“De ki: O Allah, birdir. Allah,
Samed’dir (her-şey O’na muhtâçtır,
dâimdir, hiç-bir şeye ihtiyâcı olmayandır). O, doğurmamıştır ve
doğurulmamıştır. Ve hiç-bir şey O’nun dengi değildir” (İhlâs Sûresi).
Kur’ân’ın ber-ceste âyetlerinden
oluşan İhlâs Sûresi, Allah’ın “ne olduğundan” değil, “ne olmadığından” bahseder.
Sûrede, “Allah’ın varlığı” değil, “Allah’ın birliği” ortaya konur. Çünkü biz
Allah’ın varlığının neliğini ve nasıllığını bilemeyiz. İhlâs Sûresi’nde Allah, “ne
olmadığını” söyleyerek bizi Kendisi hakkındaki yanlış zanlarımızdan kurtarır. Çünkü
biz Allah’ın varlığını, O’nun ne olduğunu bilerek değil, ne olmadığını bilerek
anlamlandırırız ve O’na bu anlam ile îman ederiz.
Günümüzde ve insanlık
târihinde sayısı çok-çok az olan “mutlak kâfirler”i saymazsak; hemen-hemen tüm
kâfir ve müşrikler, yeri ve göğü yaratan ve idâre eden bir Yaratıcı İlah’a
inanıyor ve kabûl ediyor. Fakat inandıkları ilahın isimlerini, sıfatlarını ve
özelliklerini kabûl etmiyorlar. Yâni varlığını kabûl ediyorlar ama birliğini
kabûl etmiyorlar. Bu nedenle de emirlerini ve nehiylerini uygulamıyorlar.
Kur’ân bütünlüğüne
baktığımızda, “Allah’ın birliği”nin merkeze alındığını ve mü’minlerin de
Allah’ın birliğini tüm alanlarda ve zamanlarda hâkim kılmaya yönlendirildiğini
görürüz. O hâlde müslümanların ve mü’minlerin ana-konusu Allah’ın varlığı
değil, Allah’ın birliği konusu olmalıdır. Peki “Allah’ın birliği” ne demektir?.
Allah’ın birliği; göklerde,
Dünyâ’da ve canlıların vücutlarının işleyişinde nasıl ki tek ilah, tek hâkim,
tek kânun ve yasa koyucu, tek yönetici ve tek yönlendirici olarak sâdece Allah
kabûl ediliyorsa; aynı-şekilde, insanlar arasındaki sosyâl, kültürel, ekonomik,
siyâsi, kânûnî vs. tüm konularda ve tüm alanlarda “sâdece Allah’ın tek hüküm
koyucu ve tek ilah” olarak kabûl edilmesidir. Allah’ın birliği yâni tevhid bu
demektir. Allah göklerde bir olduğu gibi yeryüzünde de bir olduğunda ve bu
koşulsuz-şartsız kabûl edildiğinde ve de her-şey bu ilkeye göre düzenlendiğinde
Allah’ın birliği sağlanmış olur. Aksi-hâlde (tüm zamanlarda ve günümüzde olduğu
gibi) küfür, şirk ve zulüm alır başını gider.
Allah “tek Yaratıcı” olduğu
gibi, “tek yaşatıcı”dır da. O-hâlde “tek hüküm koyucu” ve “tek yaşam
belirleyici” de olmalıdır. Her-şey O’na göre olmalıdır. İşte bu “Allah’ın
birliği” denilen şeydir. Allah sâdece yaratmada değil, her-şeyde “bir”
olmalıdır. O’ndan başka yaratan ve yaşatan bir varlık yoktur. Îman, Allah’ın
varlığından sonra, -daha önemlisi- Allah’ın birliğinedir. Allah’ın varlığına îman
edildikten sonra Allah’ın birliğine de îman edilip bilinçli bir şekilde kabûl edilmedikçe
O’nun varlığına-zâtına îman etmek değerini kaybedecek ve hattâ değersiz bir
söze dönecektir. Allah elbette îmanları zâyi etmeyecektir. Fakat îmânın neye olduğunu
bilmek ve kabûl etmek önemlidir. Îman, “gaybî olanlara îman” olduktan sonra,
görklerde ve yerde tek hâkimin Allah olduğuna ve olması gerektiğine îman etmek
ve bunu bilinçli olarak kesin ve net şekilde kabûl etmektir.
Allah’ın varlığına îman
etmek, “bir yaratıcı olmalı, başka türlü olamaz” sözünde ifâdesini bulur. Yoksa
O’nun varlığına îman etmek, O’nun varlığını düşünmek ve araştırmak demek değildir.
Hiç-bir şey O’nun dengi olmadığı için, bilinen hiç-bir şey Allah’ın zâtına yâni
“mutlak varlığı”na benzemez. Allah’ın varlığı, “doğrulanacak ve kanıtlanacak”
bir varlık değil de “inanılacak” bir varlık olduğu için, O’nun o mutlak varlığına
kanıt aramak abestir. O’nun varlığının delili, -görebilenler için- yaratılmış
olan tüm varlıklardır. Zâten Allah’ın varlığına inananlar için delile gerek olmadığı
gibi, inanmayacak olana ise hiç-bir delil yetmez. Allah, aklın “var” demesiyle
vâr olan bir varlık değildir. O’nun mutlak varlığı yâni zâtı, akıl ile idrâk
edilemez ama kâlp ile hissedilir ve kabûl edilebilir. Zâten O’nun varlığına ancak
kâlpten îman ettikten sonra birliğini de kâlpten kabûl edenler O’na hakkıyla
kulluk yapabilirler. Allah’ın varlığını mutlak anlamda idrâk etmeye insanın
çapı yetmez. Fakat O’nun birliğini idrâk etmek ve kabûl etmek için akıl ve
kâlbin işletilmesi yeterlidir. Aksi-hâlde şeytana ve nefse uyularak, varlığı -sözde-
kabûl edilse bile birliği kabûl edilmez ve hattâ inkâr edilir.
Allah’ın varlığı
“doğrulanma” ile değil, “anlamlı olmasıyla” delillendirilebilir. Allah’ın
varlığı anlamlıdır. Herhangi bir varlığı mutlak anlamda anlamaya ve açıklamaya çalışınca,
o varlık başka bir şey olur. Açıklanmaya çalışılan şey “o” olmaktan çıkar. Bu
anlama ve açıklama çabası Allah için yapıldığında, mutlakâ eksik ve yanlış bir
şey söylenmiş olur ve zamanla mutlakâ sapma başlar. Allah’ın varlığı,
açıklamanın değil, îman etmenin konusudur. Fakat Allah’ın birliği, -îman
ettikten sonra- açıklamanın konusu olabilir ki Kur’ân sürekli olarak bundan
bahseder.
Allah Kur’ân’da varlığından
bahseder ama varlığını kanıtlamaya çalışmaz. Çünkü Kendisinin varlığını kabûl
etmeyenleri adam yerine bile koymaz. O, Kendisinin varlığını kabûl etmesine
rağmen, düşünüşlerini, konuşmalarını, inanışlarını ve davranışlarını Allah’a
göre yapmayanlara hitâp eder. Peygamberlerini böyle kişilere gönderir.
Peygamberler de Allah’ın birliğini anlatırlar ve hem iç-âlemlerde hem de
dış-âlemde bunu hâkim kılmaya çalışırlar. Yoksa Kur’ân ve Peygamberimiz sâdece,
“bakın Allah var, her-şeyi O yaratmış, O’nun varlığını kabûl edin” demek için
gönderilmemiştir.
Allah Kur’ân’da sürekli
olarak varlığının kanıtını yapsaydı ve kendisini anlatsaydı bile insanlar yine
de O’nun söylediklerini idrâk edemezlerdi ve O’nun ne/nasıl olduğunu
anlayamazlardı. Hattâ kanımca, Allah insanlara Kendini gösterse ve insanlar O’nu
apaçık görseler bile yine de O’nun ne/nasıl olduğunu idrâk edemezlerdi de O’nun
varlığı hakkında farklı görüşler ortaya atarlardı. Meselâ, Allah Kur’ân’da Kendisinden
bahseder fakat Kendisinden bahsettiği âyetlerin 1.400 yıldır binlerce kez
tefsir ve yorumları yapılmış olmasına rağmen, Allah’ın Kendisini anlattığı
âyetler yine de müteşâbih kalmaya devâm etmektedir:
“Allah, göklerin ve yerin
nûrudur. O’nun nûrunun misâli, içinde çerağ bulunan bir kandil gibidir; çerağ
bir sırça içerisindedir; sırça, sanki incimsi bir yıldızdır ki, doğu’ya da batı’ya
da âit olmayan kutlu bir zeytin ağacından yakılır; (bu öyle bir ağaç ki)
neredeyse ateş ona dokunmasa da yağı ışık verir. (Bu,) nûr üstüne nûrdur.
Allah, kimi dilerse onu kendi nûruna yöneltip-iletir. Allah insanlar için
örnekler verir. Allah her-şeyi bilendir” (Nûr 35).
Biz bu âyette söylenenleri
anlıyoruz, kelimeler bildiğimiz-tanıdığımız kelimeler ama cümlenin bütünlüğüne
baktığımızda ne dediğini yine de idrâk edemiyoruz. Çünkü âyet, Allah’tan bahsediyor. Hiç görmediğimiz ve
hakîkatini kesin şekilde bilmediğimiz bir varlıktan bahsediliyor. Âyette Allah
Kendisini apaçık bir şekilde anlatmasına rağmen o kelimelere anlam veremiyoruz
ve anlatılanların sonucunda kafamızda bir imaj oluşmuyor. Bu âyet 1.400 yıldır tefsir
ve te’vil ediliyor ama net ve kesin yorumu yapılamıyor. Yapılamaz da. Çünkü
âyette anlatılan varlık, bizce neliği-nasıllığı bilinemeyecek olan Allah’ın
varlığıdır. Bu âyet Allah’ı bize ne ve nasıl olduğunu anlatmak için değil,
“söylesek de anlamazsınız”ı göstermek için indirilmiştir. İşte bunun gibi,
Allah gökte kendini apaçık bir şekilde gösterse bile, biz bir şeyler görürüz
ama gördüğümüze bir anlam verip de gördüğümüz şeyin ne olduğunu idrâk edip bilemeyiz
ve anlatamayız. Üstelik her gören farklı bir şey söyler ve böylece görülen şey
hakkında hiç kimse net bir şey söylememiş olur. Çünkü İslâm dâvâsı, Allah’ın
varlığını kanıtlamak ve açıklamak dâvâsı değil, “Allah’ın birliğini hâkim kılmak”
dâvâsıdır. Allah’ın birliği hâkim kılınmadıkça Dünyâ’da küfür, şirk,
adâletsizlik, ayrımcılık, açlık, susuzluk, evsizlik, âilesizlik, boşluk,
ahlâksızlık, anlamsızlık ve zulüm bitmeyecek ve zamanla artacaktır.
Allah Kur’ân boyunca kendi
varlığına değil, yarattığı varlıklara dikkat çeker. Fakat ilah edinme noktasında
yaratılmış olan varlığı değil, “varlıkları Vâr Eden” gösterilir. Çünkü O’ndan
başkasını ilah edinenler kâfir ve müşrik olur. Yaratılmışların varlığı “mutlak”
görüldüğünde ve onlarda da bir güç vehmedildiğinde, şirk kaçınılmazdır. Varlığı
Allah ile anlamayı ve açıklamayı zûl görenlere, varlığı anlamlandırmak için ne
“zaman” yeter ne de “mekân”. İşte modern insan, -Allah’ın varlığını kabûl
ettiğini söylese de- Allah’ın birliğinin ne olduğunu bilmediği yada O’nun
birliğine îman etmediği ve kabûl etmediği için, her-şeyi Allah’tan başka bir
şeyle açıklamaya çalışmaktadır. “Müslümanım” diyenlerin bir-çoğu da dâhil, insanlar
hem “Allah’ın birliği”nin ne demek olduğunu bilmiyor hem de yaşayışı
vahiy-merkezli olmadığı için her-şeyi Allah ile alâkalandırmayı ve her-şeyin O’nun
hükmüne göre olmasını kabûl edemiyor. Çünkü her-şeyde O’ndan başkasına göre
düşünüyor, konuşuyor ve eylemde bulunuyor. “Allah’a îman ediyorum” diyor ama
O’nun dediği gibi düşünmüyor, konuşmuyor ve davranmıyor. Yaşayışı îman ettiğini
söylediği Allah’a göre değil; şeytana, nefsine ve kendisini yönlendiren ve
yöneten tâğutlara göre oluyor. İşte bunun nedeni, Allah’ın birliğinin ne
olduğunu bilmemesinden başka, aslında O’nun birliğine îman etmemesi, her konuda
ve her alanda Allah’a göre yaşamaması ve de yaşamak istememesidir. Zîrâ şeytana,
nefsine ve beşere göre tutum takınıyor.
Allah’ın varlığına inanmak
tek-başına yetseydi, Allah, Mekke’li müşriklere Peygamberimiz’i ve Kur’ân’ı
göndermezdi. Tüm peygamberler Allah’ın varlığına inanan fakat Allah’ın birliğini
kabûl etmeyen toplumlara gönderilmişlerdir. İşte Mekke müşrikleri de Allah’ın
varlığına inanıyorlardı, O’nu “en yüce ilah” olarak kabûl ediyorlardı. Fakat
sorun şu idi ki, onlar Allah’ın birliğini kabûl etmiyorlardı ve Allah’tan başka
ilahlar kabûl ediyorlardı, çünkü işlerine öyle geliyordu. Zîrâ o putlar
üzerinden rant devşiriyorlardı ve böylelikle insanlar üzerinde hâkimiyet
kuruyorlardı. Allah’ın birliğini yâni “tek ilahın, tek belirleyicinin ve tek
hüküm vericinin sâdece Allah olduğunu” kabûl etmeleri, rantlarına,
zenginliklerine, hâkimiyetlerine yâni kendi ilahlıklarına son verecekti. Bunu
kabûl etmeleri elbette beklenemezdi. Peygamberimiz’e ve Kur’ân’a karşı
çıkışları işte bu yüzdendi.
Hz. Âdem’den bêri insanlar
Allah’a inanıyorlar, fakat hem Allah’ın birliğinin ne demek olduğunu
bilmiyorlar, hem de çıkarlarına uymadığı için Allah’ın birliğine göre
düşünmüyorlar, konuşmuyorlar ve yaşamıyorlar. Zîrâ Allah’ın birliğine göre
yaşamanın bir bedeli vardır. Allah’ın birliğine göre yaşamak, “Allah’ın
varlığına inanıyorum” demek gibi sâdece lafla olmaz ve Allah’ın birliğine îman
etmek ve bunu kabûl etmek, kişiye ânında çeşitli sorumluluklar yükler ki bâzen
bu yük çok ağır olabilir. İnsan bunu gördüğü yada hissettiği için o yükün altına
girmez de İslâmî yaşamı “yük” olarak görür. Zîrâ Allah’ın birliğinin bilincine
varmamıştır ve aslında Allah’ın varlığına da kesin bir îman ile îman etmemektedir.
Evet; tüm kâinat yâni
galaksiler, yıldızlar, gezegenler, Dünyâ, dağlar, denizler, ağaçlar, toprak,
su, hayvanlar, bitkiler, cansız varlıklar ve insanın vücut yapısı ve çalışması
konusunda insanların büyük çoğunluğu için Allah’ın varlığı ve birliği sorun
edilmez ve “her-şeyi sâdece Allah yaratmış ve yapmıştır” denir. Zâten bunları
yarattığını iddiâ edecek kimse de yoktur. Lâkin iş akıl ve bilinç ile alâkalı
olan, insanlar arasındaki sosyâl, kültürel, ekonomik, ticâri, hukûkî, ahlâkî,
kânûnî ve siyâsî alanlara gelince değişiyor ve bunlar da diğer her-şey gibi
“sâdece Allah’a” has kılınmıyor ve bu konularda Allah’ın birliğini geçerli ve
hâkim kılmıyorlar. Bu konularda “Allah’ın birliğine” değil, “beşerin birliği”ne
uyuyorlar. Hattâ bu konulara Allah’ı hiç karıştırmak istemiyorlar. İşin acı
tarafı, buna, Kur’ân-Kur’ân diyen, Peygamber’den bahseden, “Allah’ın dediğinden
başka hiç-bir şeyi kabûl etmeyiz” diyen müslümanların bir-çoğu da dâhildir. Tüm
kâinâtı kusursuzca yöneten Allah, insanların arasındaki işlere karıştırılmıyor.
Üstelik iftira ederek “Allah insanlar arasındaki işleri insanlara bırakmıştır”
diyorlar. Böylece her ne kadar “Allah’a inanıyoruz” deseler de, Allah’ın
birliğini inkâr ettikleri yada kabûl etmedikleri için Allah’a inanıyoruz
sözleri de boşa çıkmış oluyor. Zîrâ îman, “îmânın gereğini yapmak” da demektir.
Yoksa îman etmek kuru bir “îman ettim” sözü değildir:
“İnsanlar,
(sâdece) ‘îman ettik’ diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebût 2).
Allah’ın varlığını inkâr
etmek küfürdür; Allah’ın birliğini inkâr etmek ise hem küfür, hem şirk hem de
zulümdür. Unutulmasın ki, Allah’ın birliğini inkâr etmenin acı sonuçlarını da
yine Allah’ın birliğini inkâr eden insan yaşayacaktır.
Allah’ın varlığını kabûl
etmek, O’nun birliğini de kabûl etmeyi gerektirir. Zâten Allah’ın varlığına
îman etmenin bilinçli bir îman olduğunu ve Allah’ın varlığına îmân etmiş olmayı
en samîmi bir şekilde gösterecek olan şey, O’nun birliğine îman edip kabûl
etmek ve o doğrultuda amelde-eylemde bulunmaktır. Lâkin insanlar Allah’ın
varlığına îman etmeyi ve O’nun varlığını -dilinin ucuyla da olsa- kabûl etmeyle
işin tamamlandığını sanıyorlar. Oysa O’nun “varlığını” kabûl etmekten daha
önemli olan şey O’nun “birliğini” kabûl etmektir. Allah’ın varlığına inanıp da
yaşamında o îmânı hesâba katmayanların îmânı sorunludur. Çünkü Allah’ın
varlığını kabûl etmesine rağmen O’nun birliğini kabûl etmemek, “Allah’a inanmak
ama O’na güvenmemek” anlamına gelir:
“Mü’minler, ancak Allah’a
ve O’nun Resûlü’ne yürekten inanıp güvenen kimselerdir (Nûr 62).
Allah’ın varlığına inanmak O’na güvenmeyi de yanında getirir, getirmelidir.
Tam bir îman böyle olur. O’na güvenmek de, O’nun birliğine îman edip kabûl etmeyi
gerektirir. Allah’ın birliğine îman edip kabûl etmek ise, O’nu her-şeyde birlemek
ve her-şeyin yaratıcılığının O’na verilmesi gibi, her-şeyin yönetimini de O’na
vermek demektir. Allah’ın birliğine îman etmek bunu gerektirir.
Nasıl ki kâinattaki süper düzen
Allah’ın varlığından başka birliğini de gerektiriyorsa, insanlar arasındaki
düzen de O’nun varlığına ve birliğine îman etmeyi ve buna göre yaşamayı
gerektirir. İnsanlar arasındaki tüm kötülükler, Allah’ın birliğinin hesâba
katılmaması nedeniyledir. Nasıl ki kâinattaki her-şey sâdece O’nun ilahlığına,
yaratışına ve yasalarına göre tam uygun hareket ediyorsa, Dünyâ’da ve insanlar
arasında da tüm işler sâdece O’na göre; O’nun yasalarına, kânunlarına ve
vahyine göre olmalıdır. Göklerdeki varlıklar nasıl ki “sâdece Allah’a” göre
hareket ederek mükemmel bir nizamda duruyor ve aralarında hiç-bir uygunsuzluk
ve uyumsuzluk olmuyorsa, insanlar da yeryüzünde “sâdece O’na” göre hareket
ederek Dünyâ’da en ideâl nizâma kavuşabilir. Allah’ın birliği bunu gerektirir
ve bunu sağlar.
Kâinât, Allah’ın varlığı ve
birliğine yâni sâdece Allah’ın düzenine göre hareket ettiği için göklerde
muhteşem bir düzen, nizam ve uyum vardır. Fakat Dünyâ’da Allah’ın varlığına
inanılıp kabûl edilmesine rağmen O’nun birliğine uyulmadığı için sürekli bir
kaos yaşanıyor.
Allah sâdece yaratmada
değil, yasamada, yargılamada ve yürütmede de “bir”dir. İnsan her konuda O’nun
kânunlarını, yasalarını yâni vahyini merkeze almalıdır ki O’nun birliğine de
îman etmiş olsun. Fakat gelin görün ki, Allah’ın varlığına inanmayı yeterli
görüp O’nun birliğine inanmayı gereksiz gören insanlar, şeytanın, nefsin ve tâğutların
belirlemiş olduklarına göre hareket etmek için birbirleriyle yarışıyorlar.
Çünkü Allah, Kendisinin varlığına inansa da birliğine inanmayanları ve
birliğine göre yaşamayanları, şeytanın, nefsin ve tâğutların
isteklerine-arzularına-keyiflerine göre yaşamakla cezâlandırıyor. Elbette mü’minler
böyle değildir:
“Şüphesiz, îman edip îmanlarının
istikametinde sağlam, yerinde, doğru ve ıslaha dönük sâlih işler yapanlara
gelince, hiç şüphe edilmesin ki Biz, güzel iş yapan hiç kimsenin mükâfatını
zâyi etmeyiz” (Kehf 30).
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Ekim 2021
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder