“Şüphesiz insana kendi
emeğinden başkası yoktur” (Necm 39).
İş, hareket demektir. Bu
hareket, insanın hayâtını sürdürmesi için olmazsa-olmazdır. Bu Dünyâ’nın
formatına göre her insan hayâtiyetini sürdürebilmek için çalışmalı, hareket etmeli
yâni bir iş yapmalıdır. O hâlde her insanın, iş yapmaya engel gerçek bir sebebi
yoksa mutlakâ çalışmalı ve bir işi olmalıdır.
İş, insanın hayâta
katılmasıdır. İnsan bir iş üzerinde olunca hayâta katılır ve bir şeyler üretir.
Hiç-bir şey yapmayanlar, “hiç-bir şeydir”ler. Hayatta varlıkları gözükmez. Bir
etkileri yoktur. Yaşanmışlıkları yoktur ki Dünyâ’da yaşanmışlık olması için,
bir iz bırakmak için yapılması gereken şey “iş”tir.
İş deyince modern insan,
belli mesâi saatleri arasında kol-kas gücüyle hareket etmeyi anlıyor. Bu da bir
iştir ama iş, sâdece kol ve kas gücüyle ve belli mesâi saatleri arasında
yapılan değildir. Beyin ile, düşünce ile, sanat ve kültür ile de iş yapılır. Modernite,
insanı belli bir mesâi ve vardiya sistemine göre çalıştırmaya alıştırmış
olduğundan dolayı, insanlar “iş” değince artık, iki maaş süresi arasında
geçinebilecek bir parayı kazanmak için yapılan eylemi anlıyor.
Târih boyunca olan şey
şudur: Zengin yatarak para kazanır; fakir ise çalışarak hem onu hem de kendini besler.
Fakat modern-öncesi dönemde insanlar genelde kendi işlerini yaparlardı. Kendi
geçimlerini sağlayacak kadar çalışırlardı ki aslında doğal, normâl ve fıtrî
olan da budur. Çok beceriksiz, köle yada gerçekten fakir olanlar ise
başkalarının yanında çalışırdı. Moderniteyle birlikte insanların geneli
başkaları için çalışmaya başladı. Başkalarına kazandırmadıkça kendileri de
kazanamaz duruma geldiler. Modernite dünyâ geneline yayılınca, insanı iş ile
kontrôl altında tutmaya başladı. İnsanları iş ve işsizlikle korkutuyor ve denetim
altında tutuyor. Çünkü insana kendi geçimini sağlayacak alan bırakmadılar.
Çeşitli şeytânî projelerle insanları köylerinden-kasabalarından ayırıp sanâyi
merkezlerine topladılar ve kurdukları fabrikalarda-işyerlerinde bir köle gibi çalıştırıyorlar.
Modern işçi, ancak ve ancak kendi geçimini zor-belâ sağlayacak kadar
kazanabiliyor. Zîrâ verdiği emekle, ilk önce yanında çalıştığı kişinin kârını
arttırması gerekiyor. Böyle olunca da kendisine düşen pay azalıyor. Modernizm “insanı
kuşatma projesi”dir. 20-25 yaşına kadar okul ile, 60-70 yaşına kadar da iş ile,
nefes bile alamayacak şekilde kuşatıyor insanları.
Modern çalışma-şekli, modern
bir projedir ve bu projeyi hazırlayanlar bunu Siyon Protokôlleri’nin 3.sünde şu
şekilde söylerler: “Bütün halk, yoksulluk nedeniyle, ölesiye çalışma
zorunluluğuyla zincirlenmiştir”.
Modern çalışma hayâtında insanlar,
devletin yada bir şahsın yanında çalışmak için eğitim almak zorundadır ve bu
nedenle de okula giderler ve meslek öğrenirler. Kendi işini yapanlar çok-çok azdır
ki, onlar da yine suyun başını tutmuş olanların kontrôlü ve yönlendirmesi
altındadır. Zîrâ piyasa ve üretim bunların elindedir. Kendi işini yapıp
üretenler, bunların belirlediği piyasaya uyumak zorunda kalırlar.
Çocuklara en çok sorulan soru,
“büyüyünce ne olacaksın, ne iş yapacaksın” sorusudur. Çünkü modernite, iş-merkezli
bir uygarlıktır (medeniyet değil). Modern kentlere göçmeye mecbur bırakılan
insanlar arasında işi olmayanlar ıskartaya çıkar. İşsiz insanlar kendilerini
çok kötü hissederler. İşe yaramaz görürler. Eskiden çocuklara “büyüyünce ne iş
yapacaksın” diye sorulmazdı. Bu çok saçma bir soru olurdu. Çünkü insanların
büyük çoğunluğu köylerde yaşıyorlardı ve hayatlarının nasıl olacağı belliydi.
Eskiden herkes evini kendi yapardı, iş âletini kendi yapardı. Hayvanını ve
yiyeceğini kendi yetiştirirdi. Kendi tarlasını sürer, ekip-biçer, kendi hayvanını
güderdi. Eğer kız çocuğu ise, 15-20 yaş arasında evlenecek ve köyde bir-kaç
mahâlle ilerideki bir evde oturacak, bahçe, çocuklar ve ev işleriyle
ilgilenecekti. Yapacağı şey belliydi. Zâten okumasına da bu nedenle lüzum
görülmüyordu. Tabi Allah’ın Kitab’ı ve Peygamber’in hayâtını öğrenmesi için en
azından okuma-yazma bilmesi gerekirdi ki bundan mahrum kalan çok olmuştur.
