Âyette Allah Kendisini apaçık bir şekilde anlatmasına rağmen o kelimelere anlam veremiyoruz ve anlatılanların sonucunda kafamızda bir imaj oluşmuyor. Bu âyet 1.400 yıldır tefsir ve te’vil ediliyor ama net ve kesin yorumu yapılamıyor. Yapılamaz da. Çünkü âyette anlatılan varlık, bizce neliği-nasıllığı bilinemeyecek olan Allah’ın varlığıdır. Bu âyet Allah’ı bize ne ve nasıl olduğunu anlatmak için değil, “söylesek de anlamazsınız”ı göstermek için indirilmiştir. İşte bunun gibi, Allah gökte kendini apaçık bir şekilde gösterse bile, biz bir şeyler görürüz ama gördüğümüze bir anlam verip de gördüğümüz şeyin ne olduğunu idrâk edip bilemeyiz ve anlatamayız. Üstelik her gören farklı bir şey söyler ve böylece görülen şey hakkında hiç kimse net bir şey söylememiş olur. Çünkü İslâm dâvâsı, Allah’ın varlığını kanıtlamak ve açıklamak dâvâsı değil, “Allah’ın birliğini hâkim kılmak” dâvâsıdır. Allah’ın birliği hâkim kılınmadıkça Dünyâ’da küfür, şirk, adâletsizlik, ayrımcılık, açlık, susuzluk, evsizlik, âilesizlik, boşluk, ahlâksızlık, anlamsızlık ve zulüm bitmeyecek ve zamanla artacaktır.

 

Allah Kur’ân boyunca kendi varlığına değil, yarattığı varlıklara dikkat çeker. Fakat ilah edinme noktasında yaratılmış olan varlığı değil, “varlıkları Vâr Eden” gösterilir. Çünkü O’ndan başkasını ilah edinenler kâfir ve müşrik olur. Yaratılmışların varlığı “mutlak” görüldüğünde ve onlarda da bir güç vehmedildiğinde, şirk kaçınılmazdır. Varlığı Allah ile anlamayı ve açıklamayı zûl görenlere, varlığı anlamlandırmak için ne “zaman” yeter ne de “mekân”. İşte modern insan, -Allah’ın varlığını kabûl ettiğini söylese de- Allah’ın birliğinin ne olduğunu bilmediği yada O’nun birliğine îman etmediği ve kabûl etmediği için, her-şeyi Allah’tan başka bir şeyle açıklamaya çalışmaktadır. “Müslümanım” diyenlerin bir-çoğu da dâhil, insanlar hem “Allah’ın birliği”nin ne demek olduğunu bilmiyor hem de yaşayışı vahiy-merkezli olmadığı için her-şeyi Allah ile alâkalandırmayı ve her-şeyin O’nun hükmüne göre olmasını kabûl edemiyor. Çünkü her-şeyde O’ndan başkasına göre düşünüyor, konuşuyor ve eylemde bulunuyor. “Allah’a îman ediyorum” diyor ama O’nun dediği gibi düşünmüyor, konuşmuyor ve davranmıyor. Yaşayışı îman ettiğini söylediği Allah’a göre değil; şeytana, nefsine ve kendisini yönlendiren ve yöneten tâğutlara göre oluyor. İşte bunun nedeni, Allah’ın birliğinin ne olduğunu bilmemesinden başka, aslında O’nun birliğine îman etmemesi, her konuda ve her alanda Allah’a göre yaşamaması ve de yaşamak istememesidir. Zîrâ şeytana, nefsine ve beşere göre tutum takınıyor.

 

Allah’ın varlığına inanmak tek-başına yetseydi, Allah, Mekke’li müşriklere Peygamberimiz’i ve Kur’ân’ı göndermezdi. Tüm peygamberler Allah’ın varlığına inanan fakat Allah’ın birliğini kabûl etmeyen toplumlara gönderilmişlerdir. İşte Mekke müşrikleri de Allah’ın varlığına inanıyorlardı, O’nu “en yüce ilah” olarak kabûl ediyorlardı. Fakat sorun şu idi ki, onlar Allah’ın birliğini kabûl etmiyorlardı ve Allah’tan başka ilahlar kabûl ediyorlardı, çünkü işlerine öyle geliyordu. Zîrâ o putlar üzerinden rant devşiriyorlardı ve böylelikle insanlar üzerinde hâkimiyet kuruyorlardı. Allah’ın birliğini yâni “tek ilahın, tek belirleyicinin ve tek hüküm vericinin sâdece Allah olduğunu” kabûl etmeleri, rantlarına, zenginliklerine, hâkimiyetlerine yâni kendi ilahlıklarına son verecekti. Bunu kabûl etmeleri elbette beklenemezdi. Peygamberimiz’e ve Kur’ân’a karşı çıkışları işte bu yüzdendi.

 

Hz. Âdem’den bêri insanlar Allah’a inanıyorlar, fakat hem Allah’ın birliğinin ne demek olduğunu bilmiyorlar, hem de çıkarlarına uymadığı için Allah’ın birliğine göre düşünmüyorlar, konuşmuyorlar ve yaşamıyorlar. Zîrâ Allah’ın birliğine göre yaşamanın bir bedeli vardır. Allah’ın birliğine göre yaşamak, “Allah’ın varlığına inanıyorum” demek gibi sâdece lafla olmaz ve Allah’ın birliğine îman etmek ve bunu kabûl etmek, kişiye ânında çeşitli sorumluluklar yükler ki bâzen bu yük çok ağır olabilir. İnsan bunu gördüğü yada hissettiği için o yükün altına girmez de İslâmî yaşamı “yük” olarak görür. Zîrâ Allah’ın birliğinin bilincine varmamıştır ve aslında Allah’ın varlığına da kesin bir îman ile îman etmemektedir.

 

Evet; tüm kâinat yâni galaksiler, yıldızlar, gezegenler, Dünyâ, dağlar, denizler, ağaçlar, toprak, su, hayvanlar, bitkiler, cansız varlıklar ve insanın vücut yapısı ve çalışması konusunda insanların büyük çoğunluğu için Allah’ın varlığı ve birliği sorun edilmez ve “her-şeyi sâdece Allah yaratmış ve yapmıştır” denir. Zâten bunları yarattığını iddiâ edecek kimse de yoktur. Lâkin iş akıl ve bilinç ile alâkalı olan, insanlar arasındaki sosyâl, kültürel, ekonomik, ticâri, hukûkî, ahlâkî, kânûnî ve siyâsî alanlara gelince değişiyor ve bunlar da diğer her-şey gibi “sâdece Allah’a” has kılınmıyor ve bu konularda Allah’ın birliğini geçerli ve hâkim kılmıyorlar. Bu konularda “Allah’ın birliğine” değil, “beşerin birliği”ne uyuyorlar. Hattâ bu konulara Allah’ı hiç karıştırmak istemiyorlar. İşin acı tarafı, buna, Kur’ân-Kur’ân diyen, Peygamber’den bahseden, “Allah’ın dediğinden başka hiç-bir şeyi kabûl etmeyiz” diyen müslümanların bir-çoğu da dâhildir. Tüm kâinâtı kusursuzca yöneten Allah, insanların arasındaki işlere karıştırılmıyor. Üstelik iftira ederek “Allah insanlar arasındaki işleri insanlara bırakmıştır” diyorlar. Böylece her ne kadar “Allah’a inanıyoruz” deseler de, Allah’ın birliğini inkâr ettikleri yada kabûl etmedikleri için Allah’a inanıyoruz sözleri de boşa çıkmış oluyor. Zîrâ îman, “îmânın gereğini yapmak” da demektir. Yoksa îman etmek kuru bir “îman ettim” sözü değildir:

 

“İnsanlar, (sâdece) ‘îman ettik’ diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebût 2).

 

Allah’ın varlığını inkâr etmek küfürdür; Allah’ın birliğini inkâr etmek ise hem küfür, hem şirk hem de zulümdür. Unutulmasın ki, Allah’ın birliğini inkâr etmenin acı sonuçlarını da yine Allah’ın birliğini inkâr eden insan yaşayacaktır.

 

Allah’ın varlığını kabûl etmek, O’nun birliğini de kabûl etmeyi gerektirir. Zâten Allah’ın varlığına îman etmenin bilinçli bir îman olduğunu ve Allah’ın varlığına îmân etmiş olmayı en samîmi bir şekilde gösterecek olan şey, O’nun birliğine îman edip kabûl etmek ve o doğrultuda amelde-eylemde bulunmaktır. Lâkin insanlar Allah’ın varlığına îman etmeyi ve O’nun varlığını -dilinin ucuyla da olsa- kabûl etmeyle işin tamamlandığını sanıyorlar. Oysa O’nun “varlığını” kabûl etmekten daha önemli olan şey O’nun “birliğini” kabûl etmektir. Allah’ın varlığına inanıp da yaşamında o îmânı hesâba katmayanların îmânı sorunludur. Çünkü Allah’ın varlığını kabûl etmesine rağmen O’nun birliğini kabûl etmemek, “Allah’a inanmak ama O’na güvenmemek” anlamına gelir:

 

“Mü’minler, ancak Allah’a ve O’nun Resûlü’ne yürekten inanıp güvenen kimselerdir (Nûr 62).

 

Allah’ın varlığına  inanmak O’na güvenmeyi de yanında getirir, getirmelidir. Tam bir îman böyle olur. O’na güvenmek de, O’nun birliğine îman edip kabûl etmeyi gerektirir. Allah’ın birliğine îman edip kabûl etmek ise, O’nu her-şeyde birlemek ve her-şeyin yaratıcılığının O’na verilmesi gibi, her-şeyin yönetimini de O’na vermek demektir. Allah’ın birliğine îman etmek bunu gerektirir.  

 

Nasıl ki kâinattaki süper düzen Allah’ın varlığından başka birliğini de gerektiriyorsa, insanlar arasındaki düzen de O’nun varlığına ve birliğine îman etmeyi ve buna göre yaşamayı gerektirir. İnsanlar arasındaki tüm kötülükler, Allah’ın birliğinin hesâba katılmaması nedeniyledir. Nasıl ki kâinattaki her-şey sâdece O’nun ilahlığına, yaratışına ve yasalarına göre tam uygun hareket ediyorsa, Dünyâ’da ve insanlar arasında da tüm işler sâdece O’na göre; O’nun yasalarına, kânunlarına ve vahyine göre olmalıdır. Göklerdeki varlıklar nasıl ki “sâdece Allah’a” göre hareket ederek mükemmel bir nizamda duruyor ve aralarında hiç-bir uygunsuzluk ve uyumsuzluk olmuyorsa, insanlar da yeryüzünde “sâdece O’na” göre hareket ederek Dünyâ’da en ideâl nizâma kavuşabilir. Allah’ın birliği bunu gerektirir ve bunu sağlar.

 

Kâinât, Allah’ın varlığı ve birliğine yâni sâdece Allah’ın düzenine göre hareket ettiği için göklerde muhteşem bir düzen, nizam ve uyum vardır. Fakat Dünyâ’da Allah’ın varlığına inanılıp kabûl edilmesine rağmen O’nun birliğine uyulmadığı için sürekli bir kaos yaşanıyor.

 

Allah sâdece yaratmada değil, yasamada, yargılamada ve yürütmede de “bir”dir. İnsan her konuda O’nun kânunlarını, yasalarını yâni vahyini merkeze almalıdır ki O’nun birliğine de îman etmiş olsun. Fakat gelin görün ki, Allah’ın varlığına inanmayı yeterli görüp O’nun birliğine inanmayı gereksiz gören insanlar, şeytanın, nefsin ve tâğutların belirlemiş olduklarına göre hareket etmek için birbirleriyle yarışıyorlar. Çünkü Allah, Kendisinin varlığına inansa da birliğine inanmayanları ve birliğine göre yaşamayanları, şeytanın, nefsin ve tâğutların isteklerine-arzularına-keyiflerine göre yaşamakla cezâlandırıyor. Elbette mü’minler böyle değildir: 

 

“Şüphesiz, îman edip îmanlarının istikametinde sağlam, yerinde, doğru ve ıslaha dönük sâlih işler yapanlara gelince, hiç şüphe edilmesin ki Biz, güzel iş yapan hiç kimsenin mükâfatını zâyi etmeyiz” (Kehf 30).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ekim 2021

 

 

 

Devamını Oku »