Erkek çocukları ise; sünnet olacaklar, eğer bir askerlik görevi varsa onu yapacaklar,
sonra da evlenecekler ve babalarından kalan tarlaları sürecek ve ekip
biçecekler, hayvanları güdecekler ve tarlalarına-bahçelerine bakacaklardı. Zâten
küçüklükten bêri bu işlerin içinde olduklarından dolayı bu işleri gâyet iyi öğrenip
bilirlerdi. Eğer babaları esnaf ise, babalarının mesleğini öğrenecekler ve o
mesleği devâm ettireceklerdi. Yada devlet dâiresinde görevliyseler ve okuma-yazma
biliyorlarsa devlet işinde çalışacaklardı ki bunların sayısı çok azdı. Yâni
eskiden herkesin ne iş yapacakları beliydi. İşsizlik yoktu. Hiç işi
olmayanların, 5-10 inek-koyun alıp yaylaya çakması yeterliydi. İşte bu klâsik
modele göre hayatlarını yaşarlar ve imtihanları da bu hayat-tarzına göre olurdu.
Bu hayat-tarzı modernitenin penceresinden bakınca çok saçma ve sıkıcı gibi
görünür yada gösterilir. Fakat doğal, normâl ve fıtrî olan hayat-tarzı budur.
Çünkü fıtrata uygun olan yaşam-tarzı, tarım-hayvancılık ve küçük esnaf şeklindeki
hayat-tarzıdır. Kanımca İslâm da ancak böyle bir yaşam-tarzında en iyi şekilde
anlaşılabilir ve yaşanabilir.
Modernite bu sistemi
değiştirdi. Birileri şeytanın telkinleriyle yeni düşünceler ve politikalar
belirledi. İnsanlara bu düşünceyi yaydılar ve dayattılar. Böylece “büyük bir fitne”
çıkardılar. İnsanları âhiret-merkezli olmaktan Dünyâ-merkezli olmaya
çevirdiler. Böyle olunca da klâsik olandan nefret etmeye başladılar. Çünkü klâsik
olanda nefis yeterince beslenip şımartılamıyordu. Böylece modern yola yâni
nefsin yoluna girilmiş oldu. Zamanla insanlar klâsik yaşam-tarzlarını
bıraktılar ve şehirlerde sanâyi bölgelerinde toplandılar. Senede iki ay harman
zamânında yoğun çalışma ve günlük bir-iki saat süren, hayvanların yemi-suyu ve
ufak-tefek işler şeklinde olan çalışma şeklini bırakıp, sanâyi ortamında cüzî
bir maaş karşılığında gece-gündüz ve yılın her günü çalışmayı seçtiler. Zîrâ
düşünceleri ve dolayısı ile davranışları ifsâd olup değişmişti.
Allah’sız zihniyet, insanın
târifini târih boyunca şu şekilde yapmıştır: “İki ayak üzerine kalkan hayvan,
“âlet yapan-kullanan hayvan”, “düşünen hayvan”, “konuşan hayvan”, vs. Modern
zamanlarda ise dile getirmeseler de zımnen şunu söylüyorlar: “İnsan, çalışan
hayvandır”. Çalışmak bir araçtır. Modern zamanlarda insanlar onu amaç edindi.
Bir de âhiretten şüphesi olanlar amaç edindi. Modern insanın çalışmaktan başka
bir çâresi yoktur. Bu çalışma “geçinmek için aşırı çalışmak” şeklindedir.
Modern insan kendini ancak işi ile kanıtlayabiliyor. İşsizlerin bunalımlarının
nedeni budur. İşleri olmayınca kendilerini değersiz hissediyorlar. Çünkü
ahiretten vazgeçip Dünyâ’ya yönelmiş. Kendisini Allah’a kanıtlamak yerine
patronuna kanıtlamanın derdinde. Daha çok çalışıp daha çok kazanmak, daha yükselmek,
daha rahat ve bol kazançlı işlerde çalışmak. İnsanları meşgûl eden şeyler bunlardır.
Artık eş-dost bir-araya geldiğinde işten başka bir şey konuşulmuyor. İş konuşulabilir
tabî ki ama insanlar “çalışan birer hayvan” oldukları için işten başka
konuşabilecekleri bir şeyleri yok. Konuşacak başka şeyler için başka şeyleri de
bilmek gerekir ki modern iş ve çalışma şekli buna imkân tanımıyor. Yâni modern
iş-hayâtı insanı câhilleştiriyor, a-sosyâl hâle getiriyor. Zâten işçilerin
böyle olması için de onlara dar bir haz alanı bırakılıyor. İnsanlar bu hazlarla
oyalanıyor ve sanat, kültür ve bilgi-bilinçten mahrûm kalıyorlar. Tabi bu bir
“proje” dâhilinde yapılıyor.
Evet; modern insan, insan
olmanın bir ayrıcalığı olan düşünce, sanat ve kültürden bahsedemiyor. Çünkü
bunları öğrenecek bir zaman aralığına sâhip değildir. Zîrâ tüm zamânını işe
veriyor ve zaman kalırsa da sömürünün bir başka çeşidi olan mesâi ile kalan
zamânı tüketiyor. Zâten modern işçinin dünyevileşeli böyle bir talebi de kalmamıştır.
Çünkü iş ile tatmin oluyor. Çünkü modern insan işten ve çalışmaktan başka bir
şey bilmediği için boşluğu sâdece iş ile dolduruyor, kendini ancak iş ile
gösterebiliyor. Modern insana “boş zamanlarınızda ne yapıyorsunuz” diye
sorulacak olsa, herhâlde vereceği tek cevap, çalışıyorum” olacaktır.
Modern-Fordist çalışma
şeklinde insan, makinenin bir dişlisine dönmekte böylece onun bir rûha da sâhip
olduğu unutulmaktadır. Böylece insan düşünemez bir robota dönüştürülmektedir.
Antonio Gramsci bu konuda şunları söyler:
“Orta-Çağ’ın
kâtipleri/yazıcıları, eski metinleri yeniden kaleme alırlarken, üzerinde
çalıştıkları kitaplarda yapılan gramer yanlışlarını düzeltiyor, metni kendi
çağlarına uyarlıyor, bir anlamda antik metni yeniden oluşturuyorlardı. Buna
karşılık, modern dünyânın sekreterleri/kâtipleri yada daktiloları, kendilerine
dikte edilen metinler üzerine düşünme fırsatı bulamazlar. Onlar, gerçek birer
makine gibi çalışırlar, metni birebir kopya etmekten başka iş görmezler.
Taylorizmin çalışma yaşamına getirdiği yenilik de burada gizlidir. Orta-Çağ
insanı, üretimine kendi benliğini koyar, üretimiyle bütünleşir. Modern çağın
emekçisi ise, mekanik biçimde iş görür, işi üzerine düşünmez. Onun zihni değil,
yalnızca elleri ve bedeni çalışır. Böyle bakıldığında, bedeni ile zihnini bölen
işçi, bir tür özgürlük (ama aynı-zamanda da yabancılaşma) hâli yaşar, onun
zihni başka bir yerde (hayâller, geleceğe ilişkin projeler, ev yaşamındaki
sorunlar...), bedeni ise bambaşka bir yerde, yâni fabrikadadır.
Taylor’un
müridine dönüşen modern sanâyici, işçisinin zihnini devreden çıkararak onu tam anlamıyla
mekanik bir üretim aracına dönüştürmek ister. O, yalnızca işçinin fiziksel
etkinliğiyle (kaslarıyla) ilgilenir, üretici gücü hiç tükenmeyen istikrarlı bir
makine yaratmayı arzular. Taylorcu sermâyedar, XIX. yüzyıldaki gözü dönmüş
yatırımcının aksine, işçi ücretlerini
yüksek tutar, çalışma saatleri ve koşullarını işçinin fiziksel gücüne halel
gelmeyecek biçimde rasyonel bir anlayışla düzenler. XIX. yüzyıldaki gibi günde
12-16 saat çalışmak zorunda kalmayan, az zamanda çok iş üreten, ücretli izinlerden
ve mâkûl ücretlerden yararlanan XX. yüzyıl emekçisinin bedeni dinç olmalıdır,
üretim artışı onun kaslarının (fiziksel kapasitesinin) hep dinç tutulmasından
güç alır. Yalnızca alt-yapıya (ülkenin ekonomisine) değil, üst-yapıya (ülkenin
siyâsal, hukuksal, kültürel yaşamına) da hâkim olan sermâyedar sınıfı, devlet
eliyle emekçinin fiziksel bütünlüğünün sağlanmasını ister, örneğin işçinin
üretici gücünü azaltan alkôlizmle savaşılmasını öngörür. XX. yüzyılın sanâyicisi,
işçisinin özel yaşamını yakından izlemeyi arzular; çünkü özel yaşamdaki her
sorun çalışma yaşamındaki verimliliği azaltır. Taylorist anlayışın
izleyicilerinden Henry Ford, işçilerinin maaşlarını nasıl harcadıklarını, nasıl
bir özel yaşam sürdürdüklerini öğrenmek için bir müfettiş kadrosu oluşturmuş,
onların sorunlarına çözüm getirerek fabrikada daha verimli olmalarını sağlamaya
çalışmıştır. Evliliğin kutsallığı söyleminin kökeni de Taylorist-Fordist
anlayışta aranmalıdır. Çünkü evine (karısına, çocuklarına) bağlı, kaçamaklara
ve gece yaşamına ayıracak vakti olmayan işçiden verim almak çok daha kolaydır”.
İstatistiklere
göre Dünyâ’nın %99’u, Dünyâ’nın %1’ini memnun etmek için çalışıyor. Tüm
zamanlarda kölelerden sâdece iki şey istenmiştir: Çalışmak ve üremek. İnsan iş ve çalışma ile sömürülüyor. Oysa çalışmak,
ihtiyacı karşılamak için olmalıydı. Moderniteyle birlikte hem devleti hem de
üretim araçlarına ve büyük arâzilere sâhip olanları yâni sermâyeye sâhip olanları
memnun etmek için çalışmak şarttır. Hatta ekonominin istikrarlı bir şekilde
devâm etmesi için sermâyedarların morâllerini bozacak bir şey olmaması gerekir.
Bunlar, modern zamanlarda “kader belirleyiciler” olmuşlardır. Öyle ki
çalışanlara verecekleri maaşları kendi keyiflerine göre belirledikleri için,
işçilerin ne yiyecekleri, ne kadar yiyecekleri, ne giyecekleri ve ne
yapacaklarını dolaylı yönden belirleyebiliyorlar. Eskiden insanların bir tâne
efendileri olurdu, şimdi ise hem devlette hem de özel sektörde bir-çok “efendi”
arz-ı endâm ediyor. Hele ki mecliste bulunan “kader belirleyici”ler, hepsi
efendilik yapacak yer arıyorlar. Gülbahar Ay Satan bu konuda şöyle der:
“Sermâye
sâhipleri, yâni her çağda olduğu gibi bu çağda da ilahlık taslayanlar, nesli ve
ekini ifsâd etmektedir. Dünyâ’ya istedikleri düzeni getirmeyi amaçlayan bu
zâlimler; çatışmaları, ayrımcılığı, ırkçılığı, câhilliği, savaşları besleyerek
büyütmektedir. Eğitimden sonra modern iş-hayâtında da, sorgulamaya zaman
bırakmayan, parmaklıkları olmayan bir zindan yaratmışlardır. Modern işlerde
çalışan milyonlarca kişinin, kıskançlık, hased, rekâbet, yalan vs. tüm bunlarla
zehirleyerek ruh sağlığı bozulmuştur. Zihinleri kirlenmiştir”.
Modern insanın çalışma
şartları çok yanlıştır. Doğal, normâl ve fıtrata uygun değildir ve aykırıdır.
Uzun çalışma saatleri insanları yıpratmakta, hayattan soğutmakta ve uzaklaştırmaktadır.
Bu çalışma-şekli âileyi bölmekte, kimsenin kimseden haberi olmamaktadır. Hele
ki vardiya sistemi.. Tam bir zulümdür. Sağlık, itfâiye, polis-asker ve güvenlik
birimlerinde dönüşümlü olarak 24 saat bir nöbet olacaktır tabi ama artık neredeyse
tüm işyerleri 24 saat çalışmaya açık hâle getirilmiş ve insanlar da gece-gündüz
çalışmak zorunda bırakılmaktadır. Oysa vardiyalı çalışma sistemi doğaya da
terstir ve Allah hayâtı bu şekilde düzenlememiştir:
“Görmediler mi ki, dinlensinler diye geceyi yarattık ve (çalışsınlar
diye) gündüzü apaydınlık yaptık. Îman eden bir kavim için elbette bunda
ibretler vardır” (Neml 86).
Bir yazıda tarım toplumundan sanâyi toplumuna geçiş
ve çalışma-dinlenme hakkında şunlar söylenir:
“Sanâyileşmenin ortaya koyduğu söz
edilmesi gereken bir etken de ‘vakit nakittir’ unsurudur. Sanâyileşme öncesi
çağda zaman durağan ve çok boldu. Bu, insanların hoşça vakit geçirdikleri
sayısız millî, dînî ve yerel tâtillerden de anlaşılmaktadır. Tarımsal toplumlarda
zaman dakîkayla değil mevsimle ölçülür. Dahası, tarımsal toplumlar, genellikle
modern hayâtın gerektirdikleriyle bağdaşmadığı düşünülen bir ‘halk kültürüne’
sâhiptir.
Boş zamânı ilk kınayanlar Püritenler
olmuştu. Proletaryaya ‘vakit nakittir’ anlayışını kabûl ettiren şey fabrikaydı.
Eski fotoğraflar bu durumu, mütevâzi fabrika işçilerini mîdelerinin yanından
sarkan saatleriyle, en iyi giysileri içerisinde dokunaklı bir şekilde tasvir
ederler. Fabrika, önceki devirlerin gevşek halk kültürünü yok etmese de, belli
bir disiplin gerektiriyordu. Bunun nedeni açıktı: Pahalı fabrika makinelerinin
bir-an bile boş durmaması gerekiyordu, bu, üretim kaybına neden olurdu. Fabrika
sâhipleri işçilerini makinelerinin uzantıları olarak gördükleri için, zamânında
işe gelmek ve gün boyunca istikrarlı bir tempoda çalışmak için disiplinli
olmalıydılar. Bu nedenle emek ve boş zaman iki ayrı alan hâline gelmişti”.
2. Dünyâ Savaşı’nda sonra
küresel sistem değişti. İnsanlar iş-merkezli bir hayat sürmeye başladı.
1970’lerde özellikle Dünyâ piyasasını ellerinde tutanlar işçileri çok fazla
çalıştırdılar. Uzak-doğuda insanlar çalışma hastalığı denen “Karoşi”ye
tutuluyorlar. Öyle ki, işi bırakamadıkları için açlıktan-susuzluktan ve
yorgunluktan dolayı masa-başında ölüyorlar. Çalışma hastaları psikolojik
sorunlarla boğuşuyorlar. “Çok çalışmak” gerektiği tâ ilk öğrenim zamânından
îtibâren insanların kafasına yerleştiriliyor. İyi de nereye koşuluyor ki?.
Nereye yetişilecek?. Bu işin sonu nedir?. Bu gidiş nereyedir?.
Fazla çalışmak hem işsizliği
hem de geçimi zorlaştırıyor. Çünkü çok çalışınca insanların bir çoğuna gerek
kalmıyor. İki kişinin yapacağı işi çok çalışarak bir kişi yapınca diğeri açıkta
kalıyor. Bu durum geçimi de zorlaştırıyor. Çünkü işsizlik nedeniyle işçi,
işverenin verdiğine râzı olmak zorunda kalıyor. Çünkü işveren, “işsizler”
kozunu sürekli elinde tutuyor ve her zaman da hiç çekinmeden kullanabiliyor.
İşçi, aldığı maaşı beğenmese de ağzını açamıyor. Çünkü işi bıraktığında, dışarıda
ânında onun yerini alacak binlerce insan iş bekliyor. Onun işi bırakması hiç mi
hiç önemli değil. İşsizliğin çoğalması, sanâyicinin yüzünü güldürüyor. Üstelik
iki katına yaptıracağı işi yarı fiyatına yaptırabiliyor. Çünkü dışarıda
işsizlikten bunalmış ve işe-paraya ihtiyâcı olan milyonlarca insan var.
Ağızlarını açamıyorlar bu nedenle. Bir konuşma sırasında “asgarî ücret çok
yetersiz bir para” dediğimde, birileri de çıkıp; “yetmiyorsa, o zaman çok
çalışacak” demişti. İyi de adam zâten çalışıyor. Ne yapacak yâni?; çalışacağım
diye kendini mi paralayıp öldürecek?. Ah şu “tuzu kuru” olanlar!..
“Çok çalışmak” düşüncesi
daha küçüklükten îtibâren insanların beynine kazınıyor. Artık insan, “ne kadar
çok çalışırsam o kadar iyi para kazanırım” diye düşünüyor. Çalışıp para
kazanmayla ömrünü geçiriyor ama bu-arada hayâtı ıskalamış oluyor. Bunun farkına
ancak, yaşlanınca ve çeşitli hastalıklarla uğraşırken varıyor. “Hayat boş”
sözü, hayâtı ıskalamış olanların dillerinde pelesenk oluyor. Ömrü boyunca
çalışarak kazandığı parayı, yaşlılığında hastalıkları için harcarken ah-vah
ediyor. İnsanlar, sağlığını para kazanmak için harcıyor, fakat ileride de
kazandığı parayı kaybettiği sağlığı için harcamak zorunda kalıyor. Zîrâ bu tarz
çalışma şeklinde mutlakâ çeşitli hastalıklara yakalanıyor.
İşin ilginç yanı, işin ve paranın o kadar çok artmasına rağmen
insanların yine de işsiz kalmaları ve yetersiz bir gelire sâhip olmalarıdır.
Fakat işin daha da kötüsü, insan kitleleri bu duruma bir eleştiride ve îtirazda
bulunmuyor. Belki de bunu yapmak akıllarına bile gelmiyor. Ahmet Hakan Çakıcı
bu konuda şunları söyler:
“Alain
Touraine, ‘Modernizmin Eleştirisi’nde; ‘târihin hiç-bir döneminde insanlık
bu kadar zengin ve bu kadar çok servetin yığıldığı bir dönem yaşamadı. Târihin
hiç-bir döneminde fakirler, bu kadar çok ve uzun mesâilerle bu kadar geç
yaşlara kadar çalışmadı. Târihin hiç-bir döneminde fakirler bu kadar çok
yerlerinden-yurtlarından göç etmek zorunda kalıp yollarda ölmedi, katliamlara
ve soykırımlara uğramadı. Târihin hiç bir döneminde fakirler bu kadar çok tâkip
edilmedi, kontrôl edilmedi, zihinsel yönlendirmelere tâbi kılınmadı ve târihin
hiç-bir döneminde fakirlerin sermâyeden aldığı pay bu kadar az olmadı. Ancak
târihin hiç bir döneminde fakirler bu kadar itaatkâr da olmadı’ diyordu.
Zygmunt Baumann, bunun sebebini
tanımlarken; ‘fakirlere medyadan düzenli olarak (özgürlük, akılcılık ve
bireysellik) diye üç zehir veriliyor. Bu zehirler onların bir-araya gelebilme
yetilerini yok ediyor. Ortak bir lîder, ortak bir akıl etrâfında toplanıp
fedâkârlıkta bulunamıyor ve bu nedenle de onlara dayatılanlara direnemiyorlar’
diyordu. Fakirlerin bir-araya gelebilme yetilerini kaybetmeleri onları,
‘târihin en dırdırcı lâkin en itaatkâr figürü’ne dönüştürdü diyen de Wendy
Brown'dı. Bir-araya gelemeyen zerreciklerine kadar bölünmüş toplumlar,
egemenler karşısında itaatten başka bir yol bulamıyorlar”.
Modern çalışma şeklinde çalışanların sürekli hayâl
ettikler şey, hafta-sonu tâtilleri, resmî tâtiller ve yıllık izinlerdir. Olduğu
gibi ona kilitlenmişlerdir ki bunu sekteye uğratacak olan düğün, cenâze,
bayram, sınav, seçim vs. gibi nedenler insanların sinirini bozar. Amerika’da
yeni doğum yapmış olan bir kadın, yıllık izin zamânında yeni doğan çocuğuna bakmak
zorunda kalacağından ve tâtil rezervasyonunu iptâl ederek tâtilden vazgeçmek
zorunda kalacağından dolayı çocuğunu öldürmüştü. Tâtile çıkabilmek için
çocuğunu öldürebiliyor.
“Çalışmak ibâdettir” sözü
Hristiyanlığın Protestanlık mezhebi ile ilgilidir. Protestanlığın bir mottosudur bu söz. Protestanlıkla birlikte ortaya çıkmıştır.
Protestanlık’la birlikte “Tanrı Krallığı”ndan “Dünyâ Krallığı”na geçen modern
insan, artık “Tanrı’nın buyruğu olarak” Dünyâ Krallığı için çalışınca,
(bu-arada Tanrı Krallığı” için çalışmasa da) “Tanrı için çalışmış” olur. Tüm
çalışanlar Tanrı için çalışmış olur. Ne iş yapılıyor olursa-olsun çalışmak
“Tanrı için çalışmak”tır. Tanrı için çalışınca da çalışmak ilk başta “ibâdet”
olarak görülmüştür. Tabi bu-arada Tanrı’ya ayrıca ibâdet etmek O’nun için bir
şeyler yapmak düşüncesi ve eylemi azalıp yok olmuştur. Sonunda da çalışmak;
salt Dünyâ için fakat aslında “haz, zevk ve neşe elde etmek” için yâni “nefs
için çalışmak” hâline dönmüştür. Artık batı’lı için çalışmak “âhiret için
çalışmak” değil, “Dünyâ için çalışmak”tır. Hakan Olgun bu konuda şunları söyler:
“Din-dışı alanda çalışan her hizmet grubunun üyesi, manastırdaki keşiş
yada kilisedeki râhip kadar dînî bir meslek icrâ etmektedir. Bu durumda
‘dünyevî’ olarak değerlendirilen bütün tutum ve davranışlar, dînî bir değer
taşıdığından pekâlâ dindarca bir yaşamın işâreti olabilir. Yâni dünyevî tutum
ve mesleklerin mânevî ve seküler olarak ikiye ayrıştırılması, birincisinin
diğerine göre daha dindarca bir misyon içerdiği şeklinde anlaşılamaz. Protestanlık
perspektifinden sekülerleşme -ki şimdi dünyevileşme diyebiliriz- dînî öğreti ve
telkinlerin yada dînin projesinin, Katolik kilisesinin mânevileştirip ‘öte
dünyâlaştırmasından’ kurtarıp ‘bu dünyânın’ konusu edilmesidir. Böylece
Protestan söylemler, dînî değerleri mânevî alandan maddî alana taşımışlardı.
Tıpkı Westfalya Antlaşması’nda ‘sekülerleştirme’ adıyla kilise emlâkinin
kamulaştırılması gibi. Böylece, bir anlamda bu dünyâ, dînin performans alanına
çevrilmiştir. Zîrâ artık politik idâreciler de kilise idârecileri ile eşit
derece mânevi görevlerle yükümlüdürler. Bu politik idâreciye itaat etmek
emredilirken isyâna kalkışmak, onun kutsal otoritesine karşı günahkâr bir kasıt
olmaktadır. Özellikle Kalvinist Protestanlık’ta dünyâ hayâtı ve hayâtın her
türlü veçhesi, Tanrı’nın ihtişâmının izhâr edilmesi ve onun hukûkunun geçerli
olması gereken yegâne alandır”.
Belki de yoğun çalışma temposu insanlara sürekli tâtil hayâli
kurdurmaktadır. Modern çalışma hayâtı
tâtili dinleştirmiştir. Amaç tâtildir. Nazife Şişman bu
konuda şunları söyler:
“İş, aslında tâtil içindir, o kısacık
tâtil için tüm yıl çalışılıyor. İnsanın bütün hedefini tâtile endeksleyerek,
işe tâtil hayâliyle katlanılmasını sağlayan yeni iş ahlâkı da kapitâlizmle
birlikte gelişmiştir.
Weber’e göre çalışmanın kendinde bir
hedef olarak belirlenmesi kapitâlizmi mümkün kılmıştı. Protestan dindarlar için
tembellik günahtı, çalışmak ise ibâdet. Hâlbuki Protestanlık öncesinde çalışma
Kilise’nin yüce ideâlleri arasında yer almazdı. Tanrı kendisi de altı gün
çalışmış, yedinci gün dinlenmişti. Bu, insanlar için de en yüce gâyeydi.
İnsanlar cennette çalışmak zorunda kalmayacaklardı, tıpkı Pazar günleri olduğu
gibi. Yâni hristiyanlara göre hayâtın maksadı ‘pazar’a ulaşmaktı. Hayat
yalnızca hafta-sonu için uzun bir bekleyişti. Augustinus, cennette, Tanrı’nın
dinlendiği ve Hz. Îsâ’nın cennet katına çıktığı gün olan Pazar’ın dâimi hâlini
bulacağımızı yazmıştı. Protestanlık-öncesi kilise mensupları ‘çalışma zahmeti’ni
cezâ olarak algılarlardı. Sisyphos efsânesindekine benzer bir şekilde
cehennemde hiç sona ermemecesine çalışmak zâlimce bir işkenceydi. Dante’nin
cehenneminde de günahkârlara ‘Pazar’ hiç gelmez. Âdetâ onlar sonsuz bir
‘Cumâ’ya mahkûm edilmişlerdir. Reformasyon sonrasındaysa, yâni Protestanlıkla
birlikte hayâtın çekim-merkezi Pazar gününden Cumâ gününe geçmiştir. İnsan
hayâtında çalışmak esastı.
Sanayi Devrimi sonrasında işin
verimliliği açısından dinlenme ve eğlenmenin önemi vurgulanmaya başlanmış ve
işçilerin daha verimli çalışmaları için ‘boş zaman’ kavramı tedâvüle
sokulmuştu. Boş zaman/eğlence ne kadar genişletilirse-genişletilsin yada ne
kadar önemsenirse-önemsensin hayâtın merkezinde ‘iş’ vardı. İşin disiplinli ve
kişinin zamânını örgütleyen yapısı, sanâyi ile birlikte değişmişti.
Daha önceki
dönemlerde, meselâ tarım toplumlarında tabiatın döngüsü kişiyi örgütlüyor yada
atölyede veyâhut loncada işin kendisi ve bizzat ‘usta’ çalışmanın zamânını belirliyordu. Sanâyi toplumunda ise
kapitâlist, işçinin zamânını satın alıyordu. Bu sebeple işte geçirilen zamânın
ön-plâna geçmesiyle birlikte haftayı, yâni işte geçirilmesi gereken zamânı
doldurup Pazar’ı beklemek doğal bir durum hâline geldi.
İslâm’da ilk olarak ‘O her gün (an) bir iştedir’ meâlindeki âyet, altı günde kâinâtı
yaratıp Pazar günü dinlenen Tanrı imajından başka bir yaratıcı tasavvuruna
imkân veriyor. Diğer taraftan bütün dünyâ hayâtını oyun ve eğlence olarak gören
bir anlayış hâkimdir İslâm îtikâdında. Bu dünyâ hayâtının kendisi koskoca bir
eğlence ve oyalanmadır zâten. Bu yüzden insan kendisini asıl hayâta
hazırlamalıdır. Hazırlanmak demek ‘çalışmak, say-ü gayret üzere olmak’
demektir. Sâdece ekonomik faaliyet olarak tanımlanması mümkün olmayan
‘çalışma’nın kendisi bizâtihi ibâdettir. Mü’min bir işten boşalınca bir
başkasına sarılır ve böylece Rabbine kavuşuncaya kadar gayrete devâm eder. Müslümanlar
için çalışma bir nevî ibâdet olduğundan ve mü’minin bütün hayâtının ibâdet
sayılması gerektiğinden, Sanâyi Devrimi öncesi dönem için bugünkü anlamıyla
‘boş zaman’ kavramı söz-konusu değildir. Zâten batı Avrupa târihinde de ‘boş
zaman’ kavramı kapitâlist ekonomiye paralel bir gelişmedir”.
İsmail Kılıçarslan da şöyle
der:
“Kapitâlizmin
kutsal değerlerinden biri ‘çalışma’ kavramıdır biliyorsunuz. ‘Çalışan insan’
iyidir, zîrâ ancak çalışarak ‘tüketim çarkının içine girebilen makbûl tüketici’
hâline gelme şansını elde eder insan teki”.
Modern çalışma şekli ev ile
iş arsındaki bağı koparmıştır ve evi ayrı, işi ayrı yapmıştır. Fakat zamanla iş
evden daha önemli hâle gelmiş ve sonuçta da kadınların da ev dışında çalışmaya
başlamasıyla birlikte ev değersizleşmiş, ev değersizleşince de âileler birbirlerine
olan bağlılıklarını kaybetmişler ve dağılmaya başlamışlardır.
Bahsettiğimiz iş ve çalışma
şekli endüstriyel çalışma şeklidir. Modern çalışma tarzında insanlar ancak
belli bir şeyi arka-arkaya yapmaya alışmışlardır ve yaptıkları şeyin farkında da
değillerdir. Yâni bir âletin sâdece belli bir parçasının üretimi konusunda
standart hareketleri yaparlar. Bir şeyi üretmede üretimin her alanından
anlamazlar. Oysa geleneksel çalışma tarzında insanlar her işten anlarlardı.
Köyden kente göç, köyde on numara çiftçi, çoban, bahçıvan vs. olan kişileri
vasıfsızlaştırıp işçi kılmıştır ve asgarî ücrete mahkûm etmiştir.
Marx; “kapitâlist üretim süreci, insana özgü olan çalışma
veyâ insanın özünü oluşturan emeğin kendi yeteneklerini ortaya çıkarmasını
engelleyen baskıcı ve zorlayıcı bir içeriğe sâhiptir. Kapitâlist toplumda zorunlu
bir faaliyet olan çalışma, insanın yeteneklerini sınırlandırmakta, sefâlet,
tükeniş ve umutsuzluğu güçlendirerek insanın kendi varlığının reddine ve
kendisine yabancılaşmasına neden olmaktadır” der.
Modern insan, daha çok
yemek-içmek-giymek-gezmek için daha çok çalışan insandır. Zaten modernizm, “eşek
gibi” çalışıp, “domuz gibi” yeme uygarlığıdır. Çünkü akşama kadar eşek gibi
çalışınca, mesâiden sonraya da domuz gibi tüketmek kalıyor. Bu uygulama bunu
gerektiriyor. Seküler modern sisteme göre insan; “eşek gibi çalışıp, köpek gibi
itaat edip, domuz gibi yemek için” yaratılmıştır. Modernizm; yavaş-yavaş akan
bir dereyi eliyle yelpâzeleyerek akışını hızlandırmaya çalışmaktır. Hâlbuki
bıraksa yada küçük dokunuşlar yapsa akıp gidecek. Doğal, normâl ve fıtrata
uygun bir çalışma-şeklini bırakıp modern çalışma hayâtına girenler için hayat
anlamsızlaşıyor. Üstelik tüm bunlara rağmen bu hayat-tarzını savunanlar da var.
Kur’ân, insanları buna karşı şu şekilde uyarıyor:
“De ki: Davranış
(ameller) bakımından en çok hüsrâna uğrayacak olanları size haber vereyim mi?.
Onların, dünyâ-hayâtındaki bütün çabaları boşa gitmişken, kendilerini gerçekte
güzel iş yapmakta sanıyorlar” (Kehf
103-104).
“Asra andolsun; gerçekten
insan, ziyandadır. Ancak îman edip sâlih amellerde bulunanlar, birbirlerine
hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka” (Asr Sûresi).
“Kim âhireti ister ve bir
mü’min olarak ciddî bir çaba göstererek ona çalışırsa, işte böylelerinin çabası
şükre şâyandır” (İsrâ 19).
“O, geceyi sizin için bir
elbise, uykuyu bir dinlenme ve gündüzü de yayılıp-çalışma (zamanı) kılandır” (Furkân 47).
Tabî ki tembellikten ve
hayâtı es geçmekten bahsetmiyoruz. O da ayrı bir yanlış. Çalışan demir tabî ki ışıldar
fakat, ağır çalışma koşulları de kemikleri paslandırır.
“Başarılı patron”, işçisinin
emeğinin karşılığını “hakkıyla” ve “alın-teri kurumadan” verendir. Yine
işçisini ezmeyen ve ezdirmeyen kişidir ki bunların sayısı çok-çok az olmasına
rağmen vardır. Bir ülkenin kapitâlist
olup-olmadığı, en düşük gelire sâhip olan işçilere bakarak anlaşılabilir.
Bir keresinde bir arkadaşıma “nâber nasılsın” diye
sorulduğunda, direkt olarak aldığı maaşın miktârını söylemişti. Nasıl olduğu
sorusuna aldığı maaşın miktârını söyleyerek cevap vermişti. Böylece iyi bir işi
olduğunu göstermek istemişti. Modernizmde kişinin ne olduğunu ve kim olduğunu
belirleyen faktör “işi ve maaşı”dır. Toplum, insanları işleriyle ve maaşlarıyla
değerlendiriyor. Bu bağlamda şerefsiz ve ahlâksız ama iyi bir işi ve yüksek
maaşı olan biri, ahlâk timsâli ve şahsiyet sâhibi ama işi ve maaşı düşük olan
birine göre daha “üstün” görülebiliyor.
Allah her
insana özel bir yetenek-beceri vermiştir. Fakat kapitâlist sistem, insanları
tek-tipleştirip “işçisi” yaparak, insanların bu yeteneklerini baltalamaktadır.
Sonuçta ortaya beceriksiz bir toplum-devlet çıkıyor.
Bir iş, en iyi şekilde
yapılmamışsa, o iş boşa gitmiş bir iş olmuş olur. Yada yarârı kadar zarârı olur.
Aptalca işler yaparsanız, kendinizi aptal gibi hissedersiniz.
Modern iş
hayâtı, Allah’ı, merhâmeti, vicdânı ve adâleti hesâba katmayan çalışma-şeklidir.
Allah’tan bağımsız “iş yapma isteği” şirktir. Allah rızâsı için yapılmayan işler,
nefsin rızâsı için yapılmaya başlanır. Allah rızâsı için yapılmayan işlerin
âhirette kişiye bir faydası olmaz. Modern müslümanlara “Allah rızâsı için” bir
şey yapmak, “bedâva iş” olarak görülüyor. Fakat patronun rızâsını kazanmak için
bedâvaya çalışmayı seve-seve yapabiliyorlar.
Çizgi film, okul, askerlik,
iş; “küresel itaat”in sıraya konmuş araçlardır. İnsanlar bu araçlarla
terbiye(!) edilip kontrôl altında tutulmaktadır.
Eskiden “usta”lar vardı,
şimdi ise “uzman”lar. Ustalar işlerine-söylediklerine “rûh” da katarlarken,
uzmanlar işin sâdece maddî-mekanik yönünden anlıyorlar ve bahsediyorlar. İşten
anlamadan işi yapıyorlar. “İlerleme” denilen şey, işlerin insan yerine
makineler tarafından yapılmasıdır. Yâni ilerleme, işlere “rûh” katmaktan
vazgeçilmesidir.
Fıtrata-doğala-normâle
aykırı bir iş yapılacak ve bir sorun çıkmayacak.. Bu imkânsızdır. Bir-çok
gereksiz işler vardır. Yaşlanma ve “ölüm
korkusu” nedeniyle ortaya çıkan yeni iş sektörleri, diğer nedenlerle ortaya
çıkan sektörlerden kat-kat fazladır.
Modern politikalar sonucu
büyük çiftçi nüfûsun kentlerde işçilere dönüştürülmesi, büyük sermâyedarlar
ortaya çıkarmıştır. Mevcut vergi-sistemi, küçük işletmeciyi kontrôl altında
tutuyor fakat sermâyedarları kontrôl edilemez duruma getiriyor.
Modernite, mesleğinizde ne
kadar hünerli olursanız-olun, o işin diplomasına sâhip değilseniz, sizi
“vasıfsız” sayar. Zâten teknoloji, “el”i işlevsiz bıraktı. Sonuçta her-şeyde
bir beceriksizlik ve bereketsizlik ortaya çıktı. Peygamberimiz, elleri nasır bağlamış
olan birinin elini öpüp, “işte Allah’ın sevdiği el budur” demişti.
Nefret ile yapılan iş çok
yorar. Sevmeden, istemeden yapılan hiç-bir iş “iyi” ve güzel olmaz.
Bâzı işler de vardır ki
insanın istikâmetini bozar, onu yanlışa sürükler ve nihâyet yoldan çıkarır.
Öyle ki, Allah’ın haram kıldıklarını yapmak o kişi için normâlleşir. Bu işler,
doğasında günaha ve sapıklığa yönlendiren modern işlerdir. Modern işler yada
işin modern şekli, insanı harama, günaha ve yanlışa karşı zayıflatır ve hattâ kişiyi
yoldan çıkartıp şerefsizleştirebilir. O hâlde Allah’ın haram, günah ve ayıp
dediği şeylere alan açan işlerden uzak durmak îcâp eder.
Peygamberimiz
iş konusunda şunları söyler:
“Yaptığın
işler kendinin yada başka birinin yükünü kaldırsın, yeni bir yük yüklemesin. Çalışırken,
en çirkin insan bile güzeldir. Çalışmak, en hayırlı sermayedir”.
Okul, başarı ve popüler
işler.. İnsanın hayâtı ıskalamasına neden olan üç etkendir.
İnsan boş bırakılmaya gelmez.
Bu yüzden Allah, insanı boş bırakmaz ve sürekli olarak bir meşgûliyete
yönlendirir:
“Ey îman edenler!, Cum’a
günü namaz için çağrı yapıldığı zaman, hemen Allah’ı zikretmeye koşun ve
alış-verişi bırakın. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.
Artık namazı kılınca, yeryüzünde dağılın.
Allah’ın fazlını isteyip-arayın ve Allah’ı çokça zikredin; umulur ki felaha
(kurtuluşa ve umduklarınıza) kavuşmuş olursunuz” (Cum’a 9-10).
“Gerçekten güçlükle
berâber kolaylık vardır. Şu-hâlde boş kaldığın zaman, durmaksızın (başka bir iş
ile) yorulmaya-devâm et” (İnşirâh 6-7).
Yapılacak
işleri yapmayanlar; yapılmayacak işleri yapmaya başlarlar. Belki de bu durum
bir cezâdır. İnsanların fıtrata aykırı davranarak bir zulüm ve ifsâd sistemi
olan moderniteye bağlanmalarının bir cezâsı..
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Şubat 2019
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